31 Mayıs 2017 Çarşamba

Ramazanda ne yapalım?

Ramazan geldi mi dini yönümüz ağır basar, gündemimiz din olur, dinle yatar, dinle kalkarız. Gazetelerimizin dini konularla ilgili köşeleri ve sayfaları televizyonların da hem dini, hem de imsak ve sahur programları olur. Halkın ihtiyaçlarına cevap verilmeye çalışılır. Bu da doğaldır.

Doğal olmayan ramazanda orucun öneminden, faziletinden bahsedilmesi. Orucu bozan ve bozmayan durumlara yer verilmesi. Orucun niçin tutulması gerektiğinin önemi üzerine durulması. Artık ramazan iklimine girdik, orucu konuşmaktan ziyade orucu yaşamak ve tutmak gerekiyor diye düşünüyorum. Nasıl ki namaza başladığımız zaman namaza kendimizi veriyor, iftitah tekbiri ile birlikte her şeyi geri plana itip sadece Ona doğru yöneliyor ve namazdan bahsetmiyorsak oruç tutarken de orucu konuşmayalım, onu yaşayalım istiyorum. Oruç tuttuğumuz gibi orucun da bizi tutmasını sağlamamız lazım. Sürekli aklımızda orucu tutmak değildir bir defa oruç. Bu günleri Allah'ın günlerinden bir gün kabul edip rızkımızın peşinde koşarken helalinden yemeyi, ramazanın mana ve önemine uygun yaşamayı kendimize düstur edinmeliyiz. 

Hiçbir işimizi ihmal etmeden, ötelemeden, kırıp dökmeden bu manevi iklimi yaşamamız lazım. İşimizi aksatmadan ibadete daha fazla zaman ayırmalı, hayır ve hasenat kapısını sonuna kadar açmalıyız. Kur'an ayı da denilen bu ayı Kur'an'la geçirmenin mutlaka yolunu bulmalıyız. TV karşısında konuşulanları izlemekten, yatağın içinde iftarı beklemekten başka rızasını kazanacak, vicdanımızı rahatlatacak işlere imza atmamız lazım diye düşünüyorum. Tuttuğumuz oruç hiçbir şeyimize mani olmamalı, yüreğimize yük olmamalı, rutin işleri en güzel olacak şekilde takip etmeli, eş ve dosta çat-kapı ziyaretler yapmalı.

Acıkmayacak ve susamayacak işleri yapmaktan kaçınmalıyız. Çünkü oruç acıkmadır, susamadır, nefsi terbiye etmedir, sabretmedir, açlığın kıymetini bilmedir. Evin bir köşesinde pinekleme değildir. Dört gözle ramazanın bitmesini bekleme değildir. Bu rahmet ayında rahmetine kavuşabilmek için hayata dört elle sarılmadır, külfeti rahmete dönüştürmedir, kırgınlıkları ve küskünlükleri bitirmedir, dualarımıza başkasını ilave etmedir, Müslüman’ın derdiyle dertlenmedir, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını görmedir, rızayı Bari için yapılması gerekenin en iyisini yapmadır. Miskin miskin oturma değildir, ataletin değil bereketin gelmesi için hareket etme vaktidir; kırmadan, dökmeden ahiret azığına hazırlanmadır, keremine şükretmedir, bu ayın her gününü kadir bilmedir, kıymetini bilenlerden olmak için çabalamadır, tartışmalardan uzak kalmadır.

Dini, orucu konuşmaktan ziyade yaşamalıyız. Kal ehli olmaktan hal ehli olmaya yönelmeliyiz. Fetvaya göre değil takvaya göre yaşamalıyız. Ramazanda yaşadığımız iklimi diğer on bir aya yayma çaba ve iradesini göstermeliyiz. Gündüz naim, gece kaim olmamalıyız. Bunu yerine gündüz saim, gece kaim olmalıyız. Orucu uykuya tutturmamalıyız. Namazları cemaatle kılmanın yolunu bulmalıyız. Sofralarımızda mükellef sofra kurmadan mümkün olduğunca uzak kalmalıyız. Nefsimizin gündüz çektiği eziyeti akşam midemizden almayalım. Kötü söz kem gözden sakınalım.

Az yemek, az uyku uyumak prensibimiz olmalı kısaca. 31/05/2017


Yaz kursları amaca hizmet etmeli...

Okulların kapanmasına ramak kala  velilerde  şimdi yaz kursu telaşı başladı. Her veli "Çocuğumun yaz dönemini nasıl değerlendirebilirim" derdine düştü. Kimi sportif faaliyetleri seçerken ekseriyeti de "Dinini, diyanetini öğrensin, ardımdan bir Fatiha okusun, vatana ve millete faydalı birer birey olsun" düşüncesiyle çocuğunu yaz kurslarına yazdırmak için plan yapar oldu. Artık yaz kursları eskisi gibi sadece diyanet tarafından yürütülmüyor. Diyanet, belediyeler, STK'lar, MEB bu konuda kurslar açma yoluna gidiyor.

Vatandaşımız yeme içme gibi ihtiyaç duyar din eğitimini öğrenmeye. Çocuğuna karşı görevlerinden biri olarak görür bu işi. Belki arkamdan bir Fatiha okur muradındadır. Hayırlı evlat olsun derdindedir. 7'den 70'e diz çökeriz hocaların önünde. Rahmetli babam o yaşında “Namaz sürelerini unutmuş muyum?” der, önümde diz çökerdi. Saygısı bana değil, okuduğu sürelere idi. Doğru dediğimde çocuklar gibi sevinirdi. Milletimiz dinini öğrenmeye aşıktır desem mesele daha iyi anlaşılır.

Kursu kim açarsa açsın, vatandaş nereyi tercih ederse etsin sonuç itibariyle bu kursların amaca hizmet etmesinde fayda vardır. Kurslardan fayda elde edebilmek için buraları cazibe merkezi haline getirmek gerektiğini düşünüyorum. Bunun için bu kursları organize edenlere, planlayanlara, kurs açanlara ve kurslarda görev yapacak olanlara görevler düştüğüne inanıyorum. Bunun için ne yapılmalıdır?

Her şeyden önce bu kurslar sevgi temelli bir işlevi yerine getirmelidirler. Bunun için de yüreğini ortaya koyan, çocukların seviyesine inebilen çalışanlara ihtiyaç vardır. Kursa gelen çocukla aynı dili konuşamayan, çocuğu anlamayan, kursa gönülsüz gelen çocuğa 'İsteksiz geldim ama iyi ki gelmişim" dedirtmeyen kursların bir faydaya haiz olacağını düşünmüyorum. Kurs açan merkezlerin çalışacağı görevliyi iyi seçerek işe başlamasında fayda vardır. Bunun için de iyi bir saha çalışması yapmalıdır. Kendilerine yakın gördükleri her bir insana yaz döneminde iş vermekten ziyade çocuğun psikolojisini bilecek, ne öğrettiğini bilecek, giyimi-kuşamı, hal ve hareketiyle kursiyerlere örnek olabilecek sevecen insanlara görev vermelidir. 

