30 Haziran 2016 Perşembe

"Ben İsa Mesih'im tamam mı?"

İşe gitmek için otobüs durağında beklemekteyim.  Sabah sabah sanal alemden haberleri okuyorum kaldırımın bir köşesinde.  Birinin "Selamün aleyküm kardeş" demesiyle sesin geldiği tarafa baktım. Kaldırımın yola bakan kısmında biri idi selam veren. Selamını alırken elini de kaldırdı boyunun hizasına.

30 yaşlarında orta boylu, gözünde siyah bir gözlüğü, üzerinde kumaş bir pantolonu,  pantolon üzerine sarkıtılmış kareli bir gömleği vardı. Alıcı gözüyle baktım kendisine kimdir, neyin nesidir diye. İçten bir selam verme ve el kaldırma idi. Fakat tanıyamadım kendisini. Çünkü ilk defa görüyordum.  Tanımadığıma göre para isteyecek biri olmalı diye geçirdim içimden. Fakat şimdinin çoğu dilencilerine de benzemiyordu. Zira yeni nesil dilenci nazikçe yanına yaklaşıp: Efendim, özür dilerim. Size bir şey söyleyebilir miyim" diye sizi durdurur. Ardından meramını anlatır. Bana 3-4 metre mesafede ve temiz giyimli biri idi. Ben; bu kimdir, kimin nesidir, sabah sabah bana niye selam verdi diye düşüne durayım.

Düşünmek durumundayım. Çünkü tanımadığım adam niye selam versin ki. Çünkü bizde güpegündüz tanımadığına selam verilmez. Asık suratımızla baktığımız yeri ve kişiyi yakarız. Kolay kolay selam vermeyiz hele bir de işe gidiyorsak. Sanki işe değil idam sehpasına gidiyoruz. Ciddiyet ve resmiyet hayranıyız zira. Sayısı az olmayacak kadar daha selam vermeden yüzüne bakıp, " Hemşehrim sen nerelisin" deyip adamlığına karar vermeye çalışan ve seninle kontak kurmak isteyen kişiler istisna tabii bu durumdan.

Adam hemen sırtını döndü bana. Yolun karşı tarafına dikey bir şekilde geçmeye başladı. Yolun ortasına varınca tekrar döndü bana: Ben İsa Mesih'im, tamam mı" dedi. Ben de başımı salladım, tamam der gibi. Başka da ne söyleyebilirdim ki. Adam bana zaten noter görevi vermişti. Tasdiklemekten başka da bir görev vermemişti zaten. Başka da bir şey söylemeyip önce karşı kaldırıma geçti. Ardından kaldırım boyu yürümeye devam etti sabah sabah tebliğ görevini yapmanın huzuru içerisinde. Bereket "Düş peşime, Deccal'ı yok edeceğiz" demedi... Bakalım  bu hizmetten akşama kadar daha kimler faydalanacak?

Beklediğimiz İsa bu muydu acaba? Üstelik bu kimdir diye içimden geçirdiğime cevap olarak kendisinin İsa Mesih olduğunu söyledi. İçimi de okudu anlayacağınız. Adam söylemese zaten merakımdan çatlayacaktım. Hani adam çok da yabana atılacak birine benzemiyordu. Ne dersiniz İsa Mesih olabilir mi?
***

Beklediğim güzergahın otobüsü geldi. Bindim. Yine elime telefonumu almışken benden bir- iki durak sonra 40-45 yaşlarında biri bindi. Bir elinde paket, diğerinde ise poşet. İki Türk Bayrağını ucundan bağlamış, boynundan sırtına geçirmiş, hem önünden hem de ardından  ay yıldızlı bayrağımız görünen bir giyinme şekli vardı üzerinde. Bu da kim demeye kalmadan bindiği gibi bir durak sonra indi. Hasılı bu merakımı gideremedim.
***
Türkiye’de çeşit çeşidiz. Bugün nasibime bu kadar düştü...Ne ararsan var. Belki fakir bir ülkeyiz ama renkliliğimize diyecek yok… Bütün derdimiz bu olsun. Allah kimseye akıl noksanlığı vermesin. 30/06/2016

    


Meslek öğreniyorum. Çünkü "Tamir sevaptır" *

30/06/2016 tarihinde "Bozulanı at, yenisini al" başlıklı bir yazı kaleme almış, yakın zamanda araçlarımızı tamir edecek usta kalmayacak. Çünkü yetişmesi için hiçbir usta çırak ve kalfa bulamıyor, bunun sonucunda da araçlarımız bozulduğu zaman yenisini alacağız konusunu işlemeye çalışmıştım.

Bu sorun 8 yıllık kesintisiz eğitimin getirdiği kötü bir sonuç. Şimdilerde temel eğitimin 12 yıla çıkarıldığı ve öğrencilerin 18 yaşında liseyi bitireceği düşünülürse bu, bundan sonra meslek öğrenmek için sanayiye hiçbir çocuğun yolu düşmeyecek demektir.

Bizde hatırası olan eşyalarımızın daha uzun ömürlü olması için tamir mesleğinin yok olmaması lazım. Herkesin okuma yolunu seçtiği bu dönemde usta nasıl yetişir, bu konuda epey kafa yormak gerekir diye düşünüyorum. Çözüm olur mu bilmem ama aşağıda bazı öneriler sunmaya çalışacağım:

1. El becerileri emsallerine göre daha iyi olan ve  akademik başarısı iyi olmayan öğrenciler Endüstri Meslek Liseleri* ve çıraklık eğitim merkezlerine yönlendirilmelidir.
2. Ortaokul 6.7.ve 8.sınıf ortalaması 50 puanın altında olan öğrenciler eğitimlerine örgün olarak devam ettirilmemelidir. Açık lise marifetiyle liseyi bitirmesi sağlanmalı. Açık lisede okuyan öğrenciler sanayide tamir vb işlerde meslek öğrenmek için teşvik edilmelidir.
3. TEOG sınavlarına girmeyen veya girip de belli bir puanın altında kalan öğrenciler yine aynı şekilde sanayide çalışıp açık lise vasıtasıyla öğrenimlerine devam etmelidirler.
4. EML gibi sanayiye ara eleman yetiştiren okullar çarşı merkezlerinden sanayinin içine taşınmalıdır. Okulunda sabah teori öğrenen öğrenciler öğleden sonra gördükleri bölümle ilgili iş yerlerine staja gitmelidir. Öğrenci iş yerinde cumartesi ve yaz dönemlerinde de çalışmalıdır. EML'ler bilgi, donatım, malzeme ve teknoloji bakımından sanayide lider rolü oynayacak şekilde dizayn edilmelidir.
5. EML ve çıraklık eğitimde okuma yolunu seçenlere burs, servis imkanı sağlanmalıdır. İş yerinde çalıştığı her gün için makul harçlık ve sosyal güvence imkanı olmalıdır.
6. Açık lise veya çıraklık eğitimde okuyan öğrenciler belli başlı zorunlu dersler dışında alanlarıyla ilgili dersleri ağırlıklı olarak okumalıdır. Lise diplomalarında tıpkı ehliyetlerde olduğu gibi A,B,C,D ve E şeklinde sınıflandırma yapılmalıdır.
7. EML ve çıraklık eğitimden mezun olan çocukların çalıştıkları alanla ilgili iş yeri açabilmeleri için devlet uzun vadeli teşvik ikanı sağlamalı. Emsal iş yapanlara göre öncelikli olmalıdır.
8. EML ve çıraklık  gibi mesleki eğitimlerini tamamlayanlar alanlarıyla ilgili yüksek öğrenim okumada ilave puan verilmek suretiyle teşvik görmelidir. Mesleki üniversiteler de sanayinin içerisinde açılmalıdır. Teori ve pratik birlikte götürülmelidir. Okullarını teori ve pratik olarak belli puanın üzerinde tamamlayan öğrenciler kalfa ya da usta başı olarak sanayide ya da devletin ilgili yerlerinde istihdam edilmeleri için planlama yapılmalıdır ve öncelikli olarak işe alınmalıdır.


Hiç sanayi ile yolu kesişmeyen ve mesleki eğitimin ne olduğunu bilmeyen ben fransızın acizane görüşleri bu şekildedir efendim! 30/06/2016

*EML ve diğer meslek liselerinin adı "Mesleki Teknik ve Teknik Anadolu Lisesi" şeklinde değiştirilmiş olmasına rağmen dil alışkanlığı olarak EML denmiştir.

* 18/03/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bozulanı at, yenisini al! *

8 yıllık kesintisiz eğitimle birlikte katsayı engeli dolayısıyla görünürde İHL'ler, arkasında meslek liseleri epey bir darbe yedi. İmam Hatip Liseleri kapatılmaktan beter yapıldı, EML gibi meslek liseleri de bu paydan nasibini aldı. Esas darbeyi sanayide tamirciler yedi. Her türlü imalat, tamir, bakım ve onarım işlerinde tamircilik ve işçilik son demlerini yaşıyor. Mevcut ustalar çırak olmadığından el veremiyor bir başkasına. Az sayıda gördüğümüz çırak ve kalfa da genelde babadan oğula geçen cinsten. O da mecburiyetten.

Şimdilerde bindiğimiz araçlar daha sağlam ve konforlu. Yıllık bakımları dışında kolay kolay sanayiye  pek yolumuz düşmez. Kazara bir vesileyle sanayiyle  yolumuz kesişirse de oradan çıkamayız bir türlü. Araçlarımız günlerce hiçbir işlem yapılmadan tamir ustasında mahsur kalıyor. Çünkü bir türlü arızası tespit edilip işlem yapılamıyor. Deneme-yanılma yoluyla arızası giderilmeye çalışılıyor. Üstelik mevcut ustalarımız çekirdekten yetişme işinin ehli olmasına rağmen. Şurada 8-10 yıl sonra mevcut ustalar emekli olup mevcut işini bıraktığı zaman yerini dolduracak eleman bulunamayacak. Belki servisler daha revaç bulacak. Servislerin de yaptığı en iyi şey arızayı tamir etmeden parçayı değiştirmek olacak. Değişen her parça da yüklü bir maliyete sebebiyet verecektir. Yani artık devir kullan at, değiştir, yenisini al mantalitesine doğru gidiyor.

Gidişatın hayra alamet olmadığını söylemek için illaki müneccim olmaya gerek yok. Çünkü görünen köy kılavuz istemez. Zaten tüketim toplumuyuz. Hele bir de zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarıldığını düşünürsek işin vahameti daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum. Zaten lüks tüketime, konforlu hayata hızlı bir giriş yaptık. Daha kullanılabilir durumdaki beyaz eşyamızı, koltuk vb takımlarımızı çöpe atıp yenisiyle değiştirmeye başladık bile. Yakın bir zamanda biz bu kullan at parolasını araçlarımızda da uygularsak hiç şaşırmayalım. Eskimeden kullanıp atmaya karşı olsak bile fazla direnemeyeceğiz. Çünkü araçlarımızın tamir ve bakımından kimse anlamayacak. Bu demektir ki, maliyetlerimiz daha da artacaktır.

Şimdiki durumumuz gelecekte nereye doğru savrulacağımıza ışık tutmaktadır. Birkaç defa başıma geldi. Ustaya: “Ustam şu arabaya bir bak” diyorum. Bana,  “Neyi var? Bize neresine bak dersen biz oraya bakarız” diyor. “Geldim, hiç olmazsa yağına, suyuna bakın, kışlık bakımını yapın diyorum. Nihayet dediklerimi yaptıktan sonra aracımı alıp geri getiriyorum. En son hareket halindeyken stop eden aracımı götürdüğümde “Bu araç çalışıyor, çalışan araca bir şey yapamayız, hatasını bulmak için aracı burada bırak, biz ara sıra çalıştırıp bakalım” cevabı alıyorum. Haydi öyle olsun deyip aracı bırakıyorum. Hatayı tespit ettiniz mi telefon açıyorum. Hep hayır cevabı alıyorum. Bu arıza nereden kaynaklanabilir dediğimde 3-4 tane sebep söyleniyor, ama hangisi bilemeyiz deniyor. İyi siz distribütör modülünü değiştirin diyerek değiştirttim. Aracım bu şekilde deneme-yanılma ile tamir oldu. Eğer arıza hala   devam etseydi, sırayla diğer parçalarını da değiştirecektik… İki haftadır öğretmenimizin 2012 model aracındaki aynı sebepten kaynaklanan stop etme arızasını tespit edemediler. Sanırım bu gidişle değiştirmedik parçası kalmayacak aracın. Bu konuda  Mustafa İSLAMOĞLU'nun  08/12/2006 tarihinde Yenişafak gazetesindeki köşesinde yazdığı  "Tamir sevaptır" başlıklı enfes yazısını okumanızı isterim. 

Bu kötü gidişata dur denecek  çözüm nasıl bulunabilir denirse bunu da cumartesi günkü yazımızda değerlendirmeye çalışalım inşallah.

* 15/03/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

29 Haziran 2016 Çarşamba

İnsan denen ne menem varlık!**

Kur'an'da Allah 75 yerde aklın kullanılmasından bahseder. Hiç bir şeye önem vermediği kadar aklı kullanmayı öğütler ve emreder. Yine "İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin" diyoruz Musa'nın diliyle sürekli.

Kur'an'ın o kadar önemsediği aklın kullanılmadığı bir asrı yaşıyoruz.  Yine Yunus Süresinde: "Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır" buyurulmaktadır. Gerçekten aklını kullanmayan beyinsizler üzerlerine yağdırılan pisliklerin, pisliğini herkese bulaştırdığı bir dönemi yaşıyoruz. Eğer bu şekilde yaşamaya yaşama denirse. Kan içiyoruz, kan yazıyoruz, kan okuyoruz, kanla yatıp kanla kalkıyoruz milletçe. Kınıyoruz, lanetliyoruz. Ne ramazan, ne oruç, ne ibadet umurumuzda değil.

Devir aklını kullanmayanların aklını kullandırdıkları bir devir. Terör bu dünyanın baş belası artık. Terör anası ise, canlı bomba da babası. Kim kimi; ne zaman nerede; niçin öldürdüğünün bilinmediği bir dünya. Devletler bir tarafta pili bitmiş insanları yaşatmaya çalışırken diğer tarafta gepegenç insanları canlı bomba yaparak masum insanları yok etmeye yemin etmiş durumda. Nereye gideceği, nerede duracağı belli olmayan, rotasını şaşırmış bir canavar artık. Ölen, ölmeyi göze alan ve ölürken de yanında yüzleri götürmeyi hedeflemiş bu insanların hepsi okumuş insanlar. Hem de üniversiteli, mektepli yani. Yunus'un dediği nesil bu nesil olsa gerek:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır.

Bu devrin nankör, kan emici, yok edici nesli okumuş insan. Öldükçe, öldürdükçe zevk alan, egosunu tatmin eden, uyar akıllı bir nesil. Ne hasta olduğunu bilir, ne de tedavi olmayı kabul eder. Üstelik kancık mı kancık, hannâs mı hannâs, korkak mı korkak, sinsi mi sinsi, kendisini gizleyebilen, saklayabilen, unutturan bukalemun bir tip. Aliye kızıyor, hıncını velilerden alıyor. Çünkü Ali’nin karşısına çıkacak cesareti yok. Derdi; işinde, gücünde, rızkının peşinde olan masum insanlar. Pisi pisine, bir hiç uğruna gitmeyi prensip edinmiş kan emiciler bunlar.

Mücadele de edilmez bunlarla. Geriye Musa ile birlikte yolculuk yapan bizde Hızır diye meşhur olmuş kişinin bize yardım etmesi. Biz sivrisineklerle uğraşmaktan ziyade bataklığı kökten kurutmamız lazım. Hızır’ın büyüyünce anne babasına asi olacak diyerek küçük yaşta öldürdüğü çocuk misali. Gelse aramıza böylelerini eliyle koymuş gibi çıkarıp öldürse ne güzel olur. Dünya; aklını kullanmayan, başkalarının emir eri olan nice pisliklerden kurtulmuş olur. Bir nebze de olsa rahat nefes alır. Zaman tüneli dediklerinin aslı olsa da bu pislikleri, çocukluklarına döndürüp safiyane bir şekilde yeniden eğitip yetiştirsek…Yola gelmeyeni elimizle yok edip mezarını kazsak ne güzel olur! Değil mi?


Yok böyle bir şey mümkün değilse ya Rabbi! Emanetini al, bu insan denen varlıktan. Bu işi layıkıyla yapabilecek olan “Semavata, yere, dağlara” ver. Dünyanın yönetim işlerinden sorumlu  iki ayaklı, aklını kullanmayan, pislik üzerine pisliğe bürünmüş bu insan denen cahil kesimden al bu emanetini. Kopmadan önce kıyamet, yeryüzünde yaşayanlar en azından bir nebze nefes alsınlar. Bu kadir kıymet bilmeyen, herkese hayatı zindan ve Cehennem yapan akılsız ukaladan al bu emaneti. Hikmetinden sual olunmaz. Kime verirsen ver. İnsanın dışında her varlık layık bu işe. Hatta hayvanlar bile olur…

Rabbim! "Eşrefi mahlukat" olarak gönderdiğin bu insan nesli maalesef bu yükü kaldıramadı. İnsan cinsi hiçbir şeyden çekmedi kendi hemcinsinden çektiği kadar. Meleklerin yeryüzünü fesada uğratırlar ve kan akıtırlar dediği nesil işte bu nesil. Tıpkı melekler gibi biz de bilmiyoruz bunun hikmetini. Acımızdan böyle konuşuyoruz. Çünkü Ramazanımızı bile kana buladı içimizdeki "Esfeli safilin" taifesi. Sen mutlaka bizim bilmediğimizin en iyisini bilirsin. Bizi affet, bize basiret ver. Bu karanlık gecelerin sabahı gelsin. Dünyaya iyi kulların hakim olsun. Analar ağlamasın artık.


İçerisinde bin aydan daha hayırlı olan geceni değerlendirdik. Yüzümüzün akıyla bayrama kavuşmak istiyoruz. Bayramımız kana bulanmasın... Bayramda ağzımızın tadı bozulmasın. Bu ülkeye dirlik ve birlik nasip et!.. 29/06/2016
** 03.07.2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

Dön babam dön!..

Telefonun çok yaygın olmadığı, iletişim aracı olarak mektup ve kartpostalların olduğu dönemlerde eşimize ve dostumuza tebrik mektubu göndereceğimiz zaman Kayalıpark'taki Merkez PTT'nin önünde kartpostal satanlar vardı. Bir kartpostal çok satılırdı. Herkes o kartpostalı satın alarak sevdiklerine gönderirdi: "Gez dünyayı, gör Konya'yı" şeklinde.

Dünyayı gezmedim ama küçüklüğümde bu çok gördüğüm kartpostal beni ayrı bir dünyaya götürürdü. Konya'mız için dünya bir tarafa Konya bir tarafa diye düşünür. Benim şehrim yaşanabilir bir şehir diye gıpta ederdim yaşadığım şehirle.

Çocukluğumdaki Konya gerçekten yaşanılabilir bir şehirdi. Büyüdükçe trafik yoğunluğu arttıkça koca koca caddelerimiz araç trafiğini çekmez oldu maalesef. Yaya olarak da trafiğe çıksam, toplu ulaşımı da tercih etsem, kendi özel aracımla da cadde ve yollara çıksam  insanın stresini yükseltmekten başka bir işe yaramıyor. Kısa bir sürede varabileceğin mesafeye dakikalar sonrasında ulaşabiliyorsun. Konya dendi mi Alaaddin Tepesi ve çevresi akla gelir. Karaman yolundan toplu ulaşım aracıyla şehir merkezine girmek için epey bir güzergahı dolaşman gerekiyor. Karaman yolundan şehre girmek için neredeyse trafiği kilitleyen adım başı ışıkları geçmen gerekiyor. Nedense İstanbul yolunda trafiği rahatlatmak için ne kadar ışık varsa kaldırılırken Karamanyoluna monte ediliyor. Bazısı gereksiz olan ışıklardan çoğu zaman araçlar ışığa riayet etmeden kırmızıda geçebiliyor... Güç bela Eski Garaj diye bilinen Karatay Terminaline geldikten sonra adım atsan varabileceğin Kayalıparka otobüsle gidebilmek için kaptan rotasını Üçler Mezarlığına döndürüyor. Mevlana Kütür Merkezi, Şehitlik, Mevlana Türbesinin ardından Mevlana'nın kuzeyine girerek nihayet Kayalıpark ve ardından Alaaddin Tepesini görebiliyorsun. Eski Garaj'dan sonra neredeyse boşu boşuna 3-5 km'lik bir mesafe turlanıyor. Eski Garaj'dan düz gitse Kayalıpark'a girmek için İstanbul Yolunndaki kavşaktan dönüp gelmesi gerekiyor...Vatandaş gezmek için böyle bir tur düzenlese çok ideal bir tur gerçekten. Neredeyse Konya'nın gezilebilecek tarihi yerlerin çoğunu görebiliyorsun bu şekilde. Ya işine gidip gelenin her gün bu şekilde bir döngü içerisine girmesi bir müddet sonra içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. Giden zaman kaybına mı yanarsın, fazla yakıt harcandığına mı yanarsın, buyurun, seçin beğenin.

Kayalıpark'a varıldığı zaman  valiliğin önünde park edilmesi ve durulması yasak olan yerlere park edilmiş araçlardan geçmek de ayrı bir dert. Nüfusun  ve araç sayısının hızla arttığı şehrimizde insanımızı trafiğin esiri yaparak gününün büyük bir çoğunluğunu trafikte geçirmektense yetkililerimiz alternatif yollar üretmelidir. Trafiği rahatlatmak için araçları gereksiz yerlerden dolaştırmak iş değil. Eğer tedbir alınmazsa bu otobüs güzergahını da mumla arayacağız bir iki yıl içerisinde. O zaman sanırım araçlar Ereğli çevre yolundan dönüp gelecek şekilde bir planlama yapılmak zorunda kalınılabilir. o zaman yat ağla, kalk ağla artık.

Konya yeniden  o kartpostallarda gördüğümüz "Gez dünyayı, gör Konya'yı" olsun. Yoksa bu gidişle "Gez dünyayı, gör gününü" olacak bu gidişle... 29/06/2016

Kullanılıp atılan insanın onurudur ***

Türkiye bir kaç yıldır akıl tutulması yaşıyor. Çevremiz, içimiz, dışımız sinsi düşmanlarla dolu. Türkiye kendi çapında mücadele etmeye, kendini korumaya, ayakta durmaya çalışıyor. Bir devlet ki ülkenin huzuru, refahı, mutluluğu ve güvenliği için mücadele etmek ve tedbir almak zorundadır.

Sorun mücadeleden ziyade, mücadele yöntemlerindedir. Yapılan her mücadele dost sayısını artıracağı yerde düşman sayısını artırmaktadır ve çoğu zaman sap ile saman, dost ile düşman birbirine karıştırılmaktadır. Çünkü mücadele profesyonelce yapılmaktan ziyade amatörce yapılmaktadır. Sonucunda da yaş ile kuru birbirine karıştırılarak içlerinde yetişmiş ve birikimi olan insanların onuruyla da oynanmaktadır. Zira vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdür.

Devlet çok yönlü mücadele etmektedir. Mücadele ettiği alanlardan bir tanesi de bürokrasi. Mücadele ettiği bu alanda devlet haklılığını büyük bir çoğunluğa maalesef iyi anlatamadı. Bulunduğu yerde sakıncalı gördüğü kişiyi kanun, yönetmelik vb mevzuatla yerinden etmek ya da yerini değiştirmek suretiyle bir yöntem belirledi. İl-ilçe milli eğitim müdür ve yardımcılarını eğitim uzmanı adı altında bir unvan icat ederek görevden el çektirerek kızağa aldı. Toplamda 4 yılını dolduran okul yöneticilerini yine bir kanunla öğretmenliğe döndürdü. 4 yılını tamamlayanları yaz döneminde oluşturduğu kıstaslarla sorumluluğu okul-aile birlik başkanı-yardımcısı, öğrenci meclis başkanı, okulun en kıdemli ve en kıdemsiz öğretmeni, öğretmenler kurulunca seçilen iki öğretmenin ayrıca ilçe milli eğitim müdürü ve iki yardımcısına paylaştırmak suretiyle puanlattırdı. Bu değerlendirmelerde yeterli puan alanlar müdürlüğüne devam etti. Yeterli görülmeyenler ise öğretmenliğe döndürüldü. Ne var bunda? Farklı farklı kişiler değerlendirmede bulunmuş diye düşünülebilir. Tamam puan verenler isabetli diyebiliriz. Ama kendisine puan verilen kişi değerlendirme kriterinin ne olduğunu öğrenemedi. Çünkü oyun bittikten sonra kıstas belirlenmiştir. Aslolan puanlanacak kişiye eğitim ve öğretimin başında kriterler verilir ve kendisine denir ki: Yıl sonunda seni şu kriterlere göre değerlendireceğim. Çalışmalarını ona göre yürüt denebilirdi. Maalesef denmedi. Şimdilerde bir başka puanlama kriteri daha var: öğretmen performans sistemi. Yine eğitim ve öğretim sona ermiş, bir hafta önce değerlendirme sistemi açılmış ve okul müdürlerine öğretmenle ilgili 50 kriter verilmiş. Haydi öğretmenini değerlendir deniyor. Tamam emir demiri keser. Öğretmenlere ödüllendirmede kullanılacak şekilde bir puanlama yapılması istenmektedir. Yine burada iş bittikten sonra geriye dönük bir yılı değerlendir deniyor. Tamam değerlendirilsin de. Bu kriterler eğitim ve öğretimin başında okul müdürü tarafından öğretmenlere verilse ve dense ki: Arkadaşlar! Her dönem sizi iki defa şu verdiğim kriterlere göre değerlendireceğim. Lütfen çalışmalarınızı bu kriterlere göre yapın denmesi gerekmiyor mu idi. Bir futbol maçında bile kurallar maçlar başlamadan aylar önce konuyor ve kriterler; kulüplere, futbolculara, teknik heyete ve kamuoyuna bildiriliyor. Çalışmalar bu kurallara göre yürütülüyor ta hazırlık safhasında. Ben gerçekten ne yapılmak isteniyor bir türlü anlayamadım. Amaç nedir, üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi? Ben bu süreci akıl tutulması olarak değerlendiriyorum.

Ülkeyi yönetenler hangi makamda kimlerle çalışacağına kendisi karar verebilir. Eğer yetkililer, çalışmak istemediği insanlara: Arkadaş, şu ana kadar yaptıkların için teşekkür ediyorum. Ben bundan sonra bu makamda şu arkadaşla yola devam etmek istiyorum diyebilir. Çalışmak istemediği insanı sonradan belirlediği kriterlerle değerlendirip elemek ve yeterli puanı alamadın demek onun onuruyla oynamak demektir. Eğer elediği kişi gerçekten tehlikeli ise öğretmenliğine de engel olunmalıdır. Hatta kendisine ceza bile verilmelidir. Yine makamlara getirilecek kişilerin sözlü mülakata alınması da kişilerin onurunu zedeleyen bir davranıştır. Malumunuz biz eğitim sisteminde sözlü denen değerlendirme yöntemini objektif bulmadığımız için yıllar önce kaldırdık. Öğrencilere bile bu şekilde bir değerlendirme yapılmıyor. Şimdi biz, evli-barklı insanları sözlü mülakata alarak başarılı-başarısız puanları veriyoruz. İnsanımızla oynamamak lazım. Yönetici tercihimizi kullanırken tercih etmediklerimizi onore etmek gerek. Çünkü onurunu zedelediğimiz insanlar beğenseniz de beğenmeseniz de bu ülkenin, bu toprağın insanıdır.

Bu yöntemi uygulayanların niyetinin halis olduğuna inanmak istiyorum. Eğer kamuoyu vicdanında rahat etmek istiyorsa  bu işler açık ve şeffaf olmalıdır. Halkı ve mağdurları ikna etmelidir. İkna edemediğimiz hiçbir doğru bizi doğru sonuca götürmez. Sadece kendimize düşman olanların sayısını çoğaltırız. Sonucunda incittiğimiz, onuruyla oynadığımız insanlar içine kapanır, sağlıklı hareket edemez ve devletine karşı kırgın olur. Kırgın olan insanın kalbini de asla tamir edemezsiniz. 

Ben yaptım oldu demekten ziyade yaptığımızın doğruluğuna insanımızı inandırma yolunu seçelim. Yoksa onulmaz yaralar açarız... 29/06/2016

***30/06/2016 tarihinde ladik.biz sitesinde yayımlanmıştır.

28 Haziran 2016 Salı

Müftülere nikah kıyma yetkisinin verilmesi

Başbakan partisinin grup toplantısında mahalleye dönüşen muhtarlara ve müftülere  nikah kıyma yetkisinin verileceğini belirtti. Başbakanın  bu açıklaması beni mesrur etti. Ne var bu haberde? Daha önce belediye başkanları ve yerine nikah kıyma yetkisi verdiği belediye memurları kıyıyordu bu nikahları. Şimdi müftülere de veriliyor bu yetki diyebilirsiniz.

İl ve ilçe müftülerine verilen bu yetki ile birlikte insanımız resmi nikah ve dini nikah (imam nikahı, hoca nikahı) ikileminden kurtulacak. Artık iki defa nikah kıydırmayacak. Benim de yıllardır savunduğum, dile getirdiğim bir fikir idi bu.

Aslında nikah bir sözleşmedir. Resmisi, dinisi olmaz. Ama nedense bu ülkede insanımızın % 90'ından fazlası hem resmi, hem de dini nikah kıydırır. Bazı insanlar da kız ve kadınlarımıza  dini nikah adı altında 2 şahit huzurunda gizli nikah kıymak suretiyle evlilik yapabilmektedir. Yine ikinci evliliği düşünenler de aynı yolu takip etmektedirler.  Bu uygulama ile kötü niyetle evlenmeyi düşünenlerin önüne de geçilebilir diye düşünüyorum. Çünkü bu tür evliliklerde genelde kadın tarafı mağdur olmaktadır.

Nikah kıymak isteyen ister belediyenin ister müftülüklerin yolunu tutsun.  Artık vatandaş önce resmi nikah, ardından dini nikah peşinde koşmayacak. İllaki ben dini nikah da kıydıracağım diyen olursa müftülüklere müracaat etsin.

Nikah nikahtır. Nikah sözdür. şakası, ciddisi, dinisi, resmisi olmaz. Ama dini nikah adı altında kıyılan nikahlar bir sözden ibarettir. Bir zaman sonra söz uçar, yazı kalır. Dini nikahta yazı yoktu, müftülüklerin kıymasıyla birlikte hem bir belge olacak, hem de dua yapılacak... Hayırlı olsun. 28/06/2016

Tilkiyle akrabalık durumumuz

Bulunduğumuz halden sıkılırız çoğu zaman. Biz sıkıldıkça hayat çekilmez olur.  Durumumuzdan kurtulmaya çalışırız. Önümüze çıkan engellere tahammül edemeyiz. Hatta sebep olanlara kin ve intikam hırsıyla bakar, düşman gibi görürüz. Mağduriyet sendromundan bir türlü kurtulamayız. Tilki gibidir hayatımız artık. Tilkinin yüz planından 99'u, horoz üzerine olurmuş. Yatar, kalkar durumumuzu düşünürüz biz, tıpkı tilki gibi.

Eskiden işimiz olsa da olmasa da Allah'tan hayırlısı derdik. Sonucuna katlanır, tahammül ederdik. Şimdilerde en hayırlı iş, istediğimiz ve beklediğimizin olması. Ötesi tufan bizim için. İşin garibi hakkımızda neyin hayır, neyin şer olduğunu bilemeden bir çığlık koparıyoruz.  Sanki dünyanın sonu. Bazen bir şeyin olmasını çok istemek kendimize veya çevremize zarar verebiliyor. Aslında mevcut durumumuza şükredip, durumumuzdan daha aşağıda olanlara bakıp kendi kendimize  teselli versek, demek ki benim için hayırlı olan bu imiş, ya da benim imtihanım bu şekildeymiş dense hayata daha olumlu bakarız.

Adamın biri hamallık yaparmış. Akşama kadar uğraşır, didinir; karşılığında da günlük bir ekmek parası kazanırmış.  Bir gün canı iyice tak etmiş, açmış ellerini: "Akşama kadar hamallık yapıyorum, terliyorum. Karşılığında da sadece bir ekmek alacak para kazanıyorum. Ne olur oturduğum yerden bana bir ekmek versen ne olur ya Rabbi" deyip  yatağına yatar. Ertesi gün adam yine işine koyulur. İşini yaparken karşısında kavga edenleri aralamak ister. Bir müddet sonra kendisini kavganın içinde bulur, çünkü kavgaya müdahil olur. Zaptiye gelir. Hamal dahil kavgaya karışanları nezarete götürür, içeri atar. Bizim hamalın istediği olmuştu. Çünkü çalışmadan, oturduğu yerde kendisine nezarethanede günlük bir ekmek geliyordu. Üstelik çalışmadan ve terlemeden...

Duasının kabul olduğunu gören hamal ellerini açar: Ya Rabbi, bana çalışmadan ekmek ver dedim ama ben böylesini istemedim. Ne olur beni buradan çıkar. Ben yeniden ekmeğimi kazanmak için hamallığa razıyım" diye dua eder.

Arkadaş, madem böyle bir fıkra vardı dağarcığında. Bu kadar yazıya ne gerek vardı dediğinizi duyar gibiyim...

İşimizde, aşımızda ve her şeyimizde Allah'tan hayırlısını temenni edelim ve sonucuna razı olalım; istediğimiz şekilde olmasa da, sonucuna katlanalım. Demek ki, hayırlısı bu imiş diyelim... 28.06.2016

"Benim yanımda başkalarına küfrediyorsun. Başkasının yanında da bana küfrediyor musun yoksa?"

Öğretmenliğe ilk başladığım yılda okula atanan en son öğretmen olduğumdan bir başka lisede 4 saat ders tamamlamaya gittim.. Okulun yönetim işlerini -yıllardır- vekaleten yürüten bir müdürü vardı. Biraz garip bir yönetim tarzı yani yönetimsizlik tarzı vardı. Hatta ileride bir kitap yazar isem "R....li günlerim" ismini vermeyi düşünüyorum der, arkadaşlarla gülüşürdük. Pekiyi kimdir bu muhterem?

Bir gün okulun müdür yardımcısı H. Beyi parkta otururken gördüm. "İstifa ettim" dedi bize. Hayırdır hocam dedik. "Müdüre kızıp ayrıldım" dedi. Ne yaptı müdür sana dedik. Ben yanına vardığım zaman müdür durmadan diğer öğretmen ve personele sövüyordu. Bir gün "Hocam başkasının yanında da bana küfrediyor musun" dedim. Bana "Olur mu öyle şey hoca? Şurada beraber yeyip içiyoruz" dedi. "Bana sövmediğini ağzından duyunca epey de sevinmiştim. Bir gün bir araştırdım. Meğersem başkasının yanında da bana küfrediyormuş. Müdür Beyin yanına vardım. 'Hocam araştırdım, başkasının yanında da bana küfrediyormuşsun, mağdur olmayasın diye masamdaki işleri bitirip istifa dilekçesi vereceğim" dedim. "İşleri bitirmeyi bekleme, hemen yaz gel istifa dilekçeni bana" dedi. "Ben de yazdım dilekçe mi, şimdi bir aylık sürenin dolmasını bekliyorum, hemen ayrılacağım" dedi.
***
Bir ay sonra H. Beyi çarşıda gördüm, ayrıldın mı müdür yardımcılığından dedim. "Hayır, ayrılamadım" dedi. Sebebini sorduğumuzda: "Hocam bir ay dolduktan sonra kapısını çalıp müdür beyin odasına girdim. Hocam benim istifamın süresi dolmadı mı, cevap gelmedi mi hala?" dediğimde, "Ne istifası" dedi. "Dilekçe vermiştim bir ay önce" der demez. Sümenaltını açtı. Oradaki evrakın içerisinden benim dilekçemi buldu. Bana "Bu mu senin dilekçen" dedi. Evet ama işleme koymamışsın dedim." Doğru işleme koymadım, o kadar beraber yeyip içtik. Öyle ayrılmak olur mu" dedi. İstifam işleme konulmadığından görevimin başına tekrar döndüm maalesef dedi.
***
Aradan 24 yıl geçmiş, müdür bey hala yaşıyor mu bilmem. Derdim müdürü anlatmak değil. Burada ahlaki bir konuya dikkat çekmek. Çoğu zaman yanımızda başkasının aleyhinde konuşan insanları can kulağıyla dinleriz. Hatta çok hoşsohbet bile deriz. Bu insan yanımızda bir başkası hakkında bu kadar rahat konuşuyorsa bilelim ki başkasının yanında da bizim hakkımızda konuşur. İşin acı tarafı bu adam yanımızda başkası hakkında bu kadar rahat konuşma hakkını nereden buldu? Hiç utanmadan aleyhte konuşabiliyorsa sanırım bizde de bir sorun var demektir. Yanımızda konuştuğuna göre demek ki bizdeki zaafı iyi biliyor olmalı. Hatta çok açık sözlü bile deriz çoğu zaman.

Laf taşıyanları, başkası hakkında olumsuz kanaat belirtenleri dinlememek lazım. Onlara sırrımızı vermemek lazım. Böyle konuşanlara teşne olmaz isek adam konuşmayı bırakır, bir müddet sonra çeker gider yanımızdan. Canıma minnet!.. 28/06/2016


27 Haziran 2016 Pazartesi

Fabrika ayarlarımıza dönme zamanı

Kaybettiğimiz değerlerimiz çoktur. Bana  insanoğlunun  kaybettiği en önemli yitiği nedir dense, doğallığıdır derim. Evet biz tabii olmayı, doğal olmayı kaybettik. Her gittiğimiz yerde onu arıyoruz biz.

Araba mı alacağız? Orijinal mi, kaportada boya var mı, değişen parçası var mı deriz.
Eş adayı mı ararız? Daha önce evlilik yapmış mı deriz.
Sebze ve meyve mi alacağız? Hormonlu mu ona bakarız. Örnekleri çoğaltabiliriz. Giyimden kuşama, yiyecekten içeceğe, binitimize varıncaya kadar orijinal ve doğal olmasına bakarız. Doğallığa aşığız biz.

İnsanın da doğal olanını beğeniriz. Araştırırken samimi olup olmadığı yine bizim kriterlerimizdendir. İşin garibi her şeyin doğalını arıyoruz.  İnsan yitiğini ararmış. İnsanoğlu da doğallığını yitirdi. Çoğu zaman maskelerimizle geziyoruz. Kendimizi olduğumuzdan farklı göstermeye çalışıyoruz. Evdeki halimizle dış halimiz farklıdır, toplum içerisindeki görüntümüz ve konuşmamız özelde daha farklıdır. Bir TV programına bile çıksak yüzümüze hemen makyaj yapılır, olduğumuzdan daha farklı görünmemizi sağlamak için. Kendimizi pazarlıyoruz hep nedense olduğumuzdan farklı görünerek. Hepimizin yüzünde ya bir maske, ya bir makyaj. Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete bakalım. Rabbim sonumuzu hayreylesin.

Sebze ve meyve üretiriz, satılacak olan üretim başkadır, kendi yiyeceğimiz başkadır. Bir mal alacağımız zaman kanmamak için düzgün insan ararız. Ararız da ararız. Hiç kendimizi sorgulamayız. Ben ne kadar kendimi gizliyor isem karşı da gizliyor, ben ne kadar sahte isem karşı da o kadar sahtedir, ben ne kadar sahte, hormonlu mal üretiyorsam karşı da üretiyordur, ben ne kadar fahiş fiyata satıyorsam karşı da o kadara satıyordur, ben ne kadar düzgün isem karşı da o kadar düzgündür diye. Aslında iş hep kendimizde bitiyor.

Kendim için istediğimi başkası için istemedikçe, kendim için istemediğimi başkası için de istemedikçe düzgünlüğün ve dürüstlüğün gelmeyeceğini bilmemiz ve ona göre davranmamızdan geçiyor. Her birimizin mihenk taşı olması gerekir Ra'd 12.ayet. Ne diyordu orada? "Bir topluluk kendini düzeltmediği müddetçe Allah hiçbir topluluğu değiştirmez" buyrulmaktadır. Kural bu. Ya kendimiz düzeleceğiz ya kendimiz. Bunun başka yolu yok. Ya göründüğümüz gibi olacağız ya da olduğumuz gibi. Eğer böyle yapmaz isek daha çok doğallık ararız bilelim.

Çok yüz taşımaktan tek yüze dönelim. Yaratılışımızdaki doğallığımıza, çocukluğumuzdaki saflığımıza dönelim. Bunun mayası bizde var. Başka yerde çareler aramayalım. Yitiğimizi kaybettiğimiz yerde arayalım. Fıtratımızda var bu. Tozlanmış fıtratımızı silelim. Ya bismillah deyip hayata yeniden başlayalım.

Vakit nakittir. Zaman hızla gidiyor. Zaman fabrika ayarlarına dönme zamanı...27/06/2016

ÖSYM kriterleri

Haziran 3.ve 4.haftalarda ÖSYM tarafından LYS1-5 adı altında merkezi sınavlar yapıldı. Gördüğüm kadarıyla sorunsuz tamamlandı sınavlar.

Bir ara kopya skandallarıyla bir darbe yemiş olsa da ÖSYM'nin yaptığı sınavlar sınav öncesinden, sınav esnasına ve sınav sonuna kadar her şeyiyle düzen ve tertip çerçevesinde yürüyor. Bu tür sınav sistemine eleştirel bakmakla beraber milyonlarca kişinin sınavını binlerce görevli bir orduyla tereyağından kıl çeker gibi sorunsuz yapması takdire şayan gerçekten.

Mantığın kabul etmediği kurallara, sınav komisyonundan; salon görevlilerine, sınava giren öğrencisinden; velisine varıncaya kadar  herkes uyuyor, itiraz da yok: Sınava ilk 15 dakikada gelemeyen durumuna razı boynunu büküp geri dönüyor. Sınav esnasında ilk 100 dakika çatlasan da patlasan da salon dışına çıkamıyorsun, sınavın bitimine 15 dakika kala kimse çıkamıyor. Sınav esnasında kimse kimseyi rahatsız etmiyor, sınav bitmiştir sözüyle herkes kalemleri bırakıyor. Sınava girerken öğrencisinden görevlilerine varıncaya kadar neredeyse elbisesinin dışında hiçbir şey ile girilmiyor içeriye. Elimizden düşürmediğimiz, neredeyse yatağa beraber yattığımız cep telefonları bile böylesi sınavlarda saatlerce dinlenmek suretiyle istirahatini yapıyor. Cebindeki bozuk paranla bile giremiyorsun, varın siz gerisini düşünün.

Sınavın sorunsuz olmasının kanaatimce en önemli nedeni kurallarının acımasız olması ve kuralların uygulanıyor olması. Bence esas mesele bu. ÖSYM hangi sınav kuralını koymuşsa, kural mantıklı da olsa mantıksız da olsa uygulama imkanı bulması. Burada kuralları yazıp hem vaktinizi almayacağım hem de sayfamı doldurmayacağım. Hiç sınavla alakası olmayanımız bile sanal alemde kısa bir gezinti yapsa kuralları görür. Her şey yasak anlayacağınız. Hele şükür aldığımız nefese karışmıyor. Eğer ÖSYM aldığımız nefeslerden şüphelense öyle zannediyorum nefes almamızı da yasaklar. Şimdilik böyle bir zan yok sanırım.

Şimdi sadede gelelim, derdim üniversite sınavları değil. Birçoğu; acımasız, gereksiz ve mantıksız görünen yasakların uygulanma imkanının bulunması. Genelde bu ülkede her şeyde bir kural vardır. Her şeyin kuralları belirlenmiştir. Kurallar iyi düşünülüp konulmuş ama bir sorun var. Bu ülkede kurallar hep çiğnenir, uygulanmaz. Bizim huzur, refah, düzen ve tertibimiz için konmuş bu kurallara uysak günlük hayatı kendimize ve birbirimize zehir etmeyiz. ÖSYM'nin mantıksız görünen kuralları tıkırında işliyor da diğer kurallarımız niçin çiğnenir?  Hayatı zindan ederiz kendimize ve çevremize. ÖSYM sınavında görev alanlar, sınava girenler de bu ülkenin insanı. Dışarıdan ithal edilmiş değillerdir.  O zaman mesele nedir?

Mesele kural tanımaz aymazlığımızdadır. O zaman ÖSYM bu işi çözmüşse sosyal, siyasal, ekonomik vb hangi alan varsa hayatın her alanına ait kuralları ÖSYM koysun. Cezaları da tıpkı sınavlardaki gibi ağır olsun. Cezalar mutlaka uygulansın. Bize biraz kural öğretsin olmaz mı? Hatta biz hiç AB ve Kopenhag kriterleriyle uğraşmayalım, hatta adına Ankara kriterleri de demeyelim. Tüm kriterlerimiz ÖSYM kriterleri olsun, adam gibi uygulansın. Bizim ÖSYM kriterlerimiz dünyaya örnek olsun.

Kurallarla yaşamaya başlayınca bu ülkeye dirlik ve huzur, birbirimize saygı ve sevgi hakim olur. Kurallara uydukça hayatın anlamının olduğunu bir kat daha anlarız. Çocuklarımıza yaşanılır bir ülke bırakırız. Bilelim ki bu ülkenin sorunu, kural eksikliğinden değil, kurallara uymadığımızdandır. Kural tanımaz tavrımızdandır.

Ne dersiniz? Var mısınız bu kurallara... 27/06/2016

26 Haziran 2016 Pazar

Eşyamı yeniliyorum/Eşya arıyorum

Gördüğünüz bu kırtasiye kutusu ÖSYM'nin geçen hafta yaptığı Matematik ve Geometri sınavında herbir  öğrenciye verdiği; içerisinde iki kalem, bir silgi ve bir kalemtraşın olduğu kutu.

Sınav bittikten sonra evrakını teslim eden öğrencilerden kimi kalem kutusunu yanında götürdü, kimi sırasında bıraktı. Bir tanesi de sınavdan çıkarken bu gördüğünüz kalem kutusunu çöpün içine attı.

Ne var bunda? Millet kullanılabilir karyola, koltuk, halı, kilimini... çöpün yanına bırakıyor. ( Bu koltuk da yine çöpe bırakıldıktan sonra çektiğim bir görüntü)

Gençliğin baharında bu gencimiz kalem bırakmış. Maliyeti nedir ki, olsa olsa beheri 1 TL'den kutusuyla birlikte 5 lira yapar diyebilirsiniz... Doğru dersiniz.

Biz çöpe o kadar kıymetli eşyalarımızı atıyoruz. 5 liranın lafı mı olur? Lüks yaşıyoruz, kendimiz dışında herşeyimizi çöpe bırakıyoruz. Parası olan da bırakıyor, olmayan da. Müsrif bir toplum olup çıktık. Ne milli servetlerimizi çöpe atıyoruz.

Madem her şeyimiz çöpte. Biz attıktan sonra kağıt toplayıcılar gelip toplayıp götüreceğiz diye uğraşıyorlar. Bugünün belediyeciliğinde her alanda hizmet vermeye çalışan ve her ilin en büyük organizasyonu olan belediyelerimiz öncülük yapıp  yeni bir telefon hattı açsalar, adına da "Eşyamı yeniliyorum,  eşya arıyorum" dese... Belediye çöpe gidecekleri alsa, bir depoya koysa, ihtiyacı olan gelip alsa ne olur? Herhalde hayırlı bir iş yapmış olur. Milli servetimiz de değerlendirilmiş olur. Çünkü senin için ihtiyaç fazlası olan bir eşya benim için çok elzem olabilir. Aslında bir kısmımız kullanmadığı ihtiyaç fazlasını çöpe atmayıp ihtiyacı olana ulaştırıyor. Fakat çoğu zaman ihtiyaç sahibini arıyoruz ve bu durum amatörce ve bireysel yapılmaktadır. Bu konuda profesyonelleşmek gerekir diye düşünüyorum.

Haydi belediyeler böyle  hayırlı bir işe bir el atın...  Kullandıklarımızı ihtiyaç sahiplerine ulaştırın... Kullanılmışı kim kullanacak demeyin. Bakın ben bu kalem kutusunu çöpten aldım, kullanmak için. Bu işi proje haline dönüştürün. İnanın bu iş, sizin ramazanlarda mahalle mahalle dolaşıp verdiğiniz iftarlardan daha önceliklidir... 26.06.2016

25 Haziran 2016 Cumartesi

Esas bayram davuldan kurtulmak olmasın

Teravih vakti şarkı söyleyecek sanatçıların yanında onlara eşlik edecek davulcuya da ihtiyaç vardır. Davulcunun mesaisi sahura kadar milleti yatırmamaktır. Davulcu gece çalıştığı için yatırmadığı insanlarla birlikte akşama kadar uyumak durumundadır.

İftar vakti sen heyecanla iftarı beklerken davulcu evinize misafir olur. Sen iftarı beklerken davul sesine zil sesinin karıştığını görürsün. Adama kızmak için kapıyı açınca elinde tokmak, belinde davuluyla davulcuyu görürsün. Canını kurtarmak ve iftar etmeden gitmek istemiyorsan pamuk eller cebe....davulcuya itiraz etme. Ya o tokmak davul yerine başına patlasa daha mı iyi olurdu...

Efendim! Ben davulcu istemiyorum diyemezsin, bu bir gelenektir. Adam ihale ile almıştır o muhiti. İhale eden başkası, ihaleyi alan başkası, sonuç ihale sende kalır. Sanatsal gürültüsü de bu ihalenin bonusu her yıl olduğu gibi. Sakın o klasik “Şimdi saat var, telefon alarmı var ben onunla kalkıyorum” deme. Her zaman ki gibi yalnız kalırsın. Bazı günler evine iftar vakti farklı davulcu da gelir, geleni geri çevirme iftar vakti moralini bozma. Yoksa soluğu hastanede alırsın. Sakın ola ki kapıyı açmamazlık etme. Adam senin evde olduğunu biliyor...Bu iş bayram sabahına kadar devam eder.


Esas bayram davuldan kurtulmak deme sakın!..25/06/2014

24 Haziran 2016 Cuma

Kararlarıyla Hep Kendilerinden Söz Ettiren Kesim

1.Adnan Menderes Ve Arkadaşları İdama Mahkum Oldu.

2.Anayasa Korunacağı Yerde Darbelerde Ses Çıkarılmadı.

3.MNP, MSP, RP, FP Mahkeme Kararı İle Kapatıldı.

4.Dönemin Başbakanı Yargılanarak Mahkum Oldu.

5.İktidardaki Parti Kapatıldı.

6.Yazılmış Şiiri Okuyan Hapisle Cezalandırıldı.

7.Kuruluş Yıl Dönümlerinde Siyasileri Hep Eleştiriler.

8.Ergenekon, Balyoz Vb. Davalarda Önce Mahkum Ettiler, Sonra Saldılar.

9.367 Kararı İle Yine Gündeme Geldiler.

10.Ülkeyi Yakıp Yıkanlar Serbest Kaldı.

11.Faili Meçhul Hiçbir Olay Çözülmedi, Tetikçi Ceza Aldı, Azmettiriciye Ulaşılmadı.

12.Gerekçeli Karardan Önce Karar Açıklandı.

13.İstedikleri Gerekçe Hemen, İstemedikleri Gerekçe İse Yıllar Yılı Yazılmadı.

14.Maraş, Sivas, Madımak Ve Gazi Olaylarının Perde Arkası Çözülemedi.

15.Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muhsin Yazıcıoğlu Vb. Kişilerin Katillerine Ulaşılamadı.

16.Kararlarıyla Bir Kesim Sevindi, Diğeri Üzüldü, Sonra Sevinenler Üzüldü, Üzülenler Sevindirildi.

17.Kamu Adına Verilen Kararlar Kamu Vicdanını Rahatlatmadı.

Hülasa, Tuz Koktu. Halbuki Tuzun Kokmaması Lazım. 23/06/2015

"...Anlamıyor musun sen?"

Okullar kapandı, öğrenciler rahat  bir nefes aldı. Daha okullar kapanmadan aileleri bir telaş sardı, yazın çocuğum ne olacak diye. Kimi sportif faaliyetlerinin, kimi de Kur'an eğitimi alsın diye kursların yollarını tuttu. Okullar kapanmadan kayıtlar alınmaya başlandı.

Okullar kapanır kapanmaz yaz kursları açıldı. Çocukların dinlenmesi bile beklenmeden. Zaten çocuklar okulların kapanmasından son üç haftayı tatil gibi değerlendirdiği için sanırım aileler, çocuklarının ayrıca dinlenmesine ihtiyaç duymadılar.  Ben bu yaz kursları ile ilgili bir  konuyu gündeme getireceğim. Duyunca da üzüldüm gerçekten.

4.sınıfı bitiren çocuğunu Kur'an-ı daha iyi öğrensin diye bir anne geçen yıl gittiği mahallesindeki Kur'an Kursuna göndermek ister. Daha kurslar başlamadan anne çocuğunu yazdırmaya götürür. Kayıt ücreti olarak 60 TL istenir. Yanında para olmadığı için kaydını yaptıramaz. Geçen yıldan tanıdığı kızının öğreticisi: "Biz şimdi ismini bir yere not edelim. Çocuğunuzu kayıt olmuş bil. Parayı getirince de asıl kaydını yapalım" der. Kadın geldiği gibi kaydını yaptıramadan geri döner. Ama içinde  bir umut belirir. Çünkü hem kurs öğreticisi ismini not etmiş. Hem de öğretmenin "Çocuğunuz geçen yıl çok iyiydi. Yine ben okutayım" sözü yüreğine su serpmiştir.

Bu hafta yaz kursları açıldı biliyorsunuz. Anne yanına 60 TL alarak çocuğuyla birlikte kursun yolunu tutar. Geçen yıldan tanış oldukları öğreticinin yanına varır. "Şu anda bana kayıt 27 kişi oldu, senin çocuğu da alalım, parasını verdiği halde halen gelmeyen öğrenciler var" der demez kursun yöneticisi müdire: "Yer yok. Anlamıyor musun sen, sıra da yok" diye çıkışır.  Kendisi ve eşi imam hatip okullarında okumamış, doğru dürüst din eğitimi almamış fakat çocuklarım dinini diyanetini öğrensin. Çocuklarım imam hatipte okusun diye çırpınan anne bu hakaretamiz tavır karşısında neye uğradığını şaşırır. Geldiği gibi gerisin geri döner çocuğunun kaydını yine yaptıramadan. Üstelik yediği hakaret de cabası.

Bugün eşinden bu olayı dinlediğim zaman çok üzüldüm ama garipsemedim. Demek ki çok bir şey değişmemiş benim camiamda. Hele: "Hocam sizi tanıyoruz kaydınızı yaparız deyince acele etmemiştik. Ne yalan söyleyeyim para da yoktu. Böyle yapacaklarını bilseydim gider  kredi kartımdan para çeker yazdırırdım çocuğumu" demesi beni kahretti gerçekten.

Her şeyden geçtim bir bayanın "Yer yok anlamıyor musun sen" diyerek suçlaması. Yaratılışı itibariyle erkeğe oranla nazik ve kibar olan bayandan böyle bir suçlama hiç yakışık almamıştır. Bir dini tedrisat yapılan yerde insan psikolojisinden anlamayan böyle kaba birinin yönetici yapılması hiç isabetli olmamıştır.

Bildiğiniz gibi 8 yıllık kesintisiz eğitimle beraber Kuran kursları büyük bir darbe yemiş, neredeyse öğrenci gelmez olmuştu. Hatta bu kurslarda görev yapan birçok öğretici öğrenci yokluğundan camilere imam olarak görevlendirilmişti. Az sayıda kurslarda görev yapanlar da yeter sayıya ulaşabilmek için ev ev dolaşıp yediden yetmişe kayıt yapmışlardı. Hatta devam şartı bile aranmadı. Yeter ki kurs açacak şekilde yeter sayıya ulaşılsın. Ne çabuk unuttu bu hanımefendi bu durumları. Zaten bir çok kurs 10 ay boyunca neredeyse öğrenci yokluğundan halen sinek avlıyor. Şurada  2 ay boyunca bir öğrenci görecekler. Sıra yok mazeret mi Allah aşkına. Milli Eğitimin hangi okuluna telefon açsa: "Hocam sıraya ihtiyacımız var" dese yüzlerce sıra yığılır o kursa. Bu kibir, bu tepeden bakma neyin nesi. Yakışıyor mu ağzı Kuran okuyan ve Kur'an öğreten bir eğitimciye. Sonra "Anlamıyor musun sen" demek ne demek. Hanımefendi anlatamadım galiba. Şu anda kapasitemiz üzerinde bir öğrenci aldık. Parasını verdiği halde gelmeyenler var. Siz numaranızı verin onlardan mutlaka ayrılanlar çıkacaktır. Boşalır boşalmaz biz sizi arayacağız. Şayet boşalma olmaz ise bize yakın bir başka kurs ile irtibata geçer çocuğunuzu oraya yazdırırız, para önemli değil, gelip geçerken verirsiniz, biz zaten bu parayla kırtasiye alacaktık" dese ne olurdu. Anlamıyor musunuz diyeceğine "Anlatamadım" dese daha şık olmaz mıydı. Kadının gönlünde taht kurardı. Allah aşkına kendinizi yenileyin. Yenileyemiyorsanız boşaltın orayı. Sıra bulabilecek, vatandaşa nazik davranacak biri gelir mutlaka. Bir iyilik yap olmaz mı? Bir din eğitimcisine yakışmıyor bu tepeden bakış...

Bu aldığınız kayıt parası da neyin nesi sonra... Çocuk şunun şurasında iki ay okuyacak. Okullarda 10 ay boyunca çocuğumuz okur. Okul yönetimi bir 20'lik istese kıyameti koparırız, kayıt parası isteniyor diye.

Yazımı okuyan bu adamın işi gücü kendi camiasını eleştirmek diyecek. Haksız da sayılmaz hani. Her eleştiri yazımdan sonra bir daha yazmayacağım diye söz de veririm. Ama ertesi günü yeni bir sıkıntı veren skandal duyuyorum. Aslında kurslarımız kendisini çok yeniledi. Malzeme ve materyal yönünden kendisini geliştirdi. Yönetici ve öğreticileri de iletişim ve görev bilinci bakımından çok mesafe katettiler. Bu bayan gibi dinozorların sayısı bir elin parmağını geçmiyor. Son çırpınışları. Çırpındıkça batıyorlar. İnsanımızı kendilerinden soğuttukları yanlarına kar kalıyor. Belki de bu hanımefendi 10 ay boyunca öğrenci yokluğundan keyif çattı. Şimdi cıvıl cıvıl öğrencileri görünce yatmaya alışan birinin hoşuna gitmez böyle şeyler.


Hanımefendi! Bir insan bu çağda Kur'an-ı nerede olursa öğrenir. Mesele öğrenmede değil, sizin davranışınızdadır. İnsan kazanmaya çalışın. Diyanet kaç yıllardır camilerimiz çocuk sesinden mahrum kalmasın diye proje üstüne proje geliştirmeye çalışsın. Senin gibi dinozorlar da kaçırmaya çalışsın. Utan yaptığından utan, eğer kalmışsa biraz haya... 24/06/2016

Bok böceğinin psikolojisi

Herhangi bir engelimiz yoksa Rabbim bizi yaratırken hepimize eşit bir şekilde iki ayak, iki kol, iki göz, bir ağız, bir burun, bir iskelet, bir de kafa vermiş. Birbirinizi tanıyın, ortak noktalarınızla bir ve beraber yaşayın. Farklılıklarınız da zenginliğiniz olsun demiş. Keremine  şükür.

İskeleti ve kaportası böyle olan insanın iç dünyasını çözmek ve bilmek ise tam bir muamma. Dünyanın en iyi bilmece ve bulmaca çözen üstatları bir araya gelse çözemez bu varlığı. Çöz çözebilirsen. Öyle zannediyorum ayakta kalmak için bizden iki ayak daha fazlası olan hayvanlar gıpta ediyordur bize nasıl duruyorlar iki ayak üstünde diye. İçgüdüleriyle hareket eden bu masum varlıklar ne bilsin o iki ayaklıların ayakta kalmak için kaç takla attıklarını. Bilseler herhalde gıpta etmezlerdi bizim halimize. Elinin ve ayağının çabasıyla helalinden yemeye ve ayakta durmaya çalışan "Eşrefi mahlukat" olan  insanların içerisinde aynı görünümlü; asalak, kişiliksiz, yaralı parmağa işemeyen, menfaatçi  "Esfeli safilin" tiplerin olduğunu. Hasılı biz bize benzeyen tip tipleriz biz.

Olaylara, kişilere, zamana, mevkiye, kızgın ve sakin haline göre değişkenlik gösteren insan tiplerinin içerisinde bir tip var ki çözemedim gitti. Hangi şeye benzetmeye çalışsam benzettiğim şeye hakaret olur... Odun desem ısıtmak için yanmaya gelmez, kurban olsun oduna. Kömür desem yaptığı aymazlıklar dolayısıyla en azından kömür gibi kararır, iş yapmaz aklı sayesinde söylenene "Ya Rabbi şükür" misali sırıtıyor. Kömür hiç olmaz... Hayvanın sere serpe kimseden çekinmeden ulu orta bıraktığı pislik desem en azından sebze ve meyvenin yetişmesinde gübre olur diyeceğim o da değil.

Bulunduğu ortama pisleyen ve ardından kendi pisliğini yuvarlayıp ardından da etraf ne kadar pis kokuyor diyen bok böceği diyeceğim... Evet, evet. Buldum galiba. Bu tip olsa olsa bok böceğidir. Çünkü bu böcek etrafı kendi kirletiyor, fakat kendi kirlettiğinin farkında değil. Suçu başkasına atıyor. Pisliğin içerisinde sağa sola ahkam kesmeye devam ediyor, bu çevreyi kim kokutuyor diye. Kendine aşıktır bu böcek. Yaptığı haltı da sanat, kendisini ve yaptığını bulunmaz Hint kumaşı olarak görür. Aklı sıra milleti keriz yerine koyarak kendi suçunu bastırmaya çalışıyor. Normalde aşağılık bir yaratık olduğunu bilir, aşağılık kompleks halini yaşar. Kendini olduğundan farklı göstermeye çalışır ve pisliğin içerisinde debelendikçe debelenir, bir türlü çıkamaz. Çırpındıkça çıkacağı yerde aşağıya, esfeli safilinin dibine iner. Pisliğin içerisinde kaldıkça kendisini sanat erbabı olarak görür, pisliğe bulanmamış olanları düşman beller. Başkasını da kendi seviyesine indirmeye, çekmeye çalışır. Pisliğinin içerisinde yüzer, buna rağmen yine her konuda bilge bir tip görüntüsü vererek her konuda fikrini söyler. Birileri buna yerini, yurdunu, vazifesini hatırlatsa yuvarladığı pisliği karşısındakine bulaştırmaya çalışır... İşte böyle tipler insanlığın sırtında bir kamburdur. Sayıları da az değildir. Hatta yığınladır. Ne haddini bilir, ne yerini, ne seviyesini. Çukurun içinde kala kala çukur kalır. Düz yolda gidene düşman kesilir. Pislik diye üzerine bassan vaveylayı koparır, Basmamak için çalıyı dolansan seni kibirlilikle suçlar. Pisliğinle beraber defol git desen kendini dünyayı ayakta tutan öküz boynuzu sanır. Yokluğunu: "Benden sonrası  tufan" der...

Karşılaştınız mı böyle bir tiple? Nasıl tanıdık geldi değil mi? Böyleleri bırakın kendi pislediği pisliğinin içerisinde debelensin dursun. Asla muhatap almayın. Zira muhatap alırsanız kendisini bir şey sanır. Ortam, hiç bir halta yaramadığı halde kendini bir şey sanan aklına aşık hasta ruhlarla dolu.... 24/06/2016

Patolojik bir vaka

Bu akşam bir ahbabımın evine çay içmek için aracımla yola çıktım. Eve yaklaşırken bölünmüş yolun soluna girmek için sinyal verdim. Karşı yoldan 60 km hız ile gelen 500 metre mesafedeki bir araca bakarak kontrollü bir şekilde karşı tali yola geçtim. Ardımdan acı acı bir korna sesi. Ne oluyor, bir hata mı yaptım diye dikiz aynasından geriye doğru bir göz attım. Hızını bile yavaşlatmadığım aracın sahibi: tabakhane yolcusu. Hem gitti hem de korna çalmaya devam etti. Trafiği tehlikeye atsam ya da hızını kessem gam yemem. Her halinden iyi aile terbiyesi almış biri idi anlaşılan.

Arabaya binince bizim insanımız değişiyor gerçekten. Bir hava, bir tafra ki görme gitsin. Neyi ispatlamaya çalışıyor ki? Olsa olsa kendi varlığını ispatlamaktır gayesi. Kahrolası egosunu tatmin etmektir. Bunun başkaca bir izahı yoktur. Dünyaları ben yarattım havasıdır bu. Havan batsın emi.

Hasta ruhlu bir insanın psikolojisidir bu. Patolojik bir vaka. Hastanelerimizin psikoloji ve psikiyatri polikliniklerine gelen az sayıdaki insanları çözmeye çalışmasın bizin uzman psikologlarımız. Boşu boşuna testler falan yapmasınlar. Çıksınlar trafiğe; hiç evraka, tahlil ve tetkike gerek kalmadan araç sürenlerin içerisindeki hasta ruhlu tipleri hemen teşhis ederler. Üstelik “İyi olacak hastanın ayağına doktor gelirmiş” sözü de böylece gerçekleşmiş olur.

Ben bugüne kadar benim psikolojik sorunum var diye doktora giden hastanın sayısı bir elin parmaklarını geçmez diye biliyorum. Biz ancak bir yerimiz ağrıdığı zaman kendimizi hasta kabul ederiz. Toplumda o kadar hasta var ki, say say bitmez. Doktorlarımız ayağına hasta bekleyeceğine, çıksınlar o dört duvar arasından… Hem içleri açılır. Hem de sürüyle tımarhanelik adam bulurlar. Böylece her ilde akıl hastalarının tedavi olacağı bir hastaneye ne kadar ihtiyaç olduğu ortaya çıkmış olur. Üstelik zincir satanlar da kısa zamanda köşe olurlar. Çünkü kendini akıllı sanan zincirlenecek o kadar masum görünen insanımız var ki! Haydi ne olur piyasaya çıkın da bu milleti büyük bir dertten kurtarın. Hem de hayır duasını alırsınız inanın. Bencillik tavan yapmış bu ülkede. Centilmenlik düşmanı çoğu. Hayatı kendisinden ibaret sanan adı konmamış zavallı yaratık bunlar. Demir ve teneke yığınından ibaret cansız bir teknolojik binite insanları esir ve köle etmeye çalışan manyak tip.

Bir korna çalan hakkında bu kadar söz söylememi abartı olarak görebilirsiniz. isterseniz aracınızı bırakın yaya olarak karşıdan karşıya geçmeye bir çalışın. Hem de "Öncelik yayalara ait" levhası yazan bir yerden üstelik. Önce bir korna sesi seni kendine getirir, ardından yavaş yavaş gelen o aracın seni çiğneyecek gibi hızlanarak üstüne üstüne geldiğini, sen geçtikten sonra da el kol işaretiyle sana hareket çektiğini, ağzıyla da homurdanan, hanım evladı olduğunu gösteren tipler görürsün. Bu tipleri belirleyin. Bunlar  yurt dışına ihraç edilse başka ülkelerde olmayan bu mahluklar sayesinde ekonomimiz rekor üzerine rekor kırar. Kısa zamanda düze çıkarız. Gayri safi milli hasılamız yaşanabilir bir ekonomik refah seviyesine çıkar. Hatta kaç tane fakir ülkeyi bile besleriz.


Haydin doktorlar! Çıkın piyasaya. Trafikte dolaşarak hem daha çok para kazanın. Hem de bu millete bir iyilik yapın. İnanın paraya para demezsiniz. Hatta ilk önce "Ben hasta mıyım" diyen nevi şahsına münhasır tiplerden başlayın işe. 24/06/2016

23 Haziran 2016 Perşembe

Göründüğün kadar kötü değilmişsin be Ramazan!

Günlerce bekledik Mübarek Ramazan geliyor diye. Hazırlığımızı yaptık kendi çapımızda. Kendimizi hazırladık. Geliyor gelmesine de nasıl tutacağız bu uzun yaz mevsiminde diye nefsimiz, bilinçaltımızda karargah kurdu. Gönderdi durmadan iğvasını. Hele bu sıcakta, iş güç zamanı, nasıl tutulacak diye bizi psikolojik olarak etkiledi de etkiledi. Dile kolaydı 17 saat yemeyecektik, içmeyecektik. Gece uykumuz bölünecekti, nasıl dayanacaktık uykusuzluğa?

Korkunun ecele faydası yokmuş. Ramazan geldi de gidiyor bile. Hem de teğet geçti, hiç dokunmadı. Nefsimizi dizginledik, yemeyi, içmeyi aramadık bile. İşimize gücümüze devam ettik. Kitabımızı okuduk. Bir defa daha nefsimize galip geldik hele şükür. Hele beynimizde, belleğimizde oluşturduğumuz korkuların hiçbiri gerçekleşmedi. İrade meselesiymiş meğer Ramazan dedikleri. Beyinde bitirmek gerekiyormuş  yapmak istediklerimizi. Ve Ramazan göründüğü kadar kötü de değilmiş üstelik. Açlık ve susuzluğa rağmen ellerimizi cebimize de attık. Fakiri, fukarayı gördük gözettik. Eşin dostun iftarına gittik, onları evimizde ağırladık. Bol bol zamanımız kaldı iş yapmak ve ibadet etmek için. Bir defa daha Kur'an’a yani hayat kitabına yöneldik. Bizi adam et, ilham kaynağımız ol dedik. O da işte ben buradayım aç oku, anla ve yaşa dedi bize. 11 ay sonrasında yeniden rektifiye olduk, motoru güçlendirdik, kaportayı düzelttik. Ne de çok iş yaptık biz bu Ramazan. Şükürler olsun…

Oruçla beraber susma orucu da tuttuk, çoğumuzda bir sessizlik hakim oldu. Oruç tutmayanın tutmamasına, karşımızda yiyenin yemesine aldırmadık, hatta hiç heves bile etmedik. Belki de acıdık onların durumuna. Sabrı öğrendik hep beraber. Aynı anda sofralarımızı kurduk, aynı anda ezanlarımız okundu, aynı anda sularımızı yudumladık, aynı anda iftarımızı açtık. Beraber omuz omuza namazlarda saf tuttuk. Dünya bir araya gelse bizi aynı anda oruca başlatıp, aynı anda iftar ettiremezdi… Ramazan giderken şöyle bir göz attım da, ya hu bu Ramazan gerçekten kötü değilmiş nefsimin fısıldadığı kadar...

Kamu kurum ve kuruluşlarımız mahalle mahalle iftar vermeselerdi, akşamında sosyal aktiviteler yapmasalardı daha iyi olacaktı bu Ramazan. Hem de şanına yaraşır bir şekilde gönderecektik biz onu. İnşallah yetkililerimiz mahalle mahalle verdikleri bu iftar programlarından önümüzdeki Ramazanlarda vazgeçer, oraya harcadıkları parayı bir başka yerde, başka bir amaç için kullanırlar. Bunu ben böyle temenni ediyorum.

Seni, Rabbim  nasip ederse seneye de karşılamak isterim Ramazan. İşin başında, daha gelmeden sana karşı ön yargılı davranmışım, korku dağları oluşturmuşum. Aramıza gelip birlikte hemhal olunca göründüğün kadar kötü olmadığını bir defa daha anladım. Her şey beyinde bitiyormuş meğer, irade  meselesi ve sabır işiymiş. Herkesin harcı değilmiş yani... Bir şey daha anladım: Bir başkasına karşı tanımadan ön yargılı davranmanın da iyi bir şey olmadığını… Seneye seni dört gözle bekleyeceğim. Zaten seni bana kötüleyen nefsim de pes etti, bıraktı beni kendi halime.

İçinde barındırdığın ve bin aydan daha hayırlı Kadir Gecende bile içimizdeki az sayıdaki aktif kötülerin Cennet vatanı kana bulamak için sinsi planlar yaptıkları esnada biz pasif iyiler: “Allah’ım! Sen affedicisin, affı seversin. O halde beni affet” diye dualar okuyarak değerlendirdik dün gece. Gecenin kadir kıymetini bilenlerden olmamız ve kendi doğrularımızı bir tarafa bırakarak bir ve beraber olmayı akleden kullar olmamız temennisiyle güle güle Ramazan! Sen gerçekten kötü değilmişsin. Sana maalesef bir defa ön yargıyla yaklaşmışım. Hakkını helal et. Yeniden buluşmak dileklerimle... İyi bayramlar tabii hak edenlere!.. 23/06/2016



Kur'an-ı Kerim basımında biraz ciddiyet lütfen!...

Elimde Ramazan dolayısıyla eşime hediye ettiğim, özel bir yayınevi tarafından bastırılmış Elmalılı Hamdi YAZIR'a ait "Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali" isimli Kur'an var. İçeriği renklendirilmiş, dış baskısı güzel, okuması kolay bir kitap.

Kitap Allah kelamı. Kitabın mükemmelliğine söyleyecek bir şey yok. Kitaba baktığın zaman hattından, dizaynına varıncaya kadar al beni oku diyor. Malumunuz üzere Fatiha ile başlıyor, Nas ile bitiyor, sayfa sayısı da 604 sayfadan ibaret. Görünürde her şey mükemmel. Fakat içini açıp okumaya başladığın zaman dışının sizi, içinin de beni yaktığı ortaya çıkıyor. Yayınevinin hata kabul etmez yanlışları maalesef bir bir görünmeye başlıyor: 422.sayfayı okuduktan sonra Ahzap Süresi daha bitmeden 431.sayfadaki Sebe Süresine geçiyor. Devam ediyorum 446.sayfadan sonra tekrar 423.sayfaya geçiyor. 430.sayfadan sonra 447.sayfaya atlıyor. Şu ana kadar tespit edebildiğim bariz hatalar bu kadar. Daha ne kadar hata var? Okudukça ortaya çıkacak maalesef. Yayınevinin seri bir şekilde ve ciddiyetsiz bastırması sonucu sayfaların karıştığı görünmektedir. İnsanlık hali böyle hatalar olur mu? Oluyor maalesef. Bu kitap basılıncaya kadar kaç kişinin elinden, tasnifinden ve denetiminden geçti kim bilir. Tasniften sonra da  baskı ve dağıtım  esnasında anladığım kadarıyla yine gözden kaçmış bu sayfalar.  Bir an için acaba Kur'an-ın tertibi Hz.Ebu Bekir'den sonra yeniden mi dizayn edildi demekten kendini alamıyor insan.

2016 yılı Ramazan'ında başıma gelen bu hatalı meali görünce  1978 yılında hafızlık hocamın bir başka yayınevi ve yazarına ait  hediye ettiği mealli bir Kur'an aklıma geldi. Dünyalar benim olmuştu. Uzun süre kimseye dokundurmamıştım. Elimden düşürmüyordum onu. Okudukça içim açılıyordu. Yine ortalara geldiğim zaman maalesef sayfaların eksik olduğunu gördüm. Eskimesin diye kaplamıştım. Geri verip değiştirme durumu da kalmamıştı. Elimden düşürmediğim bu kitabı daha başka ne hatalarıyla karşılaşırım endişesiyle elime alamaz olmuş ve bir daha açmamak üzere kapatmıştım.

Şimdi acaba bu kitaplar korsan mı basılıyor, denetimden geçmiyor mu şeklinde kafamda şimşekler çakmaya başladı, içim daraldı. Hemen Kitabın sonuna baktım. Arka sayfada  "Diyanet İşleri Başkanlığı Mushafları İnceleme Kurulu Başkanlığı tarafından incelendiği" yazmakta ve inceleme kuruluna ait mühür ile mühürlenmiş baskısı da yer almaktadır. İçim cız etti hemen. Çünkü tıpkı diğer işlerimiz gibi burada da incelemelerimiz formalite icabı yapıldığı göze çarpmaktaydı. Üzüldüm gerçekten. Haydi her yönüyle gözden kaçtı bu yanlışlar. Bu Kitap kitapçılara dağıtılmak üzere Türkiye'nin dört bir köşesine gönderildikten sonra mutlaka satın alan bir vatandaş buralardaki hataları bulmuş ve kırtasiyeciye göstermiş olmalı. Bu hata ortaya çıktıktan sonra yayınevi veya dağıtım şirketi satışa sunduğu bu Kitabı niçin geri çekmez. Başka işlerde yaptığımız ve yutturduğumuz hata ve yanlışları ne olur Allah'ın kitabında bari yapmayalım.


DİB. lütfen inceleme görevini layıkıyla yapsın. O kitaba damgasını vurduğu mührün hakkını versin. İnceleme Kurulunda görev alanlar dostlar alışverişte görsün sadedince inceleme yapmasın. Öyle her önüne gelen yayınevi veya şahıslar meal veya Kur'an bastırmasın. Bir kaç elden denetimden geçmeden piyasaya sürülmesin. Ne olur, birileri bunu Allah rızası için yapsın. Öyle zannediyorum birçok evde bu şekilde yanlış basılmış Kur'anlar vardır. Bu Kitap hata kabul etmez beyler, biraz ciddiyet lütfen!... 23/06/2016

Hazıra konulan proje okulları

Son zamanlarda ' Proje okullar' gündemimize girmeye başladı. Yazımın başında akıbetleri inşallah hayır olur demek isterim.

Eğitim ve öğretim kısa zaman zarfında sonuç alınabilecek bir süreç değildir. Uzun soluklu, uzun-ince bir yoldur. Meyveleri 10-20 yıl sonrası alınır. Hemen meyve alayım çabası her zaman iyi sonuç vermeyebilir. Verirse de hormonlu olur.

Proje okullarına karşı mıyım? Baştan söyleyeyim: değilim. Bazı okullar statüsü farklı, proje okulu olabilir. Benim sıcak bakmadığım husus rüştünü ispatlamış, başarılarıyla göz doldurmuş okulların özel statüye alınması. Böylesi okulları proje okul kapsamına almaktan ziyade yeni açılan okullar ya da daha önce açılmış fakat başarısıyla ön plana çıkmamış okulların proje kapsamına alınıp başarılı okullar seviyesine çıkarmak şeklinde olmalıydı. Sıfırdan alınan bir okul başarılı okullarla yarışır duruma getirilmek amaç olmalıydı. Böylece her ilde başarılı okulların sayısının artması hedeflenmeliydi.

Her ildeki gözde okullara bir göz atalım. Hiçbirinin sıralaması değişmiyor, zirveyi de bırakmıyor. Çünkü tercihler en yüksek puandan aşağıya doğru sıralanıyor. Yüksek puanlı öğrencilerin tercih ettiği okullar hep zirvede. Öğretmeni ve yönetimi değişse de durum bu.

Yeni sıfırdan açılmış ya da akademik başarısı yüksek olmayan bir okul özel statüye alınsın. Bu okulun öğretmenleri hep seçmece olsun. Devlet her türlü maddi ve manevi desteği bu okullara versin. 4 yılın sonunda bu okul tercih edilen başarılı bir okul olsun. İşte böyle bir başarıya ben şapka çıkarır, o eğitimcilerin 40 yıl kölesi olurum.

Bir okulun kumaşı iyiyse o okul iyi okul oluyor vesselam.  Gerisi havanda su dövmektir. Boşa kürek çekmedir. Lafı güzaftır...

Var mısınız böyle okulları proje kapsamına alıp taşın altına elimizi koymaya... 22.06.2016

22 Haziran 2016 Çarşamba

Filistin-İsrail gibiydik biz onunla...*

İlk Kur'an eğitimini babasından almış, dokuz yaşında hafız olmuş, 10 yıl kadar medrese eğitimi görmüş, hukuk ve ilahiyat okumuş, 12 yıl imamlık ve vaizlik yaptıktan sonra 1980 yılında "İslam Felsefesi" alanında doktorasını tamamlamış, sonra doçent, ardından da profesör unvanını almış, bir İlahiyat Fakültesinin kurucu dekanlığını yapmış, çok sayıda kitabı olan, konferans ve TV programlarıyla ün yapmış, hitabeti güçlü ve siyaset yapmış biri idi. 

Mide kanseri tedavisi görmekte iken  22/06/2016 günü vefat etti. Hayat hikayesini zaten kısa bir araştırmayla her birimiz öğrenebiliriz. Samimi bir Müslüman mı idi, değil miydi bilmem. Halihazırda amel defteri kapanmış, hatasıyla sevabıyla dünyadaki rolünü tamamlamış biri artık. Yaptıklarına ve yapmadıklarına göre hesaba çekilecektir mutlaka. Niyetim mevtanın ardından lehinde ve aleyhinde konuşmak değildir. Hele öldükten sonra ardından konuşmak hiç mizacıma uygun değil. Son zamanlardaki görüntüsü ölmüş ölmüş dirilmiş birini andırıyordu. Belki de var olduğuna inandığı reenkarnasyon daha vefat etmeden kendinde görünmüştü.

Siyasete atılıncaya kadar  bazı kanalların müdavimi idi. Kendisi programlar yapardı. Çoğu zaman gündem oluştururdu. Farklı fikirleri vardı. Aslında farklı denen fikirler dünün şaz görüşleriydi.  Yeni bir şey söylemiyordu yani. Sadece tozlu raflarda kalmış bilgi kırıntılarını ortaya çıkarırdı yeni diye. İçinden çıktığı camia ile barışık değildi. Sırtı dönüktü onlara. Hiç sevmedi onları. Neredeyse düşman gibi gördü. Camiası da ondan hiç haz almadı. Kardeştiler ama düşman kardeş... Tıpkı İsmail'in soyundan gelen Filistinliler ile İshak'ın soyundan gelen İsrailoğulları gibi. Belki onlar gibi birbirimizi öldürmedik ama yeri geldi ölmek ve öldürmekten beter yaptık birbirimizi. Kalpten kalbe yol oluşmadı bir türlü. O bizi horladı, biz de onu. Aslında Kur'an hafızı olması, manasına hakim olması bir avantaj idi. Daha fazla Kur'an'la hemhal olacağı yerde içinden çıktığı camiasıyla düşman kardeşler rolüne soyundu. Kibirli ve mağrur bir görüntü sergiledi camiasına karşı. Çok iyi bildiği felsefesinde içinden çıktığı zümreye karşı tevazua yer yoktu... Medyatik olması, etrafını çeviren şöhret duvarı dolayısıyla ötesini maalesef göremedi. Belki de görün beni dedi, biz görmek istemedik.  Görüşü hoşumuza gitse bile söyleyene bakarak tavır aldık. Yani Hoca camiasını, camiası da Hocayı yok kabul etti. Birbirimize  karşı körler ve sağırlara oynadık. Asla güven vermedik yek diğerimize. Tek fayda sağlamadık başkasına  gülünç duruma düşmekten başka.  

Ben buna ötekileştirme diyorum. Oluşan ortam tam bir ötekileştirme idi. Sonunda iki taraf da kaybetti. Çünkü bizim asla farklı fikre tahammülümüz olmadı. Farklı düşünceye saygı duymadık. Farklı düşünen ile medenice tartışmadık. İletişimi kapattık birbirimize. Tu kaka yaptı birimiz diğerini. Farklı fikrine saygı duyup yanlışını en güzel yolla tartışma yolunu seçemedik. Sonunda o yoluna gitti, biz yolumuza. Birbirimize tahammül edememenin sonucunda o farklı bir kulvarda, farklı bir atmosferde hayatına devam etti. Biz de kabuğumuzdan çıkamadık... Ne biz onun Müslümanlığını beğendik ne de o bizim. 

Etrafımıza bir bakalım çevremiz ötekileştirilip diğer mahalleye gönderdiklerimizle dolu. Diğer mahallelerden adam kazanacağımız yerde diğer muhitlere bol adam transfer ettik ve onlara hain gözüyle baktık maalesef. Bir arada tutunmak için yollar arayacağımız yerde ayrılmak için yollar icat ettik.

Yanlış mı düşünüyorum yoksa? Farklı düşüneni linç etmekten ziyade ortak noktalarımızı bulmaya çalışsaydık nasıl olurdu acaba? 22/06/2016

* 25.06.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.