30 Temmuz 2021 Cuma

Köpeklerle Dansım *

Salgın nedeniyle salonlarda düğünler yapılamayınca, düğün salonları derin bir sessizliğe bürünmüştü. 1 Temmuzdan itibaren yasakların kalkmasıyla birlikte ötelenen düğünler, bir bir yapılmaya başladı. Böylece düğün salonlarının da yüzü güldü. Kurban Bayramının hemen akabinde işte böyle düğünlerden birine de ben davetliydim. Düğünün yapılacağı salon da Hatıp Caddesi üzerinde sağlı sollu salonlardan biri.

Salonu pek aramadım. Çünkü km’lerce öteden, sesi sonuna kadar açılmış müzikler kulağına kadar gelince, sesin geldiği tarafa doğru yol alsan, elinle koymuş gibi salonları bulabiliyorsun. Buralarda tek yapacağın, gideceğin salon solda mı, sağda mı, iki metre ötede mi, beride mi? Bunu da sağı solu göz gezdirerek hallediyorsun.

Arabayı uygun bir yere park ettikten sonra düğün salonunun bahçesine geçtik. Boş masalardan kenar ve köşede olan birine oturduk.

İcabette geciktiğim düğün, ben geldikten bir 15 dakika sonra mutlu çiftin yukarıdan görünmesiyle birlikte yapılan anonsla başladı. Gelinle damat yavaş yavaş merdivenlerden inerken az önce öylesine çalan müzik değişti, davetlilerden bir alkış tufanı koptu. Çift, sahneye indikten sonra güvercinler uçuruldu. Bir şeyler de yandı söndü. Nedir diye sormayın. Zira siz onu bilirsiniz. Bana tecahülüarif yapmayın. Benim cahilliğimi ise sormayın.

İlk dansı haliyle gelinle damat yaptı. Ardından davetliler de oynamaya davet edildi. Çünkü düğün oynamalı. Müziğin ritmine kendini kaptıran sahnede yerini aldı ve sahne doldu. Bir an için bir ben eksiğim. Zira kambersiz düğün olmaz dedim ama sahneyi dar gördüm ve bana göre değil diyerek hiç böyle bir şeye yeltenmedim. Bu arada sahne tecrübem olduğunu söylemek isterim. 1986 yılı olsa gerek. Cihanbeyli’de bir düğüne katılmıştım. Olmaz, bu iş bana göre değil. Bana göre olsa da bilmiyorum dedimse de beni zorla halay çekmeye kaldırdılar. Sağlı sollu araya aldılar beni. Sanki başımdan kaynar sular döküldü. Kırmızı yüzüm kıpkırmızı oldu. Ama bununla da yetinmediler. Damat bey, ayaklar ayaklar diye işaret etti durdu. Cehennem azabı bittikten sonra ne diyordun dedim. Meğersem ayaklarımı yanımdakilere uyduramıyormuşum.

Neyse biz gelelim taze düğüne. Birileri oynuyor, biz de müzik sesinden ne kadar konuşulursa kah konuşuyoruz kah sağa sola kim var kim yok diye göz gezdiriyoruz kah oynayanlara bakıyoruz. Kimi oynadıktan sonra yerine geçti, yerlerine başkası geçti kimi de sahnenin değişmez as oyuncusuydu. Hanıma, şu oynayan görümce mi yoksa dedim. Nereden bildin dedi, belli belli dedim. Gülüştük.

Az sonra akşam namazını kılayım diye salonun arka tarafına dolaştım. Erkek mescidi yazan kapıyı buldum. Açtım ki mescit diye belirlenen yere sadece bir seccade sermişler. O kadar. Namazı kıldım ama namazda ne okudun diye sormayın. Zira benim ağzım kıpırdarken kulağıma fazlasıyla müzik geldi. İyi ki oynamayı bilmiyorum. Yoksa “günah yazarsan yaz” diyerek kendimi namazda iken oynamaya verebilirdim.

Sayıyla verilen kuru pastaları yedikten sonra ardından gelen dondurmayı da yedim. Bu arada takı töreni de başladı. Anonsun biri bitti, diğeri yapıldı. Takıcılar, sıraya girerek takılarını taktılar. Her takan da gelin ve damatla bir fotoğraf çektirerek ânı ölümsüzleştirdiler. Bu kalabalıkta takı takıp takmadığımı kim görecek deyip yerinde oturanlara da burada bir hatırlatmada bulunmak isterim. Unutmayın ki takı törenindeki kamera objektifine giremediniz ve bunlar düğün bittikten sonra ağır çekim izlenecek. Kimin taktığı kimin takmadığı kimin ne taktığı ortaya dökülecek. Benden söylemesi. Takılar nerede derseniz, sanırım görümce gelmiş, hepsini alıp gitmiş. Düğün sahipleri amma takıldı, sevenimiz çokmuş meğer diye önce sevinecek ardından bu işler sırayla deyip üzülecek. Neyse tüm bunları takan, takmayan düşünsün.

Yeme-içme ve takı için ara verilen oynama arası, kaldığı yerden tekrar başladı. Biz de ne zaman bitecek bu düğün diye beklemeye devam ettik. Belli oldu ki mescit ararken arkada karıştırılan kazanlardan da yemek gelmeyecek. Niye bekliyorum ki. Zaten düğün yemeksizdi. Yine de umut benim ekmeğim. Ha bir sürpriz olur muydu.

Baktım olmayacak, yürüyüş beni bekliyor, günlük yürüyüşümü yapamadım. Bari beklenirken ben yürüyüşümün belirli etabını tamamlayayım dedim. Bahçenin dışına kendimi attım. Önce düğün salonlarının önünden geçtim. Hepsi de açık, hepsinden de müzik sesi geliyor ve davetlilerin biri giriyor, diğeri çıkıyor. Sol tarafta yatsı namazını kılıp camiden çıkmakta olan az sayıda musalli gördüm. Sağdan soldan, önden ve arkadan birbirine karışarak gelen müzik sesiyle nasıl namaz kıldılar bilmiyorum. Allah kabul etsin.

Ana caddeden ara sokaklara girdim. Zira oralarda da salonlar var. Bir tempoda yürüyorum. Bir baktım, insan yoğunluğu kalmamış. Ama kimse yok değil. Zira iki köpek, gelip geçen arabalara durmadan havlıyor. Kendilerine gelmekte olduğumu gören bu iki köpek, yollar nasılsa bizim, sabaha kadar buradan arabalar geçecek, biz de havlayacağız. Biz en iyisi, şu acemi çaylağı bir korkutalım dercesine dönüp koşarak bana gelmeye başladılar. Baktım şakaları yok. Kaçsam kaçamam, duvara çıksam, çıkılacak duvar yok, direğe bile tırmanmayı düşündüm. Gördüğüm her direk beton direk. Kaldım mı bir başıma.

İleriden koşarak üzerime gelirlerken tek yapabildiğim, durmadan hoşt hoşt hoşt çekmek. Ne kadar dediğimi hatırlamıyorum. Beni aralarına alıveren köpeklere hoşt diyorum, bir taraftan da iki elimi birden onlara sallıyorum ama onlar için çok da tın. Önüme, arkama döndüler durdular. Onlar döndükçe köpeklere arkamı dönmem uygun olmaz diyerek ben de döndüm. Hasılı az önce müziğin oynatamadığı beni, onlar bir güzel oynattılar. Korktum mu? Korkulmaz mı? Anlatılmaz ancak yaşanır. Herhalde korkum tavan yapmıştır. Başka da yapabileceğim bir şey yoktu.

Paçamdan tutup beni ne zaman altlarına alacak diye beklerken beni üç-beş dakika dans ettiren köpekler, bu korku buna yeter, bir daha da bizim çöplüğümüze uğramaz, bizi de unutmaz deyip paçamdan tutmadan çekip gittiler. Sağ olsunlar, bu iyiliklerini hiç unutmayacağım. Merhamet timsali gibi geldiler bana.

Hasılı, bana düğünde kimse oynamadı diyemez. Gördüğünüz gibi epey ecel terleri döktüm. Tek fark, düğünde oynayanlar keyiften dört köşe olurken ben dokuz doğurdum. Bu arada böyle saldırgan köpeklerin buralarda ne işi var deyip sahiplerini suçlamayacağım. Burada esas suç, korumasız bir biçimde ve bir başıma sokağa çıkan bendedir. İnşallah köpeklere hoşt dediğimden dolayı hayvan severler hakkımda suç duyurusunda bulunmazlar. Bir de mahkemelik olmak hiçten bile değil. Bundan dolayı hakimin adli kontrol şartıyla serbest bırakacağına da hiç ihtimal vermiyorum.

Burada, mübarek düğüne gelmişsin. Otur, ağır azam. Oynayacaksan oyna, oturup seyredeceksen seyret. Yemek verirlerse ye. Bir de eski köye yeni adet getirme. Yürümek de neyin nesi, dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, zira rahmetli babam da “Oğlum, çok dolaşma. Çünkü çok dolaşanın ayağına tavuk pisliği bulaşır derdi. Köpeklerle dansımı gözümün önüne getirince bana tavuk pisliği daha masum geldi.

Not: Bu durumu anlattığım bazıları, öyle zamanlarda yani köpeklerin saldırısına maruz kaldığında oturacaksın dediler. Bir daha böyle bir olay vuku bulursa ve korkudan aklıma gelirse söz oturacağım.

*11/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

28 Temmuz 2021 Çarşamba

Yalancı Bahar ve Sahici Bahar *

1994 ve 2001 ekonomik krizlerini gördüm. Krizin etkilerini derinden hissettim. Her ikisinde de hayat pahalılığı alıp başını gitmişti. Bugün aldığım bir ürünün fiyatını, ikinci gelişimde keşke aynı fiyata alabilsem derdim. Baktığım bir ürünü almak istemesem, pişman olursun, yarın aynı fiyata alamazsın, derdi esnaf. Ben böyle sıkıntı çekerken, esnaflık yapan bir tanıdığım, bu süreçte deli para kazandım dedi bir görüşmemizde. 

Aynı çizgide devam eden bir siyasi görüşüm olmasına rağmen insanların çektiği sıkıntıları görünce, daha ufukta seçim yokken şunları söyledim: "Bundan sonra oyum, bugünkü aldığım bir ürünü yarın aynı fiyata alabileceğim bir ortamı sağlayacak yani hayat pahalılığını durduracak bir siyasi parti olursa, istersen ateist olsun, oyum onadır" demiştim.

