31 Aralık 2019 Salı

Olmadı Kar!

Kış geldi geleli, ha bugün ha yarın yağar diye bekledik seni kar. 
Çiftçi bekledi, çünkü mahsulü ekti. İstedi ki doğal yoldan bağı, bahçesi, tarlası sulansın. Zira kuraklıktan toprak yarıldı neredeyse.
Esnaf bekledi, özellikle kışa dönük çalışan esnaf. Çünkü mont, bot gibi kışlık ürünlerini satacaktı.
Başta belediyeler olmak üzere devlet de bekledi. Çünkü barajlar boşaldı neredeyse. Su kıtlığı kapıda çünkü.
Arabası olanlar bekledi. Ne de olsa kış lastiklerini taktırmışlardı. Boşa gitmemeliydi. 
Okullar bekledi hele bir yağsın. Ne güzel kartopu oynarız dedi öğrenciler. Hele bir de arkasından kar tatili gelirse ne de güzel olurdu. Onların büyümüş şekli olan öğretmenleri de çok bekledi karı. Belli etmeseler de arkasından gelecek tatilini. Hizmetliler, tatil ile birlikte kirlenmeyeceği için sınıf ve koridor temizliği yapmayacaktı. Okul yönetimleri öğrenci ve öğretmensiz okul bekleyecek, birbiri ile çaylarını yudumlarken muhabbetin dibine vuracaklardı.
Hamile ve engelli olanlar da karı beklerken meteorolojinin sayfasına girdi durdu. Onlar da karın yağmasını bekledi.
Büyük çoğunluk civara kaç santim kar yağdı. Bize de yağsa ah bir keşke dedi durdu.

Biz gözümüzü havaya, sayfamızı da meteoroloji sayfasına çevire duralım. Beklenen kar gelmedi bir türlü. Siz az daha bekleyin dedi kar. Ben civarlara bol bol yağarken siz de ayazımdan çekin bir süre dedi. Çektik. Allah daha fazla çektirmesin!

Biz, yeni yıla anlaşılan böyle kurak gireceğiz derken yılbaşına ramak kala kar yüzünü gösterdi. Önce yağmur, arkasından sulu sepen şeklinde yağan kar, sonrasında lapa lapa kar bizim ilimize de geldi. Küsmemişti bize belli. 

Zaman zaman kesilen bazen artan kar, tüm kar bekleyenleri sevindirdi. Bir mutluluk bir mutluluk...sormayın. Ama bu sevinç kursağımızda kaldı. Çünkü doğru dürüst yerleri ağartmadı. En azından kaç santim olduğunu ölçmeye, bu konuda yorum yapmaya zaman kalmadı. Ucunu pazartesi gösteren kar, şimdilik dursa da gece bastırır, sabaha her yeri doldurur, dedik. İçimizden yine bir sevinç bir sevinç. Zira bekledik bekledik. Ha bir gün daha bekleriz dedik. Maalesef arkası gelmedi. Haliyle karla beraber gelir diye beklenen kar tatil de gelmedi.

Hasılı tatil yüzü görmeden yılbaşına kavuştu Konyalı. Arkasında beraberinde tatili getirmeyen karı ben ne yapayım. Halbuki ne de güzel olurdu yaşadığımız yılın son gününü, yeni yılın ilk tatil günüyle bağlamak. Olmadı işte. Alacağı olsun karın. 

Neyse kar ve tatil beklentimizi, kazasıyla beraber yeni yılda bekliyoruz kar. Bizi daha fazla bekletme olur mu?

Mezarım Nerede mi Olsun? *


—Yanlış anlamazsan bir şey soracağım.
—Buyur evlat!
—Kimin ne zaman öleceği belli olmaz. Zira ölüm sıra takip etmiyor. Allah geçinden versin ama şayet bizden önce vefat edersen cenazeni nereye defnedelim? 
—Gönlüm, Üçler Mezarlığından yana. Orası olmazsa Musalla Mezarlığı diyeceğim ama buralar dolmaya başladı. Sanırım şu anda daha önce aileden biri vefat edip buralara defnedilmişse defin için izin veriyorlarmış. Bu mezarlarda bizim soyadımızı taşıyan olmadığına göre bana kenar mahalle mezarları görünüyor gibi.
—Anladım. Doğup büyüdüğün ilçene götürmemizi ister misin?
—Yok evlat! Öldükten sonra gömmek için 75 km öteye gitmenize gerek yok. Gerçi ölüm yer ve zaman da seçmez. Nerede yakalarsa hak vuku bulur. Siz en iyisi nerede ölürsem en yakın mezarlığa defnedin. Ama yok yok. İzin alabilirseniz en iyisi beni mezar özelliği olmayan kenar, köşe, havadar bir yere gömün. Mesela meskûn mahal olmayan ücra bir tepenin başı olabilir.
—Niye ki?
—Bir zaman sonra ziyaretime çok kişi gelsin istiyorum.
—Ziyaret? Biz, resmi bir mezarda seni ziyaret ederiz.
—Öyle demeyin evlat! Şimdi böyle dersiniz de bir iki gelir, sonra iş-güç derken unutur gidersiniz. Zaten ben, sizden ziyade mezarıma başkalarının da gelmesini istiyorum. Bu dünyada yaşarken çok uzun soluklu olmasam da öldükten sonra uzun soluklu olmak istiyorum.
—Başkaları niye gelsin ki? Uzun soluklu olmak derken?
—Siz dediğim gibi beni bir tepeye defnedin. Sonrasını merak etmeyin. Gerisini bizim insanımız yerine getirir. Yalnız mezarıma mezar taşı istemiyorum. Sadece gören, burada bir mezar desin yeter.
—Hiçbir şey anlamadım.
—Bir şey anlamaya senin ömrün kifayet eder mi bilmiyorum ama yıllar sonra tepedeki mezarımı gören gelip geçenler, "Acaba bu mezar kimin? Burada ne işi var? Niçin kabristana değil de buraya gömüldü? Buradaki metfun, önemli ve derin biri olmalı. Belki de Allah'ın veli bir kulu. Bir İslam büyüğü" şeklinde konuşur durur. Böyle üç beş kişi konuşsa, bu halim dilden dile dolaşsa, biri veya olur olmaz her işe burnunu sokan bir belediye, bakarsın mezarımın üzerine bir türbe dikiverir. Ondan sonra sen gör, ziyaretçi akınını. Kurbanını kapan gelir bana. Adağını keser yanımda. Bana dua eder. Ne de olsa derin bir hocayım onların nezdinde. Hatta benden bir şey isteyenler bile çıkar. Ünüm, o bölgeyi de aşar; yakın-uzak civardan insanlarımız akın eder. Melekler de amma seveni varmış der, benim için.
—Geç de olsa anladım. Ama mezar taşı yaptırmazsak seni tanıyamazlar ki...
—Bu dünyada ismim vardı, pek faydasını görmedim. Burada ismimi halk koyacak. Onlar ne isim verirlerse ben oyum. Ayrıca ismimi yazdırırsanız halkın ilgisini çekmez.

*04/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



2020'ye Girerken 2019 *

Dikeni fazla olan bir yıl idi 2019. Durmadan bize dikenini batırdı durdu. Gidişi, beni 2020’de de görün! Size daha gününüzü göstereceğim der gibiydi. 2019’un akılda kalanları:
*Yılın altı ayından fazlasını yerel seçimlerle geçirdik. Yaptık, iptal ettik, sonra yeniledik.
*2012 yılında kadını korusun, kadına şiddeti önlesin ve kadın cinayetleri son bulsun niyetiyle çıkarılan 6284 Sayılı Kanun, kadına şiddet ve kadın cinayetleri konusunda zirveye çıktı. Kanun bu şekil yürürlükte kalmaya devam ederse 2020 yılında da kendi rekorunu egale edeceğe benziyor.
*2018 yılında ülkemiz sınırları içerisinde, Suud Konsolosluğunda işlenen Kaşıkçı cinayetinin faillerine nihayet Suud yargısı ceza yağdırdı: Beş idam ve diğer üç kişiye de toplamda 24 yıl hapis cezası verdi. Mahkeme, suikast timinin başındaki Suud el Kahtani’yi anasından doğmuş gibi suçsuz buldu. Öyle ya! Adamın suçu yoksa koskoca Suud şeriat mahkemesi ceza verecek değildi ya. Sonra bu adalet anlayışı dünya adalet anlayışıyla uyumlu. Zira gerçek suçlulara ceza vermek bu dünyanın adalet anlayışına terstir.
*Mısır’ın seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı olan Mursi, mahkeme salonunda yargılanırken yere yıkılarak öldü. Dünyanın sesi çıkmadı. Niye çıkarsın ki... Koskoca dünya, mahkemede yargılanan suçlu birini savunacak değildi ya…
*2019 Aralık ayı boyunca yapılan toplantılarla, asgari ücretin 2.324 lira olarak tespit edildiğini açıklayan Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Sayın Selçuk, 2021 asgari ücretinin belirlenmesinde  “İşçi ve işverenin anlaştığı rakamlar üzerinden konuşulacağı” müjdesini vererek gönüllere su serpti ve taraflara moral verdi. Merakımız, taraflar bu sene hangi rakamlar üzerinden konuşup anlaştılar?
*2019 yılı Türkiye ABD ilişkileri, 2018 yılında olduğu gibi tansiyonu yüksek bir yıl oldu, tüm sene boyunca çeşitli konularda görüş ayrılıkları yaşandı ve yaptırımlar söz konusu oldu.  ABD, söz de “Ermeni soykırımını” kabul etti. Tüm bunlar Trump-Erdoğan dostluğuna rağmen oldu. İyi ki bu ikili dost! Düşünün ki bir de dost olmasalardı halimiz nice olurdu… Aklıma bile getirmek istemiyorum.
*Kendi ülkesinde azli istenen suçları işlediği Temsilciler Meclisinde kabul edilen Trump, Golan Tepelerini İsrail’e babasının malı gibi resmen verdi.
*Alışveriş poşetlerini 25 kuruş karşılığında satın alır olduk. Bir yıl boyunca kasada satılan poşetler ile manav reyonundaki ücretsiz poşetlerin ve tereklerdeki naylon ambalajlı gıda ürünlerinin, çevreye verdiği zararı yaşayarak öğrendik: Kasada satılanlar zararlı, diğerleri ise faydalı.
*Siyanürle ölümler hayatımıza girdi. Peşi peşine birkaç siyanür vakasından sonra -bereket- arkası kesildi.
*Hayat pahalılığını vatandaş iliklerine kadar yaşadı.
*Suriye’ye “Barış Pınarı Harekatı düzenlendi. Akıbeti, Türkiye’nin tam istediği gibi olmasa da Türkiye, dünyaya kararlılığını gösterdi.
 *Yeni askerlik sistemine geçildi, askerlik süresi kısaldı, bedelli askerlik hayatımıza sürekli olarak girdi.
*Geleceğe nefes olsun diye 14 milyona yakın fidan dikildi.
*2022 yılında seri üretim yapacağı açıklanan Türkiye’nin elektrikli ve yerli otomobili tanıtıldı. Halkın çoğunluğundan tam puan aldı.
*Çılgın proje olarak bilinen Kanal İstanbul tartışması 2020’ye sarkarak devam edeceğe benziyor.
*Bekleye bekleye koruk olacağız derken Konya’ya az da olsa kar yağdı ama öğrenciler sevinemedi. Zira kar yağışının ardından bir tatil çıkmadı.

Perşembenin gelişi çarşambadan belli olduğu gibi 2019’da yaşadıklarımız da 2020’de yaşayacaklarımızın habercisi gibi. Ümit ediyorum ki altından kalkamayacağımız bir yıl olmaz 2020. Nice mutlu ve huzurlu yıllara…

*01/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


30 Aralık 2019 Pazartesi

O Kadar Adaklar Boşa mı Gitti Şimdi? ***


“Batman merkeze bağlı Çayüstü köyünde yaşayan halk, sahabi Abuzer Gaffari’ye (doğrusu Ebuzer el-Gıfari olmalı) ait olduğuna inandıkları türbeye giderek adaklar adarlar, kurbanlar keserler, ibadet yaparlar, defler eşliğinde şenlikler yaparlar ve dualar ederler. Baharın başlangıcı ile birlikte türbeye yapılan ziyaretler, civar köylerden gelen insanların da katılımıyla iyice artar. Bu gelenek yaklaşık yüzyıldır bu şekilde devam eder.

Ne zamanki türbenin bulunduğu Serkevir vadisinin de yapılacak olan Ilısu Baraj projesi çerçevesinde sular altında kalacağı ortaya çıkınca, köylüler türbenin yerinin değiştirilmesini yetkililerden talep ederler. Öyle ya gözleri gibi koruyacaklar türbelerini. Bu talebi İl Turizm ve Kültür Müdürlüğü de uygun görür. Ekiplerin, türbe içinde iki gün boyunca yaptıkları kazılarda herhangi bir kalıntıya rastlanılmadığı ortaya çıkar. Bu durumu öğrenen köylüler nasıl olur diyerek donup kalırlar ve bu durumu kabullenmek istemezler. İçlerinden bazıları, mezar başka yerdedir diyerek kazıya devam ettirmeyi bile isterler. Ama nafile! Köylüler inanmak istemese de türbe diye yapılan binanın içinde herhangi bir mezar kalıntısına rastlanmaz.

Ağustos 2019’da da benzer bir durum Muğla ili Marmaris ilçesi Turgut mahallesinde de vuku bulmuştu. Burada da halk 40 yıl boyunca büyük bir İslam alimi diye adaklar adadıkları, dualar ettikleri, adına Çağbaba Türbesi dedikleri mezarın Roma döneminde yaşayan bir dövüşçüye (Diagoras) ait olduğu ortaya çıkmıştı.  

Gel de üzülme bu duruma! Şayet türbe diye bilinen burada, sahabi Ebuzer el-Gıfari’ye veya İslam alimine ait bir mezar yoksa, yöre halkının yıllar yılı adadıkları adaklar, kestikleri kurbanlar, ettikleri dualar ve yaptıkları ibadetler boşa mı gitti şimdi? Bence bu aşamada halk, bunca yaptıkları ibadetlerinin kabul edilip edilmediğini Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kuruluna bir heyet göndererek öğrense iyi olacak.

Sahi ne olacak halkın bu türbelerle imtihanı! Bel bağladıkları ne kadar türbeleri varsa ellerinin altından bir bir kayıp gidiyor. Türbe diye bildikleri yerlerin içi ya boş çıkıyor ya da türbe, inandıkları zata ait çıkmıyor. Biz türbeleri böyle harcarsak bu halk nerede ibadet edecek, adak kurbanını nerede kesecek? İçindeki boşluğu nasıl giderecek?

İçinizden, Diyanet bir şeyler yapmalı dediğinizi duyar gibiyim. Diyanet ne yapsın bu konuda? Din görevlileri aracılığıyla hutbe ve vaazlarında ölülerden medet beklenmeyeceğini, onlara adaklar adanamayacağını vurgularken türbelerin içine de müftülükleri vasıtasıyla, ziyaretçilerin gözünün içine sokarcasına “Adak adanmaz, kurban kesilmez, mum yakılmaz vs” yazılı uyarılar yazdırıyor. Diyanet veya din görevlileri ne derse desin, kitaplarda din ne şekilde anlatılırsa anlatılsın, türbelerde adak adanmaz, kurban kesilmez, onlardan medet beklenmez densin; halkımız, imam bildiğini okur misali kendi inandığı dini icra ve ifa etmeye devam ediyor.

Bunca uyarılara rağmen halkımızın ekserisi kendi bildiği dini yaşamaya devam edecekse bu durumda yapılması gereken, Rıdvan Biatinin yapıldığı yerdeki ağacı kutsal görüp ibadet yapmaya gidenleri, bu inançlarından vazgeçirmek için Hz Ömer’in eline baltayı alıp kestiği gibi türbelerle halk arasındaki bağı koparmak gerekiyor. Bugün nerede, içinde türbe olan bir cami varsa orayı ya cami yapmalı ya da türbe. Cami içindeki türbeleri ya başka bir yere taşımalı ya da türbenin cami özelliği kaldırılmalı. Vatandaş camiye gidince sadece ibadetiyle ilgilenmeli. Ayrıca camide metfun kişi için dua etmeye yönelmemeli. Ne sakıncası var demeyin. Camilerin içine defnedilerek bazılarına gösterilen ihtimam, halkımızı türbelere yöneltiyor. Çünkü “Bu adam, caminin içinde yatıyor ise bunun kabristanda yatan normal mevtalara göre bir ayrıcalığı var” diye düşünüyor olmalı.

***02/01/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


29 Aralık 2019 Pazar

Milli Piyango ve Kanal İstanbul ***

"Çılgın proje" diye sunulan Kanal İstanbul yapılır mı, yapılmaz mı bilmiyorum. Açıkçası Türkiye'nin, maliyeti yüksek bu projeye ihtiyacı var mı, bunun artısı ve eksisi ne olur, onu da bilmiyorum. Uzmanlarınca bu meselenin taraf gütmeden enine boyuna konuşulup tartışılması yerinde olur. Şayet yapılacaksa "Yap-İşlet-Devret" modeli ile yapılacağı söyleniyor. Maliyeti için de 75 milyar gibi bir rakamdan söz ediliyor.

75 milyar az bir rakam değil. Zira bu para bugünden yarına bu para kolay bulunmaz. Şayet bu "Çılgın proje" ye ihtiyaç var ve yapılacak ise bunun "Yap-İşlet-Devret" modeli ile yapılmasını istemiyorum. Çünkü birileri yapacak, işletecek, sonra devlete devredecek. Ölme eşeğim ölme! Devlet bu projeyi kendisi yapabilir. Ayrıca "Yap-İşlet-Devret" modeline de ihtiyacı yok. Bunun için bütçeden bir kuruş harcamasına da gerek yok. Kaynak nerede derseniz? Anlatayım efendim! Malumunuz bugünlerde televizyonlarımız, haberlerinin ilk başında milli piyango biletiyle yatıyor, milli piyango ile kalkıyor. Dağıtılacak paranın kaç balya olduğunu anlatıyor. Milli piyango bileti almak için bayilerin önünde sıraya girenlere mikrofonu uzatıyor: "Tam bilet size çıkarsa ne yapacaksınız" diye soruyor. Mikrofonlara konuşanın ekserisi "Yardım edeceğim" deyip parayı dağıtacağı yerleri bir bir sıralıyor. Milletimizdeki bu yardımseverlik duygusunu görünce biz kaç Kanal İstanbul yaparız dedim. 

Biliyorsunuz Kanal İstanbul projesi 75 milyara mal olacakmış. Hazır, Piyango İdaresi de 2020 yılbaşı çekilişinde 80 milyon dağıtacakmış. Milyonlarca kişinin tam, yarım, çeyrek bilet alarak ya çıkarsa dediği piyango çekilişinde, bir ya da birkaç kişi sevinecek. Sevinir mi sevinmez mi bilmiyorum ama bu para kime çıkarsa onu çıldırtır, bunu biliyorum. Çekilişle bir veya birkaç kişinin sevinmesi mi yoksa ülkenin sevinmesi mi dersek, herhalde tercihimiz ülkenin sevinmesi olur. Demem odur ki piyango çekilişi yapmadan piyango bileti için yatırılan paraları Kanal İstanbul yapımına yatıralım. Zaten kime mikrofon uzatılsa kendisine çıktığı takdirde "İhtiyaç sahiplerine vereceğim, başkasına yardım edeceğim" dediğine göre, yılbaşı çekilişindeki parayı "Çılgın projemiz" Kanal İstanbul'a yatırmaktan daha iyi hayır mı olur? Buna kimsenin itirazı olmaz. Böylece yardım edeceğim diyenler de test edilmiş, samimiyet sınavından geçirilmiş olur. Yeter ki devlet buna öncülük yapsın. Halkımız buna varım der. Hatta bu kampanyaya, bugüne kadar milli piyango bileti almayan ve piyangoya sıcak bakmayan diğer insanlarımız da katılır.