Kurs veren hocamız, vereceği bilgiden ziyade sevgi temelli bir ders işleme metodunu hayatına düstur edinmiş olmalıdır. Bu devirde yaşayan çocukların psikolojisi ile bizim yetiştiğimiz dönem arasında dağlar kadar fark vardır. Artık bugünün çocuğunun, annesinin ve babasının gözünde, "Hocanın vurduğu yerde gül" bitmiyor artık. Kimse çocuğunu bu yerlere teslim ederken "Eti senin, kemiği benim demiyor." Hasılı, bu dönemde bırakın şiddeti, azar ve hakarete de yer yok. Sorumlu kişi sevgiyle ilmek ilmek işlemeli hem çocuğu hem de işleyeceği dersi. Ders verecek kişi eli açık olmalı, sevginin yolu mideden geçer demeli...Yeri geldiğinde elini cebine atabilmeli, zaman zaman öğrencilerine jest yapabilmeli, yaşantısıyla örnek olabilmeli. Her bir öğrenciye ders işlemekten önce onları tanıma yoluna gitmeli. Tanıma derken sadece adını ve soyadını öğrenme değil, hangi damardan gireceğini iyi bilmeli. Öğreteceği dersin önemini kavratmalı, eğlendirirken öğretme yolunu seçmeli. Her derse, her konuya dersin içeriğine uygun bir metotla başlamalı. Abartmamak şartıyla öğrencilerine sembolik ödül verme yoluna gitmeli. Öğrenciye gücü nispetinde sorumluluk yüklemeli, öğrenciye bilgiden ziyade davranış esas almalı.

Şimdi bu yazdıklarımızı kısa kısa maddeleştirelim.* Din eğitimini veren kişi her şeyden önce;
·         Çocuğun seviyesine inebilen olmalıdır.
·         Dersi öğretmekten önce kendisini sevdirmelidir.
·         Yaşantısıyla örnek olmalıdır.
·         Vatandaştan, veliden ve öğrenciden herhangi bir ücret almamalıdır.
·         Dayak ve hakarete başvurmamalıdır.
·         Dersini vermeyen öğrenciye öncelikle tatlı ve nazik bir dil kullanmalıdır.
·         Namaz kılma, başını örtme vb sorumluluklarını yerine getirmede öğrenciye baskı yapmamalıdır.
·         Kur'an’dan önce sevgiyi, saygıyı, doğruluk, güvenilirlik, temizlik, yardımseverlik, başkasını rahatsız etmeme gibi iyi hasletleri örneklendirerek öğrenciyi işlemelidir.
·         Veren el olmalıdır.
·         Namaz kılmanın, Kur'an öğrenmenin önemi öğrenciye kavratılmalıdır.
·         Ödül ve cezada anlatılabilir ölçüler koymalıdır. 
·         Yaptıklarında öğrenciyi ve veliyi ikna edebilmelidir.
·         En az İlahiyat fakültesi ve dengi bir okuldan mezun olmalıdır.
·         Belli yaş grubunu okutan öğreticiler olmalıdır. İlkokul seviyesindeki öğrencileri okutan ayrı, ortaokul ayrı, lise ayrı, genç ve yaşlıları okutanlar ayrı olmalıdır. Çünkü aynı kişi her yaş grubundaki kişilerin seviyesine inemeyebilir.
·         Yeterli donanım ve birikime sahip olmayan, ehliyetsiz kişilere görev verilmemelidir.
·         Sosyal aktivitelerden anlamalıdır. Zaman zaman öğrencilerin faaliyetlerine katılmalıdır.
·         Her şeyi yasaklayan yasakçı bir zihniyete sahip olmamalıdır.
·         Öğrenciye sağlam bir din anlatmalıdır. Kendini ait hissettiği grubun üyesi yapmak için bir yol izlememelidir.
·          Gezi, piknik gibi aktiviteler düzenlemelidir. 
·         Önüne gelen her bir çocuğu kendisine emanet kabul etmelidir, kendi çocuğu bilmelidir.
·         Samimi olmalıdır.
·         Sabırlı olmalıdır.
·         Kısaca nefret ettiren olmamalıdır. 31/05/2017

*12/07/2016 tarihinde dilinkemigiyok.blogspot.com.tr adresinde yayımlanmıştır.




30 Mayıs 2017 Salı

Asker dediğin biraz mert olur

15 Temmuz darbe teşebbüsüne kalkışanlarla ilgili Genelkurmay çatı davası başladı, altıncı celsesi geride kaldı. Darbede en önde yer alan kurmayların verdiği ifadelere bakılırsa sanık sandalyesinde oturanların hepsi masum. Çünkü hiçbiri darbenin içinde değiller. Ya “bilmiyorum, ya görmedim, efendim! Bana falan talimat verdi, ben darbeyi önlemeye çalıştım, orta yerde darbe falan yok, olsa olsa kendilerine kumpas kurmaya çalışanların yaptığı bir ‘kontrollü darbe’ var” orta yerde. Kendilerinin ne ile suçlandığı bilmeyecek kadar aymaz bir tavır içerisindeler.

Kendilerine başta silah, tank, tüfek, zırhlı araç, uçak vb her şeyimizi emanet ettiğimiz paşalarımızın ipe un seren, topu taca atan, savcılıkta verdikleri ifadelerini değiştiren halini görünce ar ve haya yoksunu bu kişiler adına ben utandım. Benim bildiğim asker dediğin adam biraz mert olur. Kalkar adam gibi “Ülkenin içinde bulunduğu yönetim tarzını tasvip etmedim, yıllardır ekmeğini yediğim bu ülkede darbe yapmak suretiyle yönetimi en iyi şekilde yönetme niyetiyle darbeye kalkıştım, ama beceremedim, ağzıma yüzüme bulaştırdım. Demek ki daha bir fırın ekmek yemem gerekiyormuş, şu ana kadar öğrendiklerim darbe yapmam için yeterli değilmiş. Darbede başarılı olsaydım bugün beyler gibi karşılanacaktım. Ama olmadı. Mademki başaramadım yaşamamın da bir anlamı yok, bana vereceğiniz cezaya razıyım. Emri falandan aldım. Esas elebaşı o. Ben yediğim çanağa pisledim. Bu millet beni her şeyiyle besledi. Ben karga misali onların gözünü oymaya çalıştım. Hapiste iken bu anı görmemek için ip, urgan aradım ama bulamadım. Şu anda karşınızda olmaktan haya ediyorum. Benin bu yaptığım kalkışma benden sonraki çanağa pisleyeceklere de ibreti alem olsun…” deselerdi gözümüzde bir kat daha büyürlerdi. Ama canlı yayında milletin ve dünyanın izlediği bir darbeyi sulandırmaya  çalışıyorlar. Utanmasalar orta yerde darbe falan yok, bizim ki bir tatbikattı, tatbikat emrini de Genelkurmay Başkanı verdi, biz tatbikatın kanlı olanını severiz, amacımız biraz macera idi. Çünkü yediğimiz önümüzde, yemediğimiz arkamızda idi. Yemimiz fazla gelmişti, biraz gönül eğlendirelim istedik, diyecekler.