2002 yılındaki seçimlere, ekonomik kriz damgasını vurdu. Seçmen ekonomik krizde dahli olan partileri sandığa gömdü. Yeni kurulmasına rağmen AK Partiyi tek başına iktidara getirdi. Ülkede siyasi istikrar sağlandı. Uygulanan sıkı mali disiplin, dışarıdan gelen sıcak para ve dövizin zikzak çizmemesi yüz güldürdü. Cebimiz para gördüğü gibi paramız değerlendi ve bereketlendi. Hayat pahalılığı yok oldu, enflasyon tek haneye düştü, tereklerdeki ürünler yerinde saydığı gibi bir kısım çeşitlerde fiyatlar geriledi. Zam nedir duymaz olduk. Cebimiz para gördü, alım gücümüz arttı. Yüzümüz gülmeye başladı. At sahibine göre kişner sözü doğruymuş demeye başladık.

Geldiğimiz noktada, ekonomik halimiz hiç iç açıcı değil. Çünkü dünün yerinde yeller esiyor. Sanki ekonomik krizler bu ülkenin kaderiymiş gibi yine bir ekonomik darboğaz içindeyiz. Eski krizlere oranla likidite sıkıntısı olmasa da fiyatların yanına varılmıyor. Hayat pahalılığı yönünden yeniden çift haneli rakamları yaşıyoruz. Piyasa ürünlerine ve temel ihtiyaç mallarına konan zamlar çok astronomik. Bu da gösteriyor ki 2002’den sonra gelen ekonomik rahatlama, geçici bahardan ibaretmiş. Her geçici baharın sonu ya yakıcı ya da dondurucu oluyor maalesef.

Belirli periyotlarla mali krize girmemizde değişik sebepler olsa da birinci derece sorumluları, zamanında tedbir almayan gelmiş geçmiş siyasi iktidarlardır. Demek ki pansuman tedbirlerle günü kurtarma politikası böyle bir şeymiş ve sonuçları itibariyle acı oluyormuş. Maalesef bu acı reçeteyi de halkın kahir ekseriyeti içiyor.

Burada ekonomik krizle ilgili bir hususa daha dikkat çekmek istiyorum. Ne zaman bir vatandaş hayat pahalılığından dem vursa, “para yetmiyor, işsizlik aldı başını gidiyor” dese, birileri sosyal medyadan “Kriz var diyorlar. Ne krizi? Baksana millet Bodrum’da, Alanya’da tatil yapıyor. Tatil beldeleri tümden dolu. Parası olmayan tatile gidebilir mi? Ya şu son model arabalar neyin nesi. Eski model araba göremiyorum. Herkeste en pahalısından cep telefonu var. Piknik yerleri dolu. Hangi mağazaya gitsen, millet bol bol alışveriş yapıyor. Ne işsizliği? İş beğenmiyorlar da ondan. Çalışana iş çok…” şeklinde paylaşım üstüne paylaşım yapıyor. Bu tür paylaşımlarda doğruluk payı var mı? Var elbet. Olan da olmayan da bulup buluşturup, karta taksit yaptırıp tatil beldelerinde soluğu alıyor. Bazı sektörler, işçi aradığı halde işe talip olmayan ve iş beğenmeyenler de var. Ama tüm bunlar halkın ekonomik darboğazda olduğu gerçeğinin üstünü örtmez. Ki kriz dönemlerinde tüm halk ekonomik darboğaza duçar olacak diye de bir şey yok. Krizler kimini ihya ederken kimini de bitirir. Kimi bu krizler sebebiyle paraya para demez, köşe olur. Ama bunların sayısı azdır. Esas halkın çoğunluğuna bakmak lazım. Çünkü dar ve orta gelir seviyesinde bir geliri olan halkın daha da fakirleştiği, geçinmek için zorlandığı da bir gerçektir. Alt gelir seviyesinde olanlarla üst gelir seviyesinde olanlar arasında sosyal adalet dengesi alabildiğine açılmış durumdadır. Burada şunu da söyleyeyim. Bu ülke 80 milyonu geçmiş bir ülkedir. İster tatil beldesi ister piknik yerleri ister alışveriş merkezleri olsun, her yerde insan yoğunluğunu görmek mümkündür. Buralara bakarak halkın keyfi yerinde tespiti bizi yanıltır. Aynı şekilde hastanelere gitsek, hastanelerin de dolu olduğunu görürüz. Bu demek değildir ki bu toplumun hepsi hasta olmuş ve hastaneye koşmuş.

Sözün özü, hayat mücadelesi veren her bir insanın şöyle ya da böyle dert ve sıkıntıları vardır. Zira burası imtihan dünyasıdır. Dün olduğu gibi bugün de düne oranla ekonomik sıkıntı çeken insanımızın sayısı az değildir. Durum bu iken ve kimsenin ne ile mücadele ettiğini bilmez iken uzaktan maval okumak doğru değildir. Çünkü davulun sesi uzaktan hoş gelir ve ateş düştüğü yeri yakar. Yani her şeyi tozpembe göstermeyelim. Aynı şekilde “bittik, tükendik” diyerek felaket tellallığı da yapmayalım.

Ülkemizde zaman zaman gördüğümüz yalancı baharların yerini, sahici ve kalıcı baharlara bırakması temennisiyle…

*28/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

27 Temmuz 2021 Salı

Erkekler, Bu Görevinizi Biliyor muydunuz? *

Bir derdim var. Bunu sizinle paylaşsam mı, paylaşmasam mı diye düşünmüyor değilim. En iyisi paylaşayım gitsin. Paylaşırsam derdim azalmış olur belki. Derdimi zorlama bir bilmeceyle açayım: Marketten aldım beş poşet, dışarı götürdüm yirmi poşet. Bilin bakalım bu nedir? Dışarı bir şey götürmüyorsanız, nereden bileceksiniz. Ancak benim gibi eşekten düşenler bilir: Çöp efendim çöp.

Günübirlik markete giden biri değilim. Bazen haftada bir veya on günde bir giderim. Marketin hiç sağına soluna bakmadan listede olan temel ihtiyaçlarımı alır çıkarım. Ödemeyi yapıp aldıklarımı mutfağa çekince derin bir oh çekerim.

Derin oh çekmem uzun sürmüyor. Çünkü ne zaman dışarı çıksam -ki günlük çıkmasam olmaz- bunu giderken çöpe atıver ya da dışarıya poşet koydum, onu da götürüver, talimatı alırım. Poşette ne olabilir diye hep merak ederim. Fakat içini açma imkanım bugüne kadar hiç olmadı. Zira poşetin içinde bir belki de iki poşet. Ağzı da bir güzel bağlanmıştır. Deri sarar gibi desem, mesele anlaşılmış olur sanırım.

Kapının önüne çıkınca bahtıma artık. Bazen bir bazen iki bazen de üç poşet birden beni bekler bulurum. Bir elimde telefon olduğu halde diğer elime de poşetleri alır, çöp konteynırını boylarım. Bu arada ağır mı ağır. İçinde ne varsa artık. Çöp kovasının ağzı açıksa helal be derim. Çöp kutusunun hiçbir yerine dokunmadan bir basket atışı edasıyla içine atarım. Basketçiliğim de fena değil hani. Konteynırın ağzı kapalı ise niye kapatırlar diye homurdanırım ve kapağı bir şekil açıp atarım içine. Ardından ya Rabbi, şükürler olsun, bugünkü çöp atma görevimi de ifa ettim, bir dahakine Allah kerim derim.

Bu anlattıklarımın bir başka boyutu daha var. Bazen iyi, bu çıkışımda çöp yok diyerek elimi kolumu sallaya sallaya kapıyı açarım. Mutfaktan bir ses geldi mi, ne oldu demem. Annah derim. Bilirim ki çöpe gidecek ama hazırlanmamış çöp poşeti vardır. Bazen de bu çöp nasıl hazırlanır bakarım. Önce çöp kutusu açılıyor. İçine daha önce konmuş poşet çıkarılıyor. Hafifçe kaldırılıyor. Poşetin altı akıyor mu akmıyor mu kontrolü yapılıyor. Poşetin altı ıslak ise bil ki poşet delinmiştir. Delinmedi ise de mutfaktan dışarıya çıkarırken delinme ihtimali vardır. Hiç sağa sola damlatmadan tekrar yerine konur, poşetin ağzı bağlanır. Ardından yeni bir poşete geçirilir. Onun da ağzı bağlanır. Tamam, denerek elime tutuşturulur. Bu çöp poşeti daha önce hazırlanmış da giderken atılsın diye kapının önüne konmuşsa poşeti kaldırdıktan sonra altına akmış mı kontrolü yapılır. Akmamışsa şükredilir. Eğer akmışsa bir hızla paspas alınır, burası bir güzel paspaslanır. 

Ben böyle anlatıyorum da siz de bu adam ne yapıyor böyle deyip okuyorsunuz. Okuyun okuyun, tecrübe edinmiş olursunuz. Ki burada tecrübe konuşuyor. Ayıplamanızı hiç tavsiye etmem. Zira başınıza gelir. Eğer bu anlattıklarımı bir bir ve daha fazlasını yapıyorsanız, aklın yolu birdir ve aynı cendereden geçen yolcularız. Allah bu görevde de yardımcınız olsun. Hasılı ömrümün önemli bir kısmı, çöp atmakla geçti, geçiyor ve geçecek desem, hiç abartmamış olurum. Ki mesele ortada. Evin erkeği olarak pek hesaba katılmayan bu görevimizin de bu vesileyle kayıtlara geçmesini istiyorum. 

Evden durmadan çöp konteynırına çöp götürme işinde, garibime giden ve anlayamadığım bir durum var. Bunu da belirtmek istiyorum. Bir fabrikanın seri üretimi gibi her gün bu kadar çöp bu evden nasıl çıkar? Çünkü eve giren bellidir. Marketten aldığımıza hiç dokunmadan çöpe götürsek bu kadar çöp poşeti çıkmaz. Haydi, yemeden attık diyelim. O zaman bu göbekler ne? Demek ki yemişiz. İyi ki yemişiz yoksa günde daha fazla çöp atmamız gerekecek. Hocanın, kedi buysa et nerede, et bu ise kedi nerede" dediği gibi bir şey bu. Girdi ve çıktı da bir anormallik var ve ben bu havuz probleminin içinden çıkamadım. Aman neyse ne. Benim kendi derdim kendime yeter. Bir de havuz problemini mi çözeyim? Görevim, marketten getirdiklerimi fazlasıyla çöpe atmak. Bunu da yapıyorum. Ötesini istemeyin benden. Bu arada derseniz ki kalabalık bir ailesiniz. Ondandır. Değil efendim. Toplam üç kişiyiz.

Yazımı sonlandırırken içinden çıkamadığım bu girdi ve çıktı dengesizliği, bana belediyeye teşekkürü akla getirdi. Ne alaka demeyin. Bu girdi ve çıktı anormalliğine göre çöp, çevre ve atık bedeli adı altında belediyelerin az vergi aldığını düşünmeye başladım. Düşünsenize belediye, ne kadar çöp atarsan, o kadar çevre vergisi alacağım dese, yandık. İnanın markete ödediğimiz bedelin kat kat fazlasını alması gerekirdi bizden. Aman, ağzımdan yel alsın. 