2020 yılbaşı çekilişinde, dağıtılması planlanan 80 milyon ile Kanal İstanbul'un yapımına bir başlanır. Bu proje bitinceye kadar vatandaşın aldığı piyango biletleri projeye aktarılır. Böylece bütçeden bir kuruş para harcamadan "Çılgın projemiz" yapılmış olur. Kanal İstanbul yapıldıktan sonra piyango bileti alanlar, aldıkları para kadar Kanal İstanbul projesinin ortağı olur ve kârından pay sahibi olurlar. 

Nasıl buldunuz bulduğum kaynağı? Çılgınlık bu demeyin, olmaz hiç demeyin. Milli piyango kime çıkarsa bugüne kadar örneklerinde gördüğümüz gibi çılgınca bir hayat yaşıyorlar, kendilerini kaybediyorlar. Haydan gelen bu parayı huya harcıyorlar. Bir kişi, böyle çılgınca yaşayıp çıldıracaksa varsın bu para "Çılgın proje"ye gitsin. Bu arada 2019 piyango biletinin talihlisi ortaya çıkmadı. Bu para bütçeye aktarılacak. Hazır bu parayı da bu "Çılgın proje'ye aktaralım. Haydi oldu olacak bu projeye isimlerini de verelim: Milli Piyango Kanal İstanbul.

***31/12/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Yerli Otomobile Çok Yakınım

Yerli otomobilin 2022'de piyasaya sürüleceğini duyan birçok kimse gibi ben de heyecanlandım ve duygulandım. Tanıtımı yapılan elektrikli araç, görüntü ve iç dizayn yönünden mükemmel görünüyor.

Halihazırda yerli otomobil yüzde yüz yerli olmasa da başlangıç bakımından güzel. Bir gün yüzde yüzü de yerli olur ve diğer alanlara da örnek olur umudunu taşıyorum. Sebep olan ve emek sarf edenlere teşekkürü bir borç bilirim. İnşallah en kısa zamanda seri üretime geçilerek iç ve dış piyasaya sürülür.

Yerli elektrikli otomobil daha piyasaya sürülmemiş ve fiyatı belirlenmemiş olmasına rağmen yerli otomobilin müşterisi epey fazla olacak görünüyor. Sipariş alınsa kapış kapış gidecek. Şimdiden ismini yazdırıp almak için sıraya girecek kişilerin sayısı az değil. Daha fiyatı belirlenmemiş ve seri üretime geçmemiş olmasına rağmen gücüm yetmez bu arabayı almaya demeden, herkes gibi ben de heveslendim. 

Param yok, almaya gücüm yetmez. Zira yetkililer bir fiyat vermese de birileri 150 ila 350 bin arasında olacağını söylüyor. Bana şimdiden yüksek gelen bu fiyatı, açıkçası çok dert edinmiyorum. Bu konuda milletimizin yardımseverliğine güveniyorum. 80 milyon insanımız 1 lira verse 80 milyon lira eder. İşte çıktı kaç araba parası birden. Kendim aldığım gibi kaç başkasına da alırım vatandaşın sırtından. Verilen 1 lira ile vatandaş çarşıya çıkamaz, esnaf çay ocağına bile oturamaz. Yani bu para kimseye dokunmaz ve bir maliyeti olmaz. Hatta verdikleri 1 lira ile benim gibi bir garibanı ve nice garibanları da mutlu etmiş olurlar.

Vermez mi bizim vatandaş? Verir verir. Niye vermesin. Bu millet bugüne kadar kaç nicelerini sırtında taşıdı, beni mi taşımayacak. Üstelik ben sadece araba istiyorum. Başka da bir şey istemiyorum. Mesela boş mezar gibi. Hem arabayı aldıktan sonra bu araba amme hizmeti görecek. Yolda kimi görürsem durup alacağım ve gideceği yere kadar götüreceğim. Teşekkür edene de “Estağfurullah! Bu araba zaten sizin. Sizin arabanızla size hizmet benim için bir şereftir” diyeceğim.

Muhacir Pazarı Bildiğiniz Gibi


Konya'nın en eski pazarı Muhacir Pazarı, Konyalıların çoğunluğuna hitap eden bir pazar olmasına rağmen pazar ihtiyacımı giderdiğim bir pazar değil. Ne zaman pazar günü Muhacir Pazarı olduğunu unutup Pazarın önünden, Yeni Larende Caddesine aracımla gitmeye kalksam çekmeyen araç yoğunluğunu görünce nasıl da unuttum. Bugün Muhacir Pazarı. Keşke buradan geçmeseydim pişmanlığını duyarım.

Pazar yenilenecek, daha modern bir duruma kavuşacak, pazarın altına otopark yapılmak suretiyle o bölgenin trafiğini rahatlatacak diye pazar yerinin kapatıldığını, geçici olarak Konyalıların pazar ihtiyacını yıkılan Stadyumun içerisinde gidereceğini duyunca, bu vesileyle bu bölgenin sıkışan hatta tıkanan trafiğine çözüm olacak diye sevinmiştim. 

Yenilenen Muhacir Pazarı nice sonra açıldı. Yenilenen yüzüyle ne değişti bilmiyorum. Zira alışveriş veya herhangi bir nedenle içine girmedim. Bugün bir vesileyle Muhacir Pazarının önünden geçtim. Öyle ya, nasılsa pazar yenilenmişti. Vara geçmez olaydım. Zira geçemedim. Dur-kalk yaparak güç bela pazarın önündeki caddeden geçebildim. Anlayacağınız Muhacir Pazarı eski hamam, eski tas. Çatısı yenilenmiş ve iç dizaynı değişmiş, eskiye oranla güzelleştirilmiş olabilir ama trafik eskisinden de beter olmuş. Eskiden yavaş işlese de akan bir trafiği vardı. Şimdi kilitlenmeye başlamış. 

Pazarın önündeki caddede eskisi gibi tek sıra, bazı yerlerde iki sıra araç park edildiğine göre sanırım Pazarın altına otopark yapılmamış. İşittiğime göre pazar yerinin altı, eski mezar olduğu için otopark yapımına ya izin verilmemiş ya da yetkililer otopark yapmayı uygun görmemişler. Eğer bu gerekçe doğru ve bundan dolayı otopark fikrinden vazgeçilmiş ise bence iyi yapılmamış. Mezar yerinin üstünü asfaltlayarak zaten yıllar yılı pazar olarak kullanıyoruz, mezarların üstünü çiğniyoruz. Durum bu iken pazar yerinin altını otopark yapmada ne sakınca olabilir? Kazı esnasında ortaya çıkan kemikler toplanarak bir başka mezarlığa gömülebilirdi. Ama sanırım buna cesaret edilemedi.

Garibime giden, yaptığımız yeni bir şey trafiği rahatlatmayacak, yine her şey eskisi gibi olacak ve trafik kilitlenmeye devam edecek ise pazar yeri uzun süre niçin kapalı kaldı? Sadece taban ve çatısını yenilemek için niçin masraf edildi? Yetkililerin bir bildiği olmalı muhakkak.

Pazarın yenilenen yüzü, en büyük sorun olarak görülen trafiği çözmemiş ise bu aşamadan sonra yapılması gereken, Pazarın önündeki caddeye hiçbir aracın durmasına, park etmesine izin verilmeyecek tedbirlerin alınması en büyük isteğimizdir. Etkili ve yetkili sorumlulara düşen zabıta trafiği ve trafik polisini harekete geçirmektir.





Ne İsterler Allah'ın Garibinden? *


2018 Ekiminde Aydın İlinde bir camide görev yapan din görevlisinin, cami cemaatinin şikayeti üzerine DİB tarafından bir başka yere görev yeri değişikliği yapılınca, bu duruma sinirlenen görevli, oturduğu lojmana daha sonradan ilave ettiği/ettirdiği lavabo, tuvalet, banyo ve kömürlüğü balyozla yıktığı, haberlere yansımıştı. Böylesi olay niçin benim yaşadığım memlekette olmaz diye Aydın’ı kıskanmıştım. Nihayet bir yıl gecikmeli de olsa hele ki şükür bizde de benzeri bir olay vuku buldu. Öyle ya neyimiz eksikti bizim Aydın’dan.

Merkeze 20 km uzaklıkta bir camide 11 yıldır görev yapan imamımızı, cemaatin bir kısmı şikayet eder. Yapılan şikayeti boşa çıkarmak amacıyla imamımız da karşı atağa geçer. Bir kısım cemaatin desteğini alarak “İmamımızdan memnunuz” imzalı dilekçeyi müftülüğe sunar. Ama bu karşı atak fayda vermez. Müftülük, görevlimiz daha yakın bir yerde görev yapsın diye personelinin görev yerini şehir merkezinde bir camiye yapar.

Tayini çıkan imam “Şikayette bir hayır var. Bak şehir merkezine atamam yapıldı” deyip sevineceği ve yeni görev yerine koşa koşa gideceği yerde, iddiaya göre eski görev yerinden ayrılmadan önce kaldığı lojmanın bahçesine daha önce ekip büyüttüğü 17 ağacı keser. Her kestiği ağacı da yakmak için küçük küçük bölümlere ayırır. Kesip ufalttığı ağaçların çoğunu arabaya yükleyerek eski görev yerinden ayrılır. Olay bundan ibaret. Dikkatinizi çekerim odunların hepsini de götürmemiş. (Belki aracı almadı, belki sobada yaksınlar diye camiye bıraktı.)

17 ağacı keserken ne yapıyorsun demeyen cemaat, imam lojmandan ayrıldıktan sonra kesilen ağaçların fotoğraf ve videosunu çekerek basına servis eder. “Vay efendim! Bu ağaçları niye daha önce kesmedi de tayini çıktıktan sonra kesti” gibi. Cemaate göre kesilen 17 ağaç, imama göre ise bir ağaç. Arada 16 ağaç fark var. O bir ağacı da imam, ağacın dalları elektrik tellerine değdiği için kesmiş.