Suç sizde değil, sizi asker diye alıp üzerinize bu ülkenin asker elbisesini giydirende. Yıllar yılı sizin ne mal olduğunuzu, kime hizmet ettiğinizi bilemeyecek kadar gözü kör, feraseti kapalı sorumlu kişilerde. İhanetinizi göremeyecek kadar size bel bağlayan, size ülkenin tüm maddi ve manevi kaynaklarını emanet eden zevatta. Üzerinize asker elbisesi giydirilince sizi adam sananda. Bu ülke maalesef ilerideki düşmanı görmekten ziyade burnunun ucundaki düşmanı, haini göremeyecek kadar zil zurna sarhoş anlaşılan.  

Demek ki nasıl ki eşeğin üzerine altın palan vursan eşek yine eşek ise insanlıktan nasibi olmayan kişilere de asker elbisesi giydirmekle bu iş olmuyor. Eşeğe falan kurban olsunlar bunlar. Eşek dediğin yediği çanağa pislemez. Karnını doyurdun mu emrettiğin her işi yapar. Bunlar yemiş yemiş kudurmuşlar. Biraz mide varsa devam etmekte olan davalara katılmaz, intihar etme yoluna giderler. Bu milleti sayısı belli olmayan celselerle oyalamaya hakları yok. Kendi çoluk çocuğunun boynunu bükmeye hakları yok. Talat AYDEMİR gibi darbeye kalkıştık, beceremedik, verilecek cezaya razıyız deyip son noktayı koymalılar.

Celseye gelerek ipe un sereceklerse, suçlu oldukları halde suçu bir başkasına atacaklarsa bırakın bunları yargı önüne çıkarmayı, içeride Güneş görmeden yaşamaya devam etsinler. Kendilerine adam gibi konuşacağınız zaman haber verin, o zaman sizi yargı önüne çıkaralım densin. Zira bu milletin komedi izlemeye vakti yok. 30/05/2017

Kendine Müslüman tipler

Camilerin cuma gibi cemaat yönünden kalabalık olduğu zamanlarda camiye gelen bazı kişiler "Ben buradayım, beni görün, beni asla yok kabul edemezsiniz" dercesine varlığını diğerlerine göre daha fazla hissettirir.

Merak ettiniz mi bunları? "Camiye gidersek bu kişileri nasıl tanırız" derseniz bu tipleri bulmak zor değil. Bunlar sırtını duvara vererek namaz kılan tiplerdir. Caminin öne ve arkaya geçişini sağlayan en stratejik bölgesini mesken edinirler.  Bunları gördüğün zaman kendi halinde namaz kılıyor sanırsın. Görünüşe aldanmamak lazım. Bunların görevi öne geçmek isteyeni geçirmemek, ön saflardan kalkıp dışarı çıkmak isteyenin çıkışını önlemektir. Ne öne bir kişi geçebilir, ne de önden arkaya bir kişi. Sanırım hemen tanıdınız bu tipleri. Her camide var böyleleri. Aşinasınızdır mutlaka bunlara. Hep beraber bunları biraz daha tanımaya ne dersiniz?

Bir cami düşünün ki en ön safları erken gelenler tarafından doldurulmuş. Arkaya doğru safın ortaları dolu iken caminin kenarları tek tük boş kalır. Safların ortası dolduğu için caminin sağına ve soluna geçişi en arka taraftan yapılmak zorunda. Fakat geçişi önleyecek şekilde namaza sonradan gelmiş kişiler ön taraftaki boşluğu doldurmaktan ziyade burada namaza durdukları için geçmek isteyenler ya bunların namazı bitirmesini bekleyecek, ya da rüku veya secdeye gitmesini bekleyecek. Başka çaresi yoktur. Ne eğilirler ne de bitirirler yeter ki geçmek isteyeni görmüş olsunlar. Önlerine sütre de koymazlar. Günahı bunların boynuna deyip önlerinden geçmeye kalksan sana şöyle yan yan bakarlar, ya da elleriyle geçme dercesine işaret ederler. Sen yanlarında çaresiz onları beklerken onlar dört köşe olurlar, namazdan alamadıkları huşuyu seni bekleterek alırlar.

Caminin en arkasına sırtını duvara kimse geçemeyecek şekilde namaza duran bu kişiler camilerin sürekli müdavimleri değildir, cumadan cumaya namaza gelirler. Geldiklerini de bu şekilde cümle aleme hissettirirler. Acaba bu kişilerin niyeti nedir? Ne yapmak istiyorlar? Bu tipler ya düşünce yoksunudurlar, başkasını engellediklerinin farkında değiller, ya da ben namaza geldim bakın diye caka satarlar, ya da zaten haftada bir geliyorum, ön tarafa geçmeyeyim, namazımı erken bitirip buradan sıvışırım diye de düşünüyor olabilirler. Eğer amaçları kendilerini göstermek ise en ön safa geçmek suretiyle cemaatin hepsine kendilerini gösterme imkanına sahipler. Sanırım böyle bir niyetleri de yok. Bunlar olsa olsa kendine Müslüman tiplerdir. Başkasına eziyet etmekten zevk alıyorlar. Haydi diyelim ki bu işi bir defa yaptılar, ikinci defa yapmamaları gerekir. Ama sürekli aynı yerde durmak suretiyle varlıklarını hissettirmeye çalışıyorlar. Bunlara ahmak mı desem, narsist mi desem, bilmiyorum.


Niyetlerini gerçekten anlamış değilim. Psikologların bunları iyi bir incelemesinde fayda var. Bunlara yeşil reçete ile satılan ilaçlardan bolca yazmalarında yarar görüyorum. İlaçlardan bolca içmeli ki başkasını rahatsız etmeye vakit bulamasınlar. Ya da bu tiplerin önünden veballeri boynuna deyip geçmek lazım. Ya da bunları camiye almamak lazım. Yok, Allah’ın evine gelen herkese kap açıktır denilirse bu tiplere ilk önce cami adabını, camide nerede durulacağını önce bir öğretmek, sonra camiye almak lazım. İnanın bunların namaz kılmaktan önce edebi, adabı öğrenmeleri gerekiyor. Namaz sonraki iş bunlar için. 30/05/2017 

Kedi ve köpek olmaya özlem duyanlar!

