25 Şubat 2021 Perşembe

Kalbini Yarıp Deştiklerimiz *

“Bir sahabi savaşta ‘lâ ilâhe illallah’ dediği halde birisini öldürmüştü. Resulüllah buna kızdı ve onu azarladı. Sahabi, ‘O bunu korkusundan söyledi’ deyince Resulüllah, ‘Kalbini yarıp baktın mı, sen kıyamette bunun hesabını nasıl vereceksin!’ dedi ve öfkeli bir halde bunu o kadar çok tekrarladı ki sahabi, ‘Keşke şu ana kadar Müslüman olmamış olsaydım’ diye temennide bulundu. (Ebu Davud, sahih)

Bir gün Resulüllah’a kaba davranan birisi için Halid bin Velid, ‘Şunun boynunu vurayım mı ya Resulallah?’ dediğinde, ‘Hayır, namaz kılan birisi olabilir’ buyurdular. Halid; ‘Öyle namaz kılanlar var ki, dili başka kalbi başkadır’ deyince Resulüllah: ‘Ben insanların kalplerini deşmek, karınlarını yarmak için gönderilmedim’ buyurdu. (Bezzar, hasen)”

Ömer anlatıyor: Rasûlullah (a.s) buyurdular ki: “Ameller ancak niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti Allah'a ve Rasûlü’ne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlü’nedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.”(Buhari)

Yazıma, Faruk Beşer’in 04.02.2018 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki “Kalbini yarıp da baktın mı” başlıklı yazısında yer verdiği iki hadisi şerifi alıntılayarak başladım. Alıntıladığım iki rivayetin ilkini, herhalde duymayanımız yoktur. Zira Usame b. Zeyd’in başından geçen bu rivayet çok meşhur bir hadisi şeriftir. Aynı şekilde Hz Ömer'in rivayet ettiği niyet hadisi de hepimizin bildiği meşhur bir hadistir. Çoğumuz "kalbini yardın mı" ve "niyet" hadislerini biliriz bilmeye de… Anlattığımız ve duyduğumuz bu hadislerin biz neresindeyiz? Hadislerin vermek istediği mesajı hayatımıza tatbik edebiliyor muyuz? Bu sorulara evet denmesini ne çok arzu ederdim. Maalesef kalbini yarıp baktıklarımızın ve niyetlerini okuduklarımızın sayısı o kadar çok ki... Yeter ki bir kişi bizim gibi düşünmesin. Deşeler dururuz kalbini ve sorgularız niyetini. Hakkında hemen kesin hükmümüzü veririz:

"O mu? O bir proje adamıdır. O, birileri adına çalışıyor",

"Bunlar müsteşriklerin yerli işbirlikçisidirler",

"Bunların İslam'a verdiği zararı kimse veremez",

"Allah onları ıslah etsin",

"Bunlar sapıktırlar…” gibi.

Doğrusu, insanımız hakkında böyle konuşulmasını doğru bulmuyorum. Kişi ben şuyum diye itiraf etmediği müddetçe ya da kesin bilgi ve belgeye dayalı bir delil olmadıkça kişiler hakkında kanaat/zan/tespit/iftirada bulunulmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu şekil ithamları niyet okuma olarak görüyorum. Bu aynı zamanda kişinin kalbini yarmak demektir.  Hoş, kişinin kalbini yarsak ne olur? Karşımıza ancak delik deşik olmuş bir et parçası çıkar. Her ne kadar biz, insanları zahirlerine, söylem ve yaptıklarına göre değerlendirsek de kişilerin içinde neleri gizlediklerini bilemeyiz. Çünkü insanların içini bilme ve içinden geçirdiklerini bilme imkânımız yoktur. Melekler ve peygamberler dahi insanın içinden geçirdiklerini bilemezler. Kalpten geçenleri bilmek gaybi konulardandır. Bu bilgi ise yalnızca Allah’a aittir.

Hakkında ithamda bulunduğumuz kişiler, gerçekten bir proje adamı olabilirler, görüşleri hiç makul olmayabilir. Onlar, toplumun değerlerini alt üst eden ve topluma zehir zerk eden kişiler de olabilirler. Onlara böyle ithamlar yaparak bir yere varamayız. Varsa kendimizde bir maharet onların zehrinin panzehiri olmak için çaba sarf edebiliriz.

*03.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

21 Şubat 2021 Pazar

Günümüzde Mihr *

Mihrle ilgili ilk yazımda mihrin tarihçesini, ikincisinde ise İslam’da mihr konusunu ele almaya çalıştım. Bu yazımda da mihri masaya yatırmak istiyorum. Görüleceği üzere mihr nikahın şartlarından değil, sonuçlarındandır. Bu durumda eşler nikah öncesi mihri aralarında konuşmasa ve nikah esnasında mihrin miktarını telaffuz etmeseler de nikah geçerlidir. Burada mihrin de kadının sosyal güvencesi olduğunu bir kez daha hatırlayalım.

Durum bu iken günümüz evlilik ve boşanma sonuçlarını, değişen sosyal yapı ve meri hukuku birlikte düşündüğümüzde bugün mihrin evlilik öncesinde konuşulmaması gerektiğini düşünüyorum. Niçin derseniz? Çünkü bugünkü boşanmalarda eşlerin evlilik esnasında tüm menkul ve gayrimenkul kazanımları ortak yani ikiye bölünüyor. Ayrıca günümüzde belli bir yıl ile sınırlandırılsın tartışması yapılsa da erkek, gelirine göre ayrıldığı eşine ömür boyu nafaka vermek zorunda. Bir de bunun üzerine erkeğin mihr esnasında konuşulan mihri, ayrıldığı eski eşine ödeyeceği düşünülürse bu erkeğin kolay kolay belini doğrultabilmesi ve yeni bir yuva kurabilmesi çok zor. Mal ortadan bölünmese ve eşe nafaka ödenmese boşanmayı göze alan erkek mihri ödesin. Eşinden ayrılmayı erkek isterse erkek yine mihri ödesin. Çünkü evlilik çocuk oyuncağı değil, sorumluluk gerektirir. Ama günümüzde erkek evliliği devam ettirmek istemesine rağmen kadın evliliği sonlandırma yoluna gidiyorsa, buna rağmen kadının ve ailesinin mihrim de mihrim hesabı yapmaları ve daha önce senede yazılan mihri kuruşu kuruşuna talep etmeleri ne derece doğru?

Mihr dediğimiz, eskisi gibi 12 duvar yastığı ve bir çift Demirci halısından ibaret olsa, eşinden ayrılmayı göze alan kadın, bunları da götürsün diyeceğim. Maalesef günümüzde evlilik öncesi telaffuz edilen ve erkeğin imza attığı mihr senedindeki rakam çok yüksek. Çoğunlukla da 300-500 gram altın, düzenlenen senede yazılıyor. Evliliği göze alan bir erkek, boşanma durumu olur mu diye hiç düşünmediği için yüksek rakamlara he diyebiliyor ve imza atabiliyor. Altının gramının yükselme durumu da göze alınırsa bir boşanma esnasında erkek neye imza attığını anlıyor ama iş işten geçmiş oluyor ve ödeme zorluğu çekiyor. Hasılı, mihr esnasında konuşulan ve şahitler huzurunda imzalanan mihr, bir ayrılık esnasında erkeğin belini büküyor.

Bu durumda ne yapılması lazım? Günümüzde eşler evlendikten sonra kazanılanlar ortak olduğuna ve herhangi bir ayrılık esnasında koca, eski eşine ömür boyu nafaka ödemekle yükümlü olduğuna göre evlilik öncesi mihr konuşulmamalı. Mihr, nikahın sonuçlarından olduğuna göre herhangi bir ayrılık esnasında mihri misil esas alınmalı. Yani kadının dengine ne kadar mihr belirlenmişse o kadar mihr takdir edilmeli. Şayet mihr konuşulacaksa da mihrin miktarı yüksek tutulmamalı. Bu oran 100-150 gram altın dolaylarında tutulmalı. Evliliği sonlandırmayı isteyen taraf kadın olursa, kadın mihrden pay alamamalı. Bu ve başka şartlar da yani mihri müeccel hangi durumlarda ödenir/ödenmez şartları, miktarla birlikte mihr senedine yazılmalı. Evliliği sonlandırmayı isteyen kadına şu şartlarda mihr ödenir denebilir: “Erkek eşini aldatıyorsa, ona şiddet uyguluyorsa, evine bakma yükümlülüğünü bile bile yerine getirmiyorsa kadın her halükarda mihr almaya hak kazanır” gibi.