Şimdi burada kim haklı? Sizi bilmem ama bana göre imam haklı. Ağaçları kendi ekmiş, bundan sonra kendisine yar olmayacaksa niçin geride bıraksın? Kendisine yar olmayacak dünyayı ne yapsın sonra. Camiyi ve lojmanını yıkmadığına şükredin. Yerine gelecek imam da tıpkı kendisi gibi eksin, büyütsün, faydalansın. Herhangi bir şikayet olursa o da kesip gitsin. Geride bir şey bırakmasın, tıpkı kendisinin yaptığı gibi. Sonra bu cemaate de iyilik yaramıyor. O ağaçları dikmek için çukur kazmada, fidan getirmede ve o ağaçları zaman zaman sulamada kaçı, imama yardımcı oldu da şimdi o ağaçlara sahipleniyorlar? Hepsinde imamın alın teri ve emeği var. Ayrıca şikayet eden cemaat kendisine nankörlük yapmış. Şikayet de neyin nesi? İnsan sıkılır. Sonra hoca şikayet edilir mi? Onların namazlarını mı kıldırmadı, camiyi mi açmadı, çocuklarını mı okutmadı? Çoğu imam gibi değildi üstelik. Kağıda bakmadan kendi şivesiyle deli dolu hutbesini okurdu. Arta kalan zamanlarda lojmanında yetiştirdiği tavukların yumurtasını da satıyordu. Nasılsa lojmanın bahçesi büyüktü. Sonra sattığı yumurtalar gezen tavuk yumurtası idi. Başta mahalleli olmak üzere halkın sağlıklı besin yemesini de sattığı yumurtalar sayesinde sağlamış oluyordu.

Kestiği ağaçlarla da halkın oksijensiz kalmasını istiyor şimdi. Bence iyi yapmış. 11 yıldır görev yaptığı, neredeyse mülk edindiği bir yerden seni beğenmiyoruz diye göndermek kolay mı? Hakkaniyete sığar mı hiç? Caminin her bir köşesinde, lojmanın her bir yerinde ve bahçesinde emeği vardı. Bu kadar emek, bir şikayet üzere bu şekilde berhava edilmemeliydi. Onların yaptığı nankörlüğe bu kadar iyilik yaramazdı.

İmamın “Ağaçların dalları elektrik tellerine değiyordu, ondan dolayı kestim” gerekçesini de yabana atmamak lazım. Adam giderken bile mahallelisinin başına bir şey gelsin istemiyor. Düşünün ki o elektrik direğine değen ağaçtan dolayı bir yangın çıksaydı, mahallenin hali nice olurdu. Bence imama kızılacağına; imam, ağaçları bir bir kesip arabaya yüklerken mahallelinin gelip hocaya yardım etmemesi çok ayıp olmuş.

Eski mahallesinin kıymetini bilmediği bu imamı şimdi yeni mahallesi düşünsün. Umarım onlar kıymetini bilirler. Hocalarını daha iyi tanırlar da şikayete falan yeltenmezler. Yoksa başlarına ne geleceğini şu anda ben bile kestiremiyorum.

Burada bir söz de Diyanet İşleri Başkanlığına ve diğer kamu görevlilerine söyleyelim. Bu söz bu yazının en doğru tek cümlesi olsun: Bir imam veya başka kurumlardaki bir görevli, niçin bir camide, bir kurumda 11 yıl görev yapar? Bir kamu görevlisinin bir yerde yapacağı ortalama görev süresi beş yıl olmalıdır. Çünkü bu süreden fazla kalan kendini tekrarlamaya ve çalıştığı yeri kendi mülkü gibi görmeye başlar. Beş yıl görev yaptıktan sonra ayrılırken görevini bihakkın yerine getiren bir görevli ise arkada kalanlar “Allah razı olsun, iyi biriydi” desin, görevini layıkıyla yapmayan biri ise “Şükür, kurtulduk” desin.

*03/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

28 Aralık 2019 Cumartesi

Genç Bilaller Yarıştı *


"Genç Nida", "Genç Sada", "Genç Muhafızlar", "Genç Hutbe" ve "Genç Bilaller" başlıklı yarışmalar Din Öğretimine bağlı İHO ve İHL'lerde her yıl yapılır. Önce her okulun kendi bünyesinde, ardından ilçe, il, bölge, son olarak da ulusal düzeyde yapılan bu yarışmalar "Kur'an'ı Kerim'i yüzünden ve ezberden güzel okuma, ezanı güzel okuma ve hutbe irat etme üzerinden yapılmaktadır.

İHO ve İHL öğrencilerine yönelik yapılan bu yarışmalar, okullar ve öğrenciler arasında her yıl bir heyecan ve yarışa sahne olmaktadır. Yarışma tarihinden aylar öncesinden okullar, öğrencileri arasından seçme ve eleme yaparak okullarını ilçe, il, bölge ve Türkiye çapında temsil edecek en iyi öğrenciyi bulmaya çalışırlar. Yarışmaya katılacak öğrenciler tespit edildikten sonra rehber öğretmenler nezaretinde öğrenciler çalıştırılır.

Yarışmalar için seçilmiş nida, sada, muhafız ve Bilal isimleri de güzel ve anlamlı. Nida ve sada Kur'an'ı yüzünden okuma, muhafız ise ezberlediği Kur'an'ı muhafaza eden ve unutmayan anlamına gelir. Bilal denince akla hemen ezan ve Bilal-i Habeşi gelir. Biliyorsunuz Bilal İslam'ın ilk müezzinidir ve ezan okumasıyla meşhur bir sahabidir.

Her yıl değişik okulların organizesi ve ev sahipliğinde yapılan bu yarışmalardan "Genç Bilaller Ezan Okuma Yarışması, Konya İli İkinci Bölge Finali" adıyla 27 Aralık 2019 günü Mehmet-Lütfi Gülşen Anadolu İHL'nde yapıldı. 

Dinleyici olarak katıldığım bu yarışmada birbirinden güzel 17 öğrenci, bizlere ezan ziyafeti sundu. İsmi anons edilen her yarışmacı, sahneye çıkarak kendinden emin bir şekilde  ezanını okudu. Farklı makamlarda ve farklı ses tonlarıyla okunan ezanlar, kulağımızın pasını sildi. Dinledikçe mest olduk. Bazı öğrencilerin aynı ezan içinde, farklı makamlara geçiş yapmaları da görülmeye değerdi. Üç saati bulan yarışmada vaktin ne zaman geçtiğini anlayamadık bile. 

Hangi öğrenci birinci olacak, sonucunu beklemeden salondan ayrıldım. Ayrıca birinciyi hiç de merak etmedim. Zira bana göre hepsi birinciydi. Yarışmada en zorlanan da öyle zannediyorum jüri üyeleri olmuştur. Çünkü yarışmacıların sesi güzel. Hepsi ses ve makam eğitimi almışlar. İşlerinin ehli. Adları Bilal olmasa da hepsi adı üzerinde birer Bilal. Bu durumda jürinin yerinde olmayı hiç istemezdim. Ama zorlansalar da ilk üçe giren öğrenciyi belirlemek için mecburen sağdan soldan kırparak puan verecekler.

Başta yarışmayı organize eden okul yöneticileri olmak üzere bu ve diğer yarışmalarda sorumluluk alıp emek sarf edenleri gönülden tebrik ediyorum. Birbiriyle vakur ve centilmen bir şekilde yarışan genç Bilalleri hassaten tebrik ediyorum. Allah yollarını açık etsin. Sayılarını çoğalsın. Okudukları ezanın anlamına uygun yaşamayı nasip etsin. Kendilerini en yakın zamanda camilerde görev yaparken  görmek en büyük arzumuzdur. Böylece sesi olmayan, ses eğitimi almamış, makam nedir bilmeyen ama camilerde görev yapmaya devam eden, bencileyin kara düzen ve tek düze ezan okumaya devam eden görevlilerden kurtulmuş oluruz.

*30/12/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

27 Aralık 2019 Cuma

Kötülük ve Kötülerin Kol Gezdiği Yurt Ortamları *


Zaman zaman artan, zaman zaman azalan ama bir türlü bitmeyen ve sürekli haber konusu olan, haberi duyduğumuzda içimizi paralayan bir konu var: Çocuğa taciz ve istismar olayları. 

Uğradığı tacizi korkusundan gizleyip kimselere anlatamayanlar olduğu gibi uğradığı tacizi bir vesileyle anlatıp gün yüzüne çıkaranlar da oluyor. 

En fazla taciz olaylarının vuku bulduğu yerler de maalesef yurtlardır. Kendi kendini korumaktan aciz yumurcaklar ya bir belletmen ya bir yurt çalışanı tarafından defalarca tacize maruz kalabiliyor. 

Yurtlar ister devlete, ister özel sektöre, ister bir vakıf veya derneğe ait olsun çocuğa istismar olayları her birinde vuku bulabiliyor. Okusun, iyi bir eğitim alsın diye  anne babaları tarafından başkalarına emanet edilen çocukların bir kısmı, yurt hayatında tacize uğradığı haberlere konu olmasına rağmen anne babalar, hala çocuklarını yurtlara nasıl teslim ediyorlar? Çok anlayabilmiş değilim. Bir anne baba için çocuğunun iyi bir eğitim alması elbette önemlidir. Ama daha önemlisi çocuğun psikolojisi, mutluluğudur. Çocuğun, başına gelebilecek bir taciz olayı çocuğun hayatını karartabilir. Hiçbir şey olmasa bile bu çocuk hayata küser. Belki de içine ata ata büyüyünce psikopat biri olacak. Nitekim Ordu ilimizde meydana gelen üniversiteli kızı katleden caninin, mahkemede verdiği ifadede "Yurtta kalırken iki defa tacize uğradığını, bunu kimseye söyleyemediğini, bundan dolayı yurttan kaçtığını ve bundan sonra insanlara kötülük yapacağına karar verdiğini" söylemesi bizi taciz olaylarına karşı düşündürmelidir.

Üniversite yurdu dışında öğrencilerin -kime ait olursa olsun- yurtlarda kalmasını tasvip etmiyorum. Haydi diyelim ki lisede de öğrenci yurtlarda kalabilir. Bu yaşta çocuk kendisini koruyabilir. Ama daha ilkokul ve ortaokul çağındaki çocukların, yurtlarda kalmasına hiç sıcak bakmıyorum.  Daha ana kuzusu bu çocuklar. Kendi kendilerini koruyamaz, doğru ve yanlışın ne olduğunu bilemezler. Olup bitenlerden ibret almayan ve ders çıkarmayan anne babalar, hala çocuklarını yurtlara yerleştirmeyi düşünüyorlarsa böyle anne ve babalar kusura bakmasınlar ama çocuklarının iyiliklerini değil, istemeyerek de olsa kötülüklerini istiyorlar demektir. Çünkü yurt ortamlarında taciz riski daima vardır.