*04/09/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Vekilin Vekili ya da Suyunun Suyu

Bugün vekilin vekili oldum. Ne demek vekilin vekili derseniz, suyunun suyu gibi bir şey. Öyle ya, suyunun suyu olur da vekilin vekili olmaz mı? Dığdığının dığdığı anlayacağınız. İsterseniz vekilin vekili durumuma geçmeden size suyunun suyu fıkrasını bir hatırlatayım:

Nasrettin Hoca’ya biri bir tavşan getirir. Hediyesiyle gelen misafiri Hoca, evinde misafir eder, izzet ve ikramda bulunur.

Haftası geçtikten sonra aynı misafir tekrar gelir ve “Geçen hafta tavşan getiren köylüyüm,” der. Eve buyur eden Hoca, misafirin önüne tavşan suyundan yapılmış bir çorba koyar.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra üç köylü Hoca’nın kapısını çalar. Biz, sana tavşan getiren köylünün komşularıyız, derler. Hoca bunlara da tavşan suyundan yapılmış çorba ikram eder.

Ardından birkaç gün sonra Hoca’nın kapısı yine çalınır. Gelenler “Sana geçen haftalarda tavşan getiren köylünün komşusunun komşularıyız” şeklinde kendilerini tanıtırlar. Misafirleri içeri alan Hoca, önlerine bir tas su koyar. Misafirler bu ne Hocam, diye sorarlar. Hoca da ne olacak? Tavşanın suyunun suyu, cevabını verir.

Fıkranın devamını bilmiyoruz. Herhalde suyunun suyunu gören bu son misafirlerden sonra dığdığının dığdığı bir daha Hoca’nın kapısını çalmamıştır. Hoca da bir daha tavşan getirenin hediyesini kabul etmemiştir.

Şimdi gelelim vekilin vekili durumuma… Asıl müdür izne ayrılınca yerine birini vekil bıraktı. Vekil bıraktığına da ilden resmi bir görev çıkınca kurum boş kalamazdı. Vekil de yerine beni vekil bıraktı. Böylece vekilin vekili oldum. Gördüğünüz gibi iş bu kadar basit ve kolay.

Vekilin vekili durumumu suyunun suyuna benzetsem de arasında farkın olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Bir defa suyunun suyu adı üzerinde tadı, rengi ve kokusu olmayan bildiğiniz sudur. Bu suyu çorba niyetine içerseniz, tatsız, kokusuz ve renksiz bir su içmiş olursunuz. Benim vekilin vekili görevimi siz küçümseseniz de vekil, asıl gibidir sözünde olduğu gibi asıl gibi iş yapar: Sorumluluğu var yetkisi var. Siz buna Süleyman da diyebilirsiniz.  Getirisi yok o kadar. Asıl gelince veya aslın vekil bıraktığı gelince benim Süleymanlığım, tıpkı suyu görünce teyemmümün bozulduğu gibi sona erecekse de bir günlük beylik yine beyliktir. Üstelik bu beyliğim iki gün sürecek.

Sonrası mı? Sonrasını sizin gibi umutla bekleyeceğim. Zira umut benim ekmeğimdir. Nasılsa müdür er veya geç yine izin alacak. Yerine vekil tayin edecek. Onun da işi çıkarsa, bu vekilin vekilliği yine avcumun içinde olacaktır. Ölme eşeğim ölme dediğinizi duyuyor gibiyim. Problem değil. Ben hazır kıta o günleri beklemedeyim. Siz kendi işinize bakın. Daha vekilin vekili bile olamamışsınız, bir de bana burun kıvırıyorsunuz.

Bu arada şunu da antrparantez söyleyeyim. İçinizden vekilin vekili de ne imiş. Vekil olsan haydi neyse dediğinizi duyuyor gibiyim. Burada şunu da hatırlatmak isterim. Daha önce yani vekilin vekili olmadan önce yine böyle iki gün vekil olmuştum. Anlayacağınız, yapmadığım şey değil. Her kademede hem tecrübeleniyor hem de pişiyorum böylece.

26 Temmuz 2021 Pazartesi

Gedikliler *

Çarşıda esnaflık yapan bir arkadaşım var. Birkaç ayda bir gelip geçerken yanına uğrar, ayaküstü çaylarımızı yudumlarız. Niye ayaküstü? Çünkü dükkan o kadar küçük ki kendinden başka bir kişinin oturması çok uygun değil. Sıkışıp oturmaya kalksan bile bir müşteri geldi mi, müşteri rahat alışveriş yapsın diye dükkanı boşaltmak lazım. Çünkü esnafın velinimetidir müşteri. Üç beş kuruş kazanmak için sabahtan akşama bu tekkesini bekler.

Bu dükkana her geldiğimde arkadaşımdan daha yaşlı, yaşını başını almış birini dükkanın içinde oturur görürüm. Bir gün o değilden, burada çalışan mısın, dedim. “Yok, ben çalışan değilim, buraya her gün uğrarım” dedi. Ben de hep burada oturur görünce seni burada çalışıyor sandım dedim.

Sonraki bir gittiğimde arkadaşım, “Geçen geldiğinde burada mı çalışıyorsun dediğin kimse vardı ya” dedi. Evet dedim. “İşte o, her gün benim dükkana uğrar. Saatlerce oturur oturur gider. Bir gün evine tamirci gelecekmiş. ‘Bugün gelemeyeceğim’ diye telefon açtı” dedi. Ben de maşallah ne azimmiş böyle, dükkanın gediklisi olmuş dedim, gülüştük. Gedikli ne demek derseniz? “Bir yere sürekli giden, oranın sürekli müşterisi olan, o yere sürekli gelip giden ya da orada sürekli kalan kimselere” deniyormuş. Bunlara müdavim de diyebiliriz.  

Bir yerin mukimi olmadığı halde yukarıda anlattığım gibi bir yerin gediklilerinin bu ülkede sayısı ne kadardır, derseniz, elimde bir istatistiki bilgi yok ama sayıları azımsanamayacak kadar vardır. Bu tipleri esnaf dükkanlarında, resmi dairelerde görmek mümkün. Yeter ki çarşıya çıkmış olsunlar.

Ne sakıncası var, demek ki sevip sayıyormuş, varsın gelsin diyebilirsiniz. Gelmeye gelsinler. Buna sözüm olmaz. Sevip saydığıyla oturup hasret gidersinler ama bunun sınırını ve dozunu iyi ayarlamak lazım. Ne zaman geleceğini ne zaman kalkacağını ne konuşacağını ne kadar kalacağını bilmek lazım. İnsanların özel hayatı vardır. Kendi başına kalması gerekiyordur. Bir başkası görüşmeye geldiğinde içerinin boş olmasını ister. Diğer bir husus da ziyaretin kısası makbuldür ve buralar, adı üzerinde esnaf dükkanı veya resmi dairedir. Boşta kalanı avutacak kahvehane değildir buralar. İnan öyle kişiler bilirim ki evinden fazla ya esnafın yanında ya da resmi dairede. Buralarda çalışanlardan tek farkı, buraların kadrolu elemanı olmamaları. Keşke imkan olsa da esnaf bunlara kardan pay verse, resmi daireler de bunlara maaş bağlayabilse… Her geldiklerinde de çay içmek farz gibi bir şey. Sanırsın ki buralar onların tekkesi. Bazı zamanlar olur ki kendilerinin geldikleri yetmediği gibi arkalarında yolda bulduklarını da getiriyorlar. İçtikleri çaydan geçtim, çay kalmadığı zaman niye çay yok demeleri yok mu? Yüzsüzlüğün bu kadarına da pes doğrusu dersin. “Yahu ben buraya her gün geliyorum, sizin çayınızı içiyorum. Alın şu bir paket çay da benden olsun ya da şuna bir paket çay alın” deseler, bilirim ki kıyametin kopması yakındır ve etrafımla helalleşmeye başlarım. Hasılı, bu gediklilerden çekeceğimiz var.

Sözün özü, hem esnaf hem de resmi daireler ziyaret edilmeli, çay ve kahveleri içilmeli ama suyunu çıkarmamak ve illallah dedirtmemek lazım. Aralıklı gidip gelmek lazım ki kişinin bir ağırlığı ve saygınlığı olsun. Taş bile yerinde ağırdır mübarekler! Gidin işinize. İşiniz yoksa kahvehaneciler ve çay ocakları da Allah Allah diyor. Gidin ki hem esnaf siftah yapsın hem cebinizdeki akrepleri bir boşaltın hem de yüzünüzü görmeyen esnaf ve resmi daire o günü bayram ilan etsin.

*23/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

U Dönüşü Yönünden Siyasiler *

“Karayollarında taşıtla belli bir doğrultuda giderken U harfi biçiminde dönerek geldiği yöne gidişe” U dönüşü deniyor. Bir yola yanlış girmişsek ya da gideceğimiz yer, yolun karşısında kalmışsa bu U dönüşlerini kullanırız ve bu dönüşler gerçekten bir nimettir. Değilse git babam git.

Şehir içinde çoğu kavşaklarda bu U dönüş işareti, kırmızı daire içine alınmış ve üzerinde kırmızı tek çizgi varsa bu kavşakta U dönüşü yasak demektir. Bu durumda çaresiz gideceksin. Nereye kadar? Nerede U dönüşüne izin verilmişse ta oradan dönüp geleceksin. Bu da km’lerce yol demektir.

Her ne kadar U dönüşleri bir nimet olsa da bazı kavşaklar var ki buralarda U dönüşüne izin vermemek de bir nimettir. Çünkü U dönüşü yapan bir araç karşı yoldan gelen trafiği tehlikeye atabiliyor ya da araç geçişine 10 saniye izin verilmiş bir kavşakta bir aracın U dönüşü yapmaya kalkması, arkadaki araçların ikinci bir ışığa yakalanması demektir. U dönüşü yasak olmasına rağmen yasağı dinlemeyip dönmeye kalkan araçlar, çoğu zaman bir manevrada dönemiyor, ikinci hamle yapması gerekiyor. Bu da trafiği tehlikeye atmanın yanında aynı zamanda trafiği de kilitliyor. Bu da demektir ki U dönüşü yasağının var bir hikmeti.

Karayollarında görmeye alışkın olduğumuz, zaman zaman kullandığımız, çoğu zaman da yasağa takıldığımız U dönüşlerini bir tarafa bırakalım. İnsanların yaptıkları U dönüşlerine bir bakalım. İnsanlar U dönüşü yapıyor mu? Yapıyor. Yapmalı mı? Eğer gittiği yol yanlış ise U dönüşü yapması kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü değişim ve gelişim bunu gerektirir. Bu hatadan dönmek insan için bir erdemdir. Ama bu hatanın erdem olabilmesi için kişinin “Bu konuda, geçmişte şöyle düşünüyordum. Şu andan itibaren bu görüşümü şu şekilde değiştiriyorum” diyebilmesidir. Bu şekildeki yani hatadan dönme anlamına gelen U dönüşlerine saygım vardır.

Saygı duymadığım U dönüşleri ise özellikle siyasilerimizin çok başvurduğu dönüşlerdir. Hata yapıp da yanlış yapmışım, bu yanlışı terk ediyorum, diyen siyasiye de saygı duyarım. Fakat böyle diyen siyasiyi maalesef ben pek görmedim. Ama şöylesini çok gördüm: Dün dediğini bugün değiştiren, değiştirdiğini kabul etmeyen, önceki fikrini hatırlatana kızıp gürleyen, siz de geçmişte bunu çok yaptınız veya senin bu soruyu ne amaçla sorduğunu biliyorum diyen; siyasi rakiplerine demedik laf ve hakaret bırakmayan sonra da hiçbir şey olmamış gibi ortaklık yapan veya ittifak kuran çok siyasi bilirim. Yüzüne baka baka benim geçmişten beri fikrim budur bile diyebiliyorlar. Geçmişte “Dün dündür, bugün de bugündür” şeklinde Demirel’e atfen söylenen ve eleştiri konusu yapılan bu söz maalesef siyasilerin ortak malıdır. Can simidi gibi yetişiyor kendilerine. Siyasilerin geçmişten günümüze yaptıkları bu U dönüşlerinden büyük hacimli bir kitap ortaya çıkar.

Diyelim ki geçmiş siyasiler bu U dönüşünü yapmışlardır. Bu U dönüşlerini ortaya çıkarmak için geçmiş gazete nüshalarını taramak gerekiyordu. Bu da zor ve emekli bir iş idi. Günümüzde ise söylenen her söz her yazı dijital ortamda var. Bir kişi hakkında, “dün ne söylemiş, bugün ne söylüyor” şeklinde bir araştırma için bir tuş yeterli. Kişinin cemaziyülevveli geliveriyor ekrana. Durum böyle iken siyasilerimiz hala bu yola yani U dönüşüne niçin başvuruyorlar? İnanın çok anlamış değilim.

*30/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Uyku ve İstirahat Bir Nimettir *

Doktorluk gibi bazı meslek grupları vardır ki diğer bazı meslek gruplarına göre hem okuması hem de iş hayatına atıldıktan sonra çalışma şartları daha zor ve risklidir. Buna rağmen hem daha kolay iş bulunması hem maaşının iyi olması hem de toplumdaki statüsü yönüyle doktorluk, tercih edilen gözde mesleklerin başında gelir.

Vatandaş olarak çoğu zaman hekimlerle ilgili, “Adam gibi muayene etmedi. Muayene ederken yüzüme bile bakmadı. Ağızlarından laf alınmıyor. Bir de tanıyorum üstelik. 40 yılda bir işim düştü, yanına uğradım, doğru dürüst ilgilenmedi, telefonlarıma bile cevap vermiyor. Dışarıda karşılaştım, görmezden geldi. Bir hava bir hava… Neyin havası bu? Doktor olmuşlar ama adam olamamışlar. Hiç böyle beklemiyordum. İşleri güçleri para…” şeklinde arkalarından serzenişlerde bulunuruz. Bu serzenişlerde haklılık payı var mı? Var elbet. Çünkü zaman zaman çoğumuzun başına böylesi gelir.

Hiç düşündük mü, doktorların çoğunluğu niçin böyle diye. Tamam, bazı doktorlarda kibirlenme, paragöz olma gibi durumlar söz konusu olabilir. İlgilenmeyi angarya iş gibi görebilirler. Bence bunun da ötesinde sebep, doktorların vücut ve zihnen yorgun olmalarıdır. Nice doktorlar bilirim, özellikle üniversite hastanelerinde çalışan. 24 saat mesai ve nöbet tuttuktan sonra ertesi günü yine mesai yapan. Yani iki gündüz bir gece görev başında olabiliyor. Böyle bir doktorun ilgi göstermemesinin nedeni, kibirden ve ilgisizlikten ziyade uykusuzluk ve yorgunluktan ayakta zor duruyor olmasıdır. Duvara yaslanıverse ayakta uyuyacaktır. Çünkü vücudu iki gündür dinlenmemiş ve yorgun düşmüştür. Bu durum hekimler için de böyledir, başkaları için de böyledir.

Tüm bir yılı ağır ve zor bir tempoda geçiren hekimler, yıllık izne ayrıldığının ilk günü, hiç vakit kaybetmeden, soluğu tatil beldelerinde alırlar. İzinlerini de doya doya kullanırlar. Tatil zamanı değilse de bir iki gün geç yattıktan veya uykusuz kaldıktan sonra üçüncü gün erkenden derin bir uykuya dalarlar. Çünkü vücudun dinlenmeye, uykuya ve tatile ihtiyacı vardır. Hekimleri değerlendirirken işin bu yönünü de hesaba katmakta fayda vardır diye düşünüyorum.

İzin, istirahat ve tatile sadece hekimler mi ihtiyaç duyar? Başta etkili ve yetkili, sorumlu kişiler olmak üzere herkesin istirahate ihtiyacı vardır. Çünkü her insanın ruhen, zihnen ve bedenen maddi ve manevi ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçları gidermede aşırıya kaçmak veya cimri davranmak kişide, davranış bozukluklarına yol açabilir veya vücudunun yorgun düşmesine sebebiyet verebilir. Kişinin olur olmaz kızması, sesini yükseltmesi ve çok hata yapmasını örnek olarak verebiliriz. Vücudun her yönüyle sağlıklı olması, bu ihtiyaçları kıvamında, yerinde ve zamanında gidermekle mümkündür. Böyle olduğu takdirde vücut teklemeden yoluna devam eder ve kişi daha az hata yapar.

Bu açıklamalardan sonra bazıları, “Falan, günde birkaç saat uyur, yıllık tatil kullanmaz. Ne cumartesisi vardır ne pazarı. Geceleri bile çalışıyor” der. Bence her günü ağır ve zor bir tempoda geçiren insanların izin kullanmama ve tatil yapmama gibi bir lüksleri yoktur. Tüm günü ve yılı gecesiyle gündüzüyle çalışarak geçirmek marifet hiç değildir. Bu tip kişiler en kısa zamanda, iş ortamından uzaklaşarak kendisine vakit ayırmalı, çoluk çocuğuyla bir güzel tatil yapmalı ve vücudunu dinlendirmelidir. Mesai yaparken de özel durumlar hariç evine çekilerek hem istirahatini yapmalı hem de ailesine zaman ayırmalıdır. Çünkü bu vücudun çalışma kadar istirahate de ihtiyacı vardır ve bu vücut her birimize bir emanettir. Lütfen bu emanete ihanet etmeyelim.

* 28/07/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

25 Temmuz 2021 Pazar

Bu Okulları Nasıl Düzeltiriz?

Zaman zaman bu eğitim ve öğretimi nasıl düzeltiriz diye kafa yorarım. Bir türlü sorunu bulamaz ve öneri sunamazdım.

Yarın mesai başlayacak olunca yeniden aklıma geldi. Fakat yediğim kurban etinden midir bu sefer fazla düşünmedim. Düzeltmeye okul isimlerinden başlayalım fikri aklıma geldi. Çünkü düzelme isimlerden başlamalıydı.

Baktım, bu fikrim yabana atılacak gibi değil. Bu önerimi yani projemi sizinle paylaşmak istiyorum:

Şimdi çok programlı liseler dahil, bütün liseleri Anadolu lisesi yaptık ya. Ama görüyorum ki her okul Anadolu statüsüne çevrilmemiş. Mesela açık liseleri ele alalım. Çocuğa nerede okuyorsun diye soruyorum: Açık lise cevabı alıyorum. Haydaa...Gerçekten niye bunların önünde Anadolu yok? Ne kaybederiz bunlara da Anadolu eklersek... En azından okullar arasındaki isim değişikliğinin önüne geçerdik.

Diğer örgün eğitimlerde okuyan çocuklar, uzun okul isimlerini ağızlarını doldura doldura iki üç nefeste söylerken sonuna bir de Anadolu eklerken bu çocuklar da Anadolu ekleseler, daha iyi olmaz mıydı. En azından moral ve motive etmiş oluruz. Biliyorsunuz eğitim güdülemedir aynı zamanda.

Bu yeter mi? Bence yetmez. Çünkü çok kısa. Bunun için açık da olsa bu okullara hayırseverlerin adını da vermeli. Çocuk bir nefeste okulunun ismini söyleyebiliyorsa bir dönemlik krediden muaf olmalı.

Bunun dışında görüyorum ki sosyal bilimler ve fen liselerinde de Anadolu ismi yok. Ayıp değil mi bu? Bu okulların ismi niçin diğer okullardan farklı? Bunun neresi fırsat eşitliği? Lütfen ayrımcılık yapmayalım. Yol yakınken bu okullara da hayırseverin anasının ve babasının isminden sonra Anadolu fen lisesi ve Anadolu sosyal bilimler lisesi ekleyelim. Tüm bunların başına da il ve ilçe isimlerini koymayı unutmayalım.

Şimdi isimleri değiştirip tüm nitelikli ve niteliksiz okulları isim yönünden eşitledik mi?

İkinci yapacağımız iş, okul müdürlerine haber salarak tabelalarını değiştirmek için bir tabelacıyla hemen anlaşmalarını ve en kısa sürede eski tabelaların indirilerek yeni tabelaların asılmasını sağlamak. Burada da esnafı düşündüğümüzü herhalde anlamışsınızdır.

Yeter mi bunlar? Yetmez. Zira eğitim ve öğretim için ne yapılsa yeridir. Başka ne yapılabilir diye sizin için düşünmeye devam ediyorum. Anadolu ismini tabana yaysak fena olmaz. İlkokul ve ortaokullara da Anadolu ismini ekleyelim ki çocuk daha küçükken Anadolu’ya alışsın. Büyüdüğü zaman bocalamasın. Mesela x Anadolu ilkokulu veya ortaokulu. Sonrasında ne yapacağınızı biliyorsunuz. Lütfen her şeyi benden beklemeyin. Tekrar tabelaları değiştireceksiniz. Bu arada kreşler dahil, anasınıflarının başına da Anadolu eklemeyi ihmal etmeyelim. 

Tüm okulların isimlerini fırsat eşitliği çerçevesinde değiştirdikten sonra yarın biri gelir, okullardaki Anadolu ibaresini değiştirmeye kalkmasın diye her ilin valiliği, "Bu isim asla değiştirilemez" diye bir protokol hazırlamalı ve taraflar imzalamalı.