Yazımdan, erkeği koruduğum anlaşılmasın. Bilin ki öyle bir niyetim yok. Ne erkeği korurum ne de kadını. İsterim ki evlilikler ilanihaye devam etsin, aileler parçalanmasın, arada çocuklar mağdur olmasın ve konuşulan mihre hiç ihtiyaç duyulmasın. Çünkü evlilikler devam ederse işin başında konuşulan mihrin miktarı ne olursa olsun, mihre hiç ihtiyaç olmaz.

*01.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

İslam'da Mihr *

İslam’da mihrin yeri nedir? Bu yazımda da bunu ele almaya çalışacağım. "Kur’an-ı Kerim’de, evlenen erkeğin kadına mihr vermek zorunda olduğu ve bunu zorla geri almasının caiz olmadığı konusunda ayetler bulunmaktadır (Bakara, 2/237; Nisâ, 4/4, 20, 24, 25; Mâide, 5/5). Kitap ve Sünnette mihr ödemenin gerekliliği üzerinde durulmasına rağmen hukukçuların çoğuna göre mihr, evliliğin şartlarından değil sonuçlarından biridir. Bu sebeple nikâh esnasında mihr belirtilmemiş, hatta verilmeyeceği şart koşulmuş olsa bile evlilik geçerlidir.

Kadına nispetle kocaya daha geniş boşama imkânlarının verildiği İslâm hukukunda mihrin özellikle müeccel (sonraya bırakılan) mihrin yüksek tutulması halinde, boşama hakkının kötüye kullanılmasına önemli ölçüde engel olduğu ve evli kadına belirli bir ekonomik güvence ve bağımsızlık sağlama amacına da hizmet ettiği söylenebilir.

İslâm hukukunda nikâh kıyılmadan önce genelde taraflar, kadına ödenecek mihrin miktarı ve ödeme şekli hususunda konuşup anlaşırlar; bu anlaşma nikâh akdinin yazı ile tespit edildiği durumlarda nikâh belgesinde de yer alır.

Mihr bütünüyle kadının malıdır, onda dilediği gibi tasarruf edebilir. Evlenecek kadın veya yakınları, mihr karşılığında bir çeyiz hazırlamak mecburiyetinde değildir. Bu yönüyle de Türklerde yaygın biçimde uygulanan ve karşılığında belli bir çeyiz hazırlama yükümlülüğü getiren başlıktan ayrılmaktadır. Ancak bu esas her yerde uygulamaya tam olarak yansımamıştır. (kurul.diyanet.gov.tr)

Nikâh anında belirlenip belirlenmemesine göre mihr ikiye ayrılır. Miktarı, nikâh anında belirlenmişse buna mihri müsemma, nikâh esnasında belirlenmemişse mihri misil adı verilir.

Ödenme zamanına göre mihr, mihri muaccel ve mihri müeccel olmak üzere ikiye ayrılır: Peşin olarak ödenen mihre, mihri muaccel, ödenmesi sonraya bırakılan mihre ise mihri müeccel ise denir. Bu mihrin ödenmesi için herhangi bir zaman belirlenmişse, bu tarih geldiğinde belirlenen mihrin kadına ödenmesi gerekir. Şayet bir vakit belirlenmemişse, nikâhın sona ermesiyle mihr, ivedilik kazanır ve hemen ödenmesi gerekir. Başka bir deyişle, boşanma halinde kocanın bu mihri ödemesi gerekir; ölüm halinde de bırakmış olduğu mirastan ödenir.

Mihrin miktarı Hanefîlere göre en az 10 dirhem (o dönemlerde yaklaşık iki koyun bedeli) olarak belirlenmişken üst sınır konmamıştır. Hz Ömer mihre bir üst sınır koymaya çalışmış olsa da gelen itirazlar üzerine bu ısrarından vazgeçmiştir." (kurul.diyanet.gov.tr)

Günümüzde bazı yörelerde düğün esnasında alınan ev eşyası düzenlenen mihr senedine yazılırken son yıllarda mihr olarak altın konuşulmaktadır. Taraflar arasında konuşulan mihr miktarı çok özel durumlar hariç genellikle 75 ila 500 gram altın aralığında değişmektedir.

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığına göre mihr evliliklerde geçmişten günümüze var olan bir olgudur. Mihr ile kastedilenin, evliliğin devamını ve eşlerin birbirine ısınmasını; bir sebeple erkeğin kadını boşaması veya kocanın vefatı halinde, belirlenen mihrin, sosyal güvencesi olmayan kadının bir süre ayakları üzerinde durmasını, mağdur olmamasını, başkasına muhtaç olmadan çocuklarının geçimini sağlamak olduğu görülmektedir. Hazırlanan mihr senedine erkeğin imza atması ona bir mali sorumluluk yüklemektedir. Bu sorumlulukla erkeğe “Evlilik çocuk oyuncağı değil, yuva kuracaksın. Yarın alıp başını gitmeyeceksin. Ben seni istemiyorum demeyeceksin. Şayet böyle yaparsan altına imza attığın bedeli ödemek zorundasın. Bu yüzden aklını başına al” denmektedir.  Yani mihrde caydırıcı yön olduğu görülmektedir.

*27.02.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Mihrin Tarihçesi *

Son yıllarda boşanmalarda anormal bir artış söz konusu. Boşanan boşanana maalesef. Böyle giderse boşananların sayısı evlenenlerin sayısını geçeceğe benziyor. Eşler, evlenip birbirini bir müddet test ediyorlar. Sonra, evlilik istediği gibi olmayınca böyle olmayacak deyip yollarını ayırma yoluna gidiyorlar. Kimi anlaşmalı olarak tek celsede boşanma yolunu seçerken kimi de tek taraflı boşanma talebine göre yıllarca mahkemenin yolunu aşındırıyor. Peki, eşler yollarını ayırınca sorun bitiyor mu? Arada çocuk varsa bitmiyor maalesef. Bu durumda olan da arada kalan çocuklara oluyor. Çünkü çocuklar çoğu zaman iki arada bir derede kalıyorlar. Allah kimseyi bu duruma düşürmesin.

Son yıllarda boşanmaya dayalı bir sorun daha ortaya çıkmaya başladı: Mihr konusu. Sakın bu da ne demeyin. Zira beni, daha doğrusu TDK’yı kızdırmış olursunuz. Zira milletçe mehir diye bildiğimiz kelimeyi TDK, mihr şeklinde kabul ediyor. O kadar da değil demeyin. TDK bu. Ne edersiniz ki Türkçemizde tek otorite. Elimiz mahkûm ona. Biz Mersin'e gidiyoruz, TDK ise tersine. Şimdi şaşırmayı bırakalım da dilimizi mihre alıştırmaya bakalım. Beni merak etmeyin. Bu kelimeye pek yabancı değilim. Zira küçüklüğümde “Mihr Senedi” şeklinde görmüştüm bu kelimeyi. Biraz ara versem de alışacağım artık mihre.

