31 Ekim 2025 Cuma

Dededen Toruna Emekli Maaşı

Bir tanıdığım var. Bir gün laf lafı açtı. Kayınvalidesinin biri babasından, diğeri de kocasından olmak üzere iki emekli maaşı aldığını söyledi. Olur mu öyle şey dedik. “Ben de olmaz. Bir yanlışlık var” diye gidip SGK’ye durumu izah ettim. Yetkili kişi, “Biri emekli sandığı, diğeri de SSK’li ya da Bağkurlu olduğu için iki ayrı maaşı da alır. Her ikisi de aynı yerden olursa ya babasının ya da kocasının emekli maaşını alır” demiş.

Kayınvalide iki maaşı da almaya devam eder. Kocasından kalma evinde de oturmaya devam eder. Bu durum damatların iştahını kabartır. “Kayınvalidenin oturduğu evi de kiraya verelim. Annemiz sırayla birer ay evlerimizde kalsın. Kimin evinde ise maaşları ve kirayı o kızı alsın” demişler.

“Hocam, kayınvalide geldiği zaman banka kartlarını kızına veriyor. Bir iyi oluyor. Hepimiz dört gözle sıranın kendimize gelmesini bekliyoruz” dedi.

*

Kadının kocası ölür. Kadın kızının evinde kalmaya başlar. Haliyle kocasından tevarüs eden emekli maaşını da kızı almaya devam eder.

Kadının iki oğlu, bir kızı, “Anamızın oturduğu ev boş. Boşu boşuna duracağına evi boşaltıp kiraya verelim” derler ve evdeki eşyayı aralarında paylaşırlar. Evi de kiraya verirler. Kirayı yanında kaldığı kızı mı alıyor yoksa üç verese her ay aralarında paylaşıyorlar mı bilmiyorum. (Benim tek yaptığım çenemi yormak.)

Buraya kadar sorun yok. Şunu da yeni duydum. Aynı kadının babası fi tarihinde ölmüş. Belki de mezarında kemikleri bile kalmamıştır mevtanın. Erkek oğlundan biri rahat durmaz. Uğraşır, didinir. Babasından kalma emekli maaşı almaya devam eden annesine, kendi babasından da emekli maaşı bağlatır. Bu durum da büyük ihtimalle üst tarafta anlattığım hikayeye benzer.

Garip olan, annesi yine tek emekli maaşı almaya devam eder. Çünkü annesinin babasından hak ettiği emekli maaşının banka kartını, ikinci emekli maaşı bağlatmak için efor sarf eden oğlu alır. Şimdi bu oğlan her ay kendi emekli maaşının yanında ana babasından yani dedesinin maaşını alıp afiyetle yemeye devam ediyor. Ben buna dededen toruna maaş derim. Başka da bir şey demem. (Ben de “Dededen toruna” devam eden Ereğli ilçemize ait el yapımı Torun gofret var sanırdım.)

Kadının kocasından kaynaklı emekli maaşını almasını anladım da ölüp gitmiş, emekli maaşı kapatılmış birinin kızı için yeniden aktif hale gelmesini anlamıyorum. Kocasının emekli maaşı olmaz, o zaman babasının emekli maaşını alsa eh diyeceğim.

Bu iki örneğin yani dul kadının hem babasından hem de kocasından iki ayrı emekli maaşı alması örneği ülkemizde ne kadardır, bilmiyorum. Gerekirse tek örnek olsun. Kişi iki ayrı yerden emekli maaşı almamalı.

Hele torunun, annesi adına yeniden aktif hale getirdiği dedesinin maaşını alıp iki emekli maaşı ile gününü gün etmesi ve işini çıkarması olacak şey değil. Böyle kaç örnek var, bunun da bir anlamı yok. Gerekirse tek örnek olsun.

*

Bir örnek daha aklıma geldi. Emekli olduğu halde hala çalışmaya devam eden birinin evli kızı, kocasından boşanmış. Kızı, babasına gelip “Annemden formalite boşan. Senin emekli maaşından ben faydalanayım” demiş. Baba olmaz demiş. Ama kızı ile anası boş durmamış. Alttan girip üstten çıkmışlar. Bu sefer ciddi olarak annesi babasından boşanmış ya da kızı boşatmış. Şimdi anne kız birlikte kalıyorlarmış. Artık nasıl olduysa kanunen mümkün olmasa da belki de emekli maaş kartını verme karşılığında anlaşmalı boşandılar. Bu kısmı bilmiyorum. Bildiğim emekli maaşını anne ile kızının kullandığı.

Duyunca şaşırdım. Ölür müsün, öldürür müsün.

*

Görünen o ki bu ülkede kişiye özgü emekli maaşı ölmekle bitmiyor. Zincirleme ve kesintisiz bir şekilde kah eşine geçiyor kah kızına. Anlattığım örnekte de olduğu gibi kah torununa geçiyor.

Belli ki SGK’de boşluklar var. İnsanımız bu boşlukları değerlendirerek deniz misali devletin sosyal güvenlik sisteminin köküne incir dikmeye devam ediyor. Bu yollu kimse, “Yazık, tüyü bitmemiş yetimin hakkı var. Alamam. SGK böyle böyle batar” demiyor. Çeşme akarken suyunu doldurmaya devam ediyor.

Anlattığım örneklerden hareketle, kocadan hanımına, babadan kızına, dededen toruna kesintisiz devam eden bu emeklilik anlayışına bir neşter vurmak lazım. Buna da bir başka yazımda değineyim.

30 Ekim 2025 Perşembe

Aile Birliği Adına

Dört çocuğum var. Üçü evlenip evden uçtu. Bir tanesi kaldı şimdilik evde. O da giderse koca evde Edi ile Büdü kalacağız.

Halbuki bir zamanlar evde bir ve beraberdik.

Bir düşüncedir aldı beni. Çünkü aile toplumun en temel taşı.

Son sözü söylemeyen ben olmasam da kağıt üzerinde aile reisi benim. Bu durumda evlenip gitseler de aile birliğini sağlamak benim görevim. Şayet ailem parçalanırsa, “aile reisi olarak bir aileni koruyamadın, ne biçim babasın” diye beni suçlayacaklar.

Bu durumda ne yapmalıyım diye kendimi zorladım.

Sonunda çocukları bir gün evde toplamaya karar verdim.

Bir baba olarak onlara sorumluluk vereceğim.

Diyeceğim ki onlara;

Babam! Ben bu ailenin reisiyim. Ailenin birliğinden ben sorumluyum. Sorumluluk varsa yetkim de var.

Şimdi size bir sorumluluk veriyorum. Bu bir emirdir.

Hepiniz bir posterimi bastıracak. Yalnız bu posterler aynı ebat olacak. Posterin altına da “Birliğimizin teminatı ailemizin direği babamız” yazdıracak.

Bastırdığınız bu posterleri evinizin camından sarkıtacaksınız. Bu posterler 7/24-365 gün asılı duracak.

Biriniz bir tane fazla bastırsın. Onu da bizim evin camından sarkıtalım.

Posterim; güneşten, yağmurdan, soğuk ve sıcaktan etkilenebilir. Yıprandıkça posterimi yenileyeceksiniz.

Doğum günüm geldiği zaman sadece bir pencereden değil, evlerinizin tüm pencerelerinden posterimi sarkıtın. Doğum günüme özel olarak “İyi ki doğdun babam” yazdırın.

Akşam karanlığında gelip geçen belki posterimi göremeyebilir. Bunun için posterlerime otomatik ışıklandırma yaptırın.

Gelip geçen benim posterimi gördükçe, “Helal olsun adamın evlatlarına. Ne hayırlı evlatlarmış. Babalarının posterlerini yaptırmışlar. Bunun için hiç masraftan kaçınmamışlar. Ne de çok seviyorlar babalarını. Babalarının posterini baktıkça aile birliğine katkıda bulunuyorlar” desin.

Aile birliği adına astığımız bu posterden alt ve üst komşular rahatsız olabilir. Asla taviz vermeyin. Hemen savcılığa giderek, “Komşumuz aile birliğimizi bozmaya yelteniyor. Çünkü bizi kıskanıyor” diye suç duyurusunda bulunun.

Düşündüğüm bu konuyu hayata geçirmede kararlıyım. İnadım inat. Kim ne derse desin, bu inadımdan beni kimse vazgeçiremez. Belki de çocuklarım, baba, ele güne karşı bizi gülünç duruma düşürme diyecekler. Ama ne derlerse desinler. Zira bana vız gelir. Çünkü aile birliği Anayasal bir hak. Anayasanın bana verdiği bu yetkimi tepe tepe kullanırım. Kime ne?

Bakalım, bu düşünceme çocuklarım ne diyecek? Sizin gibi ben de merak içinde sonucu bekliyorum.

İyi de hangi fotoğrafımı bastırsınlar? Öyle ya bu da bir sorun. En iyisi birlik adına şu fotoğrafımı bastırın diyeyim. 

Bakış Açımız Ne Derece Sağlıklı?

“Bir gün baltamı kaybettim. Sağa sola, öteye beriye baktım balta yok.

Bu baltayı olsa olsa şu komşum çalmıştır dedim ve adamı uzaktan yakından takip etmeye başladım. Adamın yürüyüşü, konuşması ve her davranışı, bana onun tam bir hırsız olduğunu söylüyordu.

Olay gününün gecesi sabaha kadar rahat uyuyamadım. Çalınmış baltamı nasıl ortaya çıkarabileceğimi uzun uzun düşünüp durdum. Sabahleyin sersem sersem kalktım ve baltamın ortalıkta olduğunu gördüm. Meğer küçük oğlum yerdeki baltanın üzerine bir kucak ot bırakmış, ben de onu görememişim.

Baltayı bulduğum gün o komşumu gene gördüm. Ama adamın hırsıza benzer bir tarafı yoktu. Konuşması ve yürüyüşünde de hırsızınkine benzer bir durum hissetmedim. Tam aksine, adam gayet emin ve güvenilir bir şekilde görünüyordu bana.

Ve sonra birazcık oturup muhasebe ettim. Dün gördüğüm adam ile bugün gördüğüm adam neden birbirinin tersiydi, bu farklılığa sebep neydi acaba? Biraz insafla düşününce adamın değil, asıl hırsızın ben olduğumu anladım.

Komşumun güvenirlik ve masumluğunu çalmıştım. Kendimi de ruhen kirletmiş, ruhumun saflığını çalmıştım. Uykusuz kalarak da ömrümden bir geceyi çalmıştım.
Anladım ki nasıl bakarsan öyle görürsün. Aslında gördüğün sadece sensin”. (Mehmet Cömert’in çevirilerinden)

Bu hikayeyi nasıl buldunuz bilmem. Bana ilginç geldi. Burada hırsızlığından şüphelendiği komşusunun her hareketini tam bir hırsıza benzetiyor. Hırsız olmadığı ortaya çıkınca da komşusunun hareketlerinin hırsıza benzer bir yanı olmadığını kanaatine varıyor.

Hikaye hırsızlık üzerine olsa da bu bakış açısını hayatın her alanında görebiliriz. Mesela siyaseten karşıt cephede yer alan kişiyi yerden yere vururken, bir zaman sonra yan yana yürümeye başlayınca bir bakmışsın dünkü düşman dost görülebiliyor. Dün her hareketine tepki gösterirken bugün göklere çıkarabiliyoruz.

Aslında bu hikaye, insanları değerlendirmede ne kadar sübjektif davrandığımızı ortaya koyuyor. İnsanlara bakış açımızın o an ki haletiruhiye çerçevesinde anlık değiştiğine bir örnektir. Suçlu gördüğümüz, itici bulduğumuz her insanın her hareketinden değişik anlamlar çıkarıyoruz.

Esas problemin insanlardan ziyade bizim insanlara bakış açımızın sağlıklı olmadığını gösteriyor. Adeta borsa gibi anlık iniyor, çıkıyor.
Bu demektir ki kızgın ve öfke, sakin, duygusal, alıngan, aç ve tok, duygudaşlık, karşıtlık, suçluluk, savunma, suçlu görme, yaş hali, kişiyi yakından tanıma ya da tanıyamama vb. durumlarda kişilere davranışımız, değerlendirmemiz ve tespitlerimiz değişebiliyor.

29 Ekim 2025 Çarşamba

Konya Semt Pazarları

Cuma akşamı bir arkadaşa oturmaya gittim. Arabayı park ederken saat 20.30 olmasına rağmen evin karşısında ışıkları yanan kapalı semt pazarı dikkatimi çekti.

Pazar dağılmıştı dağılmaya. Ama içi berbattı. İnanın, birileri pazar yerini bile isteye kirletmek istese bir pazar bu şekil kirletilemez. Eski savaşlar gibi burada meydan savaşı yapılsa burası yine bu derece berbat bırakılamaz.

Gördüğüm semt pazarı Özalkent semtinde cuma günleri kurulan semt pazarı.

Pazarcı esnafı, akşam giderken satılmayan çürük, çarık ne kadar çöpü varsa bulunduğu yere döküp gitmiş.

Bu semt pazarı kapalı değilken de böyleydi, açıkken de. Ne zaman bu arkadaşa gitsem, tüm pazar yeri ne kadar sebze, meyve artığıyla dolu olur.

Kapalı pazarla açık pazarın arasındaki fark, kapalıda tüm pislik içeride kalır. Açıkta ise pazarın içi, dışı sebze, meyve artığıyla dolu olur. Bir de rüzgar çıkarsa, rüzgarın etkisiyle tüm çer çöp mahalleye yayılır.

Ardından belediyenin temizlik ekibi hummalı bir çalışmayla gecenin geç vaktine kadar diğer hafta yeniden kirletilmek üzere pazar yerini bir güzel süpürür ve yıkar.