Çocuğunu seven anne baba, şeytanın kol gezdiği yurtlardan mümkün mertebe çocuğunu uzak tutmalıdır. Eğer bulunduğu yerde çocuğunun iyi bir eğitim alacağı bir eğitim yuvası yoksa anne baba, gerekirse şehre göç etmelidir. Buna imkanı yoksa çocuğunu yurda vermektense gerekirse çocuğu cahil kalsın ama yanında tutsun. Bana cahil bir evlat mı istersin yoksa tacize uğramış bir çocuk mu derseniz, çocuğumun cahil olmasını yeğlerim. Anne babalar, aman dikkat! Dimyat’a giderken evdeki bulgurdan olmayalım. Çocuklarımızın hayatıyla oynamayalım.

*08/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Asgari Ücret Konusunda Bir Türlü Sadede Gelemedik ***


Ülkemizde asgari ücretle çalışanların net sayısını bildiren elimizde bir veri yok. DİSK’in açıkladığı rapora göre geçimini asgari ücretle sağlayanların sayısı 10 milyon civarında imiş. Tüm asgari ücretlilerin beklediği 2020 yılı asgari ücret oranı ve miktarı nihayet Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk tarafından açıklandı. Yüzde 15,03 oranında yapılan zamma göre 2020 yılında asgari ücret, brüt 2.943 lira oldu. Yani bir asgari ücretlinin eline asgari geçim indirimi hariç net 2.324 lira geçecek.

Asgari ücretliye verilen bu zam oranını, yeterli görenler olduğu gibi yeterli görmeyenler de var. Sayın Bakan “Merkez Bankasının 2019 yılsonu enflasyon rakamının yaklaşık yüzde 12 civarında olacağını açıkladığı bir ortamda, biz işçimize yüzde 12’nin üzerinde bir zam vererek onları enflasyona ezdirmedik” açıklamasını yaptı. Türk-İş ise, açıklanan asgari ücreti az bularak toplantıyı terk ettiğini açıkladı. Türk-İş, yanına “Asgari Ücret tespit Komisyonuna” katılan diğer dört işçi temsilcini de alsa, hep beraber açıklanan asgari ücret miktarına muhalefet şerhi koysalar kaç yazar! Nasılsa komisyonda beş hükümetin, beş de işverenin temsilcisi yer alıyor. Toplamları 10 eden bir çoğunluğun karşısında, beş işçi temsilcisi ne yapabilir. Karar daima 10’a 5 çıkar.

Açıklanan asgari ücret rakamını, adı konmamış bir ekonomik krizden geçtiğimiz günümüzde Bakan gibi yüksek bulanlar çıkabilir. Eldeki imkanlara göre bu oran iyi bir rakam denebilir. Zira işçi ve memuru için hükümetin verdiği 2020 zam oranı, yüzde 15’in çok altında kaldı. Ama asgari ücretliye verilen bu oran ve ellerine geçecek net miktar, asgari ücretliyi yine memnun etmeyecek. Ev kiralarının ortalama 1.000 lira olduğu günümüzde 1.000 lirasını kiraya veren bir asgari ücretli, geriye kalan 1.324 lira ile bir ay boyunca nasıl geçinsin?

Açıkladığı rakamla, asgari ücretliye enflasyonun üzerinde bir zam yaptık, onları enflasyona ezdirmeyeceğiz diyen Sayın Bakan, “Ülkede kriz var, herkes taşın altına elini koyacak. Bu sene zam falan yok, işçi de enflasyonun altında ezilecek” deseydi, bu durumdaki işçilerin hali nice olurdu? Bir düşünün… Bereket, siyasilerimiz bu konuda çok insaflı ve duyarlı. Bugüne kadar geçmişten günümüze hiçbir hükümet işçisini ve memurunu enflasyona hiç ezdirmedi.

Hükümet ve işveren temsilcileri, eldeki imkanları zorlayarak verilebilecek en iyi zammı tespit etmiş olabilirler. Bundan iyisi can sağlığı denebilir. İşçinin durumu kadar bir işçinin işverene maliyeti de malum. Kolay değil işçi çalıştırmak ve asgari ücrete çalışmak. Allah işverene de işçimize de yardım etsin. Umarım eldeki imkanlar çerçevesinde bu zam oranını tespit eden “Asgari Ücret Tespit Komisyonu” üyeleri, altına imza attıkları asgari ücret ile geçinilebileceğine ilk önce kendilerini inandırmışlardır.

Her yıl aralık ayında açıkladığımız rakam, işçinin alın terinin karşılığı olmayacak ve sırtı herkesten fazla terleyen asgari ücretliyi, eline geçecek net ücret memnun etmeyecekse asgari ücretin mantığını bir düşünmemizde fayda var. Bu mantık devam ettiği müddetçe işçiye yüzde 20, yüzde 30’lar civarında zam yapsak da işçinin yarasına merhem olmayacak. Biz asgari ücretliye zam yapmadan önce, bu ülkede çalışan bir insanın kimseye muhtaç olmadan, insanca yaşayabileceği bir taban aylığı tespit etmemiz, sonra yıllık zammı konuşmamız gerekiyor. Zira bu zamlarla asgari ücretli belini doğrultamaz. Brüt ücret ile net ücret arasındaki farka bakınca, kıt kanaat geçinmeye çalışan ve belini doğrultamayan asgari ücretlinin sırtından devlet, iyi vergi kesiyor. Vergisiz olmaz. Zira devlet verilerle ayakta durur. Ama devlet, asgari ücretliden ziyade başka kalemlerden kaynak bulma arayışına girse daha iyi olur.

Sonuç olarak devleti yönetenler, devlet adına komisyonda yer alanlar, asgari ücretliden yüksek vergi kesintisi yapanlar ve işçi çalıştıran işverenler, tespit ettikleri ücret için önce bir empati yapmalılar. Kendileri bu ücrete -haydi insafsızlık yapmayalım- iki katı ücret ile geçinebilirler mi? Geçinsinler. Açıklanan asgari ücrete kimsenin itirazı olmaz.

***28/12/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.



26 Aralık 2019 Perşembe

İlk Rüşvetim Olacaktı


84-85 veya 85-86 öğretim yılı. Lise üç veya lise 4.sınıf öğrencisiyim. Yaz dönemi bir Kur'an Kursunda çocuklara cüz/Kur'an öğretiyorum. Geceleyin de aynı kursun yatılı kısmında kalan yatılı öğrencilere belletmenlik yapıyorum. Geçici bir iş olsa da ilk maaşımı buradan alacağım. Kursun finansman kaynağı bir vakıf idi. Vakıf bana aylık 20 lira vereceğini söyledi. (Paramızdan 6 sıfır atıldı. 80'den beri enflasyonlu hayatı yaşıyoruz. Kesin bir yirmi vardı ama  nasıl bir yirmi idi bilmiyorum.)

Akşam belletmenlik görevi yaparken Mersinli bir çocuğun babası geldi yanıma. Tanıştıktan sonra elini cebine attı. Cebinden bir elli lira çıkardı, bana uzattı. Bu ne dediğimde, "Çocuğum size emanet, ona göz kulak ol. Biraz ilgi ve alaka göster" dedi. Olur mu öyle şey! Kat o parayı cebine. Diğer çocuklar da bizim çocuğumuz. Başka çocuklara ne yapıyorsak sizin çocuğunuza da aynısını yaparız. Ayrıca biz burada yaptığımız bu görevden dolayı maaşımızı alıyoruz dedim. Parayı almam için üsteledi. Gönlüm/nefsim o parayı almam için bana çok baskı yaptı, iştahım kabardı. Ama kendime laf anlatamadım. Velinin verdiği para da fena değildi. Bana bir ayda verilecek maaşın 2,5 katı bir paraydı. İçim gitti ama parayı almadım. Sonra adam, birlikte çalıştığım diğer arkadaşın yanına gitti. Bana ettiği teklifi ona yaptı. Hasılı bana yar olmayan para ona yar oldu.

Parayı almış olsaydım bu paranın adı ne olurdu bilmiyorum ama eğer adı rüşvet ise bu benim ilk rüşvetim olacaktı. Ondan sonra gelsin paralar… Kim tutardı beni...Şimdiye köşeyi kaç dönmüş olurdum. Akılsız kafam! Gel de üzülme şimdi. Heyhat ki heyhat!

İkinci rüşvetime gelince...2011 veya 2012 yılı olsa gerek. Çalıştığım okul, şehrin sobalı tek okuluydu belki. Okula kalorifer döşensin diye az çabalamadım. Çalmadığım kapı kalmadı. Nihayet 25 bin lira bir ödenek temin ettim. Okula altı ayrı firma davet ederek doğrudan temin yoluyla teklif aldım. 27, 30, 35, 37, 40, 45 bin lira KDV hariç teklif veren oldu. En düşük teklifi veren firmayı çağırdım. Verilen teklifler içerisinde en makul teklif sizin teklifiniz. Fakat benim KDV dahil 25 bin lira param var. Eğer bu fiyata yaparım derseniz teklifinizi yenileyin ve iki firmadan daha teklif alıp getirin bana dedim. "Biz aslında bu fiyata yaparız, şayet bizden açıktan para istemeyeceksen" dedi. Ne parası? Benim tek derdim sınıflardaki sobadan kurtulmak ve okuluma kalorifer döşetmek dedim. "Ne bileyim, biz iş yaptığımız okul müdürlerine okulun diğer ihtiyaçlarında kullanmaları için açıktan 2-3 bin lira para veririz. Sen istemeyeceksen o zaman KDV dahil bu fiyata yaparız." dedi. Evrakı yenileyin, ihale sizin. Hayırlı olsun" dedim. El sıkıştık.

Okulumuza kalorifer döşendi. Ben o okuldan ayrıldım. Aradan yıllar geçti, müteahhidin telaffuz ettiği 2-3 bin lira para hiç aklımdan çıkmadı. O parayı alsaydım, ne kadarını okula harcardım bilmiyorum. Çünkü kayda küreğe geçmeyecek, müteahhit ile benim aramda bir para olacaktı. Gel de üzülme şimdi bu duruma…

Gördüğünüz gibi ayağıma kadar gelen iki parayı da geri teptim. İlkini alsaydım, arkası gelir. Belki de şimdi köşe olurdum. Bu durumda kime, ne diyebilirim. Taş atıp yorulmadan ayağıma kadar gelen fırsatları bu şekilde kendi elimle tepmiş oldum. Vah kafam vah!



Yönetimde Denetim *


Yönetim başlı başına bir sanattır. İnsan yönetimidir ne de olsa. Dünyanın en zor işidir insanı yönetmek. Bundandır ki her insan yönetici ve lider olamaz. Olursa da ağzına yüzüne bulaştırır.


“Plânlama, örgütleme, yöneltme, eş güdümleme (koordinasyon) ve denetim” yönetim sürecinin aşamalarını ifade eder. Planlama, örgütün amaçlarının ve bu amaçlara ulaştıracak yolların belirlenme sürecidir. Örgütleme, planların hayata geçirilmesinde görev yapacak kadronun oluşturulmasıdır. Yöneltme, yapının harekete geçirilmesidir. Koordinasyon, örgütün amaca ulaşabilmek için birbirleriyle yapacakları işbirliği ve aralarında çıkabilecek sorunları çözmek için sürdürülen çabalardır. Yönetim sürecinin işlevlerinden sonuncusu ise denetimdir. Denetim; “örgütsel, yönetsel ve ürünsel amaçlardan sapmaları önlemek için, örgütün işlemesini izleyip düzeltme sürecidir. Yönetim sürecinin kusursuz işlemesi, yönetimin her eylemine ilişkin geri bildirimi sağlayabilmesini gerektirir.”


Klasik yönetim anlayışının öğeleri diyebileceğimiz bu beş maddenin temelleri 19.yüzyılda atılmış, daha sonraki dönemlerde geliştirilmiştir. İster şirket ister devlet yönetimi olsun aynı amaç uğruna, birden fazla insanın çalıştığı her yerde bir yönetim vardır ve en az bu beş yönetim süreci her yönetimde olmalıdır. 

Yönetim sürecinin her aşaması önemli olmakla birlikte ben burada sürecin denetim öğesi üzerinde duracağım. Çünkü denetim, kontrol, hesap sorma ve hesap verme olmadan bir yönetim anlayışı başarılı olamaz. Çünkü denetimin olmadığı, varsa da ciddi yapılmadığı yerlerde kokuşmuşluk, bozulma baş gösterir. 

Bir kurum ve kuruluşta veya işletmede sonuç alıcı, ciddi bir denetimden söz edebilmek için orada çalışan insanların farklı düşünce yapısına sahip, işinin ehli insanlardan oluşması gerekir. Bir kurum ve kuruluşta farklı kafa yapısına sahip insanlar olursa bu kurum, ciddi bir denetim geçirmese bile o kurum kendi içinde kendi denetimini yapar. Çünkü herkes işine odaklanır. Kimse birlikte çalıştığı meslektaşına malzeme vermek ve malzeme olmak istemez. Amir amirliğini, memur da memurluğunu bilir. Ama bir kurumda tepeden tırnağa, aynı düşünce yapısına sahip insanlar görev yaparsa bu kurumda işler tıkırında gitmez. Yapılan iş ve işlemler sağlıklı yürümez, verim de alınmaz. Denetime gelen ciddi bir inceleme yapmaz veya yapamaz. Çünkü böyle yerlerde görev yapması için atananların her birisinin arkasında bir dayısı vardır. Yani işe adam değil, adama iş verilmiştir. Kimse bunlara diş geçiremez. Buralarda işler güven esasına dayalı yürür. Çünkü hepsi bizim adamımızdır. Adamımıza güvenmeyip de kime güveneceğiz?

Güven esas olmakla beraber asla kontrolü elden bırakmamamız gerekiyor. İkili, kişisel ilişkilerde güven ön planda olabilir ama devlet yönetiminde ve siyasette kontrol ön planda olmalıdır. İşini yapmayan, işini savsaklayan, kurumun amaç ve hedefleri doğrultusunda çalışmayan bedelini ödemelidir. Çünkü kimsenin yaptığı yanına kar kalmamalıdır.


Türkiye'nin bugünkü en büyük sorunu maalesef denetimdir. Her yere kendi kafa yapımızdan insanları doldurarak bir yere varamayız. Beklediğimiz başarı da asla gelmez. Bu anlayış, aynı zamanda insanlardaki adalet, hak ve hukuk kavramlarını da zedeler ve yok eder. Sonuç olarak denetim elzemdir. 

*07/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Sigaraya Gösterilen Hassasiyet


Sigara zararlı alışkanlıklardan. Sağlığa zararlı. Din, içilmesine cevaz vermez. Sigaraya verilen para tek kelimeyle israftır. Çevreye verdiği zarar başlı başına bir sorun.

Dinin bakış açısı, toplumun sigara içenlere verdiği tepki, vücuda verdiği zarar ve dünyanın parasının harcandığı bilinmesine rağmen sigara içen içmeye devam ediyor. Tütün yasası ile birlikte kapalı yerler başta olmak sigara içimini devlet, çoğu yerlerde yasakladı. Sigara paketlerinin üzerine başta "Sigara sağlığa zararlıdır" yazdırmak suretiyle sigara ve içimini özendirmeyecek bir dizi tedbirler aldı. Market ve bakkallarda sigara satışına düzenlemeler getirdi. Kapalı yerlerde sigara içenlere ve içilmesine izin verenlere yaptırdığı denetimlerle para cezaları kestirdi. Sigarayı bırakmak isteyen tiryakilerin tedavi olmaları için hastanelerde birimler oluşturdu.

İçtiği sigaradan memnun olmayan, bırakmak için soluğu hastanelerde alan bazı tiryakiler, sigarayı bırakmak için tedavi gördü. Kimi bıraktı, kimi sigara içmeye devam etti. Bağımlılık ne de olsa. Haydi deyince kolay kolay bırakılmıyor. Çünkü vücut nikotine alışınca insan bırakmak istese de vücut bırakmıyor. Aslında tiryakiyim, şu kadar yıldır bu mereti içiyorum. Bırakmak istiyorum ama bırakamıyorum işte" diyen tiryaki geçinenlerin yüzde 90'ı, tiryaki falan değil. Çoğu alışkanlıktan içiyor. Bırakmak isteyip de bırakamayanların iradeleri zayıf. Bu iş bırakıyorum demekle olmuyor. Bu işi beyinde bitirmek gerekiyor. 

Hasılı sigara içen ve kendisini tiryaki sanan içiciler, içmeye devam etseler de sigara içmekten çok memnun değiller. Bakmayın siz dertten ve zevkten içtiklerine. Sonra sigaranın savunulacak bir tarafı yok. Zira ne içen içtiğinden memnun ne de sigara içmeyenler içenlerin durumundan. Kimse memnun olmasa da devlet sigaraya yüklü zam yapsa da her geçen gün sigara içenlerin sayısında bir artış var ve sigaraya başlama yaşı daha da aşağılara iniyor. 

Bütün bu yazdıklarımı biliyorsunuz. Zira yazdıklarım malumun ilamıdır. Burada değinmek istediğim, tütün yasası ile birlikte sigara içenlere karşı -Reisicumhur'un hassasiyetinden midir- toplumda da sigara içenlere karşı bir tepkidir gidiyor. Sigara içmeyenler, yanından sigara içerek giden birilerini görse burnunu tıkıyor, uzakta iç, be adam dercesine el kol işareti yapıyor. Hiçbir şey yapamasa bile kinli kinli yüzüne bakıyor. Okul kapısının önünde içen öğretmenleri gören "Şunlara bak! Bir de örnek olacaklar. Bunlar çocuklarımıza kötü örnek oluyorlar" deyip oturuyor bilgisayarın başına. Bu durumu CİMER'e şikayet ediyor. Kurumların önünde içen çalışanları gören vatandaş "Şunlara bak! Mesai vakti keyif çatıyorlar. Günde şu kadar sigarayı bu kadar vakitte içseler, mesaiden bir o kadar çalıyorlar" deyip homurdanıyor. Bu durum devletin üst kademesine de gidiyor olmalı ki kapı önlerinde sigara içilmemesine dair yazıların biri geliyor, diğeri gidiyor. Eskiden site önüne park etmek yasak, "Garaj kapısıdır. Araç park etmeyiniz" yazılarını görürken şimdilerde "Site önünde sigara içmek yasaktır" uyarılarını daha sık görüyoruz. Zaman zaman gittiğim eski bir çarşının içinde, sigara yasağına aldırmadan müşteri ve dükkan sahipleri, odasında ve koridorlarda sigara içmeye devam ederlerken çarşının yönetimi, giriş kapısına "Çarşı giriş kapısı önünde sigara içilmesi yasaktır." yazısını yapıştırmış bile.

Sigarayı ve sigara içeni savunuyor değilim. Zira savunulacak bir meret değil. Sigara içmeyen vatandaşların ekserisinde sigara içimine karşı bir hassasiyet oluşmuş durumda. Devletin sigara içenlere karşı savaş açtığını hepiniz biliyorsunuz. Tiryaki, kendisine içecek kuytu bir yer buldukça devlet oraları da yasak kapsamına almaya çalışıyor. Merak ettiğim, sigara içilmemesine karşı devlet ve vatandaşta oluşan bu hassasiyet niçin diğer bağımlılık yapan zararlı içecek ve oyunlara karşı da gösterilmiyor? Mesela içki ve uyuşturucu içimine, şans oyunlarına, kumara, piyangoya niçin bu derece bir tepki yok? Hatta televizyonlar vasıtasıyla piyango özendirilmektedir.

Devletin en tepesinden normal vatandaşa varıncaya kadar sigara konusunda gösterilen hassasiyette herkes samimi mi? Gösterilen tepki de samimi olabilirler. Buna diyeceğim yok. Ama bana göre samimiyet, sigara içenlerle mücadeleden önce sigaraya savaş açmaktan geçer. Devlet tütün ekimini yasaklar, sigara imalatına izin vermez, satmaz, sattırmaz, sigara ithalatına yasak koyar. Devlet kadar sigara içilmesine tepki gösteren halk da sigara mamullerinin piyasaya sürülmemesi için devlet kurumlarını topa tutar. Maalesef ne devlette bu şekil bir samimiyet var ne de vatandaşta. Satışına izin verilen sigaralar, bakkal ve marketlerde müşteri beklerken devlet ve sigara düşmanları, bataklığı kurutma yerine sivrisineklerle uğraş misali içicilerle uğraşıyor.



24 Aralık 2019 Salı

Elektrik Kayıp Kaçak Oranı ve Bedeli ***


Şırnak, Şanlıurfa, Mardin, Siirt, Batman ve Diyarbakır'da hizmet veren Dicle Elektrik Dağıtım Diyarbakır İl Müdürlüğü Sistem İşletme Mühendisi Erdinç Ergün,

-kış mevsiminde kayıt dışı elektrik kullanımının yoğunlaştığını,
-bölgelerinde kayıp kaçak oranının yüzde 86 civarında olduğunu,
-aşırı kullanım nedeniyle trafolarında sık sık arıza meydana geldiğini,
-elektriği kaçak kullanan bazı kişilerin de trafoların kapısını kırarak içeri girdiklerini,
-adı geçen yerlerde kırılan 30 bin elektrik panosunun kilidini değiştirdiklerini,
-Diyarbakır’da son 11 ayda 4500 kilit değiştirdiklerini açıklamış.

Düşünebiliyor musunuz ismi telaffuz edilen 6 ilimizde kayıp kaçak oranı yüzde 86 imiş. Yani her yüz kişiden sadece 14’ü elektrik bedelini ödüyor. Bu 14’ün içerisinde -öyle zannediyorum- elektriği kaçak kullanmayan ve bedelini ödeyenlerin kahir ekseriyeti kamu binalarıdır. (Bu bedel de devletten yani vatandaşın vergilerinden ödeniyor.) Az sayıda da bu bölgenin dürüst insanı vardır. Gerisi elektriği beleşe kullanıyor. Bedelini de “dağıtım bedeli” kaleminin içine eklenerek tüm Türkiye ödüyor. Yani bu altı ilimizdeki yüzde 86’lık bir oranın aydınlanma ve ısınma bedelini, elektrik faturasını zamanında ödeyen vatandaş çekiyor.

Kayıp kaçak oranı sadece bizde mi var? Değil elbet. Dünyada da elektriği kaçak olarak kullanan kişiler var. Dünyada kayıp kaçak oranı % 8,1 iken Avrupa ülkelerinde bu oran 6,2 civarında imiş. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın hazırladığı 2015 - 2019 Stratejik Raporu'na göre, 2013 yılında Türkiye'de kayıp kaçak oranı ortalaması %15,4 iken 2014'te yüzde 14,6'ya, 2015'te yüzde 14'e, 2016'da yüzde 13,4'e, 2017'de yüzde 12,6'ya, 2018’de ise 11,8’e düşürülmüş. Görüleceği üzere bizdeki kayıp kaçak oranı, dünya ortalamasının çok çok üstündedir.

Kayıp kaçak oranının hepsi kaçak kullanım değildir. Bunun içinde elektriğin üretildiği noktadan dağıtım şebekelerine iletilmesi sırasında yüksek gerilim hatlarında yaşanan kayıp diyebileceğimiz teknik kayıp da var. Bu şekil kaybın oranı dünya ortalamasına yakın. Sanırım esas sorun, teknik olmayan kayıp oranında. Çünkü kaçak oranını yükselten, yasadışı yollarla elektrik tüketiminin yapılmasıdır.
Bakanlığın 2015-2019 Stratejik Raporuna göre kayıp kaçak oranında bir düşüş olsa bile yine de bu oran yüksektir. Elektrik bedelini zamanında ödeyen vatandaşın ödediği her faturaya;
*yüzde 51,5’u Birim enerji bedeli,
*yüzde 20,5’u vergiler (TRT payı, enerji fonu, BTV, KDV)
*yüzde 13,9’u enerji hariç bedeller (iletim, dağıtım, satış hizmeti)
*yüzde 14,1’i kayıp kaçak bedeli (gazelektrik.com) olarak yansıyor.

Gördüğüm kadarıyla devlet kaçak, elektrik kullanımının önüne geçemiyor. Zaten hedefi de tamamen yok etmek değil. 5 yıl içerisinde kayıp kaçak oranını yüzde 10’un altına düşürmeyi hedefliyormuş. Problem değil. Zira devlet kayıp kaçağın üstesinden gelemese de aciz değil. Hemen B planını devreye sokuyor. Şunun faturasını da ödeyiver diyerek “Dağıtım bedelinin” içine yansıtıveriyor. Eksik olmasın!

Yazıma son verirken bazı bölgelerimizin kayıp kaçak oranlarına da bir göz atalım istiyorum:
Uludağ EDAŞ yüzde 4,20, Trakya EDAŞ yüzde 4,37, Çamlıbel yüzde 5,08, Dicle EDAŞ yüzde 54,9 (Bu oran 2013'te yüzde 75,8) Vangölü EDAŞ, yüzde 49,2, Aras EDAŞ, yüzde 23,6’dır. (aa.com.tr)

Kayıp kaçak oranları yıllara göre değişiklik gösterse de en fazla kayıp kaçağın olduğu bölgelerin, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da olduğu bir gerçektir. Devletin kolay kolay çözüm bulamadığı kayıp kaçağı önlemenin yolu, devletin caydırıcı yaptırımlar uygulaması. Devletse bunu yapmalıdır. Şayet bunu yapamıyor ve ödemeyenin veya kaçak kullananın faturasını diğer faturalara yansıtacaksa her bölgenin kayıp kaçak oranını bir müddet o bölge insanının faturasına yansıtmasıdır. Bu yöntem kendi içinde bir denetim sağlayacaktır.

***28/12/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.






21 Aralık 2019 Cumartesi

Boşanmaları En Aza İndirmenin Yolu ***


Baş göz etmek istediğimiz çocuklarımız kadar mürüvvetini gördükten sonra geçim olmadığı için ayrılan çocuklarımız da var. Böyle giderse geçimsizlikten boşananların oranı, yeni evlenenleri önce yakalayacak, sonra da sollayıp geçecek.

Her ne kadar ateş düştüğü yeri yaksa da ne zaman bir boşanan, boşanma aşamasında olan bir aile gördüğüm/duyduğum zaman üzülürüm. Üzülmekle kalmam, yapabileceğim bir şey varsa elimden gelen gayreti gösterir, ara bulmak için çabalarım. Elimden hiçbir şey gelmese de taraflara nasihat eder, soğukkanlı hareket etmelerini, acele etmemelerini ve birbirlerine bir şans daha vermeleri gerektiğini, birbirlerini anlamaya çalışmalarını tavsiye ederim. Hele arada çocuk varsa üzüntüm bir kat daha artar. Ayrılmayı kafaya koyan anne babadan daha çok çocuğu düşünürüm. 

Sonuçta sözümü dinleyen olur, birbirlerine bir şans daha verip evliliklerini devam ettirenler de oldu. Tek çözüm yolu olarak boşanmayı kafaya koyanlar ise ayrılma yoluna gitti. Evlilik kadar pek istenmese de boşanmak da bir haktır. Bu hakkı kullananların sayısı azımsanamayacak kadar arttı. Çözüm yolunu boşanma görenler boşandıktan sonra rahata eriyor, bundan sonraki hayatlarında huzur buluyorlar mı? Maalesef çoğunluğu pek huzur bulmuyor. Çünkü boşandık biz demekle olmuyor bu iş. Kimi yıllar yılı, kimi ise bir ömür boyu çekiyor.

Kimi evlenip birbirini test ettikten sonra ayrılma yoluna giderken kimileri de daha işi söz kesme, nişan veya düğün arifesinde bozuyor. Hatta salon tutulmuş, kartları bastırılmış niceleri düğün günü ayrılma yoluna gidiyor. Bu şekil evlilik öncesi yüzüğü atanlar için demek ki bunda da bir hayır var, evlendikten sonra bozuşmaktan ziyade şimdi ayrılmak, sonuçları bakımından daha iyi diyorum.

Benimkisi uzaktan gazel okumak elbet! Kimsenin iç halini bilme imkanım yok. Düğün arifesinde veya evlendikten sonra ayrılmayı tercih edenleri ayıplamıyorum. Zira ayıplamaya gelmez. Hepsinin kendince geçerli ve haklı gerekçeleri olabilir.

Düğün öncesi yüzük atma veya düğünden sonra ayrılma yolunu seçenler, acaba birbirlerini tanımadan evlendikleri için mi birbirlerine yol veriyorlar? Bence boşanmaların iyice arttığı günümüzde evliliğin temellerini baştan sağlam atmada fayda var. Taraflar söz kesmeden önce birbirlerini her yönüyle tanımaları, araştırmaları, eksi ve artı yönlerini ayrıntısıyla bilmeleri, hassasiyetlerini söylemeleri, evlilik esnasında çıkması muhtemel sorunları gidermede hangi yol ve üslubu izleyeceklerini, kimi hakem tanıyacaklarını bir güzel konuşmalılar. Kimsenin evlendikten sonra ortaya çıkaracağı gizli bir ajandası olmamalı diye düşünüyorum. Zevkleri, renkleri, kafa yapıları, hassasiyetleri, beklentileri kendilerini tatmin etmiyor, kafadaki sorular dağılmıyorsa işin başında birbirlerine evet dememeli, birbirlerine yol vermelidirler. Böylesi bir yol, evlendikten sonra ortaya çıkacak sorunlardan daha iyidir. Kimsenin böylesi durumda birbirlerine gücenme ve darılması olmaz. Herkes nasibini aramak için başka yollara yönelir.

***24/12/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.


"Dersime Çalışamadım" *


Kur'an-ı Kerim dersine girdiğim bir öğrenci dersten önce yanıma geldi. Aramızda şu görüşme geçti:
—Öğretmenim! Çok üzgünüm.
—Niçin?
—Dersime çalışamadım.
—Niye? Ne yaptın bir hafta boyunca?
—Her gün bir yere götürdüler beni.
—Kim götürdü, nereye götürdü.
—Nereye olacak! Akşam oturmasına gittik. Annem götürdü.
—Neyse canın sağ olsun!
—Ne okuduysam burada okudum. Ben bu hafta okumasam olur mu?
—Olmaz, okuyacağız.
—O zaman okutacak iseniz en son okusam olur mu? Biraz daha çalışayım.
—Tamam, en son oku! Problem değil. Ama az gez, bundan sonra olur mu? Yoksa derslerinden geri kalırsın.
—Anladım öğretmenim.

Siz anne baba olsanız, çocuğunuz da okula gidiyor ve çocuğunuzun hedefi olan, başarılı bir öğrenci olmasını istiyorsanız, bu durumda ne yaparsınız?
Her akşam bir ziyaret için evi terk eder, yanınızda da çocuğunuzu götürür müsünüz yoksa çocuğumun dersi var diye eş, dost, komşuya hiç ziyarete gitmez, eve misafir kabul etmez misiniz? 

Gidip gelinmezse olmaz. Zira eş, dostu ziyaret etmek sılayı rahimdir. Fakat gidip gelmelerde orta yolu bulmada fayda var. Ziyaretlerimiz, çocuklarımızın çalışma düzenini bozmaması lazım. Oturup kalkmayı hafta sonlarına denk gelecek şekilde planlamak, sınav döneminde rahatsız etmemek gerek diye düşünüyorum. Bu öğrencide olduğu gibi her akşam bir yere gitmek, haydi orada çalışırsın, gelince ödevini yap demek çocuğu düşünmemek ve gezmeyi abartmak demektir. Çocuk, misafirlikte ve misafir geldiği zaman ders çalışmaz, istese de çalışamaz. Sonra hiç kimse her tür imkânı sağladım, saçımı süpürge ettim ama çocuğum başarılı olmadı dememeli. Çünkü gezip tozan aile, çocuğuna yeterince çalışma ortamını sağlamamış demektir. Böyle durumlarda aile suçlu arayacaksa ilk önce kendisini ve gezmesini sorgulamalıdır. 

Söz, başarıdan açılmışken çocuğun başarısını etkileyen etmenlerden biri de çocuğa ders çalış derken ebeveynin yan odada dizi izleme yoluna gitmesi de var. Anne baba yan tarafta dizi izlerken çocuk kendisini derse veremez. Gerekirse anne baba da çocuğuyla okuma yoluna gitmeli veya kendisine bir meşgale bulmalıdır. Çocuk okutmak sadece cebine harçlığını koymak, okul ihtiyaçlarını gidermek, çocuğa servis ayarlamak; kurs, etüt, özel ders ayarlamak değildir.

25/12/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Niyet Üzüm Yemek mi? *


Kırıkkale Üniversitesi Genç Kalemler Topluluğu ile Bilim ve Sanat Topluluğu Dünya Arapça Günü ile ilgili bir etkinlik gerçekleştirir. Etkinliği, Fen-Edebiyat Fakültesi Arapça Mütercim-Tercümanlık Bölümü öğrencileri hazırlar. Bu etkinlikte İstiklal Marşının ilk iki kıtası da         -etkinliğe katılan yabancı öğrenciler de anlasın diye- Arapçaya çevrilerek bir öğrenci tarafından Arapça olarak okunur.

Etkinlik, sosyal medyada paylaşılınca sosyal medyada kıyamet koptu: "Vay efendim! Nasıl olur da İstiklal Marşı, Arapçaya çevrilerek okunur? Bu saygısızlığa kim, nasıl cüret edebilir? İstiklal Marşı, Arapça okunmakla daha Müslüman olunmaz." paylaşımları en hafif kaçan paylaşımlardan. Üşenmedim. Bu paylaşımların altına yazılan yorumlara göz attım. Bazı yorumları sizinle paylaşmak isterim:
"Yazıklar olsun böyle şerefsizlere ki Allah bunları bildiği gibi yapsın."
"Başıyla k.ç. farklı yere monte edilmiş birilerinin marifeti."
"Türk yurdunda yaşa, Arap hayranı ol. Çok seviyorsan Arap'ı, git onunla yaşa. Oksijenime ortak olma."
"Eee abi! Bu kadar Suriyelinin, Arap severin, Türk ve Türkçülük düşmanının olduğu  yerde ne bekliyordun ki? Ne mutlu Türküm diyene!"
"Daha Müslüman değil, daha hain olunur."
"Arapça milli marş mı? Allah belanızı versin."
"Araplaşma Türkiye! Araplaştıkça ahlaksızlaşıyorsun Türkiye!"

En masum paylaşımların altına benim tespit edebildiğim yorumlar bunlar. Varın ötesini siz düşünün.

Arapça mütercim ve tercümanlık mesleğini icra edecek, Arapça eğitimi alan öğrencilerin, Dünya Arapça Gününde düzenledikleri bir etkinlikte, aralarında bulunan yabancı öğrencilere Milli Marşımızı anlayacakları dilden okumalarında ne sakınca olabilir? Bir bardak suda fırtına koparmanın mantığını çok anlamış değilim. Kimsenin niyetini bilemem ama bu paylaşım ve yorumların çoğunda ben iyi niyet göremedim. İşin içine ne zaman Arapça girse, Araplar konu olsa içimizden bir kesim hop oturur, hop kalkar. Bir damarları kabarır hemen. İçlerinde ne varsa boşaltır, kinini de kusarlar. 

Kimse unutmasın, Arapça kutsal bir dil değil, tıpkı diğer diller gibi bir dildir. Arapça okumak, Arapça konuşmak Müslümanlığın bir ölçütü değildir. Bir etkinlikte okumak için Arapçaya çevrilen Marşımız bir yere gitmiyor, değişmiyor ve bundan dolayı dilimiz Türkçeye de bir halel gelmiyor, Türklüğümüzden de ödün vermiş olmayız. Araplaşmayız. Yine Türkoğlu Türk kalırız. Bu etkinliğin bir bölümünde Arapça okunan İstiklal Marşından dolayı da birileri kalkıp bundan sonra Marşımızı Arapça okuyalım demez.

Durum bu iken bir bardak suda fırtına koparmanın âlemi nedir? Bizim kendimize, dilimize ve Marşımıza güvenimiz mi yok yoksa? 

Hiç unutmam, 1982 veya 83 yılında orta iki veya orta üçüncü sınıf öğrencisi iken İngilizce öğretmenimiz, tamamı Türkçe konuşan bizim sınıfa, kendisinin İngilizceye çevirdiği Gençliğe Hitabe'yi ezberletmişti. İngilizce Gençliğe Hitabe'yi ezberlediğimizden dolayı Gençliğe Hitabe, İngilizceye dönüşmedi, kaybolmadı ve Gençliğe Hitabenin Türkçesini de unutmadık.

Arap hayranı falan değilim. Bugünkü savruluşlarından dolayı Araplara herkesten fazla ben kızarım. Ama Arap düşmanı değilim, hele Arapçanın asla. Nitekim başka dil ve ırklara da düşman olmadığım gibi.  Kendi dilim Türkçenin gelişmesini ve dünya dili olmasını canı gönülden arzu ediyorum. Bu Arapça İstiklal Marşı nasıl bir şeymiş diye de hiç merak etmem. Bazılarında -kendileri kabul etmese de- ırkçılık kokan ve bir kavme ve onun dilini görünce horoz kesilen söylemlerini iyi niyetle bağdaştıramıyorum. 


23/12/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Asgari Ücrete Kökten Çözüm


Her aralık ayı bir sonraki yılın asgari ücret miktarını tespit için taraflar bir araya gelerek hummalı bir çalışmaya girerler. İşçi sendikaları bir fiyat ortaya koyar. Bundan aşağısı olmaz derler. İşçi, büyük beklenti içerisine girer. Sonunda dedikleri olmaz. Çünkü açıklanan rakam işçi kesiminin beklentisinin çok altında kalır. 

Bu durum her yıl böyle. Benim önerim her yıl asgari ücret tespit komisyonu belirlemeye ve bu komisyonun toplantı üstüne toplantı yapmasına gerek yok. Boşu boşuna komisyon üyelerine her toplantı için huzur hakkı vermeye de gerek yok. Öyle bir kural konmalı ki herkes özellikle işçi kesimi kaderine razı olmalı. Asla beklenti içerisine girmemeli. Kaderim kaderim demeli. Açıklayacağım rakam ve koyacağım kural, işveren kesimini memnun edecek. Hop oturup hop kalkmayacak. Enflasyon da verilen ücretten dolayı azmayacak.

Malumunuz 2019 net asgari ücreti 2020 lira 90 kuruştur. Benim önerim: 2020 yılında zam yapılmaması. Ücret miktarının 2020 lira olarak kalması, küsurat olan 90 kuruşun silinmesi ve her yıl bir lira artması.

Ne demek istiyorum?

2020 yılı asgari ücret 2020 TL
2021 yılı asgari ücreti 2021 TL
2022 yılı asgari ücreti 2022 TL
.....
2050 yılı asgari ücreti 2050 TL...

Sanırım koyduğum kuralın mantığını kavradınız. Hangi yıla gelinmişse ücret o kadar. Bu öneriye kimin itirazı olur? Ancak şapka çıkartılır. 

Gördüğünüz gibi konu memleket meselesi olunca çorbada tuz misali bir katkım olsun istedim. Getirdiğim öneri ile hükümetin eli rahatlayacak. İşveren daha bir köşe olacak. İşçi kaderine razı olacak. Enflasyon, artıştan dolayı etkilenmeyecek. Herkes önünü görecek. Aralık ayı nafile turları ile meşgul edilmeyecek. Burada tek dezavantajlı durum, komisyona katılanlar huzur hakkından mahrum kalacaklar. Bu kadar da olsun. 

Hasılı benim bu hesabıma göre 2050 yılının ücreti bile belli: 2050 TL...

Ne buyurdunuz efendim?