Şimdi gelelim mihre. Son bir yıl içerisinde iki tane boşanan aileye şahit oldum. Boşanırken mihrin mevzubahis edilmesi dikkatimi çekti. Orta yerde dağılan bir aile var. Bunlar ise mal derdinde. Mihrim de mihrim deniyor. Kız tarafı, "Aramızda sözleştiğimiz mihri verin, anlaşmalı boşanalım, nafaka istemeyelim" diyor. Ne var bunda? Kadın hakkını istiyor zira mihr kadının hakkı diyebilirsiniz. El-hak doğrudur, mihr kadının hakkıdır. Buna sözüm olmaz. Boşanmayı erkek talep ederse mihrde konuşulan miktarı son kuruşuna kadar kadının alması ve talep etmesi doğaldır. Boşanmayı erkek değil de kadın talep ediyorsa ne olacak? Hala mihrim de mihrim denmesi ne derece doğru? Bildiğim kadarıyla boşanmayı kadın talep ediyorsa kadın mihr hakkından vazgeçmiş olur. Buna rağmen kadın ve ailesi, evlenirken konuştuğumuz mihri istiyoruz derse işte benim itiraz ettiğim ve garibime giden budur. Şimdilik boşanmalarda mesele edinilen mihr konusuna bir virgül koyup önce mihrin tarihçesi, çeşitleri, kullanımı, sonuçları vs. hakkında biraz genel bilgi vermek istiyorum:

TDK mihri, “Müslüman bir erkeğin nikâh esnasında eşine vermeyi kabullendiği mal veya para.” şeklinde tanımlamış ise de mihr sadece İslam’da değil, muhtelif din ve kültürlerde de oldukça eski bir geçmişe sahiptir. Bu uygulamanın ilk şekilleri nikâh akdinin satım akdine benzer özellikler taşıdığını, çeşitli isimler altında yapılan ödemenin de satış bedeli olarak kabul edildiğini düşündürmektedir. Zaman içinde uygulama, nikâhı satım akdi, yapılan ödemeyi de satış bedeli olmaktan çıkarmış, ailelerin birbirine yakınlaşmasını sağlayan hediyeleşmeye veya kadın için ekonomik ve sosyal bir güvenceye dönüştürmüştür.” (TDA, Mehmet Akif Aydın) Romalılarda ve Atinalılarda kadın tarafına evlilik öncesi yapılan ödemeler bir tür satış bedeli özelliğini taşır. Yahudi hukukunda da evlenecek kızın ailesine mohar adı altında yapılan ödeme, önemli bir yer tutmaktadır. Cahiliye Arapları da mihri, evlenmenin temel şartlarından biri olarak kabul etmiş; mihr, evlenecek kızın velisine ödenmiş, kadınlara mihrden pay verilmemiş. Ancak İslâm’ın gelmesinden kısa bir süre önce mihrin bir kısmının bizzat evlenecek kadına verilmeye başlandığı görülmektedir. Bu ödemeye İbranicede mohar, Arapçada mihr denmiş olması, uygulamanın Sami kültüründeki ortak tarihî kökenlerini ortaya koyması bakımından önemlidir. Mihr benzeri bir uygulama, eski Türk hukukunda da görülmekte ve buna kalın ismi verilmektedir. Türklerin İslâmiyet’i benimsemesinden önce hukukî bir kurum olarak varlığı bilinen “kalın” uygulaması, İslâmiyet’in kabulünden sonra yerini mihre bırakmış, ancak kalın da bu isimle veya “başlık, ağırlık, namzetlik akçesi” gibi adlar altında sosyal bir kurum olarak varlığını sürdürmüştür. (TDA, Mehmet Akif Aydın)

*26.02.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Çelişkinin Böylesi *

01.12.2006 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan Bakanlar Kurulu Kararı, MEB’de görev yapan yönetici ve öğretmenlerin ek ders saatlerini düzenlemektedir. Karar’ın detayına girmeyeceğim. Bu Karar’da yer verilen ek ders çizelgesine göre okul yöneticileri, aylık karşılığı ders görevi olarak haftalık 6 ders saati derse girmekle yükümlü kılınmışlardır. Yöneticiler isteğe bağlı derse girmek isterlerse üzerine bir 6 saat daha derse girebiliyorlar. Daha önceki Yönetmeliklerde “2 saatten az olmamak şartıyla 6 saate kadar derse girer” şeklinde belirtilen bu görev dolayısıyla okul yöneticileri, 2 saat derse girmek suretiyle aylık okutmakla yükümlü oldukları dersi yerine getirmiş oluyorlardı.

Bakanlar Kurulu’nun yöneticilerin 6 saat  girmesi kararını almasında, öğretmen ihtiyacını en aza indirgemek ve okul yöneticisinin asli görevini unutmamasını sağlamak olduğu zaman zaman dillendirildi. Çünkü okullarda görevli yöneticilerin asli görevi öğretmenliktir. Aldıkları idari görev ise tali bir görevdir.

Kurul’un aldığı bu karar çok tartışıldı: “Okul müdürü derse mi girecek yoksa okulun idari işlerini mi yürütecek? Toplantı vb nedenlerle çoğu zaman iki saat derse bile giremezken şimdi altı saat derse nasıl gireceğiz…” şeklinde serzenişler dile getirildi. Yetkili konfederasyon bu serzenişlere bigane kalmadı. Maaş ve diğer hakları görüşmek için hükümetle her masaya oturuşunda yöneticilerin altı saat derse girme zorunluluğunun da kaldırılmasını, iki saat girmelerinin yeterli olacağını gündeme getirdi. Nihayet 14 Ağustos 2013 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan Toplu Sözleşme metnine, okul müdürü ve müdür başyardımcıları, 1 Ocak 2014’den itibaren “2 saatten az olmamak üzere 6 saate kadar girer” maddesi eklendi. Bu tarihten itibaren okul müdürü ve müdür başyardımcıları haftalık 2 saat derse girmek suretiyle aylık karşılığı ders görevini yerine getirmektedirler. Müdür ve Müdür başyardımcılarına toplu sözleşme ile verilen bu hakkın diğer müdür yardımcılarına da verilmesi için uğraşıldı ama şu ana kadar bu konuda bir gelişme sağlanmadı.

Buraya kadar yazdıklarım işin içinde olanların malumu. Bundan sonra bu konuda bazı müdür ve yardımcıların düştüğü duruma işaret edeceğim: “Ek dersle ilgili yöneticilerin haftada 6 saat derse girme zorunluluğuna”, “Biz altı saate nasıl gireceğiz diyen bazı okul müdürü ve yardımcıları 6 saat derse girmekle beraber isteğe bağlı olarak bir 6 saat daha derse giriyorlar. Üzerine hafta içi veya hafta sonu açılan DYK kurslarında da derse giriyorlar. Öyle idareciler var ki bir öğretmen kadar hatta öğretmenden daha fazla derse girmektedirler. Bu idareciler niye bu kadar fazla derse giriyorlar? Hepsi için söylemeyeyim ama bu şekil ilave ve fazla derse giren çoğu idarecilerin iştahını, alacakları ek ders ücreti kabartıyor. Çünkü aylık karşılığı girmekle yükümlü olduğu dersin üzerine gireceği ikinci altı saat ücrete tabi. Hafta içi veya hafta sonu girdiği her bir DYK dersi ise normal ücretin iki katı bir ücret getiriyor. Sanırım bu arkadaşların niye bu kadar fazla derse girdikleri şimdi anlaşıldı.

Kimsenin aldığı ücrette falan gözüm yok. İsteyen istediği kadar derse girsin ve ücretini alsın ama bu fazla derse girmede ben çelişki görüyorum. Dün biz nasıl gireceğiz, onca iş yükü var üzerimizde diyenlerin, bugün fazlaca derse girmelerinin başka da izahı olmasa gerek. Demek ki para prensibi bozabiliyormuş ve kişiyi çelişkiye düşürebiliyormuş.

Bu arada bu konuda şahsi kanaatimi söylemek istiyorum. Okul müdürü ve yardımcılarının bir saat dahi olsa derse girmelerini istemiyorum. Niçin derseniz, istisnaları hariç tutuyorum, idarecilerin girdiği dersten hayır gelmez. Çünkü idarecinin vücudu derste olsa da kafası yetişmesi gereken işte, gitmesi gereken toplantıda, gelen telefonlara cevap vermede, gelen veli ve öğrencinin işini görmededir. Kafası idari bürosunda olan biri, sınıfta ne derece kendini derse verebilir, ne derece dersine hazırlıklı girebilir, bunu da bu arkadaşların insaf ve takdirlerine bırakıyorum.

*22.02.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 


17 Şubat 2021 Çarşamba

İsraf Karnemiz *

İsraf denince aklımıza, günlük üretilen 120 milyon ekmeğin yüzde 10’unu (12 milyonunu) çöpe attığımız ekmek gelse de yaptığımız israf, keşke sadece ekmekten ibaret olsa. Maalesef israf karnemiz pek kabarık. Çünkü hemen hemen her alanda özellikle kamuda yaptığımız israfın haddi hesabı yok. Her alanda yaptığımız israf nedense ekmek kadar dikkat çekmiyor. Ekmek israfının üzerinde durduğumuz kadar diğer israflar üzerinde durmuyoruz. Hoş, ne kadar üzerinde dursak da bir zamanlar Mushaf’la eş değer gördüğümüz, “ekmek-Mushaf çarpsın” şeklinde yemin ettiğimiz, yere düşeni/atılanı öperek duvara kaldırdığımız ekmeğe saygı, her geçen gün daha da azalmaktadır.

Ekmek israfı bu ülkede başlı başına bir sorun olsa da bu yazımda ekmeğin dışında yaptığımız israflara örnekler vermeden önce israfın ne demek olduğunu bir hatırlayalım. İsraf, "gereksiz harcama, gereksiz tüketim, savurganlık, tutumsuzluk." demektir. Şimdi gelelim örneklere:

1.Makam veya hizmet aracı adı altında gereğinden fazla aracın tahsis edilmesi. Bu araçların çoğunun amacı dışında kullanılması…

2.Kamuya ait lojman kiralarının piyasa değerinin çok altında olması. Burada kamu zararı söz konusudur.

3.İhtiyaçtan fazla yapılan kamu binaları ve kamu görevi yapan binaların çokluğu:

 a-Küçük ilçelerde hiç ihtiyaç yokken kamu binaları yapılmış. Mevcut ihtiyaçları karşılayabildiği halde yeni kamu binalarının yapılmış/yapılıyor olması. Sürekli göç veren kırsal kesimlerde öğrencisi olmayan okullar ve lojmanlar atıl bir şekilde yıkılmaya terk edilmiş durumda.

 b-İhtiyaç olmadığı halde birbirine yakın cami sayısı. Çoğunun cemaati bile yok. Buna rağmen yeni camiler yapılmaya devam ediyor.

 c-Zorunlu temel eğitimle birlikte mevcut Kur’an kurslarının çoğu ya düşük kapasite ile çalışıyor ya sadece yaz dönemi öğrenciyle buluşuyor ya da öğrenci yokluğundan kapalı gibi bir şey. Çoğu kurs öğreticisi, kursu açık tutmak için yetişkinlerden kayıt yapıyor. Bunlarda da devam sorunu had safhada. Mevcut Kur’an kursları tam kapasite ile çalışmazken hala yeni Kur’an kursu inşaatları devam ediyor.

6.İnsan kaynakları yönünden:

 a-Devlet dairelerinde normalinden fazla personelin çalıştırılması.

 b-Norm Kadro Yönetmeliğine rağmen iyi bir planlamanın yapılmıyor olması. Çoğu il ve ilçelerde normun üzerinde öğretmenin olduğu dikkat çekmektedir. Alanında ders yükü olmamasına rağmen özür, aile birliği gibi nedenlerle ilçe kadrosunda olan öğretmenler var. Bazı yerlerde bu şekil özürden dolayı normun üzerinde öğretmen varken bazı yerlerde bu öğretmenlere ihtiyaç olduğu görülmektedir. Bakanlık buralara ilk atamadan öğretmen alımı yapmaktadır. Öğretmen veremediği yerlerde ücretli öğretmen görevlendirmesine gidilmektedir.

  c-Özlük hakları korunmak suretiyle birçok yöneticinin işe gitmediği halde çalışıyormuş gibi maaş ve diğer ücretlerini almaya devam etmesi. Bu statüdeki kişilerin yerine yeni görevlendirmelerin yapılması. Selefi, uzman veya araştırmacı adı altında evinde pasif, halefi ise aktif olmak suretiyle aynı koltuğa devlet, iki maaş birden ödüyor. Kazanılmış hak dediğimiz bu durum, eskinin bankamatik memurluğundan farklı bir şey değil.

7.Belediyelerin değişik aktivite adı altında yaptıkları, kaldırım ve tretuvar düzenlemeleri vs.

Kamu ve amme görevi yapan kurumlara ait verdiğim örneklerin dışında inanın yaptığımız israflar say say bitmez. Maalesef israfın katmerlisini de devletin yaptığı görülmektedir. Özel sektör ve kişilerde göremeyeceğimiz bu israfı göz önüne alırsak devletin sahibinin olmadığını söyleyebiliriz.

*24.02.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

 

 

Öğretmenlerin Sahibi Yok *

19 Aralık 2019 günü Ankara Keçiören ilçesi Şehit Ahmet Kabukçu İlkokulu birinci sınıf öğrencisi Mert Yağız Köksal’ın, okul kantininden aldığı şırınga çikolatanın kapağının nefes borusuna kaçması sonucu hastaneye kaldırıldığını, kurtarılamayarak öldüğünü, sorumlular hakkında hem idari hem de adli soruşturma başlatıldığını biliyorsunuz.

Bu olayın yeniden gündeme gelmesinin nedeni, savcılığın ilgililer hakkında hazırladığı iddianamedir. Hazırlanan iddianameye göre okul müdürü, yardımcısı, iki öğretmen ve iki gıda kontrolörü, “taksirle ölüme neden olma” ve “görevi kötüye kullanma” ile suçlanıyorlar. İlgililer hakkında 13 yıla kadar hapis cezası talep ediliyor. Okul müdürünün ayrıca “suç delillerini yok etme, gizleme, değiştirme” suçundan da cezalandırılması talep ediliyor. İddianamede sadece öğretmenler yok. Soruşturma kapsamında firma sahibi ve kantin işletmecisi hakkında da 'taksirle ölüme sebebiyet verme' suçundan 6 yıla kadar hapis isteniyor. Sorumlular hakkında açılan bu soruşturma ne zaman sonuçlanır, kimler suçlu bulunur ve ne kadar ceza alırlar? Sonucu bekleyip göreceğiz.

Sorumlular hakkında istenen ceza bununla sınırlı değil. Sorumlular, devlet memuru oldukları için haklarında idari dava açılmış. Disiplin yönünden ne ceza almışlar, bir bakalım:

Okul müdürü görevinden uzaklaştırıldı. Müdür ve müdür yardımcısının yöneticilik görevleri alındı. Müdür, yardımcısı ve öğretmenlere 1 yıl süreyle kademe ilerleme ve aylıktan kesme cezası verildi ve görev yerleri değiştirildi.

Okul yöneticilerine, öğretmenlere, kontrolör, kantinci ve firma sahibine ne ceza verirlerse versinler, şırınga çikolata yüzünden vefat eden çocuğu elbette geri getirmeyecek. Sorumlular ne kadar fazla ceza alırlarsa, çocuğun ailesinin acısı bir nebze dindirilecektir. Çünkü ateş düştüğü yeri yakar. Allah kimseye böyle ölüm nasip etmesin.

Öğretmen ve idarecilere verilen idari ceza ve iddianamede istenen cezaları garipsediğimi buradan ifade etmek istiyorum. Oldu olacak bu öğretmenlere müebbet verelim, bu iş bitsin. Gören de bu öğretmenleri baş sorumlu sanır. Firma sahibi yani üretici için istenen ceza bile öğretmenlere istenen cezadan daha az. Allah aşkına, tehlike saçan bir ürünü üreten, bu ürünün satışına onay veren ve bu ürünü pazarlayan mı daha suçlu olur yoksa bakkal ve marketlerde her çocuğun tereklerde rahatça ulaşabileceği bu ürünün kantinlerde satışı mı? Bu ürünün satışına hiçbir yerde izin verilmiyor da okul kantininde el altından satışına okul yönetimi göz yummuş ise bunlara müebbet bile verilsin. Ama olayın vuku bulduğu zaman bu ürün her yerde satılıyor. Nitekim Diyarbakır’da da bir çocuk, bakkaldan aldığı şırınga çikolata yüzünden vefat etti.

Burada dikkatimi çeken bir başka husus, mademki bu ölüme sebebiyet veren herkes hakkında hesap sorulacaksa, hakkında iddianame hazırlanan kişiler arasında bu ürüne onay veren Ticaret veya Tarım Bakanlıklarından niçin bir sorumlu yok? Eğer ürün, adı geçen bakanlıkların onayından geçmiş bir ürün değilse, bu durumda bu bakanlıklar bu ürünün merdiven altında üretilmesini ortaya çıkarıp niçin zamanında yasaklamadı?  Bunda bunların hiç sorumluluğu yok mu? Bu ürün gerçekten tehlike saçıyorsa, bu ürün dışarıda niçin serbest oluyor da okul kantininde yasak oluyor? Okul kantininin denetiminden sorumlu olan okul idaresi, kantinde satılan ürünler hakkında ne kadar bilgiye sahipler? Bana göre ürün denetimi teknik ve uzmanlık gerektiren bir iş. Okul görevlilerinin yapacağı kantin denetimi bir rutini yerine getirmekten öte bir anlam ifade etmez. Bakanlık, okul kantinlerini önemsiyor ve çocuklarımızı korumak istiyorsa bunun denetimini işinin uzmanı ehil kişilere yaptırmalı. Sağlığa zararlı ve risk barındıran bir ürün ne kantinde satılsın ne de dışarıda. Okul sadece kantinin temiz ve hijyeninden sorumlu olmalı.

Bu konuyla ilgili haberlere göz atınca çocuğa müdahale eden doktora da soruşturma açılmak istendiği ama Sağlık Bakanlığının soruşturma izni vermediği bilgisine ulaştım. Ki Bakanlık iyi ki soruşturma izni vermemiş. Zira doktor çocuğu kurtarmak için elinden geleni yapmıştır. Bu inisiyatifinden dolayı Sağlık Bakanlığını tebrik etmek lazım.

Bu konuyla ilgili adaletimize dair de bir şey söyleyeyim. Çocuğun niçin öldüğü belli, sorumlular tespit edilmiş. Olayın üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmiş. İddianame daha yeni hazırlanıyor. Bu kadar mı zor bir iddianameyi hazırlamak? Dur bakalım, bu dava ne zaman sona erecek? Adaletimizin geç adalet dağıttığını biliyoruz da bu kadarına da pes doğrusu…

Hasılı, şırınga çikolata davasından, verilen ve uygulanan ağır idari cezaların yanında, üzerine bir de “taksirle ölüme neden olma” ve “görevi kötüye kullanma” isnadıyla öğretmenlerin mahkemede yargılanacaklarını öğrenince anladım ki bu ülkede öğretmenlerin sahibi yok. Vurun abalıya!

*20.02.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

16 Şubat 2021 Salı

Zamanlama Hatası *

Bu ülkede yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğunu cümle alem bilir. Çünkü 82 Anayasasının ihtiyaçları karşılamadığı herkesin malumu. İrili-ufaklı her partinin parti programlarında bu ihtiyaca vurgu yapılır. Halk da anayasanın değişmesini istiyor. Yani yeni anayasaya ihtiyaç olduğu, mevcut Anayasanın değişmesi gerektiği konusunda toplumun her kesiminde bir konsensüs olmasına  rağmen 39 yıldır her kesimin şikayet ettiği bu darbe anayasası, bir türlü değiştirilemedi. Zaman zaman partiler bir araya gelip bazı maddelerini değiştirse de mevcut Anayasanın özüne ve bütününe dokunulamadı. Hasılı Anayasamız yamalı bohça gibi. Böyle giderse bu Anayasa daha epey yürürlükte olacağa benziyor.  

Yeni bir anayasa ihtiyacına rağmen Anayasa niçin değiştirilemiyor? Çünkü anayasa yapmak ve bir maddesinde değişiklik yapmak çok zordur. Bunun için Meclis üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu gerekiyor. İktidara gelen hiçbir parti Anayasayı değiştirecek çoğunluğa sahip değil. Bu millet, partileri tek başına iktidara taşısa da tek partiye anayasayı değiştirme çoğunluğu vermiyor. İyi ki de vermiyor. Çünkü anayasa yapmak Meclis çoğunluğuna güvenen bir tek partinin yapacağı bir şey değil. Bunun için toplumun tüm katmanlarını sürece dahil etmek, özellikle Mecliste grubu bulunan partilerin anayasa yapma konusunda ortak bir irade ortaya koyması ve masaya oturması gerekiyor. Zaman zaman anayasa yapmak için partiler bir araya gelip birlikte çalışma yolunu denese de partilerin kırmızıçizgileri yüzünden nice anayasa çalışması akim kalmıştır. Halbuki anayasa ihtiyacının olduğu bir ortamda illa benim dediğim olacak şeklinde diretmek tüm değişikliği rafa kaldırır. Bu da maksada hizmet etmez ve bize üzüm yedirmez.

Bu konuyu ele almamın sebebi, biliyorsunuz, Cumhurbaşkanı'nın birlikte bir anayasa yapalım çağrısıdır. Bu çağrıya muhalefet temkinli yaklaşırken Ayasofya İmamının "Anayasadan laikliğin kaldırılması gerektiğine" dair bir açıklama yapması, bir kesim nezdinde bomba etkisi yaptı. Öyle zannediyorum, bu açıklamadan sonra anayasa yapma isteği başlamadan bitecek. Çünkü muhalefet "Bunların niyeti laikliği kaldırmak" diyecek ve masaya oturmayacak. Maalesef Ayasofya İmamının zamanlaması yanlış olmuştur. Keşke böyle bir açıklama yapmamış olsaydı, daha iyi olacaktı.

Burada "Anayasaya dair her vatandaşın istek ve talepleri olur. Ayasofya İmamı da görüş serdedebilir" diyebilirsiniz. Elbette nasıl bir anayasa istediğine dair her vatandaş gibi Ayasofya İmamı da görüşünü izhar edebilir. Ama bu görüş izharı ne zaman olmalıdır? Mecliste grubu bulunan partiler anayasa yapmak için bir araya gelir, bir anayasa hazırlığına başlar. Mecliste oluşturulan Anayasa Komisyonu, "Nasıl bir anayasa istediğine" dair vatandaştan görüş ister. Herkes gibi İmamımız da görüşünü ortaya koyar. Bu görüş kabul görür veya görmez ve buna kimsenin diyeceği olamaz.

Bir insan özellikle sorumluluk makamında olan kimseler; neyi, ne zaman, nerede, ne şekil açıklayacağını, açıkladığı takdirde ne gibi sonuçları olacağını iyi kestirmesi gerekir. Sonucu düşünülmeden yapılan açıklamalar faydadan ziyade zarar verir. Bir işi başlamadan bitirir.

*19/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

10 Şubat 2021 Çarşamba

O Uzaylı Ben Olmayayım!

İster misiniz uzaya gönderilecek gönüllü ben olayım? Hayal görme demeyin. Niye olmasın. Gönüllülük derseniz, var. Birden fazla talipli olursa iş kur'aya kalırsa şansım yüksek mi yüksek. Çünkü bugüne kadar külfet gerektiren her kur'a bana çıktı. Sakın bu nimet demeyin. Zira benim için uzaya çıkmak bir külfettir. Ne uçak tecrübem var ne de uzay tecrübem. Korku ise had safhada. Şimdiden kalbim küt küt atıyor. Çünkü ayağımı yerden kesen her yolculuktan korkarım. Korkuya rağmen ne diye talipsin derseniz, işin ucunda isim yapmak, meşhur olmak ve bir ilki gerçekleştirmek olunca korku dediğiniz ne ki? Ne de olsa Türkiye'de uzaya giden ilk Türk olacağım. Korkuya değer bence. Bilgi ve genel kültür yarışmalarında "Uzaya çıkan ilk Türk kimdir" sorusuyla beni soracaklar. Böylece öldükten sonra ölümsüz olacağım.

Burada dezavantajım, erkek olmak. Zira sanırım Beyefendinin gönlü kadından yana. Ama siyasette yarın ola hayır ola. Zira 2023'e kadar bu gönle başka gönül de girebilir. "Uzaya gidecek benim gönlümde yatan aslan kardeşim Ramazan" diyebilir. Sonrası mı? Sonrasına Allah kerim. Bir diğer dezavantajım da doğru dürüst eşeğe bile binememiş biri olarak uzay tecrübem yok. Bunu da beni eğitecek düşünsün. Hepsini ben mi düşüneceğim.

Hasılı, uzaya gönderilmem konusunda devletime özellikle memleket için çalışan siyasilere güvenim tamdır. Çünkü onlar hiç kendileri için bir şey yapmazlar. Onlar, "Şunu (yani kardeşim Ramazan'ı) gönderelim ki ahir ömründe bir isteği yerine gelsin", "gönderelim ki ülke hatta dünya kurtulsun. Böylece insanlığa en büyük katkımız olur", "bunu gönderelim ki umutsuz vaka olanlara 'bu da gittiyse biz hayli hayli gideriz' morali olur. Böylece bir ömür boyu umutla yaşarlar". siyaseti güdebilirler.

 

7 Şubat 2021 Pazar

Bir Vekilin Bir Günü *

Zamanın behrinde, bir vekil hafta içi seçim bölgesine gelir. Kendiliğinden mi yoksa partisi görev mi verdi bilinmez, bazı ilçeleri ziyaret etmek ister. Partisinin ilçe teşkilatları harekete geçer ve “Falan vekil şu gün ilçemizde olacak, size de uğrayabilir” notunu tüm kurumlara bildirir. Kurum amirleri söylenen günün öğle arasını bile kurumlarında geçirirler ve dört gözle vekili beklerler.

Vekil o gün gelmez. Ertesi gün “Sayın vekil, kurumunuza bugün saat 13.30’da gelecek” bilgisi verilir. Kurum amiri kendi çapında hazırlığını yapar. Makamından da bir yere ayrılmaz. Temiz olmasına rağmen kurumun içi, dışı ve yol güzergahı tekrar temizlenir.

Belirtilen saat gelir. Ha geldi gelecek beklentisi içine girilir. Saat 14.00, 15.00 olur. Beklenen misafir bir türlü gelmez. Acaba gelmeyecek mi denmez, hacıyolu bekler gibi beklenir. Nihayet vekil, öncesinde kaç ilçe kaç kurum gezdi bilinmez; yanında ilçe başkanı, belediye başkanı ve bir diğer kişi ile birlikte 15.30’da makama ayak basar.

Hoş geldin faslından sonra çaylar yudumlanırken vekil maskesi çenesinde olduğu halde havadan sudan konuşur, diğerleri de maskeli bir şekilde vekili dinlerler. Vekil konuştukça araya kimse girmez. Hepsi bir güzel vekili tasdikler. Hızını alamayan vekil, “Buraya gelmişken bir de eski başkanı arayayım” der. Diğerleri dinlerken eski başkana şiir bile okur. Okudukça gülmeyi de eksik etmez. Bu arada kapıyı açık gören biri, vekilim gelmiş, bir hoş geldin diyeyim düşüncesiyle açık kapıdan içeri girer. Tanışma faslından sonra vekil, geriye kalan muhabbetini bu yeni gelenle yapar.

Toplamda bir 25 dakika kurum amirinin odasında kalan vekil, bu ziyaretinden memnun bir şekilde ayrılır, ziyaretini başka açık bulduğu kurumlara girerek devam ettirir.

Vekil kurumdan ayrıldıktan sonra ziyaret edilen kurumun amirine kurumda çalışan biri, “Efendim! Sayın vekil, kurum işleriniz nasıl gidiyor, aşamadığınız ve benim Ankara’ya iletmemi istediğiniz bir sorununuz var mı” şeklinde bir soru sordu mu der. Amir, “Sormadı maalesef. Sorsaydı şu derdimizi söyleyecektim” cevabını verir. Kuruma bir vesileyle ziyarete gelen esnaf da “Sayın vekil, niçin kurumları ziyaret eder de biz esnafın kapısını çalmaz, niçin derdimizi sormaz” serzenişlerini dile getirir ama bu serzeniş havada kalır. Zira bu soruya cevap verebilecek vekil, esnafa görünmeden son kurumu da ayaküstü ziyaret ederek aşağıda kendisini bekleyen aracına bindiği gibi şehrin yolunu tutar.

Belli ki bu vekil kimse, tecrübeli mi tecrübeli. Nereye gideceğini, kimin çayını içeceğini iyi biliyor. Esnafın yanına gidip de niçin ağrımaz başını ağrıtsın, halkın arasına katılıp niye terlesin. Kendisi terleyeceğine kurumları terletir. Nasılsa kurumların dili yok. Gider orada muhabbetini yapar, herkes onu ağzı açık dinler. Sonrasında da “Falan gün şu şu ilçelere giderek seçmenlerimle buluştum. Onları iş üstü ziyaret ettim. Tarafımdan hiçbir sorun tespit edilmediği gibi herkes mutlu mu mutlu!” raporunu hazırlar ve gönül rahatlığı içerisinde Ankara’nın yolunu tutar.

Vekilin kurum ziyaretlerini izleyen birinden, vekilin bu bir gününü öğrenince insanımızın, 600 vekilden biri olmak için niçin çok çaba sarf ettiğini, seçilip mazbatasını aldıktan sonra ölünceye kadar vekillik yapmak için her seçim döneminde niçin tekrar tekrar adaylık başvurusu yaptığını şimdi daha iyi anlıyorum. Nasılsa “kimsin, necisin, bizim şu derdimiz var, bunu niye çözmüyorsunuz” diyen yok. Diyecek varsa da oralara uğramıyor. İlçeye gitti mi gitti, seçim bölgesindeki seçmenleriyle buluştu mu buluştu. Görev tamamlandı mı tamamlandı. Bu arada vekilin hoşsohbet biri olduğu bilgisi de tarafıma iletildi. Zaten önemli olan muhabbet değil mi? Zira “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane”. Ötesi ve fazlası boş ve angarya, ver elini Ankara!


*13/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

Şubat Yakıyor *

7 Şubat Pazar günü hem alışveriş yapayım hem de ayaklarım açılsın diye yürüyüş mesafesindeki bir markete gitmek için evden çıktım. Çıkarken de üşüten bir hava olursa giyerim diye montumu koluma attım. 

Yürürken güneşin vurduğu kaldırımı tercih ettim. Yürüdüm yürüdüm. Baktım, sıcağın da ötesinde güneş yakıyor. Böyle olmayacak, yolun gölge olan kısmına geçtim. Gölge üşütür mü tereddüdü yaşadım. Çünkü kışın gölgesi üşütür. Hayret ki hayret! Gölge üşütmediği gibi verdiği serinlikle oh be! Dünya varmış, dedirtti. 

Evime yaklaşırken sıcak havayı gören çoluk çocuğun, genç ve yaşlının, kendilerini parka attıklarını gördüm. Kimsenin de üzerinde ceket namına bir şey yoktu. Kimi gömlekle kimi de ince bir kazakla sere serpe parka oturmuş vaziyette.

Eve geldikten sonra hava durumuna baktım. Dereceler 17’yi gösteriyordu. Sadece pazar mı böyle, cumartesi de böyleydi. Önceki günler birkaç derece düşük olsa da dışarıda üşüten bir hava semtimize uğramıyor bugünlerde. Gerçi koca kış sezonu, birkaç gün eksilerde olsa da böyle geçti desek yanlış olmaz. Güneş bazı günlerde bulutların arkasına saklansa da yağışlı günlerin dışında aşağı yukarı gündüzleri hiç güneşimiz eksik olmadı.

Hasılı kış mevsimi olan aralık, ocak ve şubat ayında dondurucu bir soğuk görmedik. Baharı yaşıyoruz diyeceğim ama yaşadığımız iklim yaz günlerinden bir enstantane. Düpedüz yazı yaşıyoruz. Bu durum sadece bu yıla mahsus değil, önceki yıllar da bu kıştan pek farklı değildi.

Eski kışlarımız böyle miydi halbuki. Dört mevsim var dense de yaz ve kışı yaşardık sadece. Çünkü ilk ve son baharın gelmesiyle gitmesi bir olurdu. Yazları yakıcı sıcak, kışları da dondurucu olurdu. Kışa kara kış derdik. Bastırdı mı güneşe hasret kalırdık. Güneş bulutların arkasından kendisini hafifçe gösterdiği zaman yine üşüten bir hava olurdu. Güneş gören kuytu bir kenara geçip güneşlenirdik. Üzerimize de kışlık namına ne varsa alırdık. Güneşle beraber karlar eridikçe evin çelenlerinden şıp şıp sular akmaya başlardı. Üzerindeki kar eridikçe topraktan buram buram duman çıkardı. Toprağın örtüsü kara da kıştan bir parça olan soğuk ve ayaza da hasret kaldık maalesef. Bundan sonra biraz ılıman, gerisini sıcak geçireceğiz. Belki de hepten yazı yaşayacağız anlaşılan.

Havalar böyle giderse ağaçların çiçek açması ve meyveye durması için tomurcuklanması yakındır. Ardından havaların eksiye düşmesi demek, meyvelerin üşümesi demektir. Yağış olmayınca ve havalar eksiye düşmeyince topraktan ne derece sağlıklı ürün alınır, burası da muamma. Yine havaların böyle gitmesi demek barajların boşalması, yeraltındaki su kaynaklarının tüketilmesi demektir. Elimiz ayağımız ve hayatın kendisi olan suya da hasret kalacağız böyle giderse. Eski kışları ve günleri mumla arayacağız.

Hasılı, hayra alamet değil bu yaşadığımız iklim. Kendi ellerimizle yapıp ettiklerimizden dolayı dünya giderek iyice ısınacak. Bu ısınmayla beraber birçok nimete hasret kalacağız. Yağışlar zamanında ve kıvamında yağmayacak. Yağdı mı da meskenleri ve ekili arazileri basacak ve bir nimet olan yağışlar bir afete dönüşecek. Küresel ısınma dedikleri sanırım tam da bu. Maalesef böyle böyle dünyanın sonu gelecek. Yani dünyanın sonunu biz getireceğiz. Çünkü bu sonu hazırlamak için tüm insanlık uğraşıp didiniyoruz.

Bu dünyada ömrümüzü adam gibi geçirmek, bizden sonraki nesillere yaşanabilir bir dünya bırakmak ve dünyanın ömrünü uzatmak istiyorsak, tüm dünya, küresel ısınmayı birinci ve öncelikli problem olarak ele almalı ve gereği elbirliğiyle yapılmalı. Yoksa halimiz haraptır vesselam.


*10/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

6 Şubat 2021 Cumartesi

Sümsüklüğü Meslek Edinen Tipler *

Bugünlerde hafta içi her gün 8.30 sularında evimden çıkıp Evliya Çelebi Parkı-Lastik Durağı-Meram Sanayi-Meram Belediyesi-Çeçenistan Caddesi ve Ahmet Özcan Caddesi güzergahını kullanarak Ahmet Özcan Caddesine giriyor, Altı yol’a kadar gidiyorum.  Akşamleyin de 17.30 sularında aynı yolları takip ederek geri geliyorum.

İzlediğim yollar araç trafiği yönünden hem sabah hem de akşam yoğun olmasına rağmen sabah trafiği bir sıkışıklığa meydan vermeksizin akarken akşam trafiği neredeyse kilitleniyor. 

Sabah trafiğinde trafiği aksatan tek sorun, birbirine yakın kavşaklardaki düzensiz sinyalizasyon sistemidir. 

Evliya Çelebi Parkının köşesinden Meram Yeniyol’a çıkmak için kırmızı ışıkla güne başlıyorum. Sola dönüp Lastik Durağından sağa kontrollü geçeceğim. Çarşı yönüne giden araçlar, sağlı sollu durunca kırmızı ışığa yakalanmış gibi karşıya gidecek aracın sağa dönüşü açmasını bekliyorum. Bazen, yolun solu müsait olmasına rağmen bizim insanımız kontrollü geçişi kapatıyor. Sen onu beklerken ya da kaldırıma çıkıp geçmeye çalışırken onun seni dikiz aynasından dikizlemesi görülmeye değer. Çünkü bu seyrin ayrı bir zevki var. Böylesi durumlarda yani sağa kontrollü geçişlere insanımız izin vermeyecekse belediyelerimiz kontrollü geçiş için niçin kavşak düzenlemesi yapar ve masraf eder? Bunu da düşünmüyor değilim. Neyse güç bela sağa dönüyorum. Bir, bir buçuk km sonra Meram Sanayi ışıklarını beni bekler görürüm. Oradan kurtulur kurtulmaz, belki yeşili yakalarım diye bir km ötedeki Meram Belediyesi ışıklarına sürüyorum. Burada da aynı muamele ile karşılaşıyorum. Toplamda 2-3 km.lik bir mesafede birbirine yakın bu kadar kavşağın hepsinde sürücüyü ışıkla durdurmanın trafik sinyalizasyon şube müdürlüğü nezdinde de zevki bir başka olsa gerek. Bu yol güzergahında seyrederken hasret kaldığım yeşili uzaktan görünce acaba bu sefer geçebilir miyim diye gaza yükleniyorum. Ben varıncaya kadar "Hop hemşerim! Biz neyiz burada, bizi es geçemezsin" dercesine yeşil önce sarıya ardından kırmızıya dönüyor. Ahir ömrümde bir sinyalizasyon şube müdürü olursam aynı zevki tatmak isterim. 

Çeçenistan Caddesinden Ahmet Özcan’a doğru yaklaşırken son kez kırmızıya yakalanıyorum. Sonrasında yeşil dalga beni bekliyor. 60 hızla üç tane kavşağı durmadan geçerken mutluluğuma diyecek yok. Bunun zevki de benim için bir başka.

Akşam 5,5 sularında geri dönerken sabahında yeşil dalga marifetiyle bir çırpıda geçtiğim Ahmet Özcan Caddesinden yeşil dalgaya rağmen transit geçmem mümkün değil. Yolu tanıyamıyorum. Bir an için başka bir yola mı girdim diye düşünmeden edemiyorum. Zira tıkanıp kalıyor yol. Çünkü sinyalizasyon müdürünün, burada bari ışığa yakalanmadan geçip gitsinler dediği bu yolda bu sefer bazı sürücüler bayrağı devralmış görünüyor. Zira ne kadar sümsük varsa bu yolda toplanmış oluyorlar bu saatte. Üç ışıktan ikisine yakalatıyor seni. Çünkü çoğu 60 hızla gitmediği için senin de bu hızla gitmen mümkün değil. Sola dönecek kimi sinyal vererek sağdan sola geçmeye çalışıyor kimi de sağdan sola doğru yanaşıyor. Işıkta duran da kalkıvermiyor. Kalkayım mı kalmayayım mı diye düşünüp duruyor. Kalkarken de iki işi birden yapıyor: Kendisi geçecek seni de ikinci kırmızıya yakalatacak. Haklarını yemeyeyim, bunda da başarılı oluyorlar. Belli ki aceleleri yok, evlerine gitmek istemiyorlar ve eve ne kadar geç gidersem kar diye düşünüyorlar. Bun yaparken de Ahmet Özcan’da trafiği felç etme gibi bir misyon üstlenmişler kendi kendilerine. Bunların zevkleri de kendileri ağır ağır kavşaktan geçerken ikinci kez ışığa yakalanan araçları dikizlemek.

Burnumdan soluyarak Ahmet Özcan’dan güç bela çıkıyorum. Önümden giden sümsükler ise sinyalizasyon müdürüne “Müdürüm! Biz buradaki vazifemizi yerine getirdik. Bundan sonra top sende” dercesine, sabahki yakalandığım ışıkları, sanki hiç yeşile dönmemiş gibi beni bekler görürüm.

Evliya Çelebi Parkının köşesinden sağa kontrollü geçiş yaparak geçiyorum. Şükür ki tüm ışıklar bitti. Bundan sonra yolların kralı benim diyorum. Bu sefer de “O kadar da sevinme! Beni yok kabul edemezsin. Ben neyim burada” diyen 30’la giden bir sürücü düşüyor önüme. Gideceğim yolu da biliyor. Çünkü sağ, sol ve düz giden o kadar yol olmasına rağmen evime dönen yola kadar önümde bana eşlik ediyor. Allah hayrını versin bunların. Sahi bu yollarda, belirlenen hızın üstünde gidene ceza var da kaplumbağa hızıyla giderek trafiği felç edenlere ceza yok mu bu ülkede?

*08/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

2 Şubat 2021 Salı

Başarı İçin Sağır Olmak *

“Günlerden bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmış ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasından hiçbiri, yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece şu sesler duyulabiliyormuş: "Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!"
Yarışmaya başlayan kurbağalar, kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler bağırıyorlarmış: "Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!
Sonunda, bir tanesi hariç diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve yarışı bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş 'Bu işi nasıl başardın' diye. Kurbağadan yanıt gelmeyince farkına varmışlar ki kuleye çıkan kurbağa sağırmış!”

Aktardığım bu hikaye fabl örneklerindendir. Bilirsiniz ki “Kişileri çoğunlukla hayvanlardan seçilen, sonunda bir yaşam dersi ortaya koyan, genellikle koşuk biçiminde yazılmış öykülere” fabl deniyor. Buna kısaca “Hayvanların hikayelerde konuşması” sanatı da diyebiliriz. Bu tür hikaye ve anlatımlarda biz insanlara hayat dersi verme murat edilir. İstenir ki anlatılan hikayelerden insanlar dersler çıkarsın ve hayatlarına yön versin.

Başka söze ne hacet dediğimiz türden bir hikaye ile karşı karşıyayız. Zira hikaye gayet açık. Hikayenin vermek istediği mesaj gayet açık olsa da üzerine birkaç kelam etmek isterim. Ben bu hikayeden başarı için sağır olmak anlamını çıkarıyorum. Gerçekten nice başarısız olmuş insanların başarısızlık hikayelerinde, etrafın söylediği sözler etkili olmuştur. “Keşke yapabilsen ama sen bu işi yapamazsın. Bu işi kolay mı sanırsın? Senin yaptığın bu işi yapmaya çalışan niceleri pes etmiştir. Sana tavsiyem işin başında bu işten vazgeçmendir. Çünkü sana göre değil bu iş. Boyundan büyük işlere kalkışma. Otur oturduğun yerde…”gibi sözler her insana söylenir genelde. Bu konuşmalara kulak verenler asla başarılı olamazlar. Başarının kriteri kişinin kendisine ben bu işi yaparım/yapacağım demesi, buna inanması ve başarı için sebeplere sarılması ve sebepleri bıkmadan usanmadan yerine getirmesidir. Buna azim diyoruz. Azmin elinden de hiçbir şey kurtulamaz.

Yeniden hikayeye dönersek, yarışan kurbağaların her biri eşit şartlara sahip. Sağın solun “başaramazsınız” sözüne kulak veren kurbağaların her biri yarı yolda pes ederek yarıştan çekilirken yarışı birinci tamamlayan kurbağa ise hemcinslerine göre sağır olmasına rağmen pes etmeden hedefe ulaşabilmiştir. Sağırlık dezavantajını avantaja dönüştürmüştür. Öyle zannediyorum, bu kurbağa sağır olmasaydı, tıpkı diğer kurbağalar gibi “yapamayacağım” diyerek yarıştan kopacaktı.

Günümüzde ister eğitim ve öğretim ister hayatın herhangi bir alanında başarı yakalanmak isteniyorsa bunun için gerçekten sağır olmaya gerek yok. Bunun için sağın solun sözüne kulakları tıkamak ve esas işine yoğunlaşmaktır. Bu durumda başarı kendiliğinden gelir. Ötesi mazeret üretmedir vesselam. Sadece kişinin egosunu tatmin eder.

*15/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




 

1 Şubat 2021 Pazartesi

Dubalar ve Setler *

Şehir içinde bir yoldan arabanızla geçerken veya kaldırımda yürürken kaldırım kenarlarında, kaldırım boyunca vida ile monte edilmiş dubalar dikkatinizi çekmiştir. Aynı mesafede monte edilmiş dubalar o kadar çok ki dikkatinizi çekmemesi zaten mümkün değildir. Belli ki kaldırıma araba park edilmesinin önüne geçmek için yapılıyor bu dubalar. Eğilip bükülmediğine göre sanırım bu dubalar demirden. Öyle zannediyorum, yapılan kaldırım düzenlemesinin yanında kaldırım kenarına monte edilen bu dubaların belediyelere maliyeti de oldukça yüksek olsa gerek. 

Dubaların yanında dikkatimi çeken bir başka husus da hız kesmek, hız düşürmek ve muhtemel kazaların önüne geçmek amacıyla yollara yapılan setlerdir. Bu setlerin bir standardı varsa da gördüğüm setler farklı farklı. Bazısı arabayı hoplatan cinsten yüksek, bazısı ise etkisiz eleman gibi arabayı etkilemiyor. Yüksek yapılan bu setlerin çoğuna, dikkatli girilmediği takdirde bu setler kaza riskine davetiye çıkarmaktadır. Kişi kaza yapmasa da araba aksamının zarar görmemesi mümkün değil.

Bazı yollarda set sayısı az iken bazısında oldukça fazla. Setlerin çokça olduğu yollardan sürekli gelip geçen sürücüler, set işaretini görmese de nerede setlerin olduğunu avucunun içi gibi bilirler. Sete yaklaşırken hızını düşürürler. Bu yollarda esas sıkıntı, yolun acemisi olan şoförleredir. Çünkü set işareti konan çoğu levha, ağaçların dallarından veya başka sebeplerle tam görünmüyor. Bu da aniden setle yüz yüze gelmek demektir. Bir diğer husus, olur olmaz konan nice setler özellikle karlı ve buzlu havalarda sete yaklaşılırken frene basma yüzünden aracın kaymasına sebebiyet vermektedir.

Doğrusunu isterseniz kaldırımlarda yola paralel olarak yol boyunca vidalanan dubalara ve çoğu iç yollara konan setlere sıcak bakmadığımı ifade etmek istiyorum. Hem dubanın hem de setlerin faydasından fazla zararının olduğunu, görüntüyü çirkinleştirdiğini, belediyelere artı yük getirdiğini düşünüyorum. Aynı şekilde sağını solunu seyreden dikkatsiz bir yaya ayağını dubaya takıp düşebilir ve yaralanabilir. Ki kaldırımlardan sadece önünü görenler yürümüyor. Âmâ ve engelliler de kaldırımı kullanıyor. Aynı şekilde hızı düşürmek için yapılan setler de trafiği yavaşlatmakta ve arabalara zarar vermektedir.

Duba ve setlerin görüntü çirkinliğinden, maliyetinden, kazaya davetiye çıkarmasından geçtim. Hem set hem duba bu çağda şehitlerimize yakışmıyor. Neden derseniz? Bildiğiniz gibi yol ve kaldırımların sürücü ve yayaların ne şekilde kullanılacağının kuralları var. Ehliyeti olan bir sürücü hangi yolda kaç hızla gideceğini bilir. Bilmiyorsa da uyarı levhaları vasıtasıyla kaç hızla gitmesi gerektiğini görür. Yine sürücüler, yayalar için olan kaldırıma araç park edemeyeceğini de bilir. Hız sınırına riayet etmediği, kaldırıma araç park ettiği takdirde aracına ceza yazılacağını da bilir. Tüm bu kurallara rağmen yollarda hız sınırına riayet edilmiyor ve kaldırıma araç çıkarılıyorsa bu demektir ki bir kontrolde radara girinceye ve polis gelip kaldırımdaki araca park cezası yazıncaya kadar sürücü için trafik kurallarını çiğnemek mubahtır. O kadar set ve kaldırıma park etmiş araçlar her bir yerde bolca olduğuna göre yeterince denetimlerin olmadığı ve ceza yazılmadığı anlamına gelir. Yine bu setler ve kaldırımlara sabitlenen dubalarla yetkililer sürücülere, “Siz hız sınırına riayet etmiyor, biz de denetleyemiyoruz. Sizi yola getirmenin yolu, yollara set yapar, hızınızı düşürürüz. Aracınızı kaldırıma park etmemenizi engellemek için kaldırımlara dubalar koyarız.” mesajı veriyorlar.  

Hasılı, bu çağda yollara set yapmak, kaldırımlara duba koymak marifet değil. Set ve dubalar acilen kaldırılmalıdır. Trafik kurallarını tavizsiz uygulamak gerekir. Kurallar tavizsiz uygulandığında hiçbir sürücü, kural tanımazlık yapmaz. Kuralların tavizsiz uygulanması için her cadde, sokağa ve kaldırıma görevli koymaya gerek yok. Setlerin konduğu işlek caddelerde ve park yapılan kaldırımlarda pekala mobesa uygulaması devreye sokulabilir. İzlendiğini ve kayıt altına alındığını bilen hiçbir sürücü ne hız sınırını aşar ne de gelir kaldırıma aracını koyar.

*06/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.