Devlet okulları yeniledi. Gördüğünüz gibi ben de isimleri değiştirdim. Valilik de protokol ile bu sürece katkı sağladı. Geriye, sınıfa girdikten sonra içini doldurmak öğretmenlere kaldı.

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Bu arada tüm okulları proje okul kapsamına almak lazım.

Gördüğünüz gibi bu iş çok basit.

24 Temmuz 2021 Cumartesi

Susmak ve Konuşmak *

Susmak mı konuşmak mı sorusu, çocuğa anneni mi çok seviyorsun yoksa babanı mı sorusu gibi yersiz bir soru olsa da sessizliği pek sevmeyen ve çok konuşan biri olarak bana susmak/dinlemek mi, konuşmak mı deseniz, susmak derim. Hatta susmanın yani dinlemenin en büyük nimetlerden biri olduğunu düşünürüm. Bundandır ki “Söz gümüş ise sükût altındır”, “Sus ki adam sansınlar”, “İki dinle, bir söyle”, “Kişi dilinin altında gizlidir, konuştuğu zaman kendini ele verir” denir.

Bu sözlerle, dinleme ve susmanın önemine işaret edilir. Aslında dinleme ve konuşma organlarımıza baksak bile hangisini daha fazla kullanmamız gerektiğini anlayabiliriz. Allah iki kulak vermiş ve bu kulaklar daima açık. Ağız ise bir tane ve normal şartlarda iki dudakla kapalı. Buradan bile iki dinle, bir konuş anlamını çıkarabiliriz. Yani kulakların daima açık olsun. Konuşulanları dinle, faydalı olanları al, ötesini unut. Konuşulanlara katkı sunmak istiyorsan ya da birileri sana bir konuda görüşünü sormuşsa; yerinde, zamanında, kıvamında, güzel bir üslupla konuş. Ardından tekrar dinlemeye geç. Buradan kişi hem susmalı hem de konuşmalı anlamını çıkarabiliriz. Ama ne zaman, nerede, ne kadar konuşmalı ne kadar susmalıyız? Önemli olan burası. 

Bilelim ki fazla konuşmak, olur olmaz araya girmek, söz kesmek, her konuda fikrini söylemek, başkasına konuşma fırsatı vermemek kişinin ağırlığını yok eder. 

Susmak ve dinlemek asıl iken öyle zamanlar var ki konuşmak elzemdir hatta farzdır. Mesela bir parti, bir zümre, bir kişi hakkında birileri -doğru veya yanlış- şunu yaptın, bunu yaptın şeklinde bir isnatta bulunuyorsa, burada susmak değil, yaptım veya yapmadım; yaptım, şundan dolayı, şeklinde isnatlara cevap verilmelidir. Yani bir şeyler söylenir. İsnatların aslı astarı yoksa iftira atılıyor denerek savcılığa suç duyurusunda bulunulur. Böyle değil de susuluyor, isnatlara cevap verilmiyorsa demek ki isnatlar doğrudur anlamı çıkar. Çünkü susmak; kabullenmek, bu durumu savunacak halim yok demektir. Bizde sükut ikrardandır diye bir söz vardır. Mesela kızımıza biri talip olduğunda isteyip istemediğini öğrenmek için kızımızın görüşüne başvururuz. Kızımız sessiz kalıyorsa, biliriz ki kızımız bu oğlanı istiyor anlamını çıkarırız. Yine isnatlara direk cevap verilmiyor, başka açıklamalar yapılıyor ve sadede bir türlü gelinmiyorsa veya bazı soruların sorulmasına kızılıyorsa, burada da isnatları kabullenme anlamı çıkarılabilir ve denir ki ateş olmayan yerden duman çıkmaz.

Hasılı, susulması gereken yerde susalım, konuşulması gereken yerde konuşalım. Konuşulması gereken yerde ölü sessizliğine bürünmeyelim. Susma ve konuşmada ölçüyü kaçırmayalım. Her şeyi yerli yerinde, taşı gediğine koyarcasına yapalım. Bunu yapmazsak ağzı olan konuşur ve kimsenin ağzını büzemeyiz. 

*30/07/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

23 Temmuz 2021 Cuma

Evlattan Babaya Penye

Bayramlığım, oğlandan penye. Bu penye giyip giyip küçülen ve babaya verilen türden değil. Yepyeni.

Nasıl sevindim nasıl. Bir bilseniz.

Demek ki zamanında oğlana boşuna yatırım yapmamışım. Bir zamanlar ben ona almıştım. Şimdi o bana alıyor.

Aramızdaki fark, ben alırken birkaç sene giysin diye bol ve büyükçe alırdım. O ise tam vücuduma göre almış. Bir diğer fark, benim aldıklarım cepli idi. Bunun ise cebi yok. Sevincimi üzüntüye gark eden de bu zaten. Zira tişörtün ceplisi kırmızıçizgimdir. Gerçi bu devirde ceplisini ara ki bulasın. Bulursan da hapishane kaçkınlarının giydiği türden, diklemesine ve enlemesine çizgili penyeleri koyuyorlar önüne. Renk ve deseni bir görsen, ıskartaya çıkarılmış, dükkanın bir köşesine konmuş, alıcısı olmayan ve bakımsızlıktan tozlanmış penyeler.

Cepsizler ise daha canlı renklerden ibaret. Bunlar tereklerin gözdesi. Al beni diyor.

Anlamadığım bu renklere niçin cep koymuyorlar? Giyen bu cebin içine kimliğini, kağıt, küreğini, kalemini; sigara içenler paketini ve çakmağını koysa, hiçbir şey koymasa bile o cep, süs gibi tişörtün solunda dursa ne olur? Ağırlık mı yapar? Gören, “Aa, tişörtü cepliymiş” mi der?

Hasılı bu modacıları anlamak zor. Bu seneye yeni ve farklı modellerle gireceğiz diye kafalarına koyduklarını dayatıyorlar bize. Ceplisini bulamayınca elin mahkum sürdüklerine. Gerçekten niyetleri ne? Cebi kaldırarak cepten mi kar ettiklerini düşünüyorlar ya da dikiş işini daha mı seri yapıyorlar?

İyi bayramlar... 

Rehavetin Götürüsü *

2019'un Martından beri covid-19 salgınıyla boğuştuğumuz hepimizin malumudur. Bu süreçte kurallar, normalleşme adımları çerçevesinde zaman zaman esnetilse de bu iki yılın çoğunu, yasak ve kısıtlılıklarla geçirdik. Bu yasaklar, ülkemize ve insanına pahalıya patladı. Neye mal olduğunu saymaya gerek yok. Zira hepimiz biliyoruz. 

1 Temmuzdan itibaren devlet, aşağı yukarı tüm kısıtlılık ve yasakları kaldırdı. Kaldırması da gerekiyordu. Çünkü kısıtlılıktan bezmiş bir halk nefes almalıydı. Mağdur esnaf kendine gelmeliydi. Turizm de canlandırılmalıydı. Devlet tüm bunları yaparken bir taraftan da bağışıklığı artırsın diye aşılamaya hız verdi. 

Peki, temmuzun son haftasında salgının seyri ne âlemde? Bildiğim kadarıyla virüs hala hayatımızın bir parçası. Ölenler olduğu gibi üçüncü aşıyı olmasına rağmen hala bu hastalığa yakalananlar da var aramızda. Üstelik Hindistan menşeli Delta varyantı da ülkemizde kol geziyor. Yani salgın benden bu kadar. Artık normalleşebilirsiniz demedi. 

Durum bu iken biz ne yaptık ve ne yapıyoruz? Gördüğüm kadarıyla hiç olmadığı kadar normalleşmişiz. İki yıllık kısıtlılığın keyfini çıkarıyoruz. Ne mi yapıyoruz? 

Salgın, düğünlerde kapları ayırmak, tabldota geçmek ve ortak kaba kaşık sallamayı terk etmek için bir fırsat iken görüyorum ki düğün yemeklerinde yemek usulü, eski hamam, eski tas. Yani ortak kaba kaşık sallanıyor.

Mesafeyi ara ki bulasın. Tokalaşmak ve kucaklaşmak gırla gidiyor. Elini vermeyenler ayıplanıyor. Tamam, ziyaretler yapılsın, gidilip gelinsin, yenip içilsin ama belli bir mesafe de korunsun. 

Ağız ve burnu kapatmasa da kalabalık ortamlarda takmak için çene altında bir aksesuar gibi duran maskeler, çoğu kimsede yok. Tamam, maske her yerde takılmasın. Müsait yerlerde rahat nefes alalım ama maskeye de tamamen elveda demeyelim. 

Verdiğim üç örnek benim gözlemlerim. Bu gözlemlerimden, benim anladığım, halkın kahir ekseriyetinde bir rehavet söz konusu. Alabildiğine salmış millet kendini. Yediden yetmişe bir aymazlık söz konusu. 

Halkın verdiği görüntü bu iken denetim görevini yapmakla görevli devlet ne yapıyor? Gördüğüm kadarıyla devlet de halkımız gibi salmış ve seyrediyor. Yani devlette de bir rehavet ve rahatlık söz konusu. Bu rehavet sebebiyledir ki temmuzun başında altı binlere kadar gerileyen vaka sayısı, şimdilerde on beş binlere yaklaşmış durumda.

Ne yapılmalıydı? Devlet ve halk normalleşme istiyorsa, bunun birinci adımı, temkini elden bırakmamak olmalıydı. Bu temkin halkta ve devlette olmadığına göre bu rehavetin, bu vurdumduymazlığın, bu denetimsizliğin ve halkı kendi haline bırakmanın bedeli ağır olacaktır. Çünkü bu aymazlığın bize artı bir getirisi olmayacağı gibi götürüsü çok olacaktır. Bu da yeni mağduriyetler oluşturacak ve normalleşmeyi daha da geciktireceğiz. Çünkü bu görüntümüz hayra alamet değil. Üstelik bu yaptığımızla, bize dijital bir dünya ve yeni bir dünya dayatanların ekmeğine yağ sürüyoruz. 

* 26/07/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

21 Temmuz 2021 Çarşamba

Nice Yıllara Kerem!

Sevgili Kerem, bundan tam bir yıl önce bugün yani 20 Temmuz 2020 tarihinde pazartesi sabahı dört sularında Yüce ailesinin ikinci, Atasever ailesinin ilk torunu olarak hastanede gözlerini açtın ve evlerimizi şenlendirdin. Öncelikle hoş geldin. Gelişin tüm Yüce ve Atasever ailesine hayırlı olsun. 

Aslında bu yazıyı doğduğun ilk gün yazmak istemiştim. Başlığı da “Hoş geldin Kerem” koymuştum. Maalesef yazamadım. Bunu da dedenin tembelliğine ver. Bugün yarın derken nasip bugüne imiş artık.

Bugün Atasever ve Yüce aileleri olarak bir araya geldik. Zira bugün hem senin hem de bizim için önemli bir gün. Çünkü bugün ilk doğum yılın. Yani şaka maka bir yılı devirdin. Gönülden hayırlı, bereketli, uzun nice yıllar dilerim.

Birinci yaş yılını kutlarken bayramlaşacağız sayende. Çünkü bugün aynı zamanda Kurban Bayramı. Bu arada bayramın da mübarek olsun.

Şimdi doğumuna gelmek istiyorum yeniden. Bil ki doğum telaşın daha sen doğmadan başladı. Sağlıklı doğman için annen ve baban senden hiçbir şeyi esirgemedi. Önce hastane ve doktor aradılar. Ardından hastanenin yolunu yol edindiler. Gittiler geldiler durmadan. Aylık kontrollerinin fazlası var eksiği yok. Uçan kuştan korudular desem yanlış olmaz. Daha doğmadan adın Nezih mi Kerem mi olsun derken Kerem de karar kıldılar. İnsan ad aldığına çeker derler. İnşallah ad aldığın gibi “büyüklük, ululuk, soyluluk; bağış olarak verme, bağışlama, bağış.” anlamlarının tamamını kişiliğinde barındırırsın. Sen daha doğmadan sana lazım olacak olan her şeyi bir bir aldılar. Az masraf etmediler hani. Sana harcanan her şey helali hoş olsun.

Doğumun bugün yarın derken evdeki hesap çarşıya uymadı. Çünkü senin doğumunu gerçekleştirecek doktorun Covid-19’a yakalandı. Şimdi sen bu Covid-19 da ne diyeceksin. Bunda da haklısın. Büyüdüğün zaman geçmiş salgınlar adı altında İnternet sitelerinde bu hastalığı okuyacaksın. Annen baban, teyzen, amcan ve yengen kadar bilmesem de kısaca değineyim. Önceleri Koronavirüs, şimdilerde Covid-19 adı verilen bu hastalık, bulaşıcı ve ölümcül bir hastalık. Dünya ve ülkemiz 2019 yılından beri bu hastalıkla boğuşuyor. Az insanımız ölmedi bu hastalıktan. Yine nice insanımız bu hastalığa yakalandı ve atlattı.  Maalesef hala da bu hastalıkla boğuşuyoruz. Maske-mesafe ve temizlik, bu hastalık sayesinde lügatimize girdi. Bulaşıcı olduğu için bu hastalıkla iki yıldır olağanüstü bir hayat yaşıyoruz. Evlere kapandık. Çıktığımız zaman maske takıyoruz. İnsanlarla bir araya gelmemeye çalışıyoruz. Tokalaşmayı, sarılmayı unuttuk. Birçok esnaf işi gereği virüs yayıyor diye kepenk kapattı. Okullar kapandı. Şimdilerde bu hastalık devam etse de önceki kısıtlılık ve yasak halleri bir nebze de olsa kalktı ama hala bu hastalık devam ediyor. Antrparantez söyleyeyim, bu hastalığa Cihan Deden, Anneannen, Teyzen, Ahmet Emin ve Fehmi amcaların, Yengen, Kuzenin Yasir ve Babaannen yakalandılar. Şükür,  hastalıktan bir iz kalmadan atlattılar. Anlayacağın -kötüye bir şey olmaz misali- ailede bu hastalığa yakalanmayan ender kişilerden biri de benim.

Hasılı torunum, sen olağanüstü bir salgın hayatı yaşadığımız zaman diliminde dünyaya merhaba dedin ve maalesef hala bu olağanüstü hali yaşıyoruz. Sana ve seninle beraber bu evrede doğanlara pandemi nesli dense yeridir.

“Dünya hayatı sıkıntı, şimdi doğacak zaman değil, annemle yaşamak daha güvenli” dediğinden midir, pek doğmak istemedin be torun. Çünkü doğumun geciktikçe gecikti. Nihayet gecenin karanlığından sabahın aydınlığının başladığı, ağaçlara tüneyen kuşların cıvıl cıvıl öttüğü imsak vaktinde gecikmeli olarak dünyaya gözlerini açtın. Az sonra da sabah ezanları yankılanmaya başladı. Gece karanlığında başlayan doğumun, sabahın aydınlığıyla son buldu. Nasıl ki her karanlık gecenin bir nurlu sabahı varsa, inşallah senin ve ailenin önü her daim açık olur. Yolun-uz açık olsun. Bu arada haftanın ilk günü dünyaya geldin. Bil ki baban da pazartesi dünyaya gelmişti.

Yeniden doğumun hayırlara vesile olsun. İnşallah huzurlu, mutlu nice yıllar dilerim. Deden. 20.07.2021

20 Temmuz 2021 Salı

Kesmece Bu!

Markette bu kocaman bir karpuza ilişti gözüm. Tın tın sesi duyuncaya kadar vurdum kendisine. Sonunda bir tın sesi duydum gibi. Güç-bela tartıya getirdim. Kg olarak bir 14 gördüm. Sonrasına bakmadım. Poşet bile dayamadı kendisini. Elime alıp kaldırmak, arabaya kadar taşımak ve sonrasında kırmadan koymak bir mesele. Bereket eve gelince oğlana taşıttım. Dikkat et, kırarsan ben de seni kırarım, dedim. Baktı ki pabuç pahalı. Kırmadan mutfağa götürdü oğlan.

Şimdi ailecek düşünüyoruz:

Karpuzu niçin bu kadar büyük almışım?

Daha küçüğü yok muydu? 

Bu karpuz, lavabonun önüne konup nasıl yıkanacak?

Hangi bıçak bu karpuzu kesebilir?

Kestik diyelim, geri kalanı dolaba nasıl koyacağız?

Ev halkı bunları düşünedursun. Beni düşündüren de bunca meşakkatin ardından ya bu karpuz, içini yemişse... İşte bu beni bitirir: Verdiğim paraya mı acıyayım, güç bela taşıdığıma mı?

İçi geçmiş karpuzun yüreğimi serpen sevindirici yanı, bereketli olmasıdır. Önüme konar konar kalkar. Bu karpuz bitinceye kadar yeni karpuza ihtiyaç duyulmaz.

Bana Ondan Bahset Deseler...

-İlk göz ağrım oğlumun gözüyle ben-

Bana onu anlat deseler, anlat anlat bitiremem herhalde… Çünkü kelimeler kifayetsiz kalır. Kendi gözünle görerek tespit etmek daha anlamlı olur. Ahlaki hasletleri tek tek saymadan hepsinin kendisinde olduğunu görürüm. Şunu söylesem yanılmam. Doğallık denince aklıma kendisi gelir. Ben kendisini tanıdığımdan beri doğaldır. Hiç yapmacıklığı olmaz, yapamaz da zaten.

İnsanların en büyük sorunlarından bir tanesidir doğallık. İnsanlar fotoğraf makinesine verdikleri pozlar gibi tavır sergileyebiliyor. Kendisi neyse odur. İçi de bir dışı da birdir. Hatta fotoğraf çekiminde bile doğallık akar kendisinden. Gençliğin en güzel yıllarını sıkıntı yokluk içinde geçirmiştir. Sıkıntıyı görerek bugünlere gelmiş birisidir. İki odalı bir evde 7 kardeş olarak yaşayarak, maddi sıkıntıları görerek, açlığın ne demek olduğunu bilerek yetişen ve evin tek okuyanıdır. O dönemlerde okumak tabiri caizse iğnenin deliğinden deveyi geçirmek gibi bir şey sanırım. Bir de kişinin okuması için maddi desteğin yanında, manevi olarak desteğe ihtiyaç duyar. Lakin hısımlarından destek görmemesine rağmen kendi gayretleriyle okuyabilmiştir. Fakülte bitmeden evlenip, 3 çocuk sahibi olduktan sonra mezun olmuştur. Şimdilerde işi olmadan kimseye kız verilmez. Çünkü nasıl geçinecekler, işi sağlam mı, kariyer getirir mi vb endişesi hakimdir. Bu endişelerin yersiz olduğunun göstergesidir evliliği…

Öğretmen olarak göreve başlayıp, uzun yıllar farklı yerlerde görev yaptıktan sonra memleketine gelmiştir. Halen görev yapmaktadır. Ben layıkıyla görev yaptığı kanaatindeyim. Memleketine gelmesiyle beraber idareci de olmuştur. Hayatının her anında olduğu gibi, idareciliğinde de kimseye yaranmak içinde olmamıştır. Biz biliyoruz ki bir yerlere gelmek istiyorsan birilerinin emir eri olacaksın. Biz doğruya doğru diyenleri ve yanlışa yanlış diyenleri hep dışlarız. Kendisi de birilerinin dediği dedik olmadığı veya birilerine şirin gözükmediği için görevinden el çektirildi. El çektirildikten sonra hatıra  binaen tekrar idareci oldu. Lakin tekrar geldiği zaman kendisini o yerde yük bildi.  İdarecilik yaptığı yerler ya kıyıda olan yerler ya da çift vasıta ile gidilebilecek yerlerdi. Zorluk ve sıkıntıya göğüs geren bir kişidir. Rahat bir yaşamı olmamış. Rahatlığa düşman diyebilirim. Herkesin rahatına düşkün olduğu, kendisi de rahatlığa ermesine rağmen, yine de rahatlığı tercih etmeyen nadir kişilerdendir.

Mal mülk de gözü olmayan, hevasına uymayan, hayatımda şu ihtiyaçlarım niye olmadı diye hiç dert edinmeyen, kazancının kıymetini bilen, tasarrufu kendi hayat felsefesine empoze eden, her şeyin en olumsuz tarafını düşünerek kendini o duruma hazırlayan, riski hiç sevmeyen, kimseyi incitmemeye gayret eden, incitse bile gönül almasını bilen, hazır yiyici olarak tasvir ettiği nesli kendine dert edinen, eski tarihlerden beri adam dışlama odaklı anlayışımızın kıyısından köşesinden geçmeyen, insanların bankaya başvurmadan yapamadığı günümüzde, kendisinin elinde varsa bir şeylere sahip olan, yoksa hiç dert edinmeyen, zorla kimseye bir şey yaptıramayacağının idrakinde olan  vb. yukarıda saydıklarımdan başka sayamadığım daha nice özellikleri olduğunu biliyorum.

Şimdilerde ne mi yapıyor? İdarecilik kendisine kambur geldiğinden, asıl mesleği olan öğretmenliği idame ettirmeye çalışıyor. Zaten idarecilik görevinde olduğu zamanlarda da soranlara hep öğretmenim dedi. Mütevazılık  bu olsa gerek. 4-5 yıl önce başladığı yazı yazma alışkanlığını sürdürüyor. İlk başlarda sonradan açtığı sosyal paylaşım sitesinde yazardı veya köşe yazısı paylaşırdı. Belli süreden sonra birinin açıverdiği blogunda yazılarını yazmaya başladı. Yazmaya hala devam ediyor. Yerel gazetelerde de zaman zaman yazıları yayımlanıyor.  Yazılarında ne yazıyor derseniz. Ne yazmıyor ki derim. Yerel gazeteye başlarken yazdığı ilk yazıda ne yazacağı hususunda şöyle demişti: “Ne mi yazacağım, neyi dert edindiysem onu yazacağım.” Gerçekten öyle idi. Kah güncel kah siyasi kah dini kah ahlaki kah eğitim-öğretim kah sosyal-kültürel kah tarihi kah toplumsal sıkıntıları alıntı ve fıkraya  başvurarak meramını yazıya döküyor. Yazılarının hepsi benim nezdimde güzeldir. Lakin öyle yazıları var ki, mükemmeldir. Olaylara dar bir pencereden bakmayışı, adam kazanma odaklı anlayışı, kimseyi üzmeden derdini anlatması, siyasi olaylara veya kişilere karşı objektif olması, kimsenin savunuculuğunu yapmayışı, (mezhep, tarikat, cemaat, hoca, siyasi) bir kesim veya bir gruba yaranma gibi niyetinin olmayışı, sağduyulu veya aklı selim perspektifli bakışını, itidali hakim kılma hedefini, yozlaşmanın boyutlarını, ileriyi görme çabasını, eğitim ve öğretimdeki ufuk açıcı tavsiyelerini, çalışmanın da ibadet olduğu düsturunu benimseyişi, devletin malını her daim yetim hakkı olarak görüşü, adalet mefhumunu dile getirişi, aklın kiraya verilmeyeceğini her daim söylemesi, her kişiden bilgi sahibi olunabileceğini öğretmesi, bir olgudan bahsederken kişileri ayyuka çıkartmadan anlatması, Allah'ın bir ayetinde “ Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya “ düsturunu benimseyişi vb.  duygu ve düşüncelerini dile getirerek ifa etmektedir. Onun belki de en çok korktuğu veya çekindiği kişiler olarak gördüğü; 1- Aklını başkasına teslim eden, 2- Sıkıntısız veya zahmetsiz yetişen, her şeylerini zamanında elde eden çocukların akıbetidir.

Bu kişinin hiç  hatası yok mu ? Elbette vardır. İnsan beşer şaşar bir varlıktır. Ben eleştirecek yanı hususunda, siniri derim. Sinir öyle bir illet ki dededen oğula, babadan oğula saltanat misali geçmektedir. Siniri ailenin neredeyse tüm efradına sirayet etmiştir. Anlık ve olmadık yerdeki çıkışları herkesi psikolojik olarak etkilemektedir. En çok da kim bu durumdan muzdarip derseniz. Ben eşini söylerim. Şimdiki kadınlara ağzını açamazsın. Seni doğduğuna pişman ederler. Ben ondan razı Allah da ondan razı olur inşallah… Yukarıda kimden mi bahsettim. Çok iyi tanıdığım birinden… 23/03/2017
Ahmet Emin YÜCE

18 Temmuz 2021 Pazar

Koltuk Bana Pahalıya Patladı

Bir vadi dolusu altını olsa ikinci vadiyi isteyen insanoğluna ilaveten bir koltuk sevdam olduğunu sağır sultan bile bilir. İlgi alanıma girsin veya girmesin boşalan her koltuğa karşın içim kıpır kıpır olur, üzerine bir de gelin güvey olurum. 

Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Bendeki bu sevda bitmedi. Ben bir yüzümü karartarak yoluma devam ettim. Vermeyenler de iki yüzünü karartarak. Benim için işin sevindirici yanı da bu. 

Tam olmayacak, demek ki bahtım kapalı demeye başladığım ahir ömrümde, önüme bir koltuk tercihi kondu. İstiyorsan buyur dendi. Uzaktı. Buna değer miydi, madem isteyecektim altı yıl önce bunu niye istemedim? İstemesem, ileride keşke istesem iyi olurmuş da diyebilirdim. Aman neyse ne? Zaten yıllardır böyle bir koltuk beklemiyor muydum. Bir şansımı deneyeyim. Hem böylece cebimi doldurmuş olurum. Olmadı, döner gelirim dedim ve istedim. 

Göreve başladım, işime gidip geliyorum. Bir koltuğun sahibi oldum ama bu koltuğun maliyeti bana pahalıya patlayacak görünüyor. Nimete mi kondum yoksa külfete mi? Buyurun, birlikte bakalım: 

Öğretmen iken belediye toplu taşıma araçlarına öğrenci fiyatından indirimli biniyordum. Koltuk sonrası ise bindirimli yani tam bilet kullanmaya başladım. Yani otobüslere daha fazla ödüyorum. 

Öğretmen iken maaşıma uzman öğretmenlik adı altında uzman öğretmen olmayanlara oranla ilave para yatırılıyordu. Koltuğa oturur oturmaz, uzmanlıktan kaynaklanan fazla ödeme ilk maaşımdan kesildi. Yani yine uzmanım ama getirisi olmayan bir uzmanlık benimkisi. Üstelik götürüsü oldu. 

İLKSAN'a bir kesinti yapılmıyordu benden. Koltuğa oturur oturmaz zamlı temmuz maaşlarına gelinceye kadar her ay 96 lira İLKSAN'a benden kesinti yapılmış. Bu neyin nesi dediğimde öğrendim ki ben İLKSAN'ın tabii üyesi oluyormuşum. Yani benden her ay bu kuruluşa kesinti yapılıyor. 

Daha önceki işim, yürüyüş mesafesiyle 8-9 dakika iken koltukla beraber arabayla her gün 160 km yol yapıyorum. Yol masrafı, yol yorgunluğu, zaman kaybı, aracımın yıpranması vs. 

Okul müdürlüğü yapanların ve haftasonu DYK'ye giren öğretmenlerin maaş ve ek derslerini ben imza altına alıyorum. Her imza atışımda ilgili kişilere tahakkuk eden ücrete bakıyorum. Hepsinin maaş ve ek ders geliri benimkinden yüksek. 

Sendika üyesi iken devlet üç ayda bir hesabıma sendika aidatı yatırır. Bu yatırılan aidat her ay üyesi bulunduğum sendikaya yatırıldıktan sonra geriye çay parası kalıyordu. Sendika üyeliğinden ayrıldıktan sonra hesabıma aidat yatmadığı için geriye çay parası da kalmaz oldu. 

Öğretmenken kar ve salgın gibi olağanüstü durumlarda okullar tatil edilince okula gitmez, bir güzel uyku çekerken koltukla beraber bana hava muhalefeti işlemiyor, kar-kış, virüs demeden yola düşüyorum. 

ÖSYM'nin yaptığı merkezi sınavlarda salon başkanı veya gözetmen olmak için başvuruda bulunabiliyorken görev çıktığında hesabıma ücret yatıyordu. Şimdi böyle bir görev bile isteyemiyorum. 

Öğretmenken bayram ve tören günlerinde bir güzel tatil yaparken koltukla beraber soluğu görev yerinde alıyorum. 

Gördüğünüz gibi para gelmiyor hatta çıkıyor hep benden. Halbuki ben de sanmıştım ki bir koltuk sahibi olursam koltukla beraber maaş ve diğer gelirlerim de artacak. Üzerine bir de meşakkat ve sorumluluk bindi. Heyhat ki heyhat... 

Bu demek değildir ki bu koltuğun bana hiç getirisi yok. Bir cumartesi herkes evinde mışıl mışıl uyurken ben, sabah sekize gelmeden evden çıktım. 75-80 km yol gittim. Akşam altıya kadar İLKSAN seçimlerinde komisyon başkanlığı yaptım. Sonra geldiğim yolları bir kez daha teptim. Karşılığında İLKSAN Genel Müdürlüğü hesabıma 47,65 kuruş yatıracak. Halihazırda bir ay geçti. Daha alın terimin karşılığı hesabıma geçmedi. Bu hakkı da teslim etmek isterim. Bunu da antrparantez belirtmek isterim. 

Sahi siz olsanız, getirisi olmayan, götürüldü olan böyle bir koltuğa koşar mıydınız? 

16 Temmuz 2021 Cuma

Maden Suyunu Nereden İçmek İstersiniz?

Akşam serinliğinde yürüyüşe çıkmak geldi içimden. Ne tarafa gideyim derken bize yol, elektrik ve su olarak dönen belediye yürüyüş parkurunda yürüyeyim dedim. Eşofman ve tişörtümü giydim. Başka da bir şey almadım. Telefonu saymıyorum. Zira o benden bir parça.

Dışarı çıkacağımı gören eşim, (her ne kadar kendisi bir birey olsa da ben affınıza sığınarak eşim diyeceğim bazen de içişleri bakanı) ben de geleyim dedi. Ben tempolu ve fazla yürüyeceğim. Bana ayak uyduramazsın. Geleceksen de arkadan gel. Ben yürürken sen bankta oturursun dedim.

Tam çıkacağım vakit oğlan ben de çıkacağım, seni parkura bırakayım dedi. Yok evlat, ben yürüyüşe giderken asansörle inenlerden ve yürüyüş yerine arabayla gidenlerden değilim. Sen en iyisi beni değil, anneni bırakıver dedim, evden çıktım.

Hızlı hızlı parka geldim. Park tıklım tıklımdı. İnsanımız serin havayı görünce atmış kendini parka. Çay bahçesinde boş sandalye yok. Çimlere varıncaya kadar sere serpe oturulmuş. Tek tük parkurda yürüyenler var. Köpek gezdirenler de eksik değil. Hiç oyalanmadan parkura girerek yürüyüşümü devam ettirdim. Yürüdükçe yürüdüm, hızlandıkça hızlandım, döndükçe döndüm. Bir ara önümde yürüyen bir hanımefendi gördüm. Olsa olsa bizim hanımdır bu dedim. Çünkü hem yürüyüşü eşimin yürüyüşü idi hem de elindeki para çantası tanıdık geldi. Şunun çantasını alıp kaçayım. Hem böylece kapkaççılık nasıl yapılırmış, tecrübe edinirim dedim içimden. Yaklaştım, tam elimi çantaya götürecekken ya hanım değilse ya benzeyen biriyse, işte o zaman başa gelecekleri sen düşün dedim. Çünkü can havliyle “Yetişin Müslümanlar! Hırsız çantamı aldı” şeklinde bir çığlık atsa imdada gelecek etraftaki kalabalığın linçine maruz kalmak da vardı işin ucunda. Ben bunun eşiyim deyinceye kadar postu çoktan deldirirdim. Vurdukça vururlardı. Tekmeleri sayamıyorum… Baktım pabuç pahalı, vazgeçtim.

Tam yanından geçerken yan gözle baktım. Pandeminin tüm kurallarına uyarak yavaş yavaş yürüyen kişi bizimkinin ta kendisi. Selâm verip geçtim hızımı kesmeden.

Kaç tur attım bilmiyorum. Hanımı da bir daha güzergahım üstünde görmedim. Bir ara bir mesaj geldi telefonuma. Baktım içişleri bakanından. Yürüyüş bittikten sonra maden suyu alıp gelmemi istiyordu. Elimi cebime götürdüm. Cep meteliğe kurşun atıyordu. Bir maden suyu da alamayacaksam ne işe yarardım. Öyle ya, bir maden suyu kaç para ederdi. Moralim bozuldu. Yürüyüşümü tamamlayarak oturduğu banka vardım. Selam kelamdan sonra hanım, Dücane Cündioğlu yeni evlenmiş. Babası ile birlikte aynı evde kalıyorlar. Maddi durumları da pek iyi değilmiş. Kıt kanaat geçinip gidiyorlarmış. Bir gün evden çıkarken hanımı ondan bir şey alıp gelmesini istemiş. “Valla hanım, bende para yok. Alamam” demiş. Bunu duyan babaannesi yanına çağırmış. “Oğlum, hanımın bir şey istediği zaman para yok deme. Bakarız de” demiş. Anlayacağın bende para yok. Çünkü para almadan evden çıktım. İstediğin maden suyunu alamayacağım dedim. “Bende var mı bir bakayım dedi. Az önce alıp kaçıracağım çantasını açtı. 5, 10, 50 kuruş şeklinde epey bir bozuk para çıktı çantadan. Üşenmeden saydık. Bir o saydı, bir ben. 3,20 lira çıktı. Buna iki maden suyu eder mi etmez mi? Aman, niye etmesin. At ile deve değil ya. Şunun şurasında iki maden suyu alacağız. Ama yine de endişeliyim. Bu arada iyi ki kapkaççılığa soyunmamışım. 3,20 lira para için değmezmiş. Bu kadar düştün mü derlerdi bir de.

Avucumun içine bozuk paraları aldım. Kafenin kasasına vardım. Bakar mısın, maden suyu kaç para? Baktı. 3,50 lira dedi. Tanesi mi dedim. Evet dedi. Teşekkür edip ayrıldım ama şaşırdım. Vay anasına vay dedim. Çünkü eldeki mevcut tüm param iki maden suyu etmediği gibi bir tane bile etmiyor.

Eşimin yanına döndüm. Haydi gidiyoruz. Maalesef maden suyu alamadım dedim, eve döndük.

İçinizden, kafeden alışveriş yapıyorsun. Olsun o kadar. Bunun vergisi var, kirası vs var diyebilirsiniz. Bu kafe özel sektör tarafından işletilen lüks bir yer olsa eh derim. Çünkü böyle yerlere, herkes gelip de oturamaz ve bir şey yiyip içemez. Gittiğim kafe belediye tarafından işletilen bir yer. Yani ne vergisi var ne algısı ne de kirası. Çalışanlar da belediyenin maaşlı elemanları.

Ertesi akşam yine yürüyüş sonrası dönerken kafenin hemen köşesinde yıllardır Maraş Dondurması satanın standına vardım. Bu sefer hazırlıklıyım. Cebimde para var. Baktım adam, buzdolabına meyve suyu, maden suyu koyuyor. İstediğim çeşit dondurmaları verdikten sonra ücretini uzattım. Dolaba koyduğun maden suları kaç para dedim. “1,5 liraya veriyorum, dedi. Şu karşındaki kafede bu maden suyu kaç paradır, bir tahmin yürüt dedim. Bilmiyorum dercesine yüzüme baktı. 3,5 lira dedim. “Bazen o parkta oturanlar benim buraya maden suyu almaya geliyorlar. Bundan demek ki” dedi.

İki gün sonra market alışverişine gittim. Belki ben maden suyu almayalı fiyatlar değişmiş olabilir dedim. Markette 24’lük aynı maden suyu, 19,20 lira. Beheri 80 kuruşa geliyor. İki 24’lük birden aldım. Bu vesileyle eve ilk defa 48 maden suyu birden girmiş oldu. Hanım maden suyu istedikçe dolaptan çıkarıp içsin bir tane. Parka giderken de yanında götürsün bir tane. 

Anlayacağınız, birbirine 3 dakikalık mesafede, özel sektörde aynı marka maden suyunu 1,5’a, belediyenin çalıştırdığı yerde 3,5’aa, buralara yürüyüş mesafesiyle 10 dakika olan markette ise beheri 80 kuruşa geliyor. Öyle zannediyorum, biri kamu, diğerleri özel sektör olan üç firma da bu maden suyundan para kazanıyor. Diyelim ki marketin 24’lük maden suyu toptan fiyatına, iki katına yakın bir fiyata satan dondurmacınınki de perakende satışa giriyor. Belediyenin kafesindeki 3,5 liralık maden suyunun içinden çıkamadım. Çünkü belediyenin kazancı katlamalı ve vatandaş için fahişin fahişi… İnsaf yahu!

Hasılı size üç ayrı yerdeki maden suyunun reklamını yaptım. Marketten alıp 80 kuruşa mı içersiniz? Dondurmacıdan 1,5 liraya alıp hemen karşısındaki parka giderek bankta mı içersiniz? Kafeye gidip 3,5 liraya mı içersiniz? Karar sizin. Yalnız öyle yerden alın ve için ki bayramda içeceğiniz maden suyu moralinizi bozmasın, bayram tadında olsun. Şimdiden afiyet olsun. Bu arada bayramınız da mübarek olsun.

15 Temmuz 2021 Perşembe

Boğaziçi, Niçin Olmasın!

Atanmasının üzerinden bir 6 ay geçtikten sonra Boğaziçi Rektörü görevinden alınmış. Olabilir. Ne atanırken hikmetinden sual ettim ne de alınırken. Zira bu kısımlar beni ilgilendirmez. Beni esas ilgilendiren, rektörlük makamının boş bırakılması. Yani yeni bir atama yapılmaması. Nasıl ki devlet boşluk kabul etmezse bu makam da boşluk kabul etmez.

Bu boşluk beni endişelendirmekle beraber umutlandırıyor aynı zamanda. Acaba benim atamamla ilgili bir istişare yapılıyor olabilir mi umudunu hiç olmadığı kadar taşıyorum. Çünkü önceki kararlarda "Falan alındı. Yerine falan atandı" denir, konu kapanırdı. Bu durumda nasıl umutlanmam ben.

Diyebilirsiniz ki rektör olarak atanmak için şartların tutmuyor, akademisyen değilsin, Prof. unvanın yok. Şart dediğiniz nedir ki sizin? Bakarsınız bir üniversite bana fahri profesörlük unvanı verir. Alın size bir unvan. Olmaz olmaz demeyin. Bakarsınız şartlar ve ortam bu şekil oluşturulur ve ben Boğaziçi Rektörü olurum. Yeter ki istensin, yeter ki benim midem kabul etsin. Bunu nezaket ve tevazu yönünden söylüyorum. Böyle şeyler için midem bayram eder. Üzerine de boğaza nazır bir boş mezar verilirse şu fani dünyada daha ne isterim.

Haydi oldun. Koskoca üniversite ve bu üniversitenin teamülleri var. Nasıl yöneteceksiniz diyebilirsiniz. Dersiniz. Zira amacınız moral bozmak ve pişmiş aşa su katmak değil mi? Olsun. Kusura bakmayın ama böyle mide bulandırıcı ve çekememezliğin zirve yaptığı sorularınıza pabuç bırakmam. Bir gece atamasının akabinde, daha mesai bitmeden görevime başlarım. Oradaki akademisyenler bana sırtını dönermiş, öğrencileri eylem yaparmış... hiç umurumda olmaz. Protestolar arasında işimi yaparım.

Ne mi yaparım? Atamadan söylemek istemem ama madem sordunuz. Biraz kopya vereyim:

Bir defa yeni ve radikal karara imza atmam. Kurum kültürü adına ve alınacağımı bile bile selefimin yaptıklarının üzerine koya koya onun yolundan giderim. Çünkü devlette devamlılık esastır:

Önce kendime yardımcılar seçmeye çalışırım. Yardımcılarımı mülakatla seçerim. Bu benim kırmızıçizgimdir. 

Ardından benim gelmemi protesto eden eylemcilerin arasına katılırım. Ne istediklerini sorarım. Daha sekreterimi atamadığım için isteklerini bir daha okunmaz yazımla tek tek not ederim. Onlara, yerden göğe haklısınız. Zaten ben bunları yapmaya geldim. Sizinle beraberim. Bana zaman verin. Zira zaman her şeyin ilacıdır.  Düşün peşime derim. Ben önde, protestocularım arkamda, Sultan Ahmet Meydanına doğru yürüyüşe geçerim. Eylemciler bakarlar ki bu da bizden derler ve ilk gün eylemlerine son verirler. Uzun bir yorgunluğun ardından gider evlerine. Mışıl mışıl uyurlar. 

Onları bu şekil ikna ettikten sonra daha oturamadığım koltuğuma gider, otururum. Ardından selefi neler yapmış. Onlara bir bir göz atarım. O, hukuk ve uluslararası ilişkiler bölümlerini mi açmış. Ben üzerine ilahiyat pardon İslami İlimler Fakültesi açarım. Buradan lütfen başka anlam çıkarmayın. Ben ilahiyatçıyım. Atandığım yerde elbette derse girebileceğim maaş karşılığı bir dersim olacak, değil mi? 

Bu icraatımı gören ve daha önce bana ve benden öncekine sırtını dönen akademisyenler bu sefer sırt dönmeyi bırakacak, bana doğru dönecek ve üzerime çullanmak için hamle yapacaklar. Yapsınlar. Hiç problem değil. Önemli olan, onların yüzünü bana dönmeleri değil miydi? Ha öyle ha böyle döndüler işte. Bana zarar verirlermiş. Çok da umurumdaydı sanki. Bilsinler ki ben oraya gelirken kefenimi giydim de geldim. Bakmayın üzerimde takım elbise olduğuna. Gazi veya şehit olursam devlete öncelikli olarak atanmaları yönüyle çocuklarım yaşar. Beni de devlet erkanı her Şehitler Haftasında ve 15 Temmuzda ziyarete gelirler. 

Yaşarsam, kefeni yırttım derim. Kendim ihya olurum. 

Diyelim yaşadım ve rektörlüğe devam ediyorum. Başarım sorgulanacaksa benim başarım, selefimden bir gün daha fazla görevimde kalma kriteridir. Bunu da beni atayan iradenin gözeteceğini düşünüyorum. 

Unutmayın ki bu yazı benim CV'imdir. Haydi hayırlısı.