Verdiğim bu örnek sadece Özalkent'te kurulan pazarla sınırlı değil. Bu şehrin hangi mahallesinde haftanın her günü kurulan açık, kapalı ne kadar pazar varsa tüm semt pazarlarının hali pürmelali bu şekil.

Konya semt pazarlarının pazar sonrası görüntülerine dair yazdığım yazıların sayısını hatırlamıyorum. Nerede müşterinin çekildiği, pazarcı esnafının evinin yolunu tuttuğu, pazarın boşaldığı bir semt pazarını görsem, inanın içim sızlar. Şu görüntü yakışmıyor bize derim.

Bu konuyu bir zaman bir arkadaş ortamında dile getirdim. Biri, “Abi, dert edindiğin şeye bak. Problem yok. Çünkü belediyenin sırf pazar yerlerini temizleyen ekibi var. Pazar dağıldıktan sonra tüm ekipmanıyla burayı tertemiz yapıyor” dedi. Bu açıklamaya da hayıflandığımı söylemeliyim.

Doğrudur. Pazar dağıldıktan sonra gecenin geç vaktine kadar belediye ekibi hummalı bir şekilde çalışarak pazar yerini tertemiz yapıyor. Harıl harıl çalışan araba sesleri tüm mahalleden duyulur.

Bu konuda ben mi çok hassasım. İnsanımızın böyle bir derdi yok mu bilmiyorum. Belediyenin temizlik ekibi var ne demek? Bunu problem olarak görmemek ne demek?

Semt pazarları ortak kullanım yerlerinden. Buralar kullandıkça kirlenmez mi? Kirlenir elbet. Kalabalık dağıldıktan sonra da temizlik yapılması kadar doğal bir şey olamaz. Yalnız bu kirlilik bile isteye insan eliyle olmamalı bence. Kendisine yük olan her şey pazar yerine dökülmemeli. Mandalina, portakal, kavun ve karpuzun tadına bakıldıktan sonra kabuğu yere atılmamalı. Pazarcı, işe yaramayan çürük ve çarığını, ben buraya işgaliye parası verdim. İstediğim şekilde kirletirim düşüncesiyle yere saçamaz. Daha doğrusu bulunduğu yeri azami ölçüde temiz bırakmalı.

Kirlilik nasıl olur? Tartarken ya da seçerken* soğanın kabuğu dökülür, sağa sola uçar. Yeşilliğin kopan parçaları yere saçılabilir. Dışarıda yağmur, yağış vardır. Müşterinin ıslanan ayakkabı izi pazarda leke yapabilir. Kısaca istemeden kirlenme meydana gelir. Bu tür kirliliğe eyvallah.

Görünen o ki ortak kullanım alanlarını temiz kullanma kültürü bizde pek daha doğrusu hiç oluşmadı. Böyle bir kültürün oluşması için bu şehrin yönetenleri bu işe ön ayak olmalı ve gerekli tedbiri almalı.

İsterim ki şehrin valisi, büyükşehir ve ilçe belediye başkanları ve pazarcılar odası, bir semt pazarının dağıldıktan sonraki halini birlikte bir ziyaret etsin. Ardından ne yapılabilir diye bir toplantı yapsın. Bir dizi önlem, tedbir alsın. Bunu pazarcı esnafına duyursun. Her pazarcı esnafı tezgahının uygun yerinde çöp kovası bulundurun. İkram ettiğinin kabuğunu müşteri buraya atsın. Esnaf, çöpe gidecekleri koyabileceği büyük boy poşet bulundursun. Pazarcı esnafı akşam giderken ağzı bağlı bir şekilde çöp poşetini uygun yere bıraksın ya da işgal ettiği yere koysun. Akşam pazar dağıldıktan sonra belediyenin çöp arabası da bu çöpleri alsın.

İnan, çok zor değil bu sorunu çözmek. Yeter ki şehri yönetenler bu konuyu dert edinsin. Takibinin yapıldığını ve ceza uygulandığını bilen insanımız bulunduğu yeri tertemiz bırakır.

Yetkililerimizden, ilgili birimleri harekete geçirerek semt pazarlarına el atmasını bir Konyalı olarak istiyorum. Dikkate alınacağını ümit ediyorum.

*Tabii pazarcı seçtirirse. Çünkü bu şehrin bir de sebze ve meyvesini seçememe sorunu var. 

Kirletmede Büyüğümüz Küçüğümüz

2000 öncesi Adıyaman Kahta İHL’de çalışırken, bazı öğretmenler sabah ilk teneffüste çayla birlikte simit yiyerek teneffüste kahvaltısını yapardı. Nazımın geçtiği bazı arkadaşlara, niye evde yapıp gelmezsiniz derdim. Onlar da “Sabah sabah evde kahvaltı yapasımız gelmiyor” derlerdi. Ben de onlara sabah sabah hanım kalkıp kahvaltı hazırlamıyor desenize derdim. Gülüşürdük. Şu yediğiniz simitlerin susamları masanın üstüne dökülüyor. Bari altına müsvedde bir kağıt koyun derdim. Koyan olurdu. Müsvedde yok deyip koymayan da olurdu. Haliyle simidin susamları dökülürdü.

Günlerin birinde dersim boş. Öğretmenler odasında oturuyorum. Simidini yiyen gitmişti. Temizlik görevlisi geldi odaya. Gençten bir arkadaştı. İsmi de galiba Yaşar idi. “Hocam, şu masanın üstüne bakar mısın? Ne biçim bırakmış öğretmenlerimiz. Masanın üstü susam dolu” dedi.

Benim de rahatsız olduğum bir konu olmasına, daha önce susamları için altına müsvedde bir kağıt koyun dememe rağmen öğretmenleri savunma adına, Yaşar Bey! Öğretmenler böyle kirletmezse burada sana ihtiyaç kalmaz. İşsiz kalırsın dedim. “Valla hocam, varsın işsiz kalayım daha iyi. Çünkü ben bu görüntüyü öğretmenlerimize yakıştıramıyorum” dedi.

Yaşar haklıydı. Ne edersin ki alacağı yoktu. Oturduğu yeri kirli bırakan maalesef eksik olmuyor bu toplumda.

*

2010-2012 yıllarında Meram ilçesine bağlı Çomaklı Mahallesinde ilköğretim okulunda çalışıyorum. Aralık ayı idi. Malumunuz aralık ayında çoğu okullarda yerli malı haftası kutlanır. Öğretmen nezaretinde sınıflarda etkinlik yapılır. Öğrenciler evlerinden getirdikleri nevale ile felekten birkaç saat çalarlar.

Öğretmenlerden gelen talep çerçevesinde şu şu saatleri kapsayacak şekilde planlama yapabilirsiniz. Yalnız sınıfı kirletmemeye özen gösterelim dedim. Tamam hocam, o iş bizde dedi şimdilerde müdür yardımcılığı yapan bir öğretmenim.

Yerli malı etkinliğinin yapıldığı gün, ilçede yapılan bir toplantıya katılıp ardından okula geldim. Sınıf ortamını göreyim, öğrencilere afiyet olsun diyeyim diye sınıfları dolaştım. “O iş bizde” diyen öğretmenin sınıfına da girdim. Sınıf ikinci kademe öğrencisi idi. Yalnız sınıf berbattı. Çekirdekler çitlenmiş, kabuğu yerlere atılmış. Mandalina kabukları hakeza.

Çocuklar! Afiyet olsun. Keşke yiyip içtiğiniz her şeyi yere atmayıp sıraların üstüne bir şeyler serip çöpünü oraya atsaydınız, çok iyi olurdu dedim. Öğrenciler bir şey demeden, öğretmenimiz, “Problem yok Hocam. Etkinlik bitince ben öğrencilere temizletirim” dedi. Hocam, bu şekilde bıraktırmazsınız. Temizletirsiniz. Eyvallah. Bu çocuklar bizim çocuklarımız. Bu çocuklara oturup kalktığı yeri kirletmeden kullanmayı öğretmeliyiz. Bu da eğitimin bir parçası. En azından yiyip içtiklerini rastgele yere attırmamak gerek. Çünkü bu öğrenciler burada yaptıklarını yarın bir başka yerde de yaparlar. Başlarında her zaman siz olmazsınız. Pis bir şekilde bırakıp giderler. Nasılsa temizleyen var diyecekler. Çitleyip yere tükürme, bu toplumda özellikle Konya’da çok yaygın. Park ve bahçeler çekirdek kabuğuyla dolu. Bu tür etkinliklerde sınıf batmaz mı? Batar. Sıralara konmuş içecekler varken sıranın itilmesiyle birlikte içecek dökülebilir. Bir öğrencinin elinde ayran varken bir başka öğrenci elindeki ayranı görmeden arkadaşının koluna dokunabilir. Kalabalık ortamlarda bu tür şeyler olabilir. Yere dökülen bu içeceğin üzerine basmadan öğrenciye temizletilebilir. Yani kasıt olmayan kirletmeye eyvallah. Ama bile isteye nasılsa temizleyeceğiz diye yere çöp atmayı uygun bulmuyorum diyerek sınıftan ayrıldım.

Bu iki örnek biri öğretmen diğeri de öğrenci olmak üzere okullardan. Yalnız tüm ortak yerleri kullanırken temiz bırakma kültürümüz bir türlü oluşmadı. Miting sonrası miting yerleri, piknik yapılan park ve bahçeler, semt pazarları da kirli bırakılan yerlerden. Bu iki örneğin ardından niyetim Konya semt pazarlarına değinmekti. Çünkü esas facia pazar yerlerimiz. Gördüğünüz gibi yazım uzadı. Bu konuyu da bir başka yazımda ele alayım.

28 Ekim 2025 Salı

Bir Bahisimiz Eksikti

TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun yaptığı açıklamaya göre “Türkiye Profesyonel liglerinde görev yapan toplam 571 hakemden 371’inin bahis hesabı varmış. 152’si ise aktif olarak bahis oynamış.

152 hakem Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu’na (PFDK) sevk edilmiş. Listede Süper Lig’den Zorbay Küçük gibi üst klasman hakemlerinin de ismi geçiyor”.

Kamuoyunda bomba etkisi yapan bu bahis skandalını İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 2025 Nisan ayında dosya açarak skandalı incelemeye aldığı anlaşılıyor. Savcılık en az beş yıl geriye giderek hakem, alt ve üst liglerden 3700 futbolcunun ve kulüplerin hesap hareketlerini de incelemeye başladığı belirtiliyor. MASAK raporları, HTS kayıtları ve yurt dışı bahis sitelerinden alınan kullanıcı verileri de inceleniyor. Dosyada çok sayıda gizli tanık ve itirafçı ifadesinin de yer aldığı yazılıp çiziliyor.

Görünen o ki futbol sadece sahada 90 dakika top oynamaktan ibaret değilmiş. Anlaşılan o ki futbolda büyük paralar dönüyor. Para varsa bir yerde her türlü alavere ve dalavere orada bitiyor. Paranın olmadığı en bitek bir tarlada buğday bile bitmez. Çünkü insanımızın orada işi olmaz. İnsanımız para nerede, ben orada olmayı paralo edinmiş. Çeşme akarken kesemi doldurayım diyor.

Hakemlerimiz de futbolun içinde. Çoğu kamu ya da özelde çalışan kişiler. Asıl işinin yanında ek olarak hakemlik de yapıyorlar. Görünen o ki çoğunun bahis asıl işi, hakemlik ise ikinci asıl işi, esas işleri de ek işi olmuş. Sahada futbolcu gibi biz de terliyoruz. Futbolcular kadar kazanmıyoruz. Bari bahis oynayarak köşeyi dönelim istemiş olmalılar. Nasılsa, nereden buldun, bu servetin kaynağı ne diyen yok, araştıran yok, inceleyen yok, takibe alan yok. Birileri şikayet edecek de bir şeyler olacakmış. O zamana kadar köşeyi döner, işimi yürütürüm mantığı güdülmüş. Tabiat boşluk kabul etmez. Şayet boşluk bırakılırsa, o boşluğu birileri bir şekilde işte bu şekil doldurur.

Bir de ikinci ek iş yapanlar asıl işini ihmal ederler.

Biz de her maç sonrası oturur kalkar, maç yönetiminden dolayı hakemleri yerden yere vuruyoruz. Ben de bu kadar eleştiriyi bu hakemler nasıl kaldırır diye düşünürdüm. Meğerse adamların ekmek teknesiymiş bahis. Sen istediğin kadar eleştir. Adamlar malı götürüyormuş. Adam gibi yönetseler, ekmeklerinden olacaklar. Öyle ya adamlar para musluğunu kesme uğruna niye iyi maç yönetsinler. Nasılsa yapanın yanına kâr kalıyor ve eden bulmuyor.

İşin boyut ve vahametini bilmiyorum ama bu skandal, bizde maçların kötü yönetiminin arkasında belki bu bahis lobisinin olduğunu akla getiriyor. Biz öyle bir ülkeyiz ki VAR bile bize çözüm olmadı. Çünkü her işimiz alavere dalavere.

Futbola az ilgim var. Bahisten hiç anlamam. Nasıl oynanır, ne kadar ödenir, hangi vakit oynanır, kaç tahmini tutan ne kadar kazanır bilmem. Oynama merakım hiç olmadı. Spor Toto ve Loto duyardım bir zamanlar. Belki başka adlarla da bahis oynanıyordur şimdi.

Bu bahis skandalı kamuoyunu gündemini ne kadar meşgul eder, ucu kimlere gider, kimleri vurur, bu soruşturma ile birlikte futbolumuz temizlenir mi, hakemlerimiz daha iyi maç yönetir mi bilmem. Bildiğim bir şey varsa nice skandallar kamuoyunda bomba etkisi yapar. Savcılık el koydu. Yapanlar yandı ve yansın denir. Bir müddet sonra kamuoyunun gündeminden düşer. Davalar normal seyrinde devam eder. Kaç kişinin ceza aldığı, soruşturmanın derinlemesine yapılıp yapılmadığı bile bilinmez. Çünkü başka skandallar ülke gündemine oturur. Her skandal önceki skandalları bir nevi sumen altı eder. Örnek: Yenidoğan, otel yangını, sahte diploma vs.
Olup bitenlere şaşırdığım anlaşılmasın. Ülkemde ardı arkasına patlak veren skandallara şaşırmıyorum artık. Çünkü tüm kurum, kurul ve yapılarımızla birlikte bir çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun girdabındayız. Gördüğünüz gibi bir seyir zevki olan bir oyunu bile ağzımıza, yüzümüze bulaştırmadan oynayamıyoruz. Değil ki diğer işlerimiz düzgün olsun. Keşke sadece futbolda olsa. Bu alavere dalavere hastalığı, vücuda yayılan kanser gibidir. Vücuda girdi mi o vücut iflah etmez. Ülkeyi bir vücuda, vücudun her organını da ülkenin kurumlarına benzetirsek bir organdaki hastalık, irin ve cerahat vücudun diğer organlarını da kirletir.

Yazılarımda pozitif enerji vermediğim doğrudur. Çünkü ülkem adına hayal kırıklığı yaşıyorum. Hayal kırıklığı yaşaya yaşaya hayal kırıklığı yaşamamayı öğrendim.

Umutsuz değilim ama tüm kurum ve kuruluşlarıyla temizleneceğimize ihtimal vermiyorum. Ancak halk skandallara tepkisini gösterir, takibini yapar, hesap sorucular da “Kızım Fatıma da olsa cezasını veririm” iradesini samimiyetle ortaya koyarsa, işte o zaman bu ülkeye dair ümidim artar.

Gönül ister ki her şeyin bir miladı olsun. Bir güzel temizlenelim. Temizliğe de futbolla başlayalım. Savcılık ucu kime dokunuyorsa, nereye uzanıyorsa üzerine özenle gitsin. Hak eden cezasını alsın. Bu cezalar herkese ibret olsun. Yalnız her şeyin dijital ortamda döndüğü günümüzde, gizli tanık ve itirafçı (jurnalci) ile soruşturmanın sulandırılmasından endişe ediyorum. Unutmayalım ki gizli tanık ve jurnalcilerle ile adalet sağlanmaz. Onlarda medet de beklenmez. Nice skandallar itirafçı ve gizli tanıklarla heba edilmiştir. Yine bunlarla nice masumların canı yanmıştır. Lütfen bu sefer yoğurdu üfleyerek yiyelim.

Burada her hakem her futbolcu bu bahisin içinde olduğu anlaşılmasın. İçlerinde temizlerin olduğunu düşünüyorum.

27 Ekim 2025 Pazartesi

Nikahta Emeklilik Muhabbeti

Bugün bir nikah merasimine gittim. Salonun en arka tarafında bir kişilik yer buldum. Uzun süredir görüşmediğim birkaç ahbapla da hal hatır sorduk bu vesileyle.

Kucağında çocuğuna bakmakla görevli biri, "Emekli oldun mu" dedi. Çalışıyorum dedim. Ardından yaşımı sordu. "Yaşı bekleyecek misin?" dedi. Evet dedim.

Çocuğuna bakmaktan yorulmuş. Aynı zaman da dili şişmiş gayri. Bırakıvermedi emekli işini. Millet ön tarafta nikahını kıydı. Biz emeklilik muhabbetine devam ettik. Daha doğrusu dili şişenin dilini indirme işine yardımcı oldum.

"O zaman daha üç senen var" dedi. Öyle dedim. Bu arada matematik hesabı da kuvvetli.

"Ne zaman başlamıştın bu göreve" dedi. Şu tarih dedim.

"Aslında sizin emekli olmanız lazım. Şundan ki gençlere yol açılsın" diye. Maşallah, hem çocuğuna bakıyor hem nikah merasimini icra ediyor hem beni emekli etmeye çalışıyor hem de işsiz gençleri düşünüyor. Herkes bu kişi gibi olsa memleketin çözülmedik sorunu kalmaz. Görün de halinizden utanın, sizi kendine Müslüman tipler. 

Şu şartla emekli olurum. Yerime gelecekler ve siz, emekli olunca düşecek maaşımı, çalışırken aldığım maaşa denkleyecekseniz, hemen emekli olayım dedim. Olur, niye olmasın bile diyemedi.

Oldu olacak kabak tadı veren bu muhabbete bir nokta koyayım dedim. Aldım elime sazı: 

Bir taraftan emekli olanlar, aman emekli olma diye pişmanlığını ifade ediyor. 

SGK Genel Müdürü erken emeklilikten ve emeklilerin çokluğundan dert yanıyor, bir de emeklilerin uzun yaşadığına vurgu yapıyor. 

Diğer taraftan Çalışma Bakanı, 9 bin olan Bağkur’luların prim iş gününü 7200 güne indirme çalışması yapıyor. 

Siz de gençlere yol açsanız iyi olur diyorsunuz da sadece yaşadığımız şu şehirde değişik branşlarda 3 bin norm fazlası öğretmen var. Ben emekli oluversem, mevcut norm fazlası olanlardan biri yerime gelecek. Yani yeni gençler yine görev alamayacak. Ayrıca benim branşım bugünden itibaren mezun vermese, mevcut mezunları eritmek için 90 yıl gerekiyor. Kısaca mevcut çalışanlar tümden emekli edilse, atanma bekleyen gençler yine eritilemez. O yüzden gözüme bakıp emekli olmamı beklemeyin. Benden size ekmek yok dedim. Gülüştük. Mevzu bu şekilde kapanmış oldu.

65'i bekler miyim bilmem. Bildiğim, işime hakim olduğum müddetçe işime devam etmek. Gençler ve gençleri düşündüğünü ifade edenler hiç kusura bakmasın. Kanunen tamam, sen bundan sonra bize yaramazsın deyinceye kadar çalışma niyetim var. Elbette sağlığım elverirse.

İşin garibi gözü emekliliğimizde olanlar, hatta bunu diliyle ifade edenler, 65'ini doldurduktan sonra siyasete devam edip ülke yöneten veya ülke yönetmeye talip olanlara, yürümekte ve konuşmakta zorlananlara, yeter artık, emekli olun, gençlere ya da yeni yüzlere yer açın diyorlar mı? Dediklerini sanmıyorum. Çünkü onların gücü ancak bize yeter. 

65'i doldurduktan sonra ne yapar ne ederim bilmem. Bakarsınız, 65'i doldurduktan sonra belki siyasete atılırım. Öyle ya yapanlar benden iyi mi yapıyorlar. Üstelik siyasette yaşını başını almışsın, torun torba sahibi olmuşsun, çekil köşene denmediğine göre ben de rahat rahat siyasetimi yaparım. Bana sınıfı esirgeyenlere siyaset nasıl yapılırmış gösteririm. Görenler de biz bundan sınıfı esirgemiş, sınıfın sorumluluğunu almıştık. Eyvah, tüm ülkeyi yönetip tasarruf ve icraatlarıyla ülkenin tüm sorumluluğunu verdik.  O da kırıyor, döküyor desin. 

Sanırım ciddiyetimi anladınız. Zira şakam yok. Sınıfın sorumluluğu mu, ülkenin sorumluluğu mu? Seçin beğenin. Sonra biz ne yaptık demeyin. Çünkü son pişmanlık fayda vermez. 

26 Ekim 2025 Pazar

Dost Bildiklerim

Altının para etmediği, para ediyorsa da pek cep yakmadığı dönemlerde, üç tane düğün yaptım. Düğün yapılır da düğüne; eş, dost, tanıdık ve ahbap davet edilmez mi? Çünkü sevinç ve üzüntülü anlar diyebileceğimiz düğün ve cenaze işleri bunlarla olur. Sevinç ve üzüntü birlikte paylaşılır.

Düğüne gelinir de düğün hediyesiz olur mu? Sağ olsun, eş, dost ve tanıdıklar hediyelerle beraber geldiler. Hediye getiren de sağ olsun getirmeyen de. Çam sakızı çoban armağanı deyip gönül alan da sağ olsun, değerli hediye getiren de. 

Niyetim, kimin ne getirdiğini saymak değilse de kabataslak şöyle söyleyeyim. Kimi borcam kimi çanak çömlek getirdi. Kimi cebime para sıkıştırdı kimi zarf içerisinde para verdi kimi zarflarda isim yazılmış kimisinde yazılmamış. Kimi de çeyrek, gram getirdi.

Gelen kap kacakları izbeye koyduk. 

Bir zaman geldi. Hepsini arabanın arkasına koyarak bir tanıdığıma götürdüm. Kullanacağını kullan. İhtiyaç fazlasını muhtaç birilerine ver dedim. 

Para verenlerin kimi dolgun kimi de alt limit rayiç neyse o kadar para vermiş. Gelen paraları cebime koyup ihtiyacıma harcadım.

Çeyrek ve gram getirenlere sağ olsunlar, sevip sayıp getirmişler. Demek ki yanlarında bir değerim varmış. Dostmuş bunlar dost dedim.

Bir taraftan ve düğünleri yaparken bir taraftan da eş dost düğününe davet etti. Özel durum hariç, davet edildiğim tüm düğünlere hemen hemen icabet ettim. 

Düğüne giderken her ne kadar düğüne götürüp getirilen hediyeler için bir karşılık beklenmese de yine de adı konmamış bir şekilde karşılık ilkesinin şu ya da bu şekil gözetildiğini söylemeliyim. Zamanında hediye olarak kap kacak ve para getirenlere zamanın ruhuna uygun güncelleme yaparak zarf içerisinde para, çeyrek ve gram getirenlere de altın götürdüm. 

Düğün, dernek ve hediye işleri bu şekil devam ederken karşılık ilkesi gereği götürdüğüm hediyeler cebimi yakmadı, canımı da acıtmadı. 

Para, pul, kap kacak getirenler neyse de altın getirenler bir türlü düğünlerini zamanında yapıvermediler. Neymiş de çocukları küçükmüş. 

Gel zaman git zaman öyle bir zaman geldi ki altın getirenlerin aklına çocuklarını evermek geldi. Hele ki şükür. Yalnız şu var ki altın uçtu da uçtu. Yakalayabilene aşk olsun. Cesaretin ve gücün varsa al da göreyim. 

Ne vakit altın getiren biri düğün yapmaya kalksa içim cız eder. Beni bir üzüntü kaplar. Moralim bozulur. Yemeden, içmeden kesilirim. 

Şimdi düşünüyorum da zamanında ben bu altın getirenleri, bana değer verdiler, bunlar benim dostummuş dediğime hayıflanıyorum. Bunları dost bilmişim. Alacakları olsun diyeceğim ama alacakları var. Şu var ki benim gerçek dostlarım, başta borcam olmak üzere kap kacak ve para getirenlermiş. 

Altın getirenler ise al altını. Sevin sevineceğin kadar. Bil ki bu sevincin uzun sürmeyecek. Zira göreceksin gününü. İşte o zaman biz sevineceğiz diye altın getirmişler. 

Sorarım size. Ne kötülüğümü gördünüz de bana bu kötülüğü yaptınız?

Hasılı, her konuda olduğu gibi dost konusunda da yine yanıldım yine yanıldım. Yanarım yanarım da zamanında borcam getirenlere dudak büktüğüme yanarım. Allah beni affetsin. 

Salataya Ayrı Tarife

İl dışından, yıllardır görüşmediğim bir misafirim geldi. Misafirime etli ekmek ikram edeyim istedim.

Yanıma aile fertlerimi de alarak evime yakın etli ekmek ile ünlenmiş, şubeleri olan bir lokantaya gittik.

Lokanta çalışanlarının ilgisi o biçim. Bu ilgi bezdiren türden. Biri geldi biri gitti. 

O kadar gelip giden var. Önümüze menü koyan yok. Ne istersiniz diyen de yok. "Şu şu çorbalarımız var. Önden bir bamya çorbası getireyim" dedi biri. Çorba istemiyoruz. Etli ekmek yiyeceğiz. Önümüze dört tane karışık alalım dedim. "Ayran alır mısınız" dedi. Hayır dedim. Lokantacıların en sevmediği müşteri tipi yemeğin yanında ayran almaması. Yanında çanakta yoğurt ister misiniz teklifine olur dedim. Ardından "salata ister misiniz" dedi. Olur dedim. Dedim ama salata garip geldi bana. Niye soruyor, anlamadım. Çünkü salata dediğin yardımcı yemek. Her sofrada olmazsa olmaz. Adeta sofranın demirbaş. Hele  domatesin ucuz olduğu bu mevsimde. Arkasından, ardından şöyle bir tatlı alır mısınız dedi. İstemiyoruz dedim. Tabi, tüm bu cevapları misafirimin talebi çerçevesinde verdim.

Karışık, bir tahtanın üzerinde getirildi. İki kase yoğurt, bir ezme, bir salata, küçük bir tabakta yeşillik desem değil, salata desem değil. İk, üç çatallık marula benzer bir şey. Yine küçük bir tabakta 5-6 turp. Kişi başı dörde bölünmüş birer limon.

Ortada tahta üzerinde ana menü olunca yanında getirilen şeyleri masaya koymak mesele. Çünkü tahta neredeyse tüm masayı kaplıyor. Masada karşımızda iki kişi olacak şekilde dört kişiyiz. Etli ekmek, bıçak arası ve karışık dışında diğer getirilenler tahtanın ne tarafına konursa karşıdakinin onlara uzanması mümkün değil.

İçi domatesle dolu, içinde biber ve salatalık göremediğim salatayı iki tabağa böler misiniz dedim. Bölüp getirdiler. Salatanın bir tabağını karşımızdakilerin önüne koyduk. 

Daha yeni yemeye başlamışken ilave yaptıralım mı diye biri geldi. Bir yiyelim. Sonuna doğru duruma göre isteyebiliriz dedim. Daha önümüzdekileri bitirmeden teklifi yinelediler. Şunu ister misiniz, bunu ister misiniz dedi durdu yine biri. Çay alalım dedim.

Çayı içtikten sonra çayın devamını evde içelim dedim. Kalkarken oturduğum masa hizasındaki masada sipariş fişi gözüme ilişti. Fişin yanında da üç adet 0,5 milimlik pet şişe konmuş. Fişi elime alıp kasaya yöneldim. Giderken önümüze koymadıkları üç suyu da işaretlemişler. Tek tabakta gelen salataya da iki salata yazmışlar. Kasadakine tek salata geldi dedim. Büyük tabakta ise iki adettir dedi. Ödemeyi yapıp çıktım. 

İki yoğurt, iki salataya ödediğim miktara 1,5 etli ekmek daha yenir. Yoğurdu anlarım ama salatanın ayrıca işaretlenmesi gerçekten garip. İlla bedava versin, parasını almasın demiyorum. Ana menüye fiyat biçerken fiyata salata masrafı da ilave edilebilirdi. 

Çok lokanta kültürüm yok. Ancak eş, dost, misafir dolayısıyla buralara zaman zaman yolum düşer. Her Konya lokantası böyle mi yoksa bu zincir lokanta mı böyle? Şu var ki bazıları  ana menü dışında masaya konan mezeleri abartsa da çoğu lokantalarda yeşillik, meze, salata vs. şeyleri görmek mümkün değil. Ne istersen onu getirirler. 

Komşu il Adana'nın lokanta kültürü ise Konya'nın tam tersi. Bir dürüm yiyecek bile olsan, adamlar masayı yeşillikle donatıyor. 

Neyse ki biz Konyalıyız. Çevremizden hiçbir şey almaya bugüne kadar niyet etmedik, şu şeytanın bacağını kıralım düşüncemiz de yok. Kapalı havza gibi kendi kendimize yaşayıp gidiyoruz. 

Yine Konya dışında her semt pazarında sebze, meyve seçilirken biz yine seçtirmemeye devam ediyoruz. Bazı istisnalar var. Onlar da Konya'nın yüz karası. 

Hasılı tüm Türkiye yanlış yolda ise Konya ne yapsın? Ya tüm Türkiye bize uyacak ya da bu diyardan gidecek. Bir de semt pazarlarını savaştan çıkmış gibi kirli ve pis bırakmaya devam edelim. Çünkü nasılsa işgaliye veriyoruz. Belediye temizlesin. İşi ne? 

Emekliler, Ne Olur Ölün!

Birilerinin emeklilerle başı dertte. Hele biri var ki yatıyor, kalkıyor, emeklilere veryansın ediyor. Açıklama üstüne açıklama yapıyor. Her bir cümlesi problem, pot, gaf ve adeta “Şecaat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler” misali. Bir şeyi itiraf etmek için ya da tespitte bulunmak için kırıp döküyor. Her bir cümlesi ok gibi saplanıyor. Kısaca “Al sana bir Kaya. Nereye dayarsan daya” diyor.

Konuştukça batıyor. Ama battığının farkında değil. Birileri, Allah rızası için buna, konuşma demeli. Bunu kim diyecek? Otur oturduğun yerde. Haddini bil haddini demeli.

Eveleyip gevelemeyi bırakayım da beyefendinin mübarek ağzından dökülen incilere bir bakalım:

Türkiye’de prim ödeme süresi ve emeklilik yaşı AB ortalamalarına göre geride. SGK’ye ödenen primlerin ortalama süresi bizde 20 yıl. Almanya’da bu süre 45 yıl. AB ortalaması ise 40 yıl”.

“Bizde yirmi yıl prim ödedikten sonra EYT ile birlikte insanlar 48 yaşında emekli oldu. Eskiden ‘mezarda emeklilik’ deniyordu. Çünkü 50-55 yaşında ölüyorduk. Bugün 78 yıl ortalamaya gelmişiz”.

“Türkiye’de sağlık sisteminin belli bir düzeye erişmesi ve refah düzeyinin artması nedeniyle ölüm yaşı Avrupa düzeyine erişti. Ortalama yaşam süresi Batılı ülkelerde 80-82 yıl, Türkiye’de ise erkeklerde 78 yıl, kadınlarda 79 yıl". 

“EYT ile birlikte 2023 yılından beri emekli sayımız 3 milyon arttı”.

Sayın SGK Genel Müdürü gördüğünüz gibi dersine çok iyi çalışmış. Ya bu çalışkanlığından ya da kırıp dökmesinden dolayı gündemden hiç düşmüyor. Belki de daha da şöhret olayım diye çabalıyor. Ama çabası fayda verdi. Çünkü kaç gündür herkes ondan konuşuyor. Reklamın kötüsü olmaz diye ben buna derim. İnanın, para verse bu derece reklamını yapamazdı.

Şu var ki kızsak da genel müdür dertli. Derdinden olmalı ki ne dediğini bilmiyor. Bu yüzden kendisini kendisinden başkası da anlamıyor.

Erken emeklilikten, 48 yaşında emekli olmaktan, yirmi yıllık primle emekliliğin emekli sayısını artırdığını an dem vuruyor. Genel müdürün haberi vardır ama yine de hatırlatayım. 9000 prim sonrası emekliliği hak eden Bağkur’luları da 7200 prim gününe indirmek suretiyle emekli edecek bir çalışmanın olduğundan umarım haberi vardır. Yani turpun büyüğü heybede.

Genel müdür kısaca, SGK çöktü çöküyor diyor. Bu çöküntünün sebebi de ölmeyen emekliler. 50-55 yaşında ölmek varken 78-79 yaşına kadar beklemekte ne. Bu yaşa kadar bu kadar emekliyi beslemeye dağ bile dayanmaz. Tıpkı hazıra dağ dayanmadığı gibi. Öyle ya SGK bütçesinin 2/3’ü maaş ödemesine gidiyorsa, bu SGK ne yesin ne içsin.

Ne olur, emekliler! Muasır medeniyet seviyesini yakalayacağız diye uzun yaşamayın. İçinizde, değil 78 yıl, 90’ını devirenler bile var. Mübarekler, dünyaya kazık mı çakacaksınız. Ölün artık ölün de SGK rahat bir nefes alsın.

Kızsam da Genel Müdürün verdiği bilgilere güvenim tam. Yalnız kadınların ortalama ölüm yaşının erkeklerden bir fazla olduğu bilgisi bana doğru gibi gelmedi. Çünkü çoğu kadınların, kocalarını gönderdikten sonra daha uzun yıllar yaşadığına şahidim. Siz söyleyin. Gördüğüme mi inanayım, Genel Müdürün verdiği bilgiye mi?

Burada Sayın Kaya’ya bir not. Bu dediklerinin muhatabı ve sorumlusu emekliler değil. Bunu bil, başka da bir şey demem. Bir de hayır konuşmayacaksan, sus.

Son söz, 48’inde emekli olup da 70-80’ine merdiven dayamış emekli büyüklerim, size bundan sonra nice yıllara temennisinde bulunmayacağım. Allah uzun ömür versin demeyeceğim. Doğum günümüzü kutlamadığım gibi karşılaşınca, daha yaşan mı? Utan utan diyeceğim. Ne alaka demeyin. Çünkü sizin gönlünüz olsun diye koskoca Genel Müdürü karşıma alamam. Lütfen ölün. Yok, ölmeyip direneceğiz derseniz, sanırım Genel Müdürü anlamadınız. Kötü günler bizi bekliyor. Hepimizi öldüreceksin diyor kısaca. Belki de az dediğiniz bu maaşı bile veremeyeceğiz demek istiyor. Biz çalışanlar da sizden fedakarlık bekliyoruz. Ölün ki hem SGK rahat etsin hem de biz. Böyle bir zamanda siz de yardımcı olmayacaksanız, kim olsun. Ne olur, 55'i geçer geçmez ölün. Yine direnecekseniz, lütfen emekli maaşlarınızı 55'i devirir devirmez, almayacağız deyin ve SGK'ye gönderin.

Son söz dedim ama Genel Müdüre bir soru da benden olsun. Sayın Genel Müdürüm, 63 yaşındayım. Hâlâ çalışıyorum. Çalışmama rağmen 55'i doldurduğuma göre şimdiden ölmemi ister misiniz? Başka sorum yok. Cevaplandırırsanız sevinirim. Teşekkür ediyorum şimdiden. 

25 Ekim 2025 Cumartesi

Defin Sonrası Yapılan Telkin

Bu yazımda telkin konusunu masaya yatıracağım. Önce ne anlama geliyor bir bakalım.

Telkin, "Bir duyguyu, bir düşünceyi birinin belleğine sokma, ona aşılama"ya denir.

Bir diğer anlamı da şu: "Ölü gömüldükten sonra mezarın başında imam tarafından söylenen dini sözler".

Din biliminde ise buna talkın deniyor.

TDK sözlüğünde telkin kelimesinin anlamına bakarken hafifçe gülümsedim ve rahmetli babamı hatırladım. Babam, telkin yerine talkın derdi. Baba, talkın değil, telkin derdim. O ise hayır, talkın talkın derdi.

Babam, ilk defa duyduğu bazı isimler için "Hocadan duydum. Bunun talkını verilmezmiş” derdi. Mesela Kezban isminin talkını olmaz derdi. Dudu isminin talkınının verilip verilmeyeceğini de yanlış hatırlamıyorsam hocaya sormuş. ”Talkını verilirmiş” demişti.

Babamdan duyduğum talkın kelimesine din biliminde talkın dendiğini TDK sözlükten öğrenince, babam bu kelimeyi doğru kullanıyormuş. Vay be! Helal olsun dedim.

Dini telkinden bahsedeceğim. Doğrusu talkın ise de telkin demeye devam edeceğim. Gelelim meseleye.

Cenaze defnedildikten sonra cenaze yakınlarının, kabrin başında mevtanın yüzüne karşı eller bağlı bir şekilde ayakta durup, imam veya bilen birinin nezaretinde, ölüye hitaben iman esaslarının hatırlatılmasına telkin deniyor. Her definden sonra mutlaka yapılan bu tür telkin, Din İşleri Yüksek Kurulunun 12.07.2017 tarihli fetvasına göre bazı alimlerce meşru kabul edilmezken bunun yapılabileceğini söyleyen bazı alimlerin olduğunu belirtir. (bk. İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, 2/104-105; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/157)

Alimlerin bu konuda iki farklı görüş ortaya koyması, defin sonrası kabir başında telkin diye bir uygulamanın İslam’da olmadığı anlamına gelir. Yani dinde bu tür bir telkine yer yok. Öyle anlaşılıyor ki kültürümüze giren bu uygulama dini olmaktan ziyade kültürel bir merasimdir. Bir cenazenin telkininin verilmesinde veya verilmemesinde bir sakınca yok.

Defin sonrası bu şekil bir telkin gelenek haline geldiği için İslam'da bu tür bir telkin yok" deyip bu uygulamayı yapmamak dikkat ve tepki çeker. Defin eksik oldu veya telkini verilmedi şeklinde dedikodu alır, başını gider.

Defin sonrası kabir başında verilen bu tür tekine bir virgül koyup İslam’da tavsiye edilen esas telkine değinelim. Bu konuda Din İşleri Yüksek Kurulu şöyle açıklama yapmakta:

"Telkin, ölmek üzere olan kişiye kelime-i tevhidi; definden sonra ise kabri başında ölüye iman esaslarını hatırlatmaya denir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Ölmek üzere olanlara ‘lâ ilahe illallah’ demeyi telkin ediniz.” (Müslim, Cenâiz, 1, 2 [916, 917]) buyurmuştur. Ölüm döşeğindeki kişilerin sağ tarafı üzerine çevrilerek yüzü kıbleye gelecek şekilde yatırılması müstahaptır. Aklî melekeleri yerinde olup konuşma yeteneğini kaybetmemiş kişiye kelime-i tevhid telkin edilir. Telkinin amacı hastanın hayata veda ederken tevhit inancını hatırlamasına yardımcı olmaktır. Telkin sırasında “kelime-i tevhit” ve “kelime-i şehadet” söylemekle yetinilmeli; kişi, söylemeye zorlanmamalıdır. Hz. Peygamber, ölmek üzere olan kişinin yanında Yasin süresini okumayı da teşvik etmiştir. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 24).

Bu demektir ki esas telkin, ölmek üzere olan (zekerat hali) birine yanındakinin hastanın duyacağı şekilde ona baskı yapmadan kelimeyi tevhidi söylemesidir. Esas telkin bu ise de defin sonrası telkin ön plana çıkmış ve yaygınlaşmıştır.

Yaşadığımız yüzyılda zekerat halinde hastanın başında beklemek ve ona kelimeyi tevhidi telkin etmek, düşük ihtimal ya da pek az kişiye nasip olur. Çünkü hastalarımızın çoğu ya bir başına ya da hastanelerin yoğun bakımında hayata veda ediyor. Bu yönüyle esas telkinin pek uygulandığı söylenemez.

Tekrar döneyim defin sonrası kabir başında yapılan telkin konusuna.

Burada yapılan telkin metnine yer vermeyeceğim. Sadece şu kadarını söyleyeyim. Ölüye kısaca, "Ey Hatice oğlu Ramazan! Sorgu melekleri sana Rabbim kim diye sorarsa, Allah de. Dinin ne diye sorarsa, İslam de. Peygamberin kim derse Hz Muhammed de" şeklinde Arapça yardımcı olunur. Teşbihte hata olmazsa, mevtaya kopya veriliyor ya da sınav öncesi sınava girecek adaya, çıkacak sorular cevaplarıyla birlikte hatırlatılarak onun belleğine yerleştirilmeye çalışılıyor. Yani ders tekrarı diyelim buna.

Mevtanın sınavda başarılı olması adına bu tür yardıma eyvallah diyelim. Yalnız ölen Türk. Fakat telkin Arapça veriliyor. Yani mevta Arapçaya Fransız. Madem ölene yardımcı olma niyetimiz var. Niye onun anlayacağı dilden Türkçe kopya vermiyoruz? Bu, İngilizce bilmeyen birine sınav esnasında İngilizce kopya vermek gibi bir şey. Madem bir iyilik yapacağız. Bunu Türkçe yapalım. Yoksa sorgu melekleri dediğimiz Münker ve Nekir Türkçe bilmez mi ya da ömrü hayatında iki yüz, bilemedin üç yüz Türkçe kelimeyle meramını anlatan Türk kardeşimiz, ölür ölmez Türkçeye veda edip Arapça mı konuşmaya başlayacak diye düşünüyoruz. Şayet cennetin dili Arapça. Sorgu Arapça olarak yapılacak. Bu yüzden telkinler Arapça veriliyor derseniz, bilin ki cennetin dili Arapça olacak şeklinde rivayet edilen hadisin aslı astarı yoktur. Bu arada sorgu meleklerinin adlarına münker ve nekir denmesi de ayrı bir konu.

Ölüye Arapça telkinden geçtim. Telkin veren kişinin yanında saf tutmuş yakınları bari hocanın ne dediğini bilsin. Telkin vermek mubah bir eylem olduğuna göre telkinlerin Türkçe yapılmasını daha uygun bulduğumu ifade ediyorum.

Bir diğer husus, ölen kimseye, telkin örneği verirken bahsettiğim gibi niçin annesinin adıyla hitap ediliyor? Ölenin hem annesi hem de babası zikredilse ne sakıncası olur ya da babasının ismiyle anılsa, telkin yerine gelmez mi diye düşünülüyor. Eğer "Çocuk kimin döşeğinde doğmuş ise ona aittir" gereği telkin böyle verilir denirse, bu kadar şüphecilik fazla değil mi? Bir vehim ya da paranoya durumu söz konusu burada. Yani bu çocuğu bu kadın doğurdu. Anası belli. Ama bu çocuğun babası herkesin bildiği babası olmayabilir. Kısaca kadın kocasını bir başkasıyla aldatmış olabilir anlamı ortaya çıkar ki bu düşünce sağlıklı bir düşünce değildir. En azından zandır. Zannın çoğundan da sakınmak gerek. Yok, bu tedbir amaçlı denirse, bu kadar tedbir fazla değil mi?

Sonuç olarak, bu yazdıklarım benim kendi görüşüm. Sizler katılmayabilirsiniz. Saygı duyarım. Aynı saygıyı ben de bekliyorum.

Tasarruf Tedbirlerini Uygulamada Çelişki

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'e ait yurdun değişik okullarında çekilmiş kısa videolar önüme düştüğünü, videolara dair izlenimimin hem Bakan'ın hem de öğrencilerin doğal olduğu, görüşmelerin sıcak bir atmosferde gerçekleştiğini https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2025/10/okul-ziyaretlerinden-dogal-goruntuler.html bu yazımda değinmiştim. 

Bu yazımda ise doğal olmayan bir video görüntüsüne yer verip bu konuda ilave değerlendirmede bulunmak istiyorum. 

Şöyle ki: Bir lise ziyaretinde Sayın Bakan'ın, "Benden istediğiniz bir şey var mı?" sorusuna, bir kız öğrencinin, "Fizik, kimya, biyoloji (FKB) labarotuvarı istiyoruz" talebine, Bakan'ın öğrencinin numarasını alarak "İki ay sonra seninle görüntülü görüşeceğiz. Labarotuvarların yapılıp yapılmadığını göreceğiz" demesi, daha önce öğretmen tarafından bu talebin ayarlandığına bir örnek. Çünkü bunu istese istese FKB öğretmenleri ister. Bakan'ın el koymasıyla o okula bu laboratuvarlar yapılır. Ama büyük ihtimalle bu laboratuvarlar atıl durumda kalacak. Çok kullanılmayacak. Çünkü süreç odaklı değil de sınav odaklı bir eğitim sisteminde bu tür laboratuvarlara pek ihtiyaç yok. Belki senede bir iki defa soğan zarını mikroskoptan görmek için laboratuvara girilir. Hepsi bu. 

Bakan'ın aynı sınıfta başka istediğiniz var mı sorusuna, bir öğrencinin voleybol sahası isteği bana ayarlanmış bir istek gelmedi. "Buraya tribünü de olan bir spor salonunu da vali yapsın" dedi. 

Burada bu iki isteğin neyi var? Olan ve yapılan şeyin zararı olmaz denilebilir. Böyle bir soruya önce eyvallah, yapılan şeyin zararı olmaz diyeyim. 

Ancak, bir laboratuvar kolaylıkla kurulmaz. Yüksek maliyet ister. İçinin donatım, masa ve sandalyesi hakeza. 

Spor salonu da öyle. 

Yalnız laboratuvar ve spor salonu sadece Bakan'ın ziyareti ya da birilerinin aracılığıyla yapılmamalı. Madem ihtiyaç ise her okula yapılmalı. Her öğrenci bu imkanlardan yararlanmalı. Özellikle spor salonu öğrenciler için olmazsa olmaz. 

Her okulumuzda laboratuvar ve spor salonunun olmadığı da bir gerçek. 

Bir diğer husus, malumunuz, enflasyonla mücadele için hükümet tasarruf üzerine tasarruf yapıyor. Birçok yatırım bu tasarruf tedbirlerine takıldı. Olması gereken de bu. Yalnız bu tasarruf herkesi ve her yeri bağlamalı. 

Ne demek istediğimi örnekle açıklayayım. Malumunuz okullarımız, hazır malzeme ve materyal diyebileceğimiz, dünyayı sınıfa getiren etkileşimli tahtalarla donatıldı. Büyük masraf ve meşakkat olan bu projeyi devlet yıllar yılı masraftan kaçınmadan uyguladı. 

İki okul tanırım. Her iki okulun da etkileşimli tahtaları diğer okullara oranla geç takıldı. Yalnız bir tanesinde İnternet yok. Diğerinde ise etkileşimli tahtaların prizi yapılmadı. İki senedir, sınıfların akıllı tahtası var ama prizi ve İnterneti yok. Niye yok derseniz, tasarruf tedbirlerine takılmış. Yani devlet bir okula yüklü miktarda para harcayarak akıllı tahtayı döşüyor ama iş prize gelince tasarruf genelgesi gereği priz ve kablo döşenmiyor. Bu ne demektir biliyor musunuz? Bir kişi masraftan kaçınmadan güzel bir ev yapıyor. Ama evin prizini taktırmıyor. Bildiğim iki okul da bu durumda. 

Devlet dese ki bu iki okula. "Biz akıllı tahtayı yaptık. Kablo ve prizi kaldı. Bunu da siz yerel imkanlarla yapın, dese bu iki okul da kablo, priz işini şu ana kadar kaç defa yapmış olurdu. 

Peki, akıllı tahtası olan bu iki okuldan biri ne yapıyor? Öğretmenler tahtayı kullanıyor. Nasıl derseniz? Kapının yanındaki prize uzanacak şekilde 5-6 metrelik seyyar üçlü yaptılar. Derse giden öğretmen bu üçlülerden birini alıp sınıfa gidiyor. Kabloyu yere seriyor. Prize takıp tahtayı açıyor. Ders bitimi getirdiği üçlüyü toplayarak öğretmenler odasına götürüyor. Ardından soluğu lavaboya gitmede buluyor. Çünkü yere konmuş kabloyu toplarken eller simsiyah oluyor. 

Kablo ve priz tasarruf tedbirlerine takıladursun. Tanıdığım bu okul bu sene bir yeniliğe daha imza attı. Çünkü öğretmenin sınıftan sınıfa kablo taşıma işi olmayacaktı. Bir de aradığın her zaman bu tür üçlü bulmak da mümkün değildi. Okul bu çözümü akıllı tahtanın altına bir makara yapmada buldu. Gelen öğretmen akıllı tahtayı kullanacaksa makaradan kabloyu çıkarıp kapının yanındaki prize kadar kabloyu uzatıyor. Ders bitimi kabloyu toplayarak makaraya sardırıyor. Bunun bir yıl öncesinden farkı, öğretmen sınıftan sınıfa kablo taşımıyor. İnternet mi? Yine yok. 

Bu okula ait bu anekdotu anlatmamın sebebi, aynı tasarruf tedbirlerinin uygulandığı, çoğu yatırımların durduğu bir dönemde, Bakan bir okulda FKB laboratuvarı ve spor salonu yapma sözü verirken bu okul ise tasarruf tedbirlerine takılarak taşıma su ile akıllı tahtayı işler hale getirmeye çalışıyor. 

İsterim ki Milli Eğitim Bakanı Sayın Tekin, bu seyyar kablo ile akıllı tahtayı çalıştıran bu okulu da ziyaret etsin. Kendi gözüyle görsün. Bunlar da ne desin. Hemen bir emirle bu okul standartlara uygun kablo, priz ve İnternete kavuşsun. 

Okul Ziyaretlerinden Doğal Görüntüler

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’e ait yurdun değişik okullarında çekilmiş kısa videolar önüme düştü.

Belli ki Bakan dolaşıyor. Gittiği yerlerde mutlaka okul ziyaretleri yapıyor. Çoğu okullarda bayrak ve çiçekle karşılama görüntüleri, ziyaretlerin çat kapı olmadığını gösteriyor. Bazı karelerde açılış yaptığı da görülüyor.

Sayın Bakan’ın sınıf ziyaretleri, öğrencilerle hasbihali görülmeye değer. Çünkü hem öğrencileri hem de Sayın Tekin’i, diyaloglarında doğal gördüm. İşin içinde rol yoksa, doğallık varsa bu tür diyalog ve görüşmelere şapka çıkarırım.

Önüme düşen videolardan edindiğim izlenim, Bakan’ı kırk yıllık okullu gibi gördüm. Öğrencileri de akşam sabah Bakan’la oturup kalkan kişiler gibi gördüm.

Bu arada öğrencilerdeki özgüven görülmeye değer.

Bir öğrencinin “Evde ders, okulda ders. Bıktık” demesi güldürürken düşündüren türden. Öyle ya ders ders. Nereye kadar. Gerçi öğrencinin bu bıkkınlığına sınıf katılmadı.

Bir başka öğrenci, “Beni tanıdın mı” diyor Bakan’a. “Çıkaramadım. Nereden tanımam lazım” diyor Bakan. “Konferansta karşılaştık diyor” öğrenci. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Şu var ki konferansta karşılaştığı öğrenciyi tanıyamaması Bakan için eksi puan. Öyle ya Bakan da olsa insan konferansta karşılaştığı öğrenciyi tanımaz mı?

Tekin’in ziyaret ettiği sınıflardan biri de Bakan’la mektup yazan ya da MEBİM (Milli Eğitim Bakanlığı İletişim Merkezi) aracılığıyla, Bakan’dan sınıfını ziyaret etmesi isteği. Bakan bu kız çocuğunun sınıfını da ziyaret ediyor. “Beni davet eden şu isimli öğrenci kimdi” diyor. Kız, “Benim” dedi. “İşte geldim. Var mı isteğin” dedi. Kız, “Üniversiteye hazırlanmak için Bakanlığın hazırladığı soruları dijital ortamda çözmek yerine yazarak çözmek istiyoruz. Böyle daha iyi öğreniriz” dedi. “Okul çıktısını alıp size versin” deyip isteği sıcağı sıcağına giderdi Bakan.

Bir başka öğrenci Bakan’a mektup yazmış. Kızın mektubuyla geldi sınıfa Bakan. Kız mektubunu almak istedi. Bakan, “Hatıra olarak bu bende kalacak” deyip mektubu geri vermedi.

Bir başka öğrencinin, “Sınavlar test olsa” isteğine, Bakan, “Atacaksın değil mi? Böyle daha iyi” diyerek her isteğe de evet demedi.

Bakan’a ait okul ziyaretlerinden birine bakınca, arka arkaya Bakan’la ilgili videolar gelmeye devam ediyor. Her birini buraya almam mümkün değil. Yalnız şu var ki her bir çekim kısa kısa mesajlar içeriyor.

Verilmek istenen mesajlar önemli olmakla beraber çekimlerde rötuşun olmaması imajı benim için daha dikkate değer.

Videolardaki pozitif görüntüsüyle Bakan’ın, öğrencilere önem ve değer atfettiği gözlerden kaçmıyor. Gelen mektupları bile göz ardı etmiyor.

Yine Bakan’ın her öğretmenler gününde her öğretmenin ismine hitaben, kaç yerde toplam kaç yıl çalıştığına dair kişiye özel bilginin ardından öğretmenler gününü kutlaması da hanesine artı yazan yönü.

Bir videoda istekte bulunan bir öğrencinin öğretmeni ya da idarecisi tarafından ayarlanmış imajı gözümden kaçmadı. Bu konuya eleştirel yaklaşarak değerlendireceğim. Sayfam bitti. Bunu da bir başka yazımda ele alayım.

Ateş Pahası

Her zaman gittiğim süt ve süt ürünleri satan markete gittim. Kaymak, süt ve peynir alacağım.

Her zaman aldığım inek tulumunun fiyatına baktım. 450 lira yazıyordu. Görevliye, bunun fiyatı 345 TL değil miydi dedim. "Evet, öyleydi. Müthiş zam geldi" dedi. Vay anasına. Daha iki, üç hafta öncesi almıştım. Gerçekten ne kadar da yüksek gelmiş zam dedim.

Bir de aldığım diğer peynir türüne baktım. Ona da zam gelmiş ama inek tulumuna gelen kadar değildi. Görevliye de buna zam makul gelmiş dedim. Görevli, "İnek tulumu masraflı ve meşakkatli. Bu peynire de gelen zam normal değil" dedi.

Kaymak nerelerde. En son aldığımda 230 idi. Bir de ona bakayım diyerek kaymağa yöneldim. Kaymak da 310 lira olmuş. Yine vay anasına dedim.

Bu kaymak ne olmuş böyle? Ne zaman bu fiyata yükseldi dedim. "Haftalık on on geliyor. Kaymak da bulamıyoruz üstelik" dedi. Kaymak bulamadığınız için mi bu fiyatlar bu kadar yüksek? Piyasaya kaymak sürülürse düşer mi dedim. "Düşmez abi. Daha da yükselir" dedi. Ben de hiç bozuntuya vermeden, desene: abi, hangi ülkede yaşıyorsun? Bu ülkede fiyatlar yükselir, düşmez dedim. Güldü.

Fiyatlar böyle astronomik olduğuna, daha önceki fiyatların yerlerinde yeller estiğine göre süt fiyatlarına epey zam gelmiş olmalı diyerek kasadaki görevliye, süt kaç lira dedim. "30 lira" dedi. Bu fiyat aynı fiyattı. Süt ne zamandır bu fiyatta. Hele şükür, yerinde sayan bir fiyat buldum dedim. Yalnız bir anormallik var. Süt fiyatlarında da artış olsaydı, kaymak ve peynire de zam gelmesi normaldi. Ama süt yerinde sayıyor olmasına rağmen sütten yapılmış mamuller havada uçuşuyor.

Elim mahkum. Mecburen aldım. Üstelik 450 liralık inek tulumunu bırakıp kilosu 600 olan koyun-keçi karışımı bir peynir aldım. Oldu olacak, atın ölümü arpadan olsun. Koyun keçi karışımı peyniri yiyince, koyun gibi uysal ya da keçi gibi inatçı olmak da var bu işin içinde.

Ödemeyi yapıp çıktım. Ama kaymak ve peynirdeki bu yükseliş aklımdan çıkmadı. Yol boyunca düşündüm durdum. Zaman zamanda düşüncemi zihnimden geçirerek kendi kendime konuştum. Felaket tellallığı yapma niyetim yok ama ne oluyoruz böyle. İkinci gelişimde fiyatların bu derece uçması hiç normal değil. Ashabı Kehf bizim bu yaşadığımız şaşkınlığı yaşamamıştır. Adamlar, kralın korkusundan sığındıkları mağarada üç yüz küsur yıl uyumuşlar. Uyanıp ne kadar uyuduk diye birbirlerine sormuşlar. Ya bir ya da yarım gün demişler. İçlerinden bir tanesini alavere için göndermişler. Daha önce görüp bildikleri şehrin tepeden tırnağa değiştiğini, ellerindeki paralarının bile geçmediğini öğrenince, öyle zannediyorum, şok üzerine şok yaşamış olmalılar. Ya yarım ya da bir günde her şey bu kadar değişir miydi? Bu şaşkınlık ve şokun ardından fazla yaşamazlar. Vefat ederler.

Biz de market ve piyasadaki fiyatları görünce şok üzerine şok yaşıyoruz. Ashabı Kehf'ten farkımız, herhalde şoklara karşı vücudumuzun dayanıklı olması, onlar gibi uzun süre uykuya dalamayışımız. Onlar bir defa işkence çekip vefat etmişler, biz her gün her ay her yıl çekiyoruz bunu. Paramız tedavülde ama ha varlığı ha yokluğu.

Güya faizler iniyor, enflasyon düşüyor. Nedense bir türlü hayat pahalılığının önüne geçilemiyor.

Hasılı, hep tüketiciye bindiren bu serbest piyasayı ben hiç anlamadım. Belki de ekonomist olmadığımdandır.

Bu yazdıklarımdan amma da ajite ettin, ağladın anlaşılmasın. Gel senin kaymak ve peynirin benden demeyin. Ki derseniz, hayır demem. Bir telefon kadar yakınım size.

Şunu da söyleyeyim. Piyasa ne kadar yükselirse de alım gücüm var. Muhtaçlığım yok. Şu var ki ederi bu olmayan anormal yükseliş zoruma gidiyor.

Allah alım gücü olmayan, fakir-fukara ve ihtiyaç sahibinin yardımcısı olsun.

22 Ekim 2025 Çarşamba

Dinsizleşmede Neredeyiz?

"Müslüman ülkeler arasında ateizmin en fazla yaygın olduğu tek ülke İran. Bizim temel felsefemiz şu: Tepeden dindarlaştırmaya kalkarsan, insanlar kökten dinsizleşir. Benim sloganım bu”. (Şaban Ali Düzgün)

Halihazırda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı başkanı olan Şaban Ali Düzgün hocanın, “Benim sloganım bu” dediği tespitini yabana atmamak, üzerinde kafa yormak gerekir diye düşünüyorum.

Şaban Hoca’nın dinsizliğe örnek verdiği ülke hepimizin malumu. İran, bir İslam Cumhuriyeti. Ülke, Humeyni’nin 1979’da yaptığı devrimle birlikte mollalar tarafından yönetiliyor. Ülkede kadınların başörtüsü örtme zorunluluğu her ne kadar geçici olarak askıya alınsa da İslam Ceza Kanununun Hicap ve İffet yasası olan 638. Maddesinde yer alan baş örtme zorunluluğu kanunla zorunlu.

İran, kapalı bir toplum ve ülke. Ülkede ne derece İslam kanunları geçerli ne derece uygulanıyor, yöneticilerinin ne derece söz ve eylem birlikteliği söz konusu, bilinmez. Şu var ki başlar örtülecek ya da başlar açılacak şeklindeki bir kanuni düzenleme çağdışıdır.

Yine bilinen bir gerçek var ki İran sadece kendi ülkesinde İslam kanunlarını uygulayan değil, aynı zamanda rejimini de başka ülkelere ihraç etmeye çalışmıştı bir aralar.

İran halkı mevcut yönetimin yönetim anlayışından ve bazı şeyleri dayatmasından ne derece memnun? Bunu da test etme imkanımız yok. Şu var ki bir şekilde ülkemize yerleşmiş ne kadar İranlı kadın görmüşsem -belki istisnaları vardır- ama hiçbirinin başında başörtüsü yoktu. İçlerinde azımsanmayacak derecede dekolte giyineni de eksik değil. Bu demektir ki ülkesini bir şekilde terk eden, ülkesinde iken zorunluluktan kaynaklı başını örtenler, ülke dışına çıkınca başlarını açıyor. Demek ki zorla başı örtmek ya da zorla başı açmak çözüm değil. Olsa olsa pansuman ve polisiye tedbir olur. Bunun da süreklilikle bir alakası yok.

Meseleyi sadece başörtüsüne indirgemek istemiyorum. Çünkü bu konu salt başörtüsünden ibaret değil. Şu var ki adında İslam olan, İslami kanunlara göre ülkeyi yöneten bir ülkede dinsizliğin en fazla olması ve başı çekmesi manidar. Demek ki dayatma, baskı, kanuni düzenleme ya da eğitme çabası ters tepiyor. Kişiler belki de yönetenlerin bu niyetinden dolayı dinden soğuyarak çözümü dinden uzaklaşmada buluyor.

İran bizim komşumuz. Her ne kadar kapalı bir toplum olsa da “Komşuda pişen bize de düşer” misali, dini anlayışımız örtüşmese de bize ne kadar etki ettiği tartışılır.

Bir diğer husus, Şaban Hoca’nın tespiti sadece İran’ı bağlamaz. İran örneğinden hareketle “Tepeden dindarlaştırmaya” kalkışmak, dindar nesil yetiştirme çabası, pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya, ava giderken avlanmaya benzer. Her ülkede böyle olacak diye bir kural olmasa da bu işin ters tepme riski daha yüksektir.

Kamuoyunda dillendirilen dindarlaşma niyetinin, insanımızı ve gençliği ne derece dindar yaptığı güzel bir araştırma konusu. Yalnız ülkede ateist ve deist sayısında özellikle gençler arasında yaygın olduğu da yüksek perdeden dile getiriliyor. Ülkemizde hemen hemen her konuda pek ve doğru dürüst araştırma yapılmadığından, ülkemizde dindarlaşma veya dinsizleşme oranının hangi boyutlarda olduğunu bilme imkanımız yok.

Şaban Ali Hoca’nın sloganına gelirsek, başta yöneticilerimiz olmak üzere Hoca’nın bu sloganına kulak vermesinde fayda görüyorum. Daha sonra ne ummuştuk ne bulduk demeyelim.

Burada, İran’da baskı var, bizde baskı yok. Mukayese yerinde değil denebilir. Elbette bizde baskı yok. Kılık kıyafet için herhangi bir düzenleme de yok. İsteyen açar isteyen kapanır. Kamusal alan ve kız öğrencilere uygulanan yasak da gerilerde kaldı. Ülkemizde dinsizlik de arttı iddiasında değilim. Ama kamuoyunda böyle bir izlenim olduğu da bir gerçektir. Bizde İran’daki gibi dinsizlikte bir artış yok demek de bir faraziyeden ibaret olur. Var veya yok konusunda bilgi sahibi olmak için sosyal bilimcilerin derinlemesine bir araştırma yapması kaçınılmaz görünüyor. Yine bu araştırmada dindar ya da dinsiz olmanın sebeplerini de öyle zannediyorum, kamuoyu merak eder. 

Hasılı, dinsizleşme ya da dinsizleşirmede veya dindarlıkta neredeyiz? Bunun sebepleri nelerdir? Üzerinde kafa yormaya değer. 

İyi Bir Niyet Okuyucusu T9

Bazı insanlar farklı bir anlayışa sahipler. Bir cümleden hiç kastetmediğin anlamı çıkarırlar. Ortamda bulunan hazirun dişlerini sıkar, dilini ısırır. Bu cümleden, bu anlamı çıkarmak neyin nesi diye şaşa kalırsın. Ama şaştığınla kalırsın. Yok, öyle bir kastım yok desen, yemin billah etsen dahi kâr etmez. Çünkü bu tipler öyle öyle diyerek burnunun dikine dikine giderler.

Bu tipler iyi bir niyet okuyucu aynı zamanda. İnsanın içini de okurlar. Öyle ya insanın zahir cümlesini kendince okuyan, içini niye okuyamasın. Öylesin öylesin. Güya hisleri kuvvetliymiş. Yahu ben öyle değilim, şöyle düşünmüyorum desen bile kimi kandırıyorsun, ben kaçın kurasıyım derler.

İyi bir alıngandır bunlar. En ufak bir şeyde çeker giderler. Özür dilesen bile kafi gelmez. Olmayacak, özrü ben dileyeyim desen bile sana olan bu alınganlığını hiç kaybetmeyecek şekilde aklının bir köşesine yazarlar.

Mesafe koymada da üstlerine yok bunların.

Neyse bırakayım iyi niyet okuyucusu alıngan tipleri. T9'a geleyim.

Cep telefonu marifetiyle yazı yazanlar iyi bilir. Yazıp bitirdikten sonra yazdığın metni gönder tuşuna basarak gönderiyorsun ya da geriye dönüp metne tekrar baktığında, yazdığın bazı kelimelerin değiştiğini görürsün. Allah Allah! Ben böyle bir kelime yazmadım. Bu kelime ne alaka diyorsun. Sonra anlıyorsun ki hızlı yazarken doğru yazdım dediğin kelimenin T9 vasıtasıyla otomatik olarak değiştirildiğini anlıyorsun.

Bu yönüyle T9'da iyi niyet okuyucuları gibi. Şu farkla ki yazdığın kelimeyi değiştirmede T9’un bir kastı yok. Bu yönüyle masumdur.

Ama kastetmediğin anlamları yükleyen niyet okuyucuları ise hiç mi masum değildirler. Onlarda bu ön yargı onlarda bu kapasite ve çap onlarda bu alınganlık olduğu müddetçe, bu niyet okuma onlarda devam edecek.

Giderken de mezara götürseler iyi olacak diyeceğim ama geriye bol miktarda verese bırakarak gidiyorlar. Çünkü bunlar büyük bir aile. Böyle büyük aileyle de başa çıkmak hiç mümkün değil.

T9'un bu özelliğini kapatır, işine bakarsın ama bunlar çarşı, pazar, cadde, sokak her yerde burnunun dibinde biterler. Çoğu da sosyal medyada cirit atıyor.

Ekmeği Bırakma Zamanı

Konya’da daha önce 200 gramı 11 liradan satılan ekmek 21.10.2025 tarihi itibariyle zamlandı. Ekmeğin yeni fiyatı 13 lira oldu. Büyükşehir Belediyesi tarafından işletilen Fenni Fırın’da ise ekmek yine 9 liradan satılmaya devam edecek.

Bu demektir ki Belediyenin ürettiği ekmekle fırıncıların ürettiği ekmek arasında iki liralık fiyat farkı varken özellikle merkezi yerlerde belediye satış noktalarında ekmeği iki lira daha ucuza almak için oluşan uzun kuyruklar, fiyat farkının dört liraya çıkmasıyla daha da uzun kuyruklara yerini bırakacak. Bu uzun kuyruklar yetmişlerin tüp kuyruğunu andırıyor.

Maliyet artışları gerekçe gösterilerek iğneden ipliğe her şeye gelen zamlar haliyle ekmekte de kendini gösterecek.

Yaşadığımız hayat pahalılığının bir sonucu olarak zamlar ve vergi artışları rutin artış hale gelse de ekmeğe gelen zam can sıkıcı ve üzücü. Çünkü günde 5-6 ekmeğin girdiği evler bu zamla birlikte kara kara düşünmeye başlayacak.

Aslında bu zamla birlikte ekmeğe veda etme zamanı. Gel gör ki bizim için ekmek temel besin kaynağı. Sofrada bin bir çeşit yemek olsa bile bu seferlik ekmek yemeyeyim. Çünkü yemek çeşidi fazla demeyiz. “Ben ekmek yemezsem doymam. Ekmeksiz yapamam” sözleri çoğumuzun belleğine yerleşmiş. Bulgur ya da pirinç pilavını bile ekmekle yeriz. Bir kaşık pilava, bir lokma ekmek her Konya pilav düğününde çoğumuz için vazgeçilmez. Düğün sofralarında sayısız tabak tabak pilav gelmesine rağmen ekmek Allah’ın farzlarından biriymiş gibi yenmeye devam edilir.

Adeta her öğünde ekmek bizim için sigara bağımlılığı gibi bir şey. Sigara içenlerin çoğu, “Sigarayı bırakmak lazım. Ama bırakacağım” demesine rağmen kolay kolay sigarayı bırakamadığı gibi ekmeği bırakmak lazım diyenler de ekmeği bırakamıyor. Sigarayı bırakanlar kendilerinde bir eksiklik hissediyor. Aylar ve yıllarca içmese bile daha dün bırakmış gibiyim. Bir içersem arkası gelir diyenler de eksik değil.

Yine ekmeğe bağımlılığımız o kadar aşırı ki herkesin ekmeğini evde yaptığı zamanlarda, şehirden bakkala gelen ekmeği yufkanın içine koyup katık olarak yendiği zamanları görmüştür bu ülke. O zamanlar şehirden gelen ekmeğe çarşı ekmeği, şehir ekmeği denirdi.

Geçmişte her işin bedenen yapıldığı zamanlarda vücudu dinç tutsun, daha iyi çalışılsın diye ekmeğin fazlaca tüketilmesini anlıyorum. Bir de yemek adına besin kaynağımız çok çeşitli değildi.

Günümüzde ise eskisi gibi doğal beslenemiyor olsak da yemeklerimiz çeşitlendi. Dün görmediğimiz ve ihtiyaç hissetmediğimiz şeyler zaruri ihtiyaçtan sayılmaya başlandı. Bugün dünkü gibi yüzde yüz bedenen çalışmıyor çoğumuz. Eskisi gibi vücudun efor sarf etmediği günümüzde hala ekmekten vazgeçmeyişimiz düşündürücü. Bundandır ki dünyada ekmek tüketiminde birinciliği kimseye vermiyoruz. Yıllık ekmek tüketimimiz 200 kilo. Bizi takip eden en yakın ikinci ülke olan Sırbistan’a 65 kg fark atıyoruz.

Her sigara zammının ardından ajanslar “Tiryakilere kötü haber. Sigara ve tütün mamullerine şu kadar zam geldi. Sigarayı bırakmanın tam zamanı” dediği gibi bu ekmek zammıyla birlikte özellikle yediğini eritemeyen ve masabaşı iş yapanların, emekli olup iş yapmayanların, ev kadınlarının, kısaca çalışırken vücudu terlemeyenlerin ekmeği bırakmasının tam zamanı.

Böyle diyorum ama ekmeği kafada bitirmeden bırakmak zor. Yine de ekmeği bırakmayı denemek lazım. İnanın, bugün yediğimiz ekmeğin kilo aldırmaktan, göbeği çıkarmaktan, hazmı zorlaştırmaktan, mideyi büyütmekten, bizi daha çabuk acıktırmaktan başka bir işlevi yok. Yani külliyen zarar. Belki de geçmişte iki öğün yediğimiz yemeği üç öğüne çıkarmamız bu ekmek yüzünden.

Ekmeksiz beslenmede hayat var diyorum. Daha çabuk acıktırmaz. Mideyi küçültür. Yediğimiz, içtiğimiz kolay kolay kilo ve göbeğe dönüşmez.

Ekmeği bırakırsak, kolay kolay kilo ve göbek sorunumuz olmaz. Kolay kolay acıkmayız.

Fırsat bu fırsat. Gelin hep birlikte ekmeğe veda edelim.

21 Ekim 2025 Salı

Bazı Kadınların Dünyası

Ne zaman yürüyüşe gitsem, parklarda bulunan kamelyalarda oturup kahvaltı yapan kadınlar görürüm. Oturacak kamelya kalmadığı için evinden masa ve sandalye getirerek çimlerin üzerine kahvaltı sofrası kuranlar bile oluyor.

Gördüklerim, çoluk çocuk, baba ve koca değil. Tüm masalar kadınlarla dolu. Hafta içi olduğuna göre parkta bu saatte olan kadınlar ya emekli ya da ev hanımı olmalı.

Gördüklerimden hareketle izniniz olursa bir senaryo çizmek istiyorum.

Sabah 10 gibi uyandı. İyi de uyumuştu ama hala esniyordu nedense.

Kocası gitmişti işe. Kalkıp çocuğunun odasına baktı. O da gitmişti. Yatağını düzeltmiş mi diye baktı. Oh be! Düzeltmişti. Demek ki o kadar söylediği dikkate alınmıştı. Düzeltmesin de bir göreyim.

Çocuğunu da kocasını da takdir etti. Giderken sessizce giyinip gitmişler. Rahatsız da etmemişlerdi. Kahvaltıyı çocuk okuldan aldığıyla teneffüs arasında, kocası da işe giderken yolda simitçiden aldığıyla iş yerinde yapardı nasılsa.

Evde bir başınaydı. Tek başına evde kahvaltı da yapmak olmazdı. Kahvaltı dediğin şöyle açık havada çok güzel giderdi.

Hava da güzel üstelik. Kardeşlerine haber verip parkta buluşup kahvaltı eşliğinde bir güzel muhabbet iyi giderdi. Bunu da kaç gün önceden planlamıştı.

Aradı kardeşlerini. Haydi yavaş yavaş toplanalım. Ben çıkıyorum dedi.

Kısa zamanda yapacaklarını hazır etti. Zaten bir kısmını akşamdan hazır etmişti. Geriye bir çay kalmıştı. Nevaleyi arabasına koydu. Giderken bir de börekçiye uğradı. Biraz börek aldı. Parkın yolunu tuttu.

Aradıkları gelmişti hemen. Getirilen şeyler masanın üzerine kondu.

Keşke masa biraz daha büyük olsaydı. Çünkü o kadar şeyi masaya sığdırmak zordu. Bir kuş sütü eksikti. Olsa da zaten konacak yer yoktu.

Şimdi sıra yemedeydi. Hem lafladılar hem de yemeye koyuldular. Aceleleri yoktu nasılsa. Akşama kadar yolu vardı. Şöyle sindire sindire yemeliydiler.

Bir de güzel gidiyor. Hem sağı solu seyrediyorlar hem öteden beriden konuşuyorlar hem de getirdiklerinden, “Akşam sizin için yaptım. Bak bakalım tadı nasıl olmuş” diyerek birbirlerine ikram etmekten de geri kalmadılar.

Diğerleri, “aldık canım. Zaten yemeden mis gibi kokusu geldi. Eline sağlık. Ama fazla almayayım. Çünkü kilo yapıyor. Bugünlerde dikkat ediyorum. Haydi, sen de şundan alsana” dedi.

Mide dediğin nedir ki. Birden doydu. Yine de perhizi bir tarafa bırakıp yavaş yavaş götürmeye devam ettiler. Çünkü gün bugün. Perhiz zamanı değildi. Öyle ya her gün parka kahvaltı için geliyor değillerdi. Diğer günler dikkat ederlerdi biraz.

Karnım şişti dedi biri. Öbürü, “Hiç dert edinme. Ben maden suyu getirdim. Al canım iç, şifa olsun” dedi.

Saat 11.00 gibi başlayan kahvaltı bu şekil birbirini ağırlaya ağırlaya iki saat sürdü.

“Üzerine kavun da yiyeceğiz dedi öbürü. Dedim ya kuş sütü dışında her şey vardı. (O kadar da değil demeyin. Kavun da gözüme ilişti bir masada)

Saat üçü bulmuştu muhabbet.

“Yavaş yavaş kalksak mı, akşama yemeğim yok” dedi beriki”. “Şekerim, akşamdan yapsaydın ya daha yeni oturmaya başlayacağız. Benim dünden kalan yemeğim var. Onu yesinler. Her gün yemek mi yapılır” dedi öbürü. Bir diğeri, “Benim de yemeğim yok ama bugün yemek yapasım yok. Telefon edeyim de lokantaya geçeriz” dedi fazla konuşmayanı. Beriki de “Buradan artanları koyacağım önlerine. Bu yaptıklarım boşa mı gitsin. Bundan iyisini mi bulacaklar sonra. Hatta artar bile. Sabah giderken de götürsünler” dedi içlerinde en akıllı geçineni.

Sonrasında lafladılar da lafladılar. “Kimse kadir kıymetimizi bilmiyor ama ev kadınının mesaisi yok. Meccanen çalışıyoruz. Ah bir de görünse. Bizimki pek huysuz” şeklinde oybirliğiyle dertleştiler.

Sonra “Eşin ve çocuğun kahvaltı yapıyorlar mı giderken dedi biri.” İlahi kardeşim, ne kahvaltısı? Bu devirde evde kahvaltı mı kaldı? Gittikleri yerde bir şeyler yiyorlar. Sonra kim kalkıp o saatte sabahın köründe kahvaltı hazırlayacak? Bizden geçti artık. Hem herkes öyle yapıyor. Biz hamal mıyız? Zamanında yaptık, kıymet bilen mi oldu? Artık bundan sonra kendimize vakit ayırma zamanı” dediler yine konsensüsle.

Haydin bu ânı ebedileştirelim. Kalkmadan bir de fotoğraf çekinelim dediler.

“Ah şimdi zamanı mı? O kadar da yedik. Göbek çıktı. Çekinmesek olmaz mı dedi birkaçı birden.

Bu işlerde tecrübeli olan akıl verdi. “Yan durursunuz, olur biter. Tüm kadınlar öyle poz veriyor” dedi.

Geldiklerinde sarıldıkları gibi giderken de sarıldılar. “Ay ne güzel oldu. Bunu fazla uzatmadan bir daha yapalım. Hatta sıcağı sıcağına haftaya perşembe günü yapalım mı? Bu sefer ben getireyim. Siz hiçbir şey getirmeyin” dedi biri. “İyi olurdu ama temizlikçi gelecek perşembeye. Ben müsait değilim” dedi öbürü. Bir diğeri, “Ben de müsait değilim. Çünkü haftaya oturmam var” dedi. Beriki de “Benim de o gün günüm var. Gelemem” dedi.

O zaman hepimize uygun bir zaman ayarlarız. Haberleşiriz. Görüşmek üzere deyip vedalaştılar.
Açık havada bir kahvaltı daha sonra tekrar buluşmak üzere bu şekilde sona erdi. Kahvaltı bittiğine göre benim senaryo da burada sona erdi.

20 Ekim 2025 Pazartesi

Pazarlık Sünnet Değildir

Çanta, valiz türü eşya satan bir esnafa uğradım. Soluklanmak için oturmuştum ki cümbür cemaat bir aile gelince dışarı çıktım.

Karı koca ve çocuklardan mürekkep müşterinin dükkana girmesiyle çıkması bir oldu.

Dükkanın önünde çaylarımızı yudumlarken bir müşteri daha geldi. Hiç oyalanmadan arkadaş satışını yapıp yanıma geldi.

Maşallah, jet gibisin. Ne ara sattın çantayı dedim. Hafifçe gülümsedi. Bu mu? Az önce sen gelince giren bu müşterimin üçüncü gelişi bu. İlk önce geldiler. Beğendikleri çantaya 2000 lira dedim. 1800 lira olsun diye ısrar etti. Olmaz dedim. Almadan çekip gitti. Diğer esnafları dolaştıktan sonra tekrar geldi. 1900 lira olsun dedi. Yine olmaz. Kurtarır yanı bu dedim. Yine almadan çekip gitti. Üçüncü kez çocuğunu göndermiş. Kendisi daha köşede bekliyor. Çocuğu 2000 lirayı verdi. Çantayı aldı gitti dedi. Kendisi niye gelmiyor dedim. Belli ki indirim yapmadım diye bana kızdı. Çocuğunu gönderdi. Alışmışlar pazarlığa dedi.

Bugünlerde esnafın durumuna dair birkaç yazı kaleme aldım. Yazdığım yazılardan biri de arkadaşının 1250 liraya aldığı aynı ürünü aynı dükkandan birkaç gün sonra bir başka arkadaş 500 liraya aldığını ifade etmişti. Bu yazıyı, "https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2025/10/esnaflk-bu-olmasa-gerek.html" adresimde konu edinmiştim. Bu yazımın altına okuyucularımdan biri şu yorumu yazmış: “Bu farklı fiyat curcunasına bir de “Pazarlık sünnet” yapıştırmışlar. Kazıklayan kazıklayana. Geçmiş zamanlarda Konyalı bir pazarcının sözü: “Ramazanda bir MAN kamyonu almazsam bu işi yapmaya gerek” demiş.

Pazarcı belki biraz abartmıyor ama pazarcının Man özlemi bana yine bu yörede söylenen bir sözü hatırlattı: Dünyada Man, ahirette iman”.

Pazarcı bu sözü ne zaman söyledi bilmiyorum. Eğer çok eskiden söylediyse, günümüz enflasyonlu hayatta farklı fiyattan tutturabildiğine mal satıldığını göz önüne alırsak, herhalde pazarcı, Man marka kamyondan, Mercedes marka kamyona çıtayı yükselmiştir.

Çantacı arkadaşın müşterinin pazarlık ısrarını garipse de başka şehirler nasıl bilmem ama Konya’da alışverişlerde pazarlık olmazsa olmaz. Buna esnaf da hazır, müşteri de. Esnaf, dükkanına gelen müşterinin pazarlık yapacağını bildiği için fiyatı yüksek tutar, müşteri de esnafın bu yönünü bildiği için alacağı ürüne aşağıdan teklif verir. Esnaf biraz iner, müşteri de biraz çıkar. Esnafıyla, müşterisiyle bizim bu durumumuz tabir yerindeyse tencere kapak gibidir.

Hatta çoğu müşteri bir yere girip de gözü kapalı alışveriş yapmaz. En son alacağı yere gelmeden birkaç yere sorarak o malın piyasasını öğrenmeye çalışır.

Bu anlattığım her esnaf her işletme için geçerli değil. Çoğu esnaf yani mağaza sattığı ürünün üzerine fiyatını yazıp pazarlık faslını kapatmış durumda. Pazarlıklar fiyatı pek yazılı olmayan küçük esnaflarda kaldı.

Şu var ki pazarlık olur da makul indirim yapılır. Öyle esnafımız var ki fiyatı önce uçuruyor sonra yarı fiyatına indiriyor. Aslında böyle makul olanın üzerinde indirim yapan esnaftan alavere yapmamak gerek. Çünkü esnaflık bu olmasa gerek.

Pazarlıkla ilgili benim de bir anekdotum var. 90’lı yıllardı. Öğrenciyim o zaman. Ayakkabıcılık yapan bir yakınım Çumra pazarına gidecek. Arife günü olduğu için dükkandaki oğlunu ve çalışanlarını da pazara götürmeye karar vermiş ama dükkanda duracak kimse olmadığı için dükkan kapalı kalacak. Bu da olmaz deyip kara kara düşünürken beni gözüne kestirdi. “Yeğenim, dükkanı açık tut. Satış olmasa da olur” demişti. Olmaz, ben anlamam. Fiyatları da bilmem dedim. “Biz sana fiyatları yazarız. Bakar ona göre satarsın” demişti.

Ayakkabılar şimdiki gibi kutuların içinde değildi. Duvara çivi çakarak çoğu ayakkabıyı duvara asmışlardı. Bana fiyatları yazıp verdi. Paradan altı sıfır atılınca bir de paramızın değeri enflasyondan dolayı alım gücü hep düştüğünden fiyatlar aklımda kalmadı. O yüzden öylesine fiyat yazacağım. “Şuradaki ayakkabılara 200 deyip 120’ye, buradakilere 130 deyip 70’e verebilirsin” türünden bir şeyler söylemişti. Aklımda kalan ise istenen rakamla, indiğim rakam arasındaki uçurum idi.

“Pek kimse gelmez, sadece dükkanı açık tut” dense de dükkan sabahtan akşama doldu taştı. Almak için müşteri sıra bekledi. “Şu kaç lira diyene, önce o ayakkabıyı nereden aldın diye soruyordum. Sonrasında elimdeki listeye bakıp bir fiyat veriyordum. Fiyat verirken kurt esnaf yakınımın dediği en yüksek rakamı hiçbir müşteriye söylemedim. Her birine yakınımın indireceğim sınır olarak yazdığı rakamı söyledim. Müşteri pazarlığa alışkın olunca, hiçbiri o rakamda kalmadı. Hasılı, indireceğim en son sınırın altına ayakkabı sattım akşama kadar. Akşamında bir milyon lirayı uzatınca, “Yeğenim, iyi satış yapmışsın. Bu kadar beklemiyordum” deyip yüzü gülmüştü. Sattığım rakamları yakınım bilse beni çiğ çiğ yerdi. Bu da ayrı bir konu.

Sen esnaflığı bilmezsin, bu işlere girme dediğinizi duyar gibiyim. Kırıldım bak. Gördüğünüz gibi bir gün de olsa esnaflık yaptım. Haberiniz olsun.

Yazım uzadı ama birkaç cümleyle de “Pazarlık sünnettir” anlayışına değinmek isterim. Hz Muhammed’in pazarlık yaptığı bilinse de bunu sürekli yapmadığı, bu yüzden pazarlığın sünnet değil, olsa olsa mubah olabileceğini söylüyor Din İşleri Yüksek Kurulu. (Pazarlık yapmak öteden beri alışverişte uygulanagelmiştir. Ancak bu uygulamanın dürüstlük, karşılıklı rıza, hakkaniyet, güvenilir olma gibi ilkeler gözetilerek yapılması gerekir. Rasulullah (s.a.s.)’in (Ebû Dâvûd, Buyû’, 7) ve ashabının (Buhârî, Buyû’, 67, Hiyel, 14; Ebû Dâvûd, Akdiye, 20) alışverişlerde pazarlık yaptığı bilinmekle birlikte bu husus bağlayıcı bir kural haline getirilmemiştir. Bu itibarla alışverişlerde pazarlık yapmak mubahtır. Öte yandan nasıl olsa pazarlık yapılacak diye malın fiyatını fahiş olarak yüksek tutmak dinen uygun bir davranış olmadığı gibi pazarlık sünnet diyerek malın değerini çok aşağıya düşürmek için uğraşmak da uygun değildir.)

19 Ekim 2025 Pazar

Meram Yeniyol Caddesi

Meram Yeniyol Caddesi, uzun ince, dar ve düz bir cadde. Yeniyol dendiğine bakmayın. Yolun caddeliği çok eski.

90'lı yıllarda öğrenci iken 1989-1995 yılları arasında Meram Belediyesi Başkanlığı yapan Sayın Veysel Candan döneminde bu caddede uzun süren bir çalışma yapılmıştı.

Çalışmayı yerinde görmek için bu yola gelen Veysel Candan'a bir hanımefendinin, "Sayın başkan bu yol çalışması ne zaman bitecek? Bir tarih verebilir misin" diye soru sorduğu, başkanın da "Şu tarihte" dediği, kadının bu tarihte biteceğine dair senet istediği, başkanın da "Senede gerek yok. Benim sözüm senet" dediği öğrenciler arasında konuşulmuştu.

Uzun süren genişletme çalışması sonrasında cadde, gidiş ve geliş olacak şekilde ikişer şeritli bir yol olmuştu. Dökülen asfalt ile birlikte caddenin görünümü daha da güzel olmuştu.

O zamandan bu zamana bu caddede defalarca asfalt çalışması yapılmıştır. Orta refüjdeki ağaçlar zamanla sökülüp dikilse de caddenin bugünkü görünümü 90'lı yıllardan kalma.

Bu caddeden her geçişte hem Veysel Candan'ı hem de başkanın kadına, "Sözüm senet" sözünü hatırlarım.

Sonrasında, bu caddede Veysel Candan'ı unutturacak gözle görülür bir farklılık ve genişletme olmadı. Daha sonra açılan Meram Yaka Caddesi alternatif bir yol olarak açılmasına rağmen Meram Yeniyol Caddesinin araç yoğunluğu hiç azalmadı. Sabahın erken saatinden geç vakte kadar bu yol daima işlek.

Yaya yönünden Cadde Meram'ın açılmasıyla birlikte gözle görülür bir artış olmakla birlikte Meram Devlet Hastanesinden sonra kaldırımda yürüyen pek yaya görmek mümkün değil. Çünkü benim gibi tek tük yürüyen olsa da yayanın yürüyeceği doğru dürüst kaldırım yok. Ortalama bir metre genişliğinde olan kaldırım her yerde bir metre de değil. Bazı yerlerde bir yaya zor yürür. Ya önüne ağaç ya elektrik ve telefon direği ya çöp kovası ya elektrik panosu çıkar. Bazı yerlerde ağacın kök salmasıyla birlikte kaldırım inişli çıkışlı olmuş. Üzerindeki taşlar ise bildiğimiz kaldırım taşları gibi değil. Kimi çukur kimi yüksek kimi yerinden çıkmış kimi kırılmış şekilde. Buraların kaldırımından gitmek için bir yerlere çarpmadan gitmek ya da ayağın takılıp düşmemek için yayanın epey bir ecel terleri dökmesi gerekiyor. Bu kaldırımda gidilmez deyip yolun kenarından yürümeye kalkan yayanın ise yola inmesiyle kaldırıma çıkması bir olur. Çünkü jet hızıyla kaldırıma sıfır gelen araçtan kendini koruması gerekiyor. Hele kaldırımın öyle bölümleri var ki yaya, yola inmek zorunda kalıyor.

İkişer şeritli işlek bu caddeden bisikletli birinin gidip gelmesi de çok zor ve cesaret ister. Çünkü her bir bisikletli iki şerit işleyen yolun birini tıkaması anlamına gelir.

Ne demek istiyorum? Bu dar ve işlek cadde genişletilsin demiyorum. Çünkü bu yolu genişletmek mümkün değil. Keşke mümkün olsaydı. Zaten mümkün olsaydı, şu ana kadar Büyükşehir bu yolu çoktan genişletirdi. Bu caddenin sağlı sollu meskûn mahal sakinlerinden bir karış almak, abartmayalım ama Avrupa'yı hatta Viyana'yı fethetmekten daha zor. Çünkü eski yerleşim yerlerinde yolu düzenlemek çok zor.

Peki, bu işlek cadde belli bir noktadan sonra yaya kaldırımından mahrum olmaya devam mı edecek? Yok mu bunun bir yolu?

Kaç defa gelip geçtiğim bu yolun iki tarafına yapılmış müstakil villaların önünde, nereden bakılsa 8-10 metrelik bir mesafe var. Yani ev yok. Belediye, bu yolun iki taraftaki sakinleriyle görüşse, sizlerin arsasından 1-2 metre alıp bu muhite yakışır, güzel ve evladiyelik bir kaldırım yapacağım. Gelip geçen rahatça yürüsün. Hatta yer müsait olursa bisiklet yolu da yapacağım. Size bir masraf çıkmayacak. İhata duvarlarınızı Belediyemiz yapacak dese, herhalde mahalle sakinleri bir şey demez diye düşünüyorum. Çünkü alınan her bir metre amme için kullanılacak.

Burada gözlemlerimi anlatarak yolun nasıl daha iyi olacağına dair öneri sundum. Belki Belediye bu önerimi mahalle sakinlerine teklif edip sakinlerden kabul görmemiş olabilir. Eğer daha önce bu öneri götürülmedi ise denemeye değer diye düşünüyorum. En azından mahalle sakinlerine böyle bir teklifi götürdük ama kabul görmedi denir.

Duran Aydıner

İlahiyat okumaya 1986 yılında Kayseri'de başladım. Hazırlık ve birinci sınıfı Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde okuduktan sonra 1988 yılında, sıla ağır basmış olmalı ki SÜ İlahiyat Fakültesine geçiş yaptım.

Konya'ya geçiş yaptım ama ayaklarım geri geri gitti. Çünkü gönlüm Kayseri'de kalmıştı. İlk gurbete çıkışımdı Kayseri. Kaldığım Talas Erkek Öğrenci yurdundan ve sınıfımdan yeni arkadaşlar edindim.

Okurken aynı zamanda inşaatlarda çalıştım.

1988'in Eylül ayında Konya'ya giderken aynı zamanda ufukta evlilik de vardı.

Düğünüm Ekim ayında Konya'ya 70 km uzaklıktaki beldemde idi.

Düğünüme Konya'dan dolmuş tutup davetime icabet eden arkadaşlarım oldu. Onların her biri de benim gibi öğrenci idi.

Gelen misafirlerin her biri hanemizi şenlendirdi. Hele bir tanesi vardı ki düğünümde görmekten ziyadesiyle memnun oldum. Çünkü hiç beklemiyordum. Düğünüme gelen ise Kayseri'den sınıf arkadaşım Duran Aydıner idi. Elinde de bir çanta dolusu kitap vardı. Arkadaşların hediyesi deyip çantayı takdim etmişti.

Her biri benim gibi öğrenci olan, yurt ve öğrenci evinde kalan arkadaşlar, harçlıklarından kısarak aralarında para toplamışlar. En güzel hediye kitaptır demişler. Arkadaşımız Duran da sizin adınıza bu hediyeleri ben götürür, düğününe iştirak ederim demiş. Kalkıp Kayseri'den Konya'ya, Konya'dan 70 km mesafedeki beldeme gelerek arkadaşlar adına düğünüme iştirak etmiş, hatırımı almıştı.

Duran'ın yaptığı bu özverili davranışı hep takdir etmişimdir. Çünkü ta Kayseri'den Konya'nın beldesine iki otobüsle yolculuk yapmak başlı başına meşakkattir.

Duran'la düğünümden sonra bir daha görüşmek nasip olmadı. Ama sosyal medyada arkadaşlığımız devam etti. Bildiğim kadarıyla pek kendini ifade etmeyen, sessizce başkasını dinleyen, içine kapanık bir arkadaştı.

Emekli olduktan sonra uzun süre hastalıkla mücadele eden, ardından depreme yakalanan Hataylı Duran arkadaşımızın vefat ettiğini EÜ İlahiyat Fakültesi 1991 mezunlar grubundan öğrenince üzüldüm. Gözümün önüne düğünümdeki Duran belirdi.

Hatır bilen arkadaşımızın Allah da hatırını bilsin. Sevenlerinin, ailesinin ve 91 Erciyes İlahiyat mezunlarının başı sağ olsun. Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.