Her birimizin hayatında hata ve yanlışlarımız vardır. İnsanoğlu hata ve yanlışlar yapar. Zira insan için “İnsanoğlu nisyan ile maluldür” deriz. Hiç hata yapmadım diyen biri burnundan kıl aldırmayan, kendine aşık bir tiptir. Çünkü hata yapmayan insan yoktur. Hata ve yanlışlar yapa yapa bir insan tecrübe kazanır. Tecrübeyi tarif ederken “Hayatta yenen kazıkların bileşkesidir” diye tarif edenlerimiz de vardır. Dilipak, tarihi 'bir milletin tecrübesi' olarak tarif eder.

Her birimizin geçmişinde hatırlamak istemediği, keşke yapmasaydım, bugün olsa yapmam dediği pişmanlıkları vardır. Hatta çoğumuz geçmişte yaptığımız bu hata ve yanlışları hatırlamamak üzere üzerine bir set çeker. Çünkü hatırladıkça yüzü kızarır, kendine kızar. Kimsenin de hatırlatmasını istemez. Fakat üzerine vazife olmayan veya başka bir hesap peşinde olanlar, kişilerin geçmişini didik didik inceler. Amacı rakibini alt etmektir, ona belden aşağıya vurmaktır. Dün, dünde kaldı demez, rakip bildiğinin itibarını sarsmak için onun hatırlamamak üzere çöpe attığı geçmişini ortaya döker. Çünkü “Eşrefi mahlukat” olma gibi bir niyeti yoktur. Kişinin geçmişini araştırarak rol kapmaya, rol çalmaya çalışır. Acaba, bu itibarlı kişinin itibarını nasıl düşürürüm, ipliğini  nasıl pazara çıkarırım, derdindedir. Bunun için de kedi ve köpek olmaya bile razıdır. Çünkü geçmiş defterleri, kişinin cemaziyel evvelini karıştırmayı Necip Fazıl, "Ben geçmişimi dürdüm, büktüm ve kaldırıp çöpe attım, bu çöpleri ise ancak kediler ve köpekler karıştırır!" diyerek bu tipleri çöpü karıştıran dört ayaklı kedi ve köpeğe benzetir. Böyleleri, yeter ki rakibini alt edebilsin, kendisinin ne olduğu önemli değildir. Çünkü çöpü karıştıran kedi ve köpek itibar kaybettiğinin farkında değildir. Çöplüğü öyle zannediyorum, saray mutfağı gibi sanır. Karıştırır karıştırır, ondan sonra o şekilde bırakır gider.

Geçmişi karıştırarak kişilerin itibarını sarsmaya, halkın gözünden düşürmeye çalışanların niyeti belli olmasına belli. Art niyetlidir bunlar, hesap peşindedir, dünyalık ukba kazanma niyetindedir, müflis tüccardır, çamura batmıştır. Başkasını da çamura çekmeye çalışmaktadır. Ama suç kedi ve köpek olmaya dünden razı bu tiplerin ortaya döktüklerinde mi sadece? Bizde hiç suç yok mu? Birinin geçmişini ortaya döken adam kendisini dinleyecek kamuoyu bulamazsa bir daha kişilerin geçmişini ortaya dökemez, onlara iftira atamaz. Çünkü müşteri bulamaz. Demek ki biz de bu işe çok teşniyiz ki böyleleri böyle haltları yapmaya, ortamı kokutmaya çalışıyor. Biz yüz vermez isek onlar yaya kalır, bir şeyi söyleyip söyleyeceklerine pişman olurlar. Bir daha da böyle haltlar işlemeye kalkışmazlar. 29/05/2017


İmsakta gösterdiğin hızı biraz da iftarda göstersen mübarek!

"Cemaat rahmet, tefrika ise azap" hadisi şerifini bilmeyenimiz yoktur. Buna rağmen birlik ve beraberlik içerisinde olacağımız yerde çoğu zaman her alanda ayrışırız birbirimizden. Ayrıldığımız noktalardan biri de ramazanın başlaması, imsakın girip girmediği konusu...vb konular demirbaş konularımızdandır. Her ramazan geldiğinde bu konular ısıtılıp ısıtılıp önümüze konur. Bir ay boyunca oruçla birlikte sıcaklığını korur, ramazanın bitimiyle birlikte diğer ramazanda yeniden açılmak üzere buzdolabına kaldırılır. Bugüne kadar yekdiğerini ikna edeni de görmedim. Herkes "Benim fikrim, görüşüm en doğrusudur" havasındadır. Kimse bir "Acaba falanın görüşü de doğru olabilir mi?" diye bir arpa boyu birbirine yaklaşma yoluna gitmez.

Hilal göründü mü, görünmedi mi, oruç bugün mü yarın mı tartışmalarına pek kulak asmıyorum. Çünkü Türkiye'nin takip ettiği oruca başlama usulünün Suudi Arabistan'ın başını çektiği ülkelere göre daha doğru olduğuna inanıyorum. Bu yüzden Diyanetin orucu başlatmasıyla ibadetime başlıyor, onun bitirmesiyle de son noktayı koyuyorum. İmsak konusunda ise hem benim hem de çoğu vatandaşın kafası karışık. "Acaba Diyanetin imsak vakti mi, yoksa bir saat sonra imsakı başlatanlar mı doğru?" Bundan emin değilim. İçime sinmemesine rağmen birlik ve beraberliğimiz için imsak vakti konusunda da Diyanetin belirlediği imsak vaktinin esas alınmasının doğru olduğunu düşünüyor ve ona göre imsak vaktini başlatıyorum. Sabah namazı vaktinin girmeme ihtimaline karşın  imsakı bir saat sonra başlatanlara göre sabah namazını olabildiğince geciktirmeye çalışıyorum. Umarım en kısa zamanda tarafların ekranlarda doğruluklarını anlatmaya çalışmasından ziyade bir araya gelerek kapalı kapılar ardında bu meseleyi vuzuha kavuştururlar diye ümit ediyorum. Şimdilik bu sorunu sorun ediniyor değilim. Benim sorunum daha basit.

Mahalle imamım Diyanetin belirlediği imsak vaktinden üç-dört dakika daha önce ezan okumaya başlıyor. Daha vakit gelmeden okumaya başlayınca iki ayağımızı pabuca sokuyor, acaba saatlerimiz mi yanlış diye bu hengâmede evdeki saatleri kontrol etmeye başlıyoruz. Saatimiz doğru olmasına doğru. Hocamız ne olur ne olmaz diyerek ihtiyat olsun diye kendince bir çözüm bulmuş, bizi üç-dört dakika daha önce sofradan kaldırmayı prensip edinmiş anlaşılan. Belki de "Ben ezan dolayısıyla daha önce oruca başladım, yiyip durmayın, haydi sizde kalkın" demek istiyordur. Hızlı mı hızlı yani. Biraz homurdansak da hocamızın bir bildiği vardır diyerek sofradan kalkıp dişleri fırçalama yoluna gidiyoruz.  Suyunun suyu/ihtiyatın ihtiyatı gibi imsakın imsakını tutuyoruz anlayacağınız.

Gündüz orucumuzu tutup iftar vakti sofraya oturunca sabahki hızına yetişemediğimiz hocadan tık yok. Yine Diyanetin belirlediği iftar vakti gelmesine rağmen okumuyor mübarek! Bekliyor, niye bekliyor? Sanırım, ne olur ne olmaz deyip biraz geciktirmenin yoluna gidiyor. Acaba okuyor da ben mi duymuyorum diyerek pencereyi açıyorum, nihayet diğer camilerin görevlileri ezana başlayıp bitirdikten sonra bizimki lütfedip ezan okumaya başlıyor. Bu kadar ihtiyat fazla değil mi sayın hocam! Sabahki gösterdiğin hızı biraz da akşam göstersen, ne olur! Zaten bazılarına göre erken imsaka başlıyoruz. Peygamberimizin iftara acele edin dediği emrini niçin es geçiyoruz. Ne olur ne olmaz, erken okur da başım belaya girer diye düşünüyor ve saatine güvenmiyorsan bu kadar şüphe iyi değil bilesin. Yoksa senin de mi farklı imsakiyen var? Sen ihtiyatlısın. Bizim de senden kalır tarafımız yok. Biz de hem kolumuzdaki saate bakıyoruz, bir de senin okumanı bekleyerek işin sağlamasını yapıyoruz. Dert edindiğine bak! Sen de öbür imama uy diyebilirsiniz. Bizim ki de inat işte. Yine suyun suyu/ihtiyatın ihtiyatı gibi iftarın iftarını bekliyoruz anlayacağınız.

Bakalım hocamız mı pes edecek yoksa biz mi? Hani bu durumu görünce belediyenin iftar topunu özlemiyor değilim. Ya da merkezi ezanın sesini duymayı. Hiç olmazsa birlik oluyordu hem imsakımızda hem de iftarımızda. Neyse bütün derdimiz bu olsun…30/05/2017



Oruç ve miskinlik **

Yazımıza başlamadan isterseniz ilk önce miskin kelimesinin anlamına bir bakalım. Miskin, "Çok uyuşuk (kimse)" demektir. Rabbim günah yazmasın! Oruç dendi mi  nedense aklıma miskinlik gelir. Ne demek istediğimi ramazan geldiğinde oruç tutan bazı insanları gözlemleyince daha iyi anlarsınız. 

Oruç ister istemez insanda bir duraklamaya, yavaşlamaya neden olur. İnsanda her zaman ki gibi şen şakraklık olmaz. Bu da doğaldır. Zira saatlerce aç ve susuz kalma insanda bir efor düşüklüğüne sebebiyet verir. Burada değinmek istediğim tipler sayısı az olmayacak şekilde bir yekunu oluşturuyor. Oruç tutuyor tutmasına ama bir naz bir naz, bir afra bir tafra! Yüzünden düşen bin parça. Ya yüzü gülmüyor, ya da iş yapmıyor. İşi tamamen rölantiye alıyor. Ya Rabbi! Beni niye yarattın dercesine somurtup duruyor. Mazereti de hazır: "Oruç oruç gitmiyor, şimdi bu oruçta kim yapacak bu işi." gibi bahaneler peşi sıra gelir. Böylelerini görünce ister istemez "Acaba oruç tutmak sadece miskinlerin işi mi?" diye aklıma gelmiyor değil.

Oruç tutup işini aksatanların yanında bir de işinin ağır ve zorluğunu bahane ederek oruç tutmaya yanaşmayanlar var. Bunlar da kendilerince yine mazeretler yığınının arkasına sığınıyor: "Efendim! Oruç tuttuğumda sigara içemeyince çabuk sinirleniyor, insanların kalbini kırıyorum, bu yüzden tutmuyorum...Oruçta gece kalkınca uykumu alamıyorum, ertesi günü uykusuzluktan iş yapamıyorum...İşim çok zor, benim işim büro işi değil, bedenen çalışmam gerekiyor, açlık önemli değil ama çok susuyorum..."

Oruç tuttuğu halde yıllık iznini ramazan ayına denk getirip orucu uykuya tutturanlar da var. Bunlar da gece boyunca kaim, gündüz ise saim şeklinde kendilerine bir yol çiziyor.

İnsanoğlu yeter ki bir mazeret bulmak istesin. Mutlaka sığınacağı, kendini ikna edeceği gerekçeler veya çıkış yolu bulabiliyor. Hem oruç tutmayanların mazeretlerini hem de oruç tuttuğu halde işini türkü çağırarak yapan kimseler misali ihmal edenleri görünce "Bu orucu tutmak sadece işi-gücü olmayan, iş yapmak istemeyen miskinlerin işi mi demekten kendimi alamıyorum.

Zaman çok çabuk geçiyor. Daha dün gibi babalarımız orucun yaz mevsimine yani ekin-harman zamanına geldiği yıllarda bedenen çalışıyoruz diyerek orucu kırma yoluna gitmediler. Kendilerine göre bir mesai kavramı geliştirmişlerdi. Sahurdan sonra işe gidip öğleye kadar çalışıyorlar, sonra istirahate çekiliyorlardı. Oruç da tutuluyordu, işler de görülüyordu.

Peygamberimiz İslam tarihinde ölüm-kalım savaşı diyebileceğimiz Bedir Savaşını ramazan ayında iken yapmıştı. Savaş esnasında "Kılıç sallayacak,  ok ve mızrak atacaksınız, işiniz zor, oruç tutmayın" demedi bildiğim kadarıyla.

Hiçbir imtihan kolay değildir. Kişiye özel zorluk ve kolaylıkları vardır. Her zorluğun mükafatı da ona göre derecelendirilir. Bugün büroda iş yaparken oruç tutanın alacağı sevapla dışarıda Güneş'in altında bedenen çalışan insanın tuttuğu oruç ibadetinden dolayı alacağı sevap aynı değildir. Ayrıca Allah kimseye gücünün üzerinde bir yük yüklemez. Herkesi farklı ortamlarda imtihan eder, kimsenin imtihanı da diğerine benzemez.

O halde bir işimizi yaparken diğerini ihmal etmeyelim, birini yaparken ötekini yıkmayalım. İşimizi savsaklamayalım. Oruç işimizi aksatmasın, işimiz de orucu. Unutmayalım ki herkes yaptıklarıyla ya da yapmadıklarıyla kendi azığını doldurur. Yapmak istemediğimiz herhangi bir ibadete, bir işimize bulacağımız mazeret, kılıf kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramaz. Hiç bir sadra da şifa olmaz. İmtihanını kazananlara ne mutlu! 30/05/2017

** 02/06/2017 günü Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

29 Mayıs 2017 Pazartesi

"Bıktık şu İnna a'taynâ ve kulhü'den" *

Cemaatle kılınan namazlarda bazı imam-hatiplerimizin kolayına gelen ve dil alışkanlığı olarak çoğu zaman Kevser ve İhlas süresini okumalarından dolayı cami cemaatinden bazılarının şaka yollu "Bıktık şu İnna a'taynâ ve kulhü'den" demeleri aklıma geldi nedense bugünlerde.  

Teravih namazı kılmak için her sene gittiğim hatimle teravih kılınan cami yerine bu sene farklı bir camiye gittim, hem de iki defa. Hocamız yirmi rekatlık namazı 4+6+4+6 şeklinde kıldırdı. Her rekatında ise Fil süresinden başladı, Nas süresi ile bitirdi. Toplam on süre olan bu süreleri ilk on rekatta okumayı bitirince ikinci on rekatta yeniden Fil-Nas arasını okudu. “Ne var bunda? Yine neyi eleştireceksin, bir de iyi olanı gör, namazın olmuş zaten, Allah kabul etsin" diyebilirsiniz. Namazımız oldu olmasına. Hatta önceki yıllarda hatimle kıldığım namazlara göre erken bitmesi dolayısıyla ne yalan söyleyeyim, bu kıldığım namazlar bana çocuk oyuncağı gibi geldi. Ne zaman başladı, ne zaman bitti bilemedim. Niyetim farklı açıdan bakmaktır. Daha iyi olmasını istemektir.

Malumunuz Kur'an'da 114 süre vardır. Hepsi namazda okunabilir. Namazlarda halkımızın namaz süreleri dediği Fil ile Nas arası okunacak diye bir kaide yoktur. Diğer sürelerden de namaz olacak şekilde ayetler okunmasıdır benim isteğim. Hemen hocamız hafız değilse ne yapsın, diye aklınıza gelebilir. Doğru, hocamız hafız olmayabilir. Eskiye oranla birçok camide görev yapan imam ve hatiplerimizin içerisinde hafız olanların sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Pekâlâ, bu hocamız da hafız olabilir. Camilerde görev yapan din görevlilerinin mesaisi diğer çalışanlardan farklıdır. Mesaileri hem zor hem de çok kolaydır. Toplam icra ettikleri görev itibariyle günlük 2-3 saatlik bir mesai yapmaktadırlar. Namaz vakitlerinin birbirine yakınlığı hesaba katıldığında buralarda görev yapan kişilerin muhitinden uzaklaşabilmeleri mümkün değildir. Yani tüm günlerini görev yaptıkları alanda geçirmek zorundadır bu kişiler. Akşama kadar hem dolular hem de boşlar denebilir. Buralarda görev yapan arkadaşların Kur'an ile hemhal olmaları kadar doğal bir şey olamaz. Nice insanların fakültede okurken okulu dondurup hafız oldukları göz önüne alınırsa demek ki dert edinince oluyormuş bu işler. Üstelik günümüzde daha ortaokul talebesi olan birçok çocuğumuz hafız olmak için hem okul derslerini hem de hafızlık yapmayı bir arada yürütmektedir. Bu şekil hafız olanların sayısı da yine azımsanamayacak kadar çoktur. Haydi, hafız olmaya niyetleri yok, yaşları da geçti diyelim. Kendi tercihleridir, saygı duyarız. En azından namazda farklı ayetleri okumak için Kur'an'dan bazı bölümleri ezberleme yoluna gidebilirler. Arkasında namaz kılan cemaatin farklı ayet dinleme hakkı var diye düşünüyorum. Hele aynı akşam kılınan namazda on dakika ara ile aynı süreyi ikinci defa tilavet etmek bana pek şık gelmiyor. En azından her akşam bir defa Fil-Nas arası okuma, diğer on rekatta da başka ayetler tercih edilebilirdi. Gerçi biz ne söylersek söyleyelim, imam bildiğini okur. Haydi, okumadan geçtim. Niçin 6 rekat kılınıyor. Diyanet İşleri, içimizdeki Şafii Mezhebine mensup olanları da hesaba katarak teravihi her iki rekatta bir selam vermeyi tembihlemiş ise de haydi muhitimizde Şafii yok, o yüzden riayet etmiyoruz denebilir. Niçin dört değil de altı rekatta bir selam veriliyor? Sayın görevli burada kendi içinde tutarlı. Çünkü her dört rekatta bir selam verse 9.10.rekatta okuyacağı Felak ve Nas'tan sonra başa yani Fil süresine dönünce namaz mekruh olur kanaatini taşımış olsa gerek.

Son söz, ben bu kardeşimin yerinde olsam teravihin her bir rekatında farklı bir ayet okurum. Böylece günlük yirmi ayet ezberlemiş olur. 29 gün sonra 580 ayet eder. Kısa günün karı. Hem böylece Kur'an ayında Kur'an ile hemhal olmuş olur. Bu yöntemle 11 ramazan boyunca teravih kıldırmış olsa 11 yıl sonra zaten ister istemez hafız olmuş olur. 29.05.2017

* 31/05/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Yaşlandım diyenlere...

Yaş ilerledikçe hastalıklar artıyor, sıkıntı-dert eksik olmuyor, araç sürme refleksi azalıyor, göz görmüyor, kulak duymuyor…vs. Ama üzülmeyin! Çünkü;

1.Toplu ulaşım araçları bedava artık. Tabii kimliğini gösterebilirsen
2.Küçükler toplu ulaşım araçlarında hemen kalkıp yer verirler.
3.Otobüse binemiyorsan yeni model ulaşım araçlarını bekleyebilirsin, sanki mesaiye mi yetişeceksin. Aracın birinden in, diğerine bin, hem zaman da geçirmiş olursun.
4.Koltuğa oturunca yanındaki gence soru sorup rahatsız etme. Zaten duymaz seni. Onun kulağında kulaklık vardır, müzik dinlemekte. Karşında oturana sormaya kalkarsan o da arkadaşı ile telefonda görüşme yapıyor, konuşmasının bitmesini bekleme! Bitirmez çünkü. Arkandaki ile konuşmaya kalkarsan o da mesaj yazıyor akıllı telefonuyla. Senin konuşmaya ihtiyacın olabilir ama onun sohbete karnı tok. Bir yerin ağrısa da, bir yeri soracaksan sorma. Gençlerin yaptığı zoruna gidiyorsa merkezi bir camiye git, bir cenazeye katıl.
5.Cenazeyi kabre koyduktan sonra sevenlerinin toprak atmak için yarıştıklarını görünce, yaş ne kadar ilerlese de, ağrı-sızı da olsa, oğlan, kız pek gelmese de sen yine yaşamaya devam et, göster kimliğini bin otobüse, tut evinin yolunu, yaşamaya devam et.

Her ne olursa olsun hayat yaşamaya değer… 29/05/2014

Ramazandaki manevi iklim niçin diğer aylarda yok?

Cumadan cumaya doluluk oranına ulaşan camilerimiz teravih dolayısıyla bir ay boyunca yine şenlenmeye devam edeceğe benziyor. Zira yediden yetmişe; kadını-erkeği, yaşlısı-genci camilerdeki yerini aldı ramazanın ilk gününden itibaren. Camilerimizin dolup taşması bir o kadar sevindirici iken bir o kadar da üzücü geldi bana. Neden mi?

Ramazan Müslüman’ı gibiyiz sanki. Nasıl ki belirli gün ve haftalar dolayısıyla bazı günleri daha bir yoğun kutlayıp daha sonra bir sonraki yıla kadar unuttuğumuz  gibi dini de ramazana hapsetmiş görünüyoruz. On bir ay boyunca uzak kaldığımız camilere akın ettik bu ramazan dolayısıyla. Zaman zaman acaba dini mi yaşamaya çalışıyoruz yoksa geleneği mi diye düşünmeden edemiyorum. Çünkü ramazanda kılmak için akın ettiğimiz teravih bildiğim kadarıyla sünnet iken diğer beş vakit namaz farz. Üstelik farz namazları cemaatle eda etmek tek başına kılınana göre yirmi yedi derece daha fazla iken sünnet olan teravihe verdiğimiz önemi maalesef beş vakit namaza vermiyoruz gibi geldi bana. Anladığım kadarıyla sevapta da gözümüz yok. Aslında namazları farzdır, vaciptir, sünnettir diye bir tasnife tabi tutmayı uygun bulmuyorum. Zira namaz namazdır. Hepsi Allah'ın rızasını kazanmak için yapılan birer ibadettir. Sünnet olan bir namaza atfettiğimiz önemi niçin diğer beş vakit namazlara göstermiyoruz? On bir ay boyunca camilerimize uyguladığımız ambargoyu niçin ramazanda deliyoruz? Niçin ramazanda namaza ve camilere gösterdiğimiz ilgi ve alakayı diğer on bir aya da yaymıyoruz? Yoksa bir ay boyunca aldığımız manevi iklim yeterli mi geliyor?  Eğer sünnet namaz ile farz namaz arasında bir ayırım yapmamız gerekiyorsa farz olan namazlara daha bir özen göstermemiz gerekmiyor mu? Bu konuda sorulabilecek soruları çoğaltabiliriz.  

Ne kadar soru sorarsak soralım, dini yaşantı konusunda garip bir ikilem yaşadığımız ortaya çıkmaktadır. Garip yaşantımızı açıklama konusunda TEPAV'ın yaptığı araştırmaya bir göz atalım. “Bu ülkede yaşayanları % 75’i kendini dindar görüyor, % 70’i oruç tutarken beş vakit namazını düzgün bir şekilde kılanların oranı ise % 42’ler civarında” kalıyor. Dikkat etmişseniz oruç tutanlar ile namaz kılanların arasında % 30’lar civarında bir uçurum var. Oruç ve namaz yine Allah’ın emrettiği iki fariza iken farzın birine gösterdiğimiz özeni diğerine göstermiyoruz. Acaba millet kendine kolay geleni mi seçiyor desek? Öyle değil. Çünkü namaz kılmaya göre oruç tutmak daha bir zor ibadet. Benim bu araştırma sonucundan anladığım vatandaşımızın tercihi dini bir yaşantıdan ziyade toplumda yaşayan geleneklere bir uyum şeklinde tezahür ettiği şeklindedir.

Yazımızdan diğer beş vakit namaza önem vermeyenlerin teravih kılmaması, yine namaz kılmayanların oruç da tutmamasını kastettiğim anlaşılmasın. Birini yapmayan diğerini de yapmasın demek istemiyorum. Sadece yaşantımızdaki çelişkiye dikkat çekmektir niyetim. Dikkat çekerken teravih namazı kılarak ve oruç tutarak nasıl ki şeytanın bacağını kırabiliyorsak bu bacak kırma işini sadece bir aya hapsetmeyelim, tüm bir yıla yayalım. Ramazanlık Müslüman olmayalım. Camilerimiz diğer on bir ay garip kalmasın. Ramazanda gösterdiğimiz toplumsal refleksi diğer aylara da yayalım.

Ramazanda gösterilen dini duyarlılık ve yaşantının diğer aylara niçin sirayet etmediği bilimsel inceleme ve araştırmaya muhtaçtır.  Acaba ramazandaki bu manevi iklimin "Ramazan ayı girdiğinde cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır." şeklinde Buhari ve Müslim’de rivayet edilen hadisle bir ilişkisi var mı? Bakarsın TEPAV bu konuda da bir araştırma yapar. 29/05/2017



28 Mayıs 2017 Pazar

Camileri mesken edinmiş güney müftüleri *

Cuma akşamı teravihe gitmek için evden çıktım. Nerede kılayım derken daha önce gitmediğim bir camiye yöneldim. Caminin alt kat dolu olduğu için üst kata çıktım. Ezanın okunmasına beş dakika vardı. İmam ramazanla ilgili vaaz veriyordu. Yanıma yirmi-yirmi beş yaşlarında bir genç oturdu. İmam vaazını noktalarken ezan da bitmişti bu arada. Yatsının ilk sünnetini kılmak için ayağa kalkmaya davrandığımda yanımdaki genç moralimi bozdu. Bugün size bu sinir edici hareketten bahsetmek istiyorum.

Namaza kalkarken yanımdaki genç bana doğru eğilerek “Bu şekil gömleği kıvırmak ve kısa kol ile namaz kılmak mekruh” dedi. ‘Ne demek istiyorsun? Başka işin yok mu senin, git işine’ dercesine elimle işaret ettim. Bana “Sen bilirsin, benden söylemesi” dedi. Bir daha da bana karışmadı. Birlikte yan yana namazımızı kıldık. Namaz arasında ceketini çıkardı gencimiz. Acaba kendi gömleğinin kollarını kıvırmış mı diye dikkat ettim. Gömleğinin kollarını kıvırmamıştı gencimiz. Benden başka gömleğinin kolunu kıvıran var mı diye safın sağına soluna ve arkaya göz attım. Aynı bölümde birlikte namaz kıldığımız kişilerin yarıdan fazlası gömleğinin kollarını ya benim gibi kıvırmış ya da kısa kollu idi. Garibim hangi birini düzeltecekti bir ramazan boyunca… Keşke düzeltmeye ilk önce kendinden başlasa. Çünkü tahiyyattan kalkarken elleriyle yere destek vererek kalkıyordu. Bildiğim kadarıyla bu şekil kalkış da mekruh olsa gerek. Ayrıca namaz takkesi diye başına giydiği takke de öyle zannediyorum “Made in Chine” yazılı idi.

Niyetim gencin hatasını aramak ve bulmak değil. Olay basit olmaya basit ama moral bozucu cinsten.  Bu türden kişilere zaman zaman camilerde rastlamak mümkün. Camilerde yaşlıların olur olmaz çoğu şeye karıştığını biliyordum da gençlerin rastladığına pek şahit olmamıştım.
***
Lisede okurken gittiğim caminin imamı namaza gelemeyeceği zaman namazı kıldırmam için bana tembih ederdi. Ben de ezanı okuduktan sonra elime sarığı-cübbeyi alır, sünnet kıldığım yere koyardım. Namaz kıldırmaya ehil birkaç kişi vardı camiye gelen. Onlardan biri gelirse sarığı-cübbeyi onlara teklif etmekti niyetim. Yine bir gün sarığı ve cübbeyi namaz kıldığım yere koydum, yaşlı bir amca geldi yanıma ve kendinden emin bir şekilde, “Bu sarığı ve cübbeyi giy. Çünkü bunlar yere konmaz” diyerek bu giysilerin önemine işaret etmişti. Yine bu tipler başı açık ve çorapsız namaz kıldığına karışırlar. Camide namaz harici bağdaş kurmana, küçük çocukların ön saflara durmasına, çocukların gülüşmelerine ve konuşmalarına da müdahale ederler. Çocuklar namaza gelmez olduğunda da “Çocuklar camiye gelmez oldu” serzenişinde bulunurlar.

İlk teravihe bismillah derken bana gömleğin kolunu kıvırmanın mekruh olduğunu söyleyen gencimiz başta olmak üzere camide kendince irşat görevinde bulunan kişilerin samimi olduklarından şüphem yok. Çoğu da iyi niyetli bunların. Fakat dinden bir kural gibi söyledikleri furuatın furuatı olsa gerek. Keşke şekle önem verdikleri kadar öze dair bir şey söyleseler. Sonra söyleyecekleri ortamı önce bir test etseler. TEPAV’ın yaptığı araştırmaya göre bu ülkenin yüzde 42’i düzenli bir şekilde beş vakit namazını kılıyormuş. Keşke bu tipler namaz kılanlarla uğraştıkları kadar namaza gelmeyen kişilere karşı bu uyarı görevlerini yapsalar. Şekle ve giysiye önem verdikleri kadar kıldığımız “Namaz bizi hayasızlık  ve kötülüklerden –niçin- arındırmıyor?” diye düşünüp bunun üzerine kafa yorsalar… Ayrıca kişileri düzeltmeden önce o kişileri iyi bir şekilde tanımalarında fayda var. Bu işlerde usul-metot ve zamanlama  önemli.

Ben camilerde olur-olmaz uyarı görevi yapan bu tiplere ‘Güney müftüleri’ diyorum. Üzerlerine vazife olmadığı halde olur olmaz her şeye karışırlar. Madem çok hevesliler, keşke düzeltme işine ilk önce camilerin ön saflarında boş yer olduğu halde en arkada duvara bitişik saf tutan kişilerden başlasalar. Zira camilerde en önemli sorun bunlar. Başkasının saflardaki boş yere geçmesini engelleyen problemli tiplerdir bunlar. 28/05/2017

* 29/05/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

25 Mayıs 2017 Perşembe

"İlklerin okulu"

Her okulu diğer okullardan farklı kılan yönler vardır. Okullar da bu yönleriyle övünür durur. Şimdi size "İlklerin okulu" olmakla ön plana çıkmış bir okulun diğer okullardan farkını ortaya koymak istiyorum ki çalıştığınız okulda ufkunuz açılsın. Bu kıyağımı da unutmayın.
1.Öğretmenler kurulu toplantısında öğretmenin görüşüne pek yer verilmez, idare kendi planını önceden yapar, kuralları hızlı bir şekilde okur ya da söyler, ardından toplantıya son verilir. Yapılan kıvrak eğitim yerini uzun istirahate bırakır.
2. Her bir şube rehber öğretmeni aynı zamanda okulun yardımcısının yardımcısıdır. Okul her türlü işini sınıf öğretmenleri vasıtasıyla yapar.
·         Sınava gelmeyen öğrenci için dilekçeyi ders öğretmeni idareye değil, sınıf öğretmenine verir. Sınıf öğretmeni veliyi arar, öğrencinin sınava girmesini sağlar.
·         Kazanım değerlendirme sınavları parasını, okul katkı payını, okul kermesi için sınıfından toplanacak parayı...sınıf öğretmeni toplar.
·       Sürekli devamsızlık yapan öğrenciyi okul idaresine sınıf öğretmeni bildirir. Çünkü okul idaresi sürekli devamsızlık yapan öğrenciyi ilçeye bildirecektir.
·    Öğretmen kullanacağı fotokopi kağıdını evinden getirir, çekeceği fotokopiyi okul idaresinin verdiği şifre ile makineden çeker. Öğretmen fotokopi parasını ya sınıfından toplar, ya da cebinden öder.
3.Müdür yardımcısı girmesi gereken derse çoğu zaman girmez, öğrencileri okulun altını üstüne getirirken o ekranın başında kendini işine kaptırır.
4.Nöbetçi müdür yardımcısı, boş geçen dersler için öğretmen görevlendirmesi yapacağında gördüğü nöbetçi öğretmene "Boş musun" diye sorarak görevlendirmesini yapar.
5.Sabahleyin okula sadece nöbetçi olan idareci gelir. Diğerlerine ihtiyaç duyulmaz. Çünkü bu iş yetenek meselesidir. Beş kişinin yapacağını tek kişi halleder.
6.Nöbetçi müdür yardