31 Ocak 2017 Salı

Problemi dışarıda ararken içeride buldum -I-

Okul müdürlerinin en fazla dert yandığı, zaman zaman yazı çıkardığı, toplantılara dile getirdiği konulardan biri ders defterlerinin  boş bırakılması, ya da imzalanıp konu yazılmamasıdır. Söylenene kimse kulak asmaz. Çünkü unuttuğunu kimse kabul etmez. Son çare ders defterlerini önüne alır, bir yanına da ders programını. Tek tek sayfaları kontrol eder.

Yöneticilik yaparken yardımcımın öğretmen olarak gitmesinden sonra yardımcılığa pek hevesli yabancı dil öğretmeni birini teklif ettim. Zaten yardımcım gitmeden önce yerini de yapmıştı. İdarecilikte gözüm yok ama sana yardım etmek için yapabilirim, eğer yardımcın giderse diyerek. Geçmişte okul müdürlüğü ve yardımcılığı yaptığını, aylıkla ödül dahil her türlü belgesi olduğunu ballandıra ballandıra anlatırdı bana.

Yardımcım ilişik kesip ayrıldıktan sonra şu bulunmaz Hint kumaşını kaçırmayayım diyerek yardımcı olarak başlattım. Dönemin başlamasından bir kaç ay sonra "Hocam bir yazı çıkartalım, defterler mantar tarlası gibi olmuş, unutulan ders konularını arkadaşlar bir yazsın" dedim. "Müdür Bey! Yazıya gerek yok, ben arkadaşlara söylerim" dedi. Tamam öyleyse dedim. Bir kaç hafta sonra ne yaptın dediğimde söyleyeceğim hocam dedim. Bekledim. Ders defterleri senin önüne geliyor, başkan getirdiğinde hemen not ediversen iyi olur, dedim tamam hallederiz dedi. Nihayet sene sonuna doğru yaklaştığımız bir hafta yardımcım iki günlüğüne izin almıştı, ders defterlerini odama aldım. Tüm defterleri sayfa sayfa kontrol etmeye başladım. Hangi gün, hangi saat, hangi öğretmene ait tüm boşlukları bir kağıda not ettim.  Not ettikçe hayretim daha bir arttı. Kızgınlık, kırgınlık hepsi vardı içimde.

Pazartesi günü yetiştiremediğim iki sınıfın defterlerini kontrol ederken yardımcım odama geldi. "Selamün aleyküm, kolay gelsin, müdür bey, ne var ne yok?" dedi. Aleyküm selam, teşekkür ederim, şükür iyiyim, dedim. Önümde defterleri kontrol ettiğimi göre göre ne yapıyorsun diye sordu. Hiç, problemi dışarıda ararken içeride buldum hocam dedim. "Ne demek, nasıl" dedi. Hocam gördüğün gibi konu yazılmamış ve imza atılmamış ders saatlerini çıkardım. Boşlukların çoğu maalesef bir kişiye ait. Dönem başladığından beri maalesef hiç yazmamış, dedim. O kim, dedi. Hocam sizsiniz dedim. Morali bozuldu. "Ben hepsini 15 tatilinde dolduracağım," dedi. Hocam, o zaman öğretmene, niçin defteri doldurmadığını nasıl söyleyeceğiz. Önce yardımcın doldursun derlerse ne diyeceğim. Bir denetim olsa ne diyeceğiz ayrıca dedim. Morali bozuldu, kararmaya başladı. "Bilmiyorsun benim durumumu, dedi. Nedir durumun dedim. Ben yazmayı bilmiyorum, yıllardır ara verince unutmuşum dedi. Odana geldikten sonra yazsan olmaz mıydı hocam dedim. Sustu.

Problemin nereden kaynaklandığı çözdüm ama pek hoşuna gitmedi. Öyle zannediyorum anlayışsız biri olmuşumdur onun nezdinde. Bakalım daha neler göreceğiz. Bütün derdimiz bu olsun. 31/01/2017

Karasınır ve Aşağı Çeşme


Her yerin, her bölgenin, her muhitin adı anıldığı zaman ilk başta akla gelen  yerleri vardır. Karasınır dendi mi? Aşağı Çeşme akla gelirdi. Yeni nesil bilmez. Şimdilerde tarih oldu,

Bugün orta yaş seviyesindeki herkesin mutlaka gittiği, kana kana suyunu içtiği, hemen altındaki söğüt ağaçlarının gölgesinde soluklandığı, anısının olduğu bir yer... Büyük-küçük herkesin buluşma yeri idi. Nereden geliyorsun/nereye gidiyorsun sorularına verilen klasik cevap 'Aşağı Çeşme' olurdu.

Aşağı Çeşme dendi mi hemen akla dokuz gözünden sürekli akan çeşmesi akla gelir. Önünde hayvanlar içsin diye uzun uzadıya ulanmış yalakları var idi. Çok amaçlı kullanılırdı bu çeşme ve yalakları. Hem insanlara hem de hayvanlara hitap ederdi. Hayvanlar yayılmadan gelince susuzluğunu yalaklardan giderirdi, gençler ve çocuklar ise bu yalaklardan yıkanırlardı. Gündüz bekçisi pek izin vermez, iştahlarını akşamın kararmasına saklarlardı. Kimi yüzmeyi bu yalaklardan öğrendi. Deniz ve göl vardı da gençler burayı mı tercih etti. Elde olan bu idi. Kimi yüzme, serinleme amaçlı, kimi de yıkanma/gusül ihtiyacını gidermek için atlardı bu yalaklara. İçindeki yosunlarına aldırmadan.

Su demek hayat demekti bizde. Bir bardak su verene "Su gibi aziz ol" denir bizim kültürümüzde. Su olur da gaz ve ördekler olmaz mı? Resimde de gördüğünüz gibi suyla hayat bulan tüm canlıların cirit attığı yer idi burası. Kimi eşeklerle, kimi de yürüyerek, kimi sırtına aldığı ıbrık, güğüm vb kap kacağı doldurmak için bu çeşmeye gelirdi. Çünkü beldenin tek suyu idi. Sonralarda her evin/hayatın önüne getirilen şebeke suyundan başka alternatifi olmayan tek suyumuz idi. Evin önündeki sular kesildi mi bu çeşmenin önünde alırdı herkes soluğu. Akar suyun fazlası ile beldenin bahçeleri sulanırdı. Yine şimdilerde mahalle pazarı olarak kurulan yerde tüm Karasınır halkına ait çızı adı verilen sebze ekilen küçük küçük yerler vardı. 9 gözlü Çeşme adı verilen bu sudan sulanırdı burası da. Bostan, salatalık, hıyar ne derseniz işte burada bol yetişirdi.

Bu çeşme ne zaman, kim tarafından yapıldı bilmiyorum. Resimde gördüğüm kadarıyla yapım yılı olarak 1970 yılı yazmakta. Daha önceki yıllara da ait olabilir. Kim bilir nasıl yapıldı? Büyük bir ihtimalle bu suyun beldeye getirilmesinde imece usulü çalışılmıştır. Her ne sebeple kim sebep olmuşsa, kimin dahli ve emeği varsa Allah kendilerinden razı olsun! Tarihini bilmesem de size birazcık işlevinden bahsetmiş oldum.

1990'lı yıllar belde ve kaza yapıldığı dönem idi. Siyasilerin seçim yatırımı idi bir yeri şehir yapmak. Nerede bir ev gördülerse burayı belde yapalım, bir kaç ev gördülerse ‘Burası ilçe olmaya layık’ diye seçim vaadinde bulundular. Karasınır da bu seçim vaadinden nasibini alan yerlerden biri idi. Hemen yanımızda bize üç km mesafede Güneybağ da ilçe sözü verilen yerlerden idi. Karasınır ve Güneybağ da -seçim vaadinin bir gereği olarak- iktidar partisinden belediye başkanlığını kazanınca iki beldenin birleştirilerek birinin Güney'i, diğerinin Sınır'ı alınarak Güneysınır adında bir ilçe ortaya çıktı. Bugün Karasınır ve Güneybağ isimleri mahalle olarak hayatiyetine devam etmektedirler. Doğal olarak şehir merkezi iki beldenin tam ortasına yapıldı. Verimli arazilere, üzüm bağlarına ve yeşilliğine aldırmadan.

Beldelerin ilçe yapılarak mahalleye dönüşmesinden sonra hemen hemen herkesin anısının olduğu dokuz gözlü çeşmemiz de bu yenilikten nasibini aldı. Bulunduğu yere park ve çay bahçesi yapıldı. Belediyelerin istisnasız tek başarılı olduğu alan park ve bahçe idi. Bizim tarihi çeşmemiz de bu şekilde tarih oldu. Ne çeşmemiz, ne çeşmeden faydalanılarak sulanan meyve bahçeleri, ne de resimde gördüğünüz üzüm bağları olan yeşil hüyüğümüz kaldı. Şehirciliğin girdiği her yer gibi bizim çeşmemiz  ve yeşilliklerimiz de güzel ve tatlı bir anı olarak tarihteki yerini aldı. 

Şimdi sizi bizim yöremizi -1970'li yılları- anlatan  iki şiirle baş başa bırakmak istiyorum. Şiirler, İlkokul öğretmenim Mustafa VAREL'a ait. Kendisi o yıllarda Karasınır İlkokulunda görev yapmaktaydı. Öğrencisi olmak şerefine nail oldum. Hep hayırla yâd ederim.  Kendisine ulaşıp şiiri istedim. 600 kadar şiiri olmuş. Yakında inşallah kitap olarak görürüz. Kulakları çınlasın. 
DESTANI KARASINIR
Karasınır'ı dolan da gör bey,
Ondaki her şey boldur ha boldur.
Anlatmak lazım ruhunda azim,
Bal gibi üzüm boldur ha boldur.
Târif gerekmez, gel de bir yol gez,
Köpüklü pekmez boldur ha boldur.
Güler varana, söyler sorana,
Türlü barana boldur ha boldur.
Derviştir kimi, ustadır tümü,
Ibrık güğümü boldur ha boldur.
Bembeyaz unu gel de gör şunu,
Şepit somunu boldur ha boldur.
Aşıkta sazı, ekmekte tuzu,
Ördeği kazı boldur ha boldur.
Avcının avı, tarlanın tavı,
Bulgur pilâvı boldur ha boldur.
Arkasında dağ, ön yanında bağ,
Çömleğinde yağ boldur ha boldur.
Pilavda kaşık, eller alışık,
Cepte günaşık boldur ha boldur,
Avda tazısı,  evde kuzusu,
Çeşmesinde su boldur ha boldur.
Dümdüz ovası, hoştur havası,
Demir kovası boldur ha boldur.
Çeşitli yemek, hamdolsun demek,
Nohut mercimek boldur ha boldur.
Bağı bahçesi, renk renk bohçası,
Buğdayın hası boldur ha boldur.
Ağıtlı yollar, Hu diyen kullar,
Kovanda ballar boldur ha boldur.
Katmerli börek, yak tandırı çek,
Kesmikle tezek boldur ha boldur.
Yazın gölgesi, tatlı su sesi,
Yaren demesi boldur ha boldur.
Gelince bahar şenlenir dağlar,
Hoş geçen çağlar boldur ha boldur.
Cennet her yeri, yoktur benzeri,
Taştan evleri boldur ha boldur.
                    ARZIHÂL
Ağam, beyim hoş geldiniz köyüme,
Şu dertlerin kervanına bir bakın,
Ziyaretle gayet memnun olmuşuz,
Gönlümüzün dermanına bir bakın.

Sıkıntıyı eleklerden eledik,
Türkü yakıp beleklere beledik,
Sizi gördük arz etmeyi diledik,
Arzıhâlin fermanına bir bakın.

Toprağımız verimli ya suyu yok,
Sulamaya bir parecik kuyu yok,
Derdimizle uğraşacak dayı yok,
Hâlimizin amanına bir bakın.

Yemez olduk ürün verir bağımız,
Döne döne vita olduğu yağımız,
Ağaç ile dolmak ister dağımız,
Bozkırların ormanına bir bakın.

Şu işsizlik günden güne artıyor,
Bizi bozuk kantarlarda tartıyor,
Darlığımız donumuzu yırtıyor,
Rezaletin zamanına bir bakın.

Pahâlılık cambaz oldu tel gezer,
Boş düşünce beynimizde bol gezer,
Arpa, buğday silahlandı kol gezer,
Hele onun samanına bir bakın.

Kesmik, tezek yakıtımız ısımaz,
Külü çıkar duman olur yasımız,
Pilav dolu sahanımız, tasımız,
Bay bulgurun harmanına bir bakın.

Bir söz deyin derdi nasıl tepelim,
Kalkınmaya nasıl hamle yapalım,
Verin beyim elinizi öpelim,
Gönlümüzün lisanına bir bakın.

Biliriz ki bunlar bizim derdimiz,
Geçinmiyor koyun ile kurdumuz,
Türk oğludur, Türkiye'dir yurdumuz,
Mânâsızın vatanına bir bakın.
 Mânâsız Karasınır /1973

Seçimle gelenden diktatör olmaz

Mini anayasa değişikliği ile ilgili hayır cephesinde yer alanlar "Tüm yetkiler Cumhurbaşkanında toplanıyor, denetim olmayacak, tek adamlığa doğru gidiyor, Meclis bypass ediliyor, yarın bu yetkiler bir başkasının eline geçerse vay bu ülkenin haline..." gibi eleştiri ve endişelerini dile getiriyorlar. Böyle bir risk barındırıyor mu? Evet. Bu risk her zaman için vardır.

Risk var diye mevcudu korumak mı lazım. Öyle zannediyorum, mevcuttan memnun olan pek yok gibidir. Mesele ön yargısız bir şekilde incelendiğinde bugünkü anayasamızda da tüm yetkiler Cumhurbaşkanında toplanmıştır. İsterse Cumhurbaşkanı hükümeti çalıştırmaz, kilitler. Nitekim bunun örneklerini bu ülke çok görmüştür. Çoğu zaman devlet krizine sebep olmuştur. Mevcut anayasamıza göre yürütme ile yasama aynı kişilerin elinde zaten. Yargımız ise evlere şenlik. Hiçbir zaman için bağımsız olarak kendi vicdanlarına göre karar vermedi. Ya hükümetle uyum içinde oldu. Ya da hükümetin karşısına geçip çalıştırmamak için uğraştı.

Mevcut anayasaya göre görev ve sorumluluklar kurumlar arasında dağıtılmıştır. Kurumlar devleti yönetenlerle uyum ve eş güdüm içerisinde olduğu zaman devlet sıkıntısız işlemiştir. Maalesef çoğu zaman anayasal kuruluşlar çatışmacı bir yol takip etmişlerdir. İşin garibi siyaset çözmek istemiş kurum ve kuruluşlar ise çözdürmemek için çaba sarf etmişlerdir. Sonuçta vatandaş siyaseti cezalandırma yoluna gitmiştir. Yeni değişiklikle beraber devletin kurumlarında bir uyum olacaktır ümidini taşımaktayım. Farz edelim ki bu yeni değişiklikle tek adamlığa gidilsin. Mevcut anayasada tüm kanun ve anayasalar, üçlü kararname ile atamalar zaten yine tek adam olan mevcut Cumhurbaşkanı tarafından yapılmıyor mu? Eski haliyle hantal bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Yenisiyle beraber devlet daha hızlı hareket alanı bulabilecektir.

Konumuz tek adamdı. Biz Doğu toplumları olarak zaten hep tek adamız, pek istişareye açık değiliz. Partisine hakim olana disiplinli deriz. Hakim olamayana bir partisine bile hakim olamıyor deriz. Ailelerdeki kavgaların temelinde benim sözüm olacak, senin ki olacak kavgası vardır. Kurumlarda hiçbir müdür emri altındakilerden itiraz beklemez. Hiçbir şeyh ve STK'da baştaki tek adamdan başkasının sözü geçmez. Doğu toplumlarında kurumsallaşma maalesef yok. Başarı ve başarısızlık kişilere bağlıdır. Siyasi parti başkanlarının hangi birinin sözü üzerine söz söylenir, söylemeye kalkan hemen partinin disiplin kuruluna verilerek sevk edilerek partiden ihraç edilir.

Hasılı biz zaten tekiz, sözümüzün üzerine söz söyletmeyiz. Dediğim dedikçiyiz. Yalnız şunu söyleyeyim, seçimle gelen seçmene hesap vereceği için diktatör olmaz. Çünkü zirvede kalması halkın teveccühünü kazanmasına bağlıdır. Türkiye'de esas korkulması gereken başarılı olacak bir darbe veya ihtilal sonrası gelecek azınlığın halka zorla tahakkümü söz konusu olabilir. Darbe ile gelen zaten ilk önce yürürlükteki anayasal mevzuatı çöpe atar. Kendi dağ kanunlarını uygular. 31/01/2017

Evet/hayır cephesi **

Mini bir anayasa değişikliği için referanduma doğru gidiyoruz. Sonuç ne olur bilinmez. Çünkü daha sandıklar konuşmadı. Şimdi var gücüyle evet/hayır cephesi oluşmaya/oluşturulmaya çalışılıyor. Sonuç ülkem için hayırlı olan olsun. Hayırlısı dendi mi sonuçlara katlanmak demektir. İstediğimizin olması değil. İstediğimiz olmuyorsa dünyanın sonu değil. Demek ki hayır olan bu imiş.

Evet/hayır cephesi kılıçları çekti bile. Kimi tek adamlığa gidildiği için hayır cephesinde, kimi de güçlü bir Türkiye için evet denmeli şeklinde atışlara başladı. Benim bildiğim siyasi partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının işi olması gerekirken bizim vatandaşımız üzerine vazife olmayan işlere girdi bile. Bırakalım siyasi partiler eteklerindeki taşları döksünler, evet ve hayırın gerekçelerini açıklasınlar. Biz de onları dinleyelim. Son sözü sandıkta biz söyleyelim. Sadece slogana dönük evet/hayır ihsaslarının kimseye faydası olmaz. Herhangi biri gerekçeleriyle birlikte eksik ve müspet yönlerini açıklayan bir ihsası reyde bulunursa doğru yanlış emek sarf etmiş, durumu değerlendirmiş derim. Hatta tebrik ve takdir ederim.

Sanal alemde evetçiler ve hayırcılar kutuplaşma seviyesinde basmakalıp sözlerle paylaşımlarda bulunmaya devam etsin. Niyetleri halkı etkilemek olsun. Kusura bakmayın, havanda su döversiniz. Bizde son sözü vatandaş söyler. Sosyal medyayı ve sanal alemi kullanmayan elleri nasırlı Anadolu insanı söyler. Yok ben söyleyeyim diyen olursa ne olur halkın anlayacağı şekilde paylaşımlarda bulunun. Evet paylaşımında bulunan bir çok okumuş ve bir yerde görev yapan kişiler Osmanlı Türkçesi ile evet'i paylaşıyor. Amaçları ne anlayabilmiş değilim. Sizin paylaşımını yaptığınız Osmanlıca'yı bugün halkın ekseriyeti maalesef okuyamıyor. Niyetiniz halka inmek ise onlara anlayacağı dilden yaklaşın. Konuştukları dil ile hitap edin. Osmanlıca paylaşmak, ben Osmanlıca biliyorum, haberiniz olsun demekten başka bir işe yaramaz. Bunu iyi niyetle yapıyorsanız yapmayın, kötü niyetle yapıyorsanız gördük, vazgeçin bu işlerden. Hayır cephesi ise Yedi Kocalı Hürmüz gibi. Sloganların arkasına sığınarak paylaşımlarına devam ediyor. Güya memleketi çok sevdiklerini izhar etmeye getiriyorlar. Mevcudu korumaya çalışmaktan ziyade bir başka amaçları görünmüyor. Ya da bu değişiklik kime yarayacak? Ona yar olacağına olmasın bu değişiklik havasındadır.

Sözün özü, ister hayır, ister evet cephesinde olun. İşimiz yok, paylaşacak bir şey yok, vakit geçiriyoruz diyorsanız sanal alemde kalabalık etmeye devam edin. Bir nebze de egonuzu tatmin etmiş olursunuz. Vatandaş kutuplaşmanın yanında değildir. Okumuşun yanında değildir, sanatçı ve aydınların yanında hiç değildir. Anadolu'nun çilekeş insanı sizden daha fazla bu ülkeyi, ülkenin nereye götürülmek istendiğini cahil(!) haliyle daha iyi biliyor ve inanın gereğini yapacak. Boşu boşuna birbirinizi hırpalamaya çalışmayın. Çünkü hakem ne diyorsa o olur. Siz gölge etmeyin, ihsan istemez. 31/01/2017

** 15/02/2017 tarihinde www.kahta.soz.com'da yayımlanmıştır.

Devlet malı yetim malı olarak görülmeli, deniz değil **

Kimin ne kadar maaş aldığını, özlük haklarının neler olduğunu, çalışma şartlarının ne şekil olduğunu bilmem. Hiç de merak etmemişimdir. Geçim konusunda hep kendimden daha düşük ücret alan, şimdilerde nispeten iyileştirilmiş olan asgari ücretlilere bakarım. Onlara baktıkça onlara acımakla beraber kendi halime şükrederim.

Ne kimsenin bindiği araba model ve markasını, ne de aldığı evi merak ederim. Başımı sokacak bir evim olmuşsa, beni bir yere getirip götürecek dört tekerlekli bir aracım olmuşsa halime şükür derim. Benim de en iyisi olsun diye borca girmem. Hep ayağımı yorganıma göre uzatmışımdır.

Devlette yönetici olarak çalıştığım müddetçe devlet malını korumayı kendime vazife edindim. Aldığım çıktı yanlış olmuşsa onu bir  başka yerde kullanmak üzere ayrı bir yere koyarım, zaman zaman müsvedde olarak kullanırım. Herhangi bir yönetmelik vb mevzuat çıkarılması gerekiyorsa öncelikle sayfaları düzenler, puntoları biraz daha küçültür, ardından arkalı önlü yazdırırım. Çalıştığım her bir yerde başta kurumun duvarları olmak üzere, sıra vb yerlerin karalanmaması için öncelikle öğrencilerime rehberlik yaparım. Fotokopi kullanımında öğretmenlerime ihtiyaçları kadar çekmelerini sürekli tembihlerim. Odam karanlık bile olsa kolay kolay ışık yakmam. Veli mi aranacak halihazırda sabit telefon fazla kalmadığı için veliye hep kendi cep numaramdan ulaştım. Öğrenci ailesini mi arayacak. Kendi telefonumdan aradım hep. Zira yetim malı olarak bilirim. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır. 

Son çalıştığım okulda okul yönetimi geçen yıl elli bin lira fotokopi ücreti ödemesi yaptıktan sonra bu yıl fotokopiden elini eteğini çekti. Şimdi öğretmenler evinden fotokopi kağıdını getiriyor, firma ile anlaşılmış fotokopi makinesinden şifresine göre çekiyor. Öğretmen alabilirse fotokopi ücretini öğrenciden alacak. Bir çok öğretmen kendi cebinden karşılayacak şekilde çekim yapıyor. Bir kısmı da elli kuruş, bir lira şeklinde öğrencilerinden dilenciden para ister gibi topluyor. Hiç bir teneffüs yoktur ki yanımızdan geçen bir öğrenci öğretmeni durdurarak "Öğretmenim telefonunuzu verip ailemi arayabilir miyim" diye telefonunu istemesin.

Yeri geldiği zaman hastalanan çocuğu kendi aracıyla evlerine teslim eder öğretmen ve idareci. Çatı mı akıyor, gerekirse çıkar kendi değiştirir kiremitleri. Boya mı yapılacak gerektiğinde eline alır fırçayı bir kaç fedakar ve gönüllü personel ile birlikte okulu boyar. Sırf okulun parası gitmesin, ya da parası yoktur, maliyet olmasın derdindedir.

Derdim okulları acındırmak ve okullarda çalışan yöneticilerin dürüst ve fedakar olduğunu anlatmak değil. Anlattığım lokal bir durum değil. Üç aşağı beş yukarı bir çok okulda meydana gelen durumlardır. Gelmek istediğim nokta son günlerde bir vekile bir aylık iletişim ve posta giderinin bir milyon iki yüz bin lira geldiği şeklinde çıkan haber dolayısıyla bu konuyu ele almak istedim. Vekillerin bir aylık iletişim ve posta giderleri iki maaşlarıyla sınırlandırılmış. Geçerse vekil kendi cebinden ödüyor, geçmezse devletin sırtından ödeniyor. Vekilin dışında diğer bölümlerde görev alan divan üyesi gibi vekillerin harcamalarında ise sınır yokmuş.

İnanın vekillerin özlük haklarını çok bilen ve merak eden birisi değilim. Nasıl olur da vekilin iletişim ve posta giderleri bütçeden karşılanır? Görende bu adamlar sanki meccanen çalışıyor sanır. Devlette en üst seviyede maaş ve özlük haklarına sahip vekillerin yolluk, harcırah, iletişim ve posta masrafları niçin devletin sırtına yüklenir? Mazbatayı aldıktan sonra vekillerimize bu kadar verilen hak doğru mu? Haydi hak verildi, vekilin yağma Hasan’ın böreği gibi saçıp savurmasına ne demeli? Daha devlet, okulların fotokopi vb gereksinimlerini tam karşılayamazken vekillere verilen bu hakların mutlaka sorgulanması gerekir. Benim bildiğim önce zaruri ihtiyaçlar giderilir, daha sonra lüks harcamalara sıra gelir.

Ekonomik bir dar boğazdan geçtiğimiz bu günlerde her alanda tasarruf yapmamız kaçınılmaz iken tasarrufu ilk önce vekillerin, TBMM’nin yapması gerekir. Her harcayacakları zaman devlet malını yetim malı olarak görmeliler. Devletin malı bu şekilde hoyratça kullanılmamalı. Deniz olarak görülmemeli. Her şeyden önce verilen her hak hak değildir. Her hakkı sonuna kadar kullanmak doğru değildir, mevzuatta yer alsa bile. Bugün ülkenin alt tabakasında çöpten para kazanmaya çalışan insanlarımız var iken vekillerimizin Lale Devri’ni yaşamaları hiç mi hiç doğru değildir. Gündemde olduğu için vekilleri ele aldım. Elinde sınırsız imkanı olan tüm üst rütbede görev yapan bürokratlarımız için de aynı durum geçerlidir.

Kişilere yapılan haksızlıklar günü gelir, karşılıklı helalleşilir. Pekiyi devlet malını fütursuzca harcayanlar yarın hangi birimizle helalleşecekler? Bu durumun da mutlaka göz önünde bulundurulması gerekir. 31/01/2017

31/01/2017 tarihinde Kahta.soz.com  gazetesinde yayımlanmıştır.


Ben bu pazar evden niye çıktım ki?

Normalde pazar günleri evden çıkmam. Kendi halimde dinlenmeye çekilirim. Çoluk-çocuğumu yanıma alarak ziyaretlere ayırdım günümü. Arabaya bindim. Benzin ibresi yanıyor. Çektim bir benzin istasyonuna. Yakıtı 5.45 TL görünce nutkum tutuldu. Çünkü nice zamandır ne arabamı görüyor ne de yakıt alıyordum. Sabah sabah arabaya binmek bana pahalıya patladı ama olsun.

Ziyaret edeceğim kişilerin kimi hasta, kimi baba dostu, kimi ahbap. Eli boş gidilmez diyerek markete girdim, 5 ayrı hane için çam sakızı çoban armağanı bir hediyemi aldım. 3 haneyi kısa süreli bir ziyaretten sonra ziyaretimize biraz ara vererek bu soğukta davetli olduğum bir düğüne uğramak için düğün salonunu bulmak için epey bir çaba sarf ettim. Nihayet salonu bulduk. Epeydir ara verdiğimiz Konya düğün yemeği için boş bulduğumuz bir masaya oturduk. Oturduk oturmasına ne düğün sahibi ortalarda gözüküyor, ne de servis yapanlar. Nice sonra elinde bir pilav tabağı ile bir genç geldi. "Konya menüsünün sırası mı değişti yoksa" dedik. Görevli: "Hayır değişmedi, yemek kalmadı" dedi. Ardından tasın yarısına kadar katılmış bamyamız geldi, bir pilav daha derken arkası kesildi. Nasibimiz bu kadarmış dedik kalktık. Düğün sahibini nihayet görebildim. Garibim yemek yetmeyince sanırım kuytu bir yere sinmiş olmalı. Yanına vararak hayırlı olsun dedim. Hediye olarak para takdim ettim. "Yemek yemedin mi" dedi. Yedim dedimse de benden önce bir başkası haber vermiş olmalı ki, düğün sahibi "Yok yememişsin" dedi. Nasibimiz kadar yedik, düğün bu. Olur böyle şeyler dedim, vedalaştım.

Salondan aşağıya inerken baktım orada çay servisi yapılan bir yer var. Bu soğukta aç da olsam içimi ısıtır, bir bardak çay içeyim dedim. Çayın da mı bitti dedim. Evet çay da bitti dedi. Vardığım yeri kurutmuştum. Huyum kurusun!

Düğün evinden ayrıldıktan sonra bir büyüğümüzü daha ziyaret ettik. Kısa bir ziyaretten sonra vedalaştık. Düğün yemeği diye getirdiğin çoluk çocuk yemek yiyemediyse ne yapılır? Soluğu lokantada aldık. Hediyesini ödeyip çıktık. Ardından bir hasta ziyareti daha yaptıktan sonra 22.30 sularında evime geri döndüm.

Öğle vakti çıktığım evimden akşama kadar epey bir ziyaret sığdırdım. Ama bu çıkış bana pahalıya patladı. Arabaya yakıt+ ziyaretlere hediye+ düğüne hediye+ düğün yemeği yerine lokanta masrafı...derken soluğu evde aldım. Benim evde yaptığım hesap çarşıya uymadı, kafa dağıtacağım derken para dağıttım. Cebim boşaldı. Siz siz olun, pazarınızı evde geçirin. 30/01/2017


İçi kötülük dolu bir insanı tedavi etmek sevaptır

Son yıllarda MEB'de yemekli toplantılar, seminerler ve çalıştaylar beş yıldızlı otellerde yapılır oldu. Manidar olmaya manidar ama vardır mutlaka bir hikmeti! Biz hikmetini bilmesek de öküzün altından buzağı aramaya devam edelim.

Eskiden nasıl olurdu, nerede olurdu diye bir soru aklınıza gelebilir. Bilmeyenler için kısa bir açıklama yapalım. Eskiden seminer, kurs vb hizmet içi programlarından merkezi olanları Yalova, Rize, Erzurum, Mersin, Aksaray gibi devlete ait eğitim enstitülerinde yapılırdı. Buralar da beş yıldızlı otelleri aratmaz. Mahalli hizmet içileri ise il merkezindeki herhangi bir okulun konferans ve çok amaçlı salonlarında yapılırdı. Mahalli olanlarında etkinliğe ev sahipliği yapan okul veya kurumun rahatsız olmasından başka  bir masrafı olmazdı. Merkezi olanların da ise katılımcıların yol ve iaşe bedelleri devlet tarafından karşılanırdı. Kısa bir süre bakanlık yapan Ömer DİNÇER merkezi hizmet içi programlarının devlete ağır yükler getirdiğini ifade ederek özellikle merkezi hizmet içi programlarını kaldırmıştı.

Ömer DİNÇER'den sonra köprünün altından epey sular aktı. Sonraki gelenler çözüm yolunu buldular. Daha az masraflı olan özel sektöre ait beş yıldızlı oteller, özellikle sahil kenarında bulunanların yegane müşterileri şimdi MEB personeli oldu. Hesap kitap işlerinden pek anlamam. Benim anlayışıma göre devlete ait yerlerde yapılan bu tür etkinlikler daha ucuza, oteller ise daha pahalıya gelir. Hız kesmeden çalıştay adı altında yapılan programların değişmez adresi lüks oteller olduğuna göre demek ki buralar daha ucuz. Her konuda olduğu gibi yine bu konuda da yanılmışım. Benim gibi müspet ilim özürlü birinin yapacağı hesap da ancak bu kadar olur. İçim fitne kaynıyor belli. Nasıl tedavi edeceğim bilmiyorum. Aslında hemen hemen her konuya el atan devletimiz içimdeki kötülüğü tedavi edecek bir yol ve yöntem bulsa fena olmaz sanırım. Çünkü içim içimi kemiriyor, homurdanmaya başlıyorum. Şu içimden geçenlere bir bakın hele. Bir Müslüman bakış açısına yakışıyor mu?

Kamuya ait her türlü etkinlikler, hizmet içi programları devlete ait olan yerlerde yapılmalıdır. Oteller daha pahalıdır.  Sanki oteller rezerve edilerek birilerinin cebi dolduruluyor, belki de bedel ödeniyor. Kim bilir işletmeci seçim çalışması öncesinde vekilini, siyasetçisini maddi ve manevi olarak destekledi de şimdi bedel ödeme sırası karşılıksız iyilik görende. Hizmet içi programları, çalıştaylar bir problemi çözmek, çalışanlarına yeni bir ufuk kazandırmak için yapılıyor, yapılması da lazım. Fakat problemler kuş tüyü yataklarda yatarak, yumuşak koltuklarda oturarak giderilemez. Sonra başkası ne der. Buralara ödenen paralarda tüyü bitmemiş yetimin hakkı var, caiz mi? Başkasının ağzını büzemezsin ki. Yetkililer, özellikle dini duyarlılığı olanlar kılı kırk yararcasına yoğurdu üfleyerek yemeli. Devletin malını deniz, yemeyen keriz mantığı içerisinde olmamalı... gibi şeyleri maalesef şeytan-ı aleyhillane hep vesvese veriyor.

Bereket benim gibi içi fitne dolu insanımızın sayısı pek yok. Bu duruma ne kadar şükretsek azdır. Benim gibi kadir ve kıymet bilmeyen, mide bulandıran tipler maalesef hep oluyor. Hoşgörünüze sığınarak beni affedin, idare edin. Beni tedavi edebilirseniz size hep minnettar kalırım. Zira içi kötülük dolu beni tedavi etmek sevaptır. Ayrıca size verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilerim. Siz yolunuza devam edin.  Kafanıza takmayın. ben dişimi gösterir dururum. Korkmayın! ısıracak köpek işini göstermez. 30/01/2017


30 Ocak 2017 Pazartesi

Birbirimizin cahiliyiz. Hem de zır cahili

Günümüzün haber alma, bilgi edinme yollarının başında sosyal medya ve sanal alem gelir. Kişinin; yemesini, içmesini, gezmesini, görüşmesini, hastalanmasını, ameliyatını, iyi ve kötü hissetmesini, bir konuda görüş bildirmesini, nerede olduğunu sanal alemden öğreniriz. Günümüzün paparazzisi yani.

Doğru-yanlış bilgilerin paylaşım adresi olan bu alem aynı zamanda kutuplaşma, taraftarına mesaj verme, taraftar kazanma ve egoların tatmin edildiği yerdir. Bu aleme karşı değilim. Yeter ki yerinde ve zamanında sadra şifa olacak paylaşımlar olsun.

Burada üzerinde vurgu yapacağım görüş bu alemin kutuplaşma aracı olarak kullanılması. Memleketi ilgilendiren konularda insanların görüşlerini objektif olacak şekilde değerlendirmesini faydalı da görürüm. Fakat oldum olası sloganvari paylaşımlara sıcak bakmam. Faydalı da görmem. Aklın örtüldüğü, duygu ve hislerin düşünce diye paylaşıldığı bu tip paylaşımlar taraftarına mesaj, rakiplerine kulağı kapalı paylaşımlardır. Kör ve sağırlara oynanır. Kimse kimseyi de ikna edemez, germekten başka.

Slogan paylaşımlarında dezenformasyon, bilgi kirliliği, tedhiş ve yıldırma söz konusu. Aşırı fanatikliğin bir ürünü olan bu paylaşımlarda bugüne kadar birbirini ikna eden görülmüş değildir. Çünkü her bir taraftarın diğerine karşı gözü, kulağı, kalbi kapalıdır. Bu aleme girenler cahil olsa derim ki cahilden fazla bir şey beklenmez zaten. Bu alemi kullanan ve milleti kutuplaştıranların ekseriyeti okumuş kesimdir. Maalesef farklı görüşe kapalı okumuşlardır bunlar. Ne genele bir şey verir, ne de alır. Dediğim dedikçidir bunlar. Kendisini akıllı, zeki, fikrini en doğru fikir olarak görür. Farkına varmadan birisinin peşine takılır, kılıçları kuşanır. Aklını birilerine kiraya verdiğini bile düşünemez. Görüşün kendisine değil, söyleyene göre tavır alır. Böylelerine sözün geçmez. Birinin fanatiğidir artık. Bu durumda belki cahile söz geçirirsin, fakat bu tiplere ağzınla kuş tutsan kendini ve fikrini beğendiremezsin. Bu pozisyonuyla cahilden beter bir durumdadır. Böylelerinden mümkün olduğu kadar uzak durmak ve tartışmamak gerek. Hani Gazali'ye ait "Cahillerle tartışmaya girmeyin. Çünkü ben onları hiç yenemedim" sözü zikredilir ya. İşte öyle bir şey. Bu tipler okumuş cahillerdir. Kendi fikrine ve zikrine de aşıktır. Ya şakşakçı, ya muhaliftir. Bunların biri Musa, diğeri İsa'dır. Her ikisi ne de söyleyecek söz zaittir, havanda su döğmedir. Nuh der, peygamber demezler.

Söz, ikisinin arasında kalan, sözü kimin söylemesinden ziyade söze bakan tiplere söylenir. Bunlar Muhammed'dir. Ne İsa'ya, ne de Musa'ya yaranırlar. Doğruya doğru, yanlışa yanlış derler. Sırtlarında yumurta küfesi yoktur. Kimseden bir beklentileri de olmaz. Kimsenin kınamasına aldırmazlar. Bunlar orta yolu tutanlardır. 30.01.2017

Adı altın harflerle yazılacak vekil ***

Ülkenin gündemi hiç bitmiyor, her güne yeni bir gündemle başlıyoruz. Hele bir haber var ki, gündemi takip etmediğime üzüldüm.

Bir vekilimizin telefon konuşması ve posta giderleri bir milyon iki yüz bin lira gelmiş. Bu vekilimiz bu temposuyla takdir alacağı yerde maalesef meyve veren ağacın taşlanması misali tekdir görmeye başladı. Her türlü haberleşme vasıtalarında tu kaka yapılması için düğmeye basıldı.

Ben aynı kanaatte değilim. Her şeyden önce bu vekilimizin heykeli Meclis'in önüne dikilmeli, ismi altın harflerle yazılıp Meclisin en uygun yerine kazınmalı. Hatta alanında kimsenin kıramayacağı bir rekorun sahibi olduğu için Guinness Rekorlar kitabına direk eklenmesi için ilgili mercilere girişimde bulunulmalı. Neden bu kadar iltifat denirse? Öncelikle teessüf ederim iltifat değil, bir gerçek ve realite var orta yerde. Bir defa vekilimiz çok çalışkan. Hiç bir günü diğer gününe eşit olmaması için daha fazla konuşmuş. Kendisine verilen sınırsız konuşma ve posta hakkının  bir kısmını kullanmış. Çünkü zikredilen rakam bir sınırı ifade ediyor. Bildiğim kadarıyla sayı ve rakamlar sınırsız. Meclis'in yanan ışıklarını söndürmesinde de görüleceği gibi tasarruf sahibi biri vekilimiz. Aslında daha fazla fatura bedelinin gelmesini de sağlayabilirdi.  Sınırsız hatta sınır koymuş. Ah bu tasarruf yok mu? Vekilimizi, bağrına taş bastırarak durduran da bu duygu olsa gerek. Sonra vekil hiç konuşmayıp da domuz mu olsaydı. Kendisine vermişler bir deniz, olmamak için domuz, vermiş kendini çeneye.

Her ne kadar basında kötü reklamı yapılsa da reklamın iyisi kötüsü olmaz. Böyle yapmakla aynı zamanda meşhur oldu. Daha önce adı-sanı duyulmayan bir vekil iken bu vesileyle Türkiye'nin gündemine oturdu. Artık herkes "İşte bu, o vekil. Analar neler doğurmuş" diyecek.  Öyle zannediyorum bu vekilin bahtı da açılacak. Çünkü GSM operatörleri hattını taşıması için öyle zannediyorum yüklü transfer ücreti bile teklif edecekler.

Biliyorsunuz önceki yıllarda olduğu gibi biz bu sene de Avrupa'da konuşma şampiyonuyuz. Bu şampiyonada bu vekilin katkısı yadsınamaz. Bu yüzden biz ona minnet borçluyuz. Böylesi kalifiye ve dili çalışan bu vekilin dilini eşek arısı sokmadan önce güvenliğini sağlamak için emniyet tedbirlerini artırmak gerek.


Bu millet bu telefon faturasına gelinceye kadar neler ödedi, neler ödedi. Yıkılmadı, hala dimdik ayakta. Merak etmeyin, bunu da öder. Yeter ki vekilimiz bu işi nasıl becerdiğini bize bir açıklasın. Yoksa merakımızdan çatlarız. Hani gencin biri köyden şehre amcasının evine ziyarete gelmiş. Gece yatarken tuvalet ihtiyacı olmuş. Evin yabancısı olduğu için wc'ye çıkamamış. Son çare cebinden çıkardığı mendilinin içine yapar büyük abdestini. Sabah olmadan bu mendilin icabına bakayım derken pencereden dışarıya atmaya karar verir. Maalesef attığı tavana yapışır. Sabahleyin amcası: "Yeğenim, her şeyden geçtim, kokuya da aldırmıyorum, evin ve tavanın battığına da. Sahi, sen bunu oraya nasıl yaptın? Bunu açıkla" diye sorar. Hikaye burada biter. Çünkü gencin ne cevap verdiği hala bilinemiyor. Bu vekilimiz bu hikayedeki gibi bizi merakta bırakmasın. Ne olur, bunu açıklasın. Sahi, bunu nasıl yaptı?.. Belki de ülkenin bugünkü durumuna çok üzüldüğü için üzüntüsünden ne yaptığını bilmiyordur. 30.01.2017

01/02/2017 tarihinde ladik.biz de yayımlanmıştır.

29 Ocak 2017 Pazar

Hiç sorumluluğu olmayan alan hep muhalif olmaktır

Hiç taşın altına elimi sokmayayım, hiç sadra şifa olmayayım, hiçbir iş ve şeyde sorumluluğum olmasın istiyorsan hayatta hep muhalif olacaksın.

Nasıl olacak bu iş dersen? Çok kolay. Birinci görev ve vazifen her şart ve ortamda iyi-kötü her şeye karşı çıkacaksın. Mesela bir bardakta su var. Bardağın dolu tarafını görmeyeceksin. Taşmasın veya taşınması kolay olsun diye üstünde dudak payı bırakılmıştır. İşte sen o boşluğu göreceksin. Bu konuda yapman gereken tek şey vicdanını bastırmaktır. Vicdanına mağlup olup da bardağın dolu tarafına bakarsan geçmiş olsun, artık senin muhalifliğinden söz edilemez. Cenazenin kılınması gerekir. Çünkü vicdanına söz geçiremeyenin muhalefette işi olamaz.

Bir gün beni başa, sorumlu makama getirirlerse diye fazla üzülme! Çünkü gelemezsin, gelmek istesen de halk getirmez. Bu yüzden için rahat olsun. Bol keseden atıp bol keseden konuşacaksın. Yapman gereken tek şey her şeye karşı çıkmaktır. Bu da zor değildir. Üstelik hiçbir maliyeti de yok.

Bir gün tüm insanlar ittifakla "Bu dünyada senden dürüst kimse yok, herkes denendi, senin ağzından bal damlıyor, gel seni başımıza başkan yapalım" derlerse ona da karşı çık, bu işte bir oyun var diye.

Gördün mü bu yolu izlediğin zaman konuşmanın, bağırıp çağırmanın hiçbir sorumluluğu yok. Tabi bu işi yaparken seni alkışlayacak, sürekli seni motive edecek, şakşakçılık yapacak, egonu tatmin edecek küçük de olsa bir grubun olacak. Öncelikle bunun için çaba sarf etmen gerekecek. Bunu yapmazsan seni kimse alkışlamazsa o zaman muhalefetin beş para etmez.

Muhalefet yaparken sakın ola, yapıcı muhalefet yapmayacaksın. Yol gösteren olmayacaksın. Alternatif yol gösterirsen de makul olmasın. Yapılması muhal olan yol göster. Sözlerine başlarken ben olduğumda diye başla. Zaten sen başa gelmeyeceğin için her söz senin için mubahtır. yani senin muhalefetin hep müzmin muhalefet olacak. haydi göreyim seni!.. 29/01/2017

28 Ocak 2017 Cumartesi

Bil ki istenmiyorsun!

Bir yerde istenmediğini nereden anlarsın? Birinin kalkıp seni burada istemiyoruz diye ifade etmesine gerek yok. İstenmeyen yer, ortam veya kişi bilerek veya bilmeyerek birçok ip ucu verir. Tabii anlayabilirsen.

Konuşursun; ya seni dinlemez, ya da dinler gibi görünür. Test etmek için konuşmana biraz ara verdikten sonra istersen "Nerede kalmıştık" diye bir sor. Bilirse dinleniyorsun, bilmezse dinlenmiyorsun.

Konuşurken cümleni bitirmeden araya giriliyorsa bil ki ne dinleniyor ne de isteniyorsun.

Seni tanıyan bir topluluğun içine girdin, verdiğin selam bile alınmamışsa orada fazla eğlenme, istenmiyorsun. Selamını ağızlarının ucuyla aldılar; sana merhaba, günaydın, iyi günler demeden ara vermeden konuşmalarına devam ediyorlarsa yine istenmiyorsun. Selamını aldıktan sonra yaptıkları konuşma kesilir, susarlarsa ya da konu değiştirilirse senden rahatsız olmuşlardır, istenmiyorsun.

Birine konuşurken yüzüne bakmaz uyuklarsa, bir başka yeri seyrediyorsa önemsenmiyor ve istenmiyorsun.

Vardığın yerde daha önce tanımadığın biri var, diğer tanıdıkların onu sana, seni ona tanıtmazlarsa ya da tanış olmadığın 'Kimsin, necisin' demeyip uzun bir süre bir ve beraber oturuyor iseniz çok önemsenmediğin için tanıtma ihtiyacı hissetmemişlerdir. Burada da etkisiz elemansın.

Daha önce birlikte çalışırken iletişim numaranızı karşılıklı aldığınız birini ayrıldıktan nice sonra aradığında "Kimsin, çıkartamadım" cevabı alıyorsan, ardından "Hat değiştirmiştim...telefonum arızalanmıştı, servisten geldi...telefonum suya düştü..." türünden açıklamaların bir kısmı gerçeği yansıtmayabilir. Kalbini bozma ama yine de aklının bir köşesine yaz. Çünkü aklından çıkardığı gibi cebinden de silmiş olabilir, çok da aranan biri değilsin.

Bir ortamda açılan bir konu üzerine görüş ve düşünceni paylaşmış olabilirsin. Aylar ve yıllar sonra görüşünün haklılığı ortaya çıktığında bilgi paylaşımı yaptığın kişilerden biri: "Arkadaş, bunu sen daha önce söylemiştin" demezse veya "Bu görüşü daha önce aranızda ben paylaşmıştım" dediğinde evet şeklinde bir onay almıyorsan daha önce paylaştığın bilgi havaya gitmiş, öylesine söylenmiş, kimsede iz bırakmamış, tesir etmemiş anlamına gelir.

Bir konuda duygu ve düşünceni paylaştığın bir yazın arkadaş ve dost ortamlarında gündeme gelmiyor, yazdığına paralel görüşler ortaya atılmasına rağmen "Bu konuya siz de bu açıdan bakmışsınız" denerek atıf yapılmıyorsa demek mi yazın gündeme gelmiyor, okunmuyor, tesir etmiyor demektir.

Sanal alem paylaşımların görmezden geliniyor, tasvip ve eleştiri almayıp es geçiliyor ise ya yoksun, ya ilgi çekmiyorsun, ya da yok kabul ediliyorsun. Dikkat et! Gölge etme denmek isteniyor.

Çalıştığın, uğradığın yerde gelişin ve gidişinden kimsenin haberi olmazsa ha varlığın, ha yokluğun. Etkisiz elemansın yine.

Yazı gönderdiğin gazetende yazının çıkıp çıkmadığından kimsenin haberi olmuyor, bir eksiklik var denmiyorsa varlığın ve yokluğun hissedilmiyor.

Karşılaştığın biri sana hal ve hatır sorduktan sonra  ağzını açıp daha cevap vermeden başka bir işle uğraşıyor veya başka bir soru soruyorsa: "Sana öylesine, adet yerini bulsun diye sordum. Sakın bu jestimi sana değer veriyorum şeklinde anlama, senin nasıl olduğun çok da umurumda değil" demektir bu.

Birlikte oturduğun kişi ile hal hatırdan sonra sen ona o sana bakıyorsa ikinizin de birbirinize verebileceği bir şey yok. Sözün, muhabbetin tükendiği yerdesiniz. Biriniz diğerine anlatıver dediğinde ne anlatayım sen anlat dedikten sonra yine susmaya, susma orucuna devam ederseniz en iyisi ayrı yerde oturacak şekilde ayrılın birbirinizden.

Yanına vardığın kişi elinde telefon, doğru dürüst yüzüne bakmıyor; sen konuş ben seni dinlerim diyorsa, konuştuğunu yarım ağız 'hı, mı' öyle ile geçiştiriyorsa vedalaşmadan yanından ayrıl. Zaten haberi olmaz. Sen onu oyuncağıyla baş başa bırak.

Evine misafirliğe gelen biri daha sen ona hoş geldin demeden senden evin internet şifresini istiyorsa şifreyi ver, sen de öbür odana çekil istirahatına bak. Böylece sen onu, o da seni rahatsız etmemiş olursunuz.

Yıllardır görüşmediğin bir tanıdığın ile bir caddede karşılaştığın zaman seni görmezden gelip geçip gidiyorsa ya da sadece kafasını selam verir gibi eğip geçip gidiyorsa "Yıllardır görüşmemenize rağmen seni hiç özlemedim; ne soracağım var ne de senden istediğim. Bu kafa sallama bile sana yeter. Ancak bu kadarsın, benden daha fazlasını isteme" demek istiyor olabilir.

Bir tanıdığını telefonundan aradın, cevap vermedi. Müsait değildir vermemiş olabilir. Cevapsız çağrıyı gördükten sonra aramayıp sana geri dönmüyorsa ve günler sonra bir araya gelip görüştüğünüzde hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorsa, ya da 'Çağrını sonradan gördüm' gibi sözler söylerse onu bir daha rahatsız etme. "Ne zaman aradın, benim niye haberim yok, görsem mutlaka dönerdim" diyorsa yine aklının bir köşesine yaz. Denemek için daha sonra istersen bir defa daha ara. Durum nedir, senden öğrenmek isterim bu durumu.

Bir dostuna şu konuda senin bilgine ihtiyacım var; şu konuyu, bu kişiyi bir araştırıver, senden haber bekliyorum gibi bir sorumluluk vermişsen daha sonra karşılaştığında "Benim o işi ne yaptın" dediğinde "Hangi iş diyorsa" içinden ya sabır çek. Bir daha da ona iş verme. İlgi ve alakası için ona teşekkür et, hemen ayrıl oradan...

Daha sayayım mı sana, istenmediğini anlatmak için? Yok hala bir şey anlamadıysan dediklerimi yok say gitsin. Bil ki  sana davul zurna bile az. 28/01/2017







Sormuşlar...

Ünlü bir filozofa sormuşlar:
-Servet ayaklarınızın altında olduğu halde neden bu kadar fakirsiniz?
Filozof cevap vermiş:
-Ona ulaşmak için eğilmek lazım da ondan...
***
Sokrat ölüme mahkum edildiğinde eşi:
-Haksız yere öldürülüyorsun diye ağlamaya başlayınca,
Sokrat:
-Ne yani, bir de haklı yere mi öldürülseydim?
*** 
BEŞ İNCELİK
Konfüçyus dedi ki: "Beş inceliği yücelt, dört kötülükten kurtul."
Öğrenci sordu: "Bu beş incelik nedir?"
Konfüçyus dedi ki: İyi insanlar:
. Müsrif olmadan eli açık olurlar; 
. Gocunmasız çalışkan olurlar;
. Haris olmadan istek duyarlar;
. Mağrur olmadan rahat davranırlar;
. Ürkütücü olmadan saygın olurlar."
Öğrenci sordu: Dört kötülük nedir?"
Konfüçyus yanıtladı:
. Nasihatsız infaz etmek, bu gaddarlıktır.
. Öğretmeden başarıları ölçmek, bu kabalıktır.
. Yönetimde gevşek olup sınırlar koymak, bu kötü niyettir.
. Başkalarının hakkını verirken cimri davranmak, bu bürokrat olmaktır. 28/01/2015

İncir çekirdeğini doldurmayan toplantılar...

-Nereden geliyorsun?
-Toplantıdan.
-Ne toplantısı bu durmadan?
-Yöneticilerimizin aklına estikçe...
-Sonuç, var mı bir gelişme. Neyi çözdünüz bugüne kadar?
-İncir çekirdeğini doldurmaya çalışıyoruz.
***
-Osmanlı niçin yıkıldı?
-Dışarıdakilerin emelleri, içerideki uzantıları sayesinde.
-Bizim yöneticiler armut mu topluyordu bu esnada?
-Bizimkiler yoğun bir şekilde çalışıyorlardı.
-Devlet yıkılırken ne işi bu?
-Toplantı üzerine toplantı yapıyorlardı. Birinden çıkıp diğer toplantıya geçiyorlardı.
-Toplantılardan sonuç almışlar mı bari?
-Nerede! Nafile turlarıydı onlarınki. O kadar toplantı sığdırmışlar bir güne. Ama, canım Osmanlı'yı yıkılmaktan kurtaramamışlar. 28/01/2016

Alın turşusunu kurun! *

Yunanistan'a kaçan darbecilerin Türkiye'ye iadesini komşumuz reddetmiş. Hayırlı olsun. Tepe tepe kullansınlar. Hatta turşularını kursunlar. Batmış bir ekonomileri olmasına rağmen az bir fedakarlık daha yaparak heykellerini diksinler. Geçmişe dayanan komşu düşman kardeşliğimiz var. Düşmanımın düşmanı dostumdur mantığının gereğini yapmaları meşreplerine de uygundur ne de olsa.

Açlıktan ağızları kokuyor, neredeyse birbirlerini kıracaklar, personel maaşını vermek için dilenip duruyorlar. Alışkınlar ne de olsa. Üç-beş kuruş daha dilenip bizim darbe artığı, asker bozuntularını beslesinler. Ölmüş eşek kurttan mı korkar. Nasılsa Batı'nın yaramaz çocuğu. Yıllardır DHKP-C'yi besliyorlardı zaten. Ha bir sekiz tabak daha ilave ederler olur biter. Değil mi ki bunlar TC'ye düşmanlar. Gerekirse devletlerini satar, yine bakarlar bizim başarısız, beceriksiz hainlerimize. Hatta bu darbeci artıkları hoşlarına gittiyse bizde daha epey çok, bunların general seviyesinde üst rütbelileri de var bizde. Verelim onlara da baksınlar ömür boyu. Üstelik yetişmiş eleman. Rütbelerine göre Yunan ordusunda görev versinler. Ordu adlarını da değiştirsinler. 'Yunan Hain Ordusu' adını versinler. Hatta onlardan casus olarak bile faydalanabilirler. Ne de olsa içimizde biz besledik, biz büyüttük onları. Kendilerine bilgi akışı da sağlarlar.

Ağzından bal damlıyor, hay aklınla bin yaşa. Biz bunu düşünemedik. Fakat biz bunların dilinden anlamayız, sonra bizi dinler mi bunlar derseniz sizin için bir iyilik daha düşüneyim. Onların dilinden anlayan, onların akıl hocası olan dış güçlerin maşası biri var, deniz ötesinde. İsteyin. İnanın onu da size bedava verirler. Hazır yetişmiş eleman. Bundan sonra sizin bize direk olarak düşmanlık beslemenize gerek yok. Maşa varken elinizi niye ateşe sokacaksınız. Bu iyiliğimi de unutmayın. Onlar içinizde bize karşı düşmanlık yaparken siz mızıkçılık yaparak gidin maşalığını yaptığınız efendilerinizden yine para isteyin. İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara denir bizde. Almanya, İngiltere, ABD vb para vermezse "Bak bu darbe artığı, hainleri Türkiye'ye iade ederiz" deyin. Ağababalarınız hemen kesenin ağzını açar. Hatta "Darbecilerle aynı helikopterde gelen, ismi gizli tutulan sivillerin adını sızdırırız" diye şantaj yaparsanız belki tüm borçlarınızı bile öderler. Koca devletsiniz. Hiç aklınız yok mu sizin? Bunları da mı ben söyleyeyim?

Hızınızı alamayıp bizden kaçan tüm hainleri çağırın ülkenize. Bize karşı topyekûn bir saldırıya geçin. Belki kurtuluş savaşında beceremediğinizi bu sefer bu hainler sürüsüyle becerirsiniz. Siz bu şekilde saldırırken herhalde bizim elimiz armut toplamayacak. Kurtuluş Savaşında dök/e/mediğimiz geri kalanlarınızı da dökeriz. Dünya hiç olmazsa bir pislikten, bir hainler ordusundan daha kurtulmuş olur.

Bizden size giden darbeci artığı hainlerin size de ihanet etmesinden korkarsanız işte buna garanti ederim. Hain her zaman sıkıştığı zaman kaçar, ihanet eder, hatta sokar. Çünkü yılanın görevi sokmaktır. Meşrebi bu. Bundan dolayı onlara kızmayın. Tabiatlarının gereğini yapacaklardır.

Biz size hiç kızgın ve kırgın  değiliz. Sağ olun. Bizim yükümüzü aldınız. Bizde hain çok... Bizi sekiz pislikten kurtardınız. Bizim adımıza onlara bakacaksınız. Kızılır mı size. Hatta müteşekkiriz bilesiniz. Hainlerinizle çok yaşayın. 28/01/2017

30/01/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

27 Ocak 2017 Cuma

Sıkıldım, oyalanacak bir iş arıyorum diyorsan; al sana iş

Boş durmaktan sıkıldım. Yapacak iş yok diyorsan:

Hemen bir  watsapp grubuna dahil ol. Grupta 100 tane arkadaşın olur. Onlardan biri bir şey paylaşır. Ondan sonra hayret ve şaşkınlıkla izlersin. Çünkü ne iş yaptırır, ne de uyutur.

İşte sana iş. Zaten sen de iş istemiyor muydun? Sen istedin. Artık gruptan da çıkamazsın. Çıksan da seni tekrar eklerler.

Artık ardı arkası kesilmeyen paylaşımları görünce durmadan "Fe sübhanallah, ya sabır" çekersin. Böylece dilin de duaya alışmış olur. 27.01.2016

26 Ocak 2017 Perşembe

Hoşlanmadığımız kötülüklerle niçin başa çıkamayız?

Hepimiz iyi ve kötünün ne olduğunu biliriz. Bilmemize rağmen hoşlanmadığımız kötülükler ve haksızlıklar yapılmaya niye devam ediyor? Öyle zannediyorum yapılan haksızlıklara topyekûn tepki göstermediğimizdendir. Bu durumu en iyi açıklayan bir yazıyla baş başa bırakıyorum sizi:

İş ve eş gereği ABD Houston Teksas’ta yaşıyorum. Geçen hafta başımdan geçen ilginç ve gerçekten çok etkilendiğim olay, evime yakın bir postanede gerçekleşti.

Yeni yıl hediyesi olarak internet aracılığıyla satın aldığım kol saati paketten camı çatlamış çıkınca, vakit kaybetmeden derhal iade formunu doldurup soluğu postanede aldım. Postaneye girdiğimde 20–25 kişi kuyrukta hizmet bekliyordu.

Burada Noel de yaklaştığı için marketten bir ekmek bile alınsa mecburen onlarca insan arkasında sıraya dizilip normalden çok daha uzun süre beklemek zorunda kalınıyor.
Hizmet eden sayısı sadece 2 kişi olunca, hele bir de hizmet edenler işinden, canından bezmiş bir suratla ve isteksizliğin yansıdığı süratle iş görünce bekleme süresi sabırları zorlayacak düzeye tırmanıyor.

Girdiğim kuyrukta arkama döndüğümde bir 30–35 kişinin daha geldiğini gördüm. “Neyse, en azından ortalardayım” diye sevinme payı çıkardım.

Tam 40 dakika sonra sıra bana geldi. Paketi görevliye uzattım, “Adresler üzerinde yazılı” dedim. “Paketi neden bantla kapatmadınız?” diye sordu. Girişteki“Paket içeriğini görmek isteyebiliriz. Lütfen paketlerinizi açık bulundurunuz”uyarısını gösterdim. Sesini yükselterek sinirle “Kapıda ne yazdığını iyi biliyorum. Derhal paketinizi bantlayın” dedi.

Sıradaki herkes artık bizi dinliyordu. Yanı başındaki bantı göstererek, “Rica etsem verebilir misiniz?” dedim. Yanıt yine aynı yüksek sesle geldi: “Hayır, o bant bana ait, müşteri kendi bantını kullanacak!” “Yanımda bant yok, sizin bant için para ödesem...” dediğim an görevli hanım sesini daha da yükseltti. 3 adım ötede, bir ayakkabı kutusu büyüklüğündeki, sadece paketleme servisleri için yapılmış 20 dolarlık bantı işaret ederek satın almamı istedi. “15 santimetrelik kutu için bana o bantı aldırmanız size mantıklı geliyor mu?” diye sordum. “Bantı al ve derhal sıranın sonuna geç!” diye bağırırken sinirden kıpkırmızı kesilmişti. Aynı hışımla kuyruktaki bir sonraki kişiyi (“Sıradaki” anlamına gelen) “Next!” diye çağırdı.

İşte o an dondum kaldım... Çünkü sırada hiç kimse ilerlemedi. Sıranın başındaki beyefendi, “Şu kutuyu derhal bantlayın ve hanımefendinin işini bitirin önce” dedi.

Görevli öfkeyle bağırıyordu: “Anyone else... Next!” 30 kişi yerinden kıpırdamıyordu. İkinci görevliye de gitmiyorlardı. Hizmet durmuştu.

Sıradan bir yaşlı bayan, “76 yaşındayım ve dizlerim ağrıyor, ama o bayanın paketini bantlayıp görevinizi yerine getirmediğiniz sürece buradan bir adım atmıyorum” dedi.

Görevli elimden paketi sinirle çekip kutuyu benim söylediğim postane bantıyla yapıştırdıktan sonra ödememi alana kadar karmakarışık duygularla kalakalmıştım. Neredeyse ağlamak üzereydim. Sıraya dönüp “Thank you all” (Hepinize teşekkürler) diyebildim sadece... Gülümseyerek el salladılar.

Dışarı çıkıp arabama oturunca kontağı çalıştırmadan bir süre park yerinde düşündüm.
Herkesin işi gücü var. Nasıl oldu da tek bir kişi “Acelem var” diyerek sıranın önüne atlamadı? Nasıl oldu da onca kişi bir kişiye yapılan haksızlık için tepki gösterdi? O sırada benden hemen sonraki yaşlı beyefendi işini tamamlamış, dışarı çıkmıştı. Arabama yaklaştı, pencereyi açtım. Gülümseyerek kafamdan geçen soruları yanıtladı:

“Size yapılan bu yanlış için üzgünüm. Doğada hayvanlar, ağaçlar ve hatta mikroplar birbirleriyle bağ içerisinde hareket ederken biz insanlar birbirimizden çok koptuk. Yanlış, anında tespit edilerek sineye çekilmeden, derhal toplu olarak tepki gösterilmez ise ‘normalleştirilir’. O hizmet eden bayan bir daha ki sefere yanlış yaparken iki kez düşünecek. Biz görevimizi yaptık. Haydi size iyi seneler...” (Neva Çiftçioğlu banes, Mikrop, ağaç, insan başlıklı yazısı...14/12/2015 haberturk.com)

Fazla söze ne hacet.  Buradaki haksızlığa karşı çıkan 76 yaşındaki yaşlı bir bayan. Bayana herkes destek veriyor. Biz olsak ne yaparız? Umarım gerçek olan bu kıssadan bir hisse çıkarırız. 26/01/2017




Belki de Bal Yediğimizdendir *

-Çoktan unuttuk bizler adabımuaşereti-

Eskiden okulda şu görgü kuralları öğretilirdi:

1. Şimdi de öğretiliyor ama öğretmeye çalışanlar -belki de kendilerinde uygulamadıkları için- sözleri tesir etmiyor...

2. Sınıfa girerken acele ile birbirini itmeyerek sıra beklemek.

3. Sıralarda gürültü çıkarmadan sessizce oturmak, sınıftan çıkarken öğretmeni selamlamak.

4. Verilen vazifeleri günü gününe hazırlamak. "Haberim yoktu, defterim evde, arkadaşımda kaldı" gibi mazeretler bulmaya çalışmamak.

5. Önlüklerin temiz, ütülü olması, eteklerin altından başka renkte elbise görünmemesi.

6. İskarpinlerin eski de olsa daima boyalı olması.

7. Saçların kısa kesilmesi veya siyah kurdele ile bağlanarak yahut arkadan sıkıca toplanarak dağınıklıktan kurtarılması.

8. Arkadaşlarla görüşürken hitaplara dikkat etmek. Birbirini "hişt" diye çağırmamak, kolundan dürtmemek.

9. Kütüphanede ses çıkarmadan, kendi varlığını hissettirmeden yürümek, başkalarını rahatsız etmeyerek oturup çalışmak.

10. Eve ait işlerde anaya yardım etmek, evde hizmetçi de olsa bir genç kızın hususi işlerini kendisinin görmesi.

11. Fakir olsa da evin, yemek masasının temiz, tertipli olmasına dikkat etmek, yalnız da olsa temiz tertipli yemek yemek, sofraya hep birden oturmak.

12. Gece yatısı misafirliğinin vereceği rahatsızlık düşünülerek davet olunmadan veya ansızın kardeş evine bile gitmemek.

13. Tevdi edilen bir sırra hürmet etmek.

14. Hususi hayatımızdan kimseye bahsetmemek.

15. Değmez yere iddialara girişerek münakaşaları kavga şekline dökmemek.

Not: YIL 1939. İstanbul Kız Lisesi/Muaşeret Kaideleri kitabından alıntıdır. 16/01/2013

*28/10/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 


İktidar nimetinden faydalanan kesim/ler

Bir partimiz var, müzmin muhalif. 50'lerden sonra pek iktidar yüzü görmedi. Kısa zamanlı koalisyon ortağı oldular. Geçmişte yaptıklarından dolayı mıdır nedir bilinmez. İktidara gelemediler ama devlet kurumlarında ve bürokraside hep onların borusu öttü.

Ülkenin değişimine ve gelişmesine hep takoz oldular. Her şeye karşıydılar. Hatta milletin değerlerine bile. Belki de bu yüzden millet onlara bir daha hiç iktidar vermeyerek cezalandırdı. Değişmez muhalefetti onların bu ülkedeki namı diğer adı. Nasıl bir düzen kurdularsa muhalefet olmalarına rağmen devletin kaymağını yine onlar yedi. Onların giyim kuşamı çağdaş idi. İktidar olanlara kök söktürdü, devleti kilitledi. Yine onlar bu vatanın öz evladı idi. Kendilerini birinci sınıf devletin kurucusu olarak görürlerdi. Fikirleri hep iktidardı.

2000'li yıllardan sonra bürokrasideki hakimiyetleri zayıflamaya başladı, fikirleri tartışılır oldu, sözleri pek geçmez oldu. Burjuvazilikleri pek sökmez oldu. İrtica paranoyalarını halk pek yutmaz oldu. Çünkü "Bu halk cahildir güdülmeli...bidon kafalı...karnını kaşıyan adam" diye küçümsedikleri halk taşradan merkeze yürüdü. Artık ne zihniyetleri, ne fikirleri iktidarda idi. Ne de bürokraside varlardı.

Şimdi de bu dönemde iktidarın her türlü icraat ve tasarrufunu acımasızca eleştiren bir kesim var. Fikir ve düşünce olarak iktidardakilerden farklı bir düşünce yapısına sahip değiller. Hükümet atamalarda onları tercih etmesine rağmen ne oy verirler, ne de destek olurlar. Etik olan icraatlarını eleştirdiğin hükümetin özellikle yöneticilik vazifesinde görev almamaktır. Bu konudaki görüşüm belki garip gelebilir, belki isabetli bir görüş olmayabilir ama  ben böyle düşünüyorum. 26/01/2017

Anayasa referandumunda ne yapalım? *

Mini anayasa referandumunda evet veya hayır demek ülkeyi bölmez. Aba altından sopa göstermek isteyenlere pek itibar etmemek lazım. Bu ülkeyi dış/süper güçlerin içimizdeki taşeron örgütleri olan PKK, DHKP-C, FETÖ, DAEŞ... daha niceleri bölemedi ki bir vatandaşlık hakkı olan evet/hayır bölsün. Bu taşeronların yıllardır ne köklerini kurutabildik, ne de pes edip defolup gittiler. Düşman kardeşler gibiyiz onlarla. Ama şundan emin olalım güçlü bir devletimiz var, içerisi ve dışarısı hainlerle dolu olmasına rağmen dimdik ayaktayız. Acıların çocuğuyuz anlayacağınız.

Sonucuyla birlikte tatlı bir referandum ortamı geçiririz inşallah. Daha referandumun tarihi bile belli değilken ortam hemen gerildi. Evet ve hayır cephesi oluşmaya başladı. Bir cephe güçlü bir Türkiye için sonuç evet olmalı, diğer kesim ise evet tek adamlığa götürür. Kimi ülke bölünür, kimi bölünmez şeklinde görüş belirtmeye başladı bile. Şunu baştan söyleyeyim ben bu milletin feraset ve basiretine inanıyorum. Mutlaka doğruda isabet eder. Bakmayın bazılarının ‘Bidon kafalı’ falan dediklerine. Sosyal ve siyasi olaylarda hiçbir şey tek başına yüzde yüz doğru ya da yanlış olmaz. Mevcut anayasa da bünyesine riskler barındırmakta, yeni gelecek olanın da barındırdığı riskler vardır. Bunun şu tehlikesi var denirse yeni şeylere hiç yelken açmamak gerekir. Hangi anayasa olursa olsun iş kullanıcı da bitmektedir. Kullanıcı iyi ise mevzuat iyi, kötüye kullanırsa kötü olur.

Mevcut anayasa Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı için hazırlanmış ve yetkilerle donatılmış bir anayasa idi. Çoğu başbakan ve cumhurbaşkanı arasında yetki karmaşası olmuş, zaman zaman devlet kilitlenmiştir. Evren-Özal, Özal-Yılmaz, Özal-Demirel, Demirel-Çiller, Sezer-Ecevit, Sezer-Erdoğan, Gül-Erdoğan, Erdoğan-Davutoğlu...çoğu zaman anlaşamamışlardır. Hatta çoğu kendi partilerinden çıkan cumhurbaşkanı olmasına rağmen zaman zaman birbirlerine rest çekmişlerdir. Çünkü bizdeki mevcut anayasada sorumluluk hükümette olmasına rağmen ipler cumhurbaşkanının eline verilmiştir. Gül-Erdoğan uyumlu çalışsalar da tedirginlik gösterdi çoğu zaman. Ecevit’in önerisi ile devlet başkanı seçilen Sezer’in fırlattığı anayasa kitapçığı Cumhuriyet tarihimizin en büyük devalüasyonuna ve ekonomik krize sebebiyet vermiştir. Sezer-Erdoğan döneminde ise Cumhuriyet tarihinde olmadığı kadar çıkarılan kanunlar veto yemiştir. Hem öyle taktikler geliştirmişti ki muhterem, inceleme suresi olan 15 günü de kullanır, sonra geri gönderirdi. Birçok önemli makama üçlü kararname ile bürokrat atanamamıştı, çoğu önemli kurumların başında vekaleten yürütme dönemi yaşanmıştır. Sezer, koalisyonun aralarında anlaşamayarak dışarıdan buldukları adamdı. Yedi sene boyunca çalışmak isteyen hükümete fren olma görevi yapmıştı. Üstelik vatana ihanet dışında hiçbir sorumluluğu yoktu, layüs’eldi. Sezar’ın pardon Sezer’in yaptığı en iyi şey bir yere giderken yol ve caddelerin sadece kendisinin geçmesi için trafik tarafından kesildiği durumlarda boş caddede kırmızı ışıklarda beklemek oldu. Ömrünü böyle geçirdi. Döneminde devletin gelişmesine sebep olacak hiçbir radikal karara imza atılmadı... 7 Haziran seçimlerinde hiçbir parti hükümeti kuracak çoğunluğu elde edemeyince ülke en zor zamanda müstafi hükümetle işi götürdü. Çünkü hiçbiri diğeriyle koalisyon kurmaya yanaşmadı. Abdullah Gül, yapılan değişiklikler önüne gelmeden önce Meclise yön verir, gerekli değişiklikleri aynı anda imzalardı. Anlatmak istediğim mevcut anayasada çift başlılık var, devletin daha ağır işlemesi var. Siyasette bir gün bile çok uzun kabul edildiğine göre bir kanun değişikliğinin 15 gün bekletilmesi devleti iyice hantallaştırır. Yarın Sezer gibilerinin gelmeyeceğine dair bir garantimiz yoktur. Bu tipler, koalisyonlu hükümetlerin aranan elemanıdır.

Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmeye başlanmasıyla birlikte çift başlılık daha da belirginleşmeye başladı. Bu yüzden başbakanlığın kaldırılarak yetkinin tek elde toplanmasıyla devletin daha hızlı çalışacağına, daha radikal kararlar alabileceğine inanıyorum. Milletvekili seçimi ile birlikte cumhurbaşkanlığı seçiminin aynı anda yapılacak olması bile başlı başına bir öneme haizdir. Ekonominin farklı zamanlarda çok seçimi kaldıracak gücü yoktur. Sık sık karşımıza sandık çıkarsa hiçbir hükümet seçim öncesi önemli kararlara imza atamaz.

İşi uzatmadan bu yeni sistemde Sezer gibi devleti kilitleyenlere ekmek yoktur. Milletin değerleriyle örtüşmeyenlere de ekmek yoktur. Devlet başkanı seçilecek kişide milletin değerleriyle bütünleşmiş, çoğunluğun oyunu alabilecek karizmatik lider özelliği olanlar olacaktır. Bu da ancak siyasetçilerden çıkar. 5 yılda halkın önüne çıkacak hiçbir siyasi, millete rağmen bir şey yapamaz. Tek adamlığa gitmesi söz konusu olamaz. Çünkü 5 yıl sonrasında hesap verme durumundadır. Millet canına okur. Sonra bugünkü sistemde  anayasa ve yasaları yine tek adam onaylamıyor mu? Birçok kişileri mevcut cumhurbaşkanı atamıyor mu? Her şeyden geçtim yıllardır şikayetçi oldukları anayasayı değiştiremeyen bu ve bundan önceki meclislerde  maalesef uzlaşı kültürü kendini göstermedi. Geldim gidiyorum, benim ömrüm anayasayı değiştireceğiz vaatleriyle mi geçecek? Hiç beklenmeyen bir anda -yeterli olmasa da- iktidar-muhalefet iki partinin uzlaşma kültürü adına yaptıkları önemli bir adımdır.

Sonuç ne çıkarsa çıksın ülkenin hayrına olsun. Kimse kimseye vereceği oyda mahalle baskısı uygulamasın. Ben içinden çıktığım bu milletin hakemliğine yürekten inanıyorum. Yazımı bir fıkra ile bitireyim: Birine iki içki şişesi getirmişler hangisinin tadı iyi, bir bak diye. Adam birinciden bir yudum alır, diğerinden içmeden öbürü diye gösterir. Efendim! Daha bundan tatmadan iyi diye karar verdiniz, oldu mu şimdi demişler. Adam: Hiçbir şey bu içtiğimden kötü olmaz cevabı verir. Biz mevcut anayasadan çok içtik. İçimize sinse de sinmese de...

Bereket, anayasa değişikliği hakkında ihsası reyde bulunmadan yazımın sonuna geldim. Hayırlı olsun inşallah! 26/01/2017

28/01/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yöneticilik formasyonu

Okul yöneticilerimiz 26-30/01/2015 tarihleri arasında "Yöneticilik formasyon seminerine alındılar. Siz yöneticilerimizi esas formasyon belgesini aldıktan sonra göreceksiniz. Ne mi yapacaklar? Söyleyemem ama birazcık kopya verebilirim...

Nasrettin Hoca eşeğiyle beraber bir hana misafir olur. Gece istirahatte iken eşeğinin çalındığını sabahleyin han sahibi haber verir. Hoca küplere biner ve hemen eşeğimi bulun der.

Han sahibi hocanın görüntüsünden çok korkar, hemen aramaya koyulur ve nihayet güç bela eşeği bulur. Hocaya: "Hocam eşeği bulamasaydık ne yapacaktınız" diye sorar hancı. Hoca da: "Eşeği bulamasaydınız babamın yaptığını yapacaktım," der. "Baban ne yapmıştı," diye sorar hancı. Hoca: "Yıllar önce babamın da eşeği çalınmıştı, eve kadar yürüyerek gelmişti, eğer siz de eşeğimi bulamasa idiniz eve kadar yaya yürüyecektim cevabı verir. 26.01.2015

25 Ocak 2017 Çarşamba

Bir zamanlar camiasının vicdanı idi

Bana dünyanın en iyi hatibi, vicdanlara en iyi hitap edeni, ikna kabiliyeti en iyi olanı; samimiyet, içtenlik, sözünü budaktan esirgemeyen; bir partinin, bir camianın vicdanı kimdir dense hiç tereddüt etmeden, lafımı eğip bükmeden bir ismi söylerim. Aklıma da başkası gelmez.

Onu ilk defa 90'lı yıllarda Konya'da Alaaddin Keykubat Salonunda bir konferansta tanımıştım. İki saatten fazla konuşan bu adamı ağzım açık dinledim. Şu anekdotu da ondan dinlemiştim: "Manisa'nın bir köyünde yapılan bir düğünde evlilik ve nikahın önemi hakkında konuşma yapmak üzere yörenin tanınmış bir hocasını davet ederler. Hoca konuşmasını yapar. Konuşmanın bitiminde jandarma gelir hoca efendiyi karakola götürür ve hakkında dava açılır. Çünkü hocadan haz almayan muhtar karakola giderek  şikayet eder. Gerekçe de laikliğe aykırı konuşma yapmak. Durumun ciddiyetini anlayan bir kaç avukat, hocaya giderek gönüllü avukatları olmak istediklerini söyledilerse de hoca herhangi bir suç işlemediğini iddia ederek müvekkili olmayı kabul etmez. Güç bela ikna edilir. Dava günü gelir. Zanlı mahkemeye çıkarılır. Hoca: Evliliğin önemine binaen ayet ve hadis okuduğunu söyler. İki tane şahit girer içeriye. Hakim: 'Ne yaptı hoca efendi' diye soru sorar. 'Laikliğe aykırı konuşma yaptı' cevabı verirler. Avukat: 'Sayın hakimim lütfen laikliğin ne olduğunu sorar mısınız' deyince hakim: 'Ne demek oğlum laiklik' der. adam: 'Ne bileyim hakim bey ben. Karakol komutanı, laikliğe aykırı konuşma yaptı' diyeceksin dedi. Ben de onu söyledim' deyince hakim sanığın beraatına karar verir.  Hoca efendi de postu deldirmekten gücün kurtulur.”

Gönüllere, kalplere, vicdanlara hitap ediyor, damardan giriyordu. Hani yediğimiz bir şey için tadı damağımızda kaldı denir ya, işte öyle bir şey. Aradan 27 yıl geçmiş, hala o beliğ konuşmasını unutmadım. Kim bu dedim. Bir partinin il başkanı dediler. Sonra milletvekili olarak gördüm onu. Partisinin grup başkan vekili oldu. Ele avuca sığmıyordu. Tutabilene, durdurabilene aşk olsun. 

Partisi kapatıldı. Kurdukları yeni partiyle yeniden meclise girdi. 28 Şubat rüzgarı partisini kapatınca ak saçlıları bırakarak yenilikçi hareketin başını çekti. Kendisine tepki gösterenlere 'Tamtamcı gençlik' dedi. Yeni kurdukları partiyle birlikte 3 dönem boyunca  partisi iktidar oldu. Bakanlık, hükümet sözcülüğü, meclis başkanlığı ve başbakan yardımcılığı görevlerini yürüttü. Partisinin hep ağır topu oldu. Karar merciinde o oldu, hükümetinin her kararını o savundu. 17-25 Aralık olaylarıyla birlikte hem sorumluluk makamında hem de dokundurmaya başladı. 3 dönem kuralından sonra aktif siyaseti bırakacağını söyledi. Dediği gibi yeniden aday olmadı. Hem partisi adına çalışıyor, diğer taraftan da huzursuzluğunu kah konferanslar vererek, kah basına beyanat vererek, kah TV programlarına çıkarak ihsas ettirmeye çalışıyordu. Ne zaman konuşsa tepki gelince yeni izahlar yaptı. Ben şunu kastettim, özür dilerim dedi. Üzerine gidildiği zaman "Benim bu partide bir özgül ağırlığım var" dedi. Ben FETÖ'yü tanıyamamışım, başbakanımızın bildiğini siz bilseniz az bile söylemiş dersiniz dedi. FETÖ'den dolayı ellerine kelepçe takılanlara cübbesini giyerek avukatlık yapmaya soyundu.

Yaralı bir kurt gibiydi, duygusaldı, duyguları aklının önüne geçmeye başladı. Kritik bir seçim öncesi partisinin ağır kurmayıyla basın önünde ağız dalaşına girdi, partisine de oy kaybettirdi. 

"Torun seveceğim bundan sonra" diyerek aktif siyasetten ayrı kaldı. Ama torun sevdiğini gören olmadı bu güne kadar. 15 Temmuz'da meydanlarda görünmedi. Evine de girmedi. Her uzatılan mikrofona konuştu, hep iğneledi bıraktığı camiayı. Şimdilerde konferanslar veriyor. Yıllardır sorumlu olarak görev aldığı ve onurla yürüttüğü geçmişini yok edercesine konuşmaya devam ediyor. 

Duygusallığı onu konuşmaya itiyor. Konuştukça tanınmaz oluyor. Sevenleri yanından uzaklaşıyor. Gönüllerdeki yerini yok etmek için uğraşıyor. Ne yapmak istediğini bilen varsa elini öpmek gerek. Bir şeylerde anlaşamadıkları belli. Ya geçmişini inkar etmeli, ya parti kurmalı, ya da susmalı. Susmalı ki, bir zamanlar herkesin ağabey ve partinin vicdanı dediği gibi kalmalı. Öküz ölünce ortaklık bozulmamalı. Partisinin vicdanı maalesef kara vicdanlı olmaya doğru gidiyor. Yazık oldu ona. Yazık oldu büyüklüğüne. Yazık oldu beyefendi, kibar görüntüsüne. Duyguları vicdanının önüne geçmemeli. Kendisini sıfırlamamalı. Ülke bir dar boğazda iken kayıkçı kavgası zamanı değil. Torun sevgisi evlat sevgisi gibi değil derler. Torununu sevmeye zaman ayırmalı. Çünkü torun sevgisi başkadır. Önüne mikrofon geldi mi? Bu ne demeli. Biraz tecahülüarif sanatı yapmalı. Söz ve gönüllerin ustasından da bu beklenir. 

Tanıdınız mı bu ağabeyi? Ben ismini unutmaya başladım bile... 25/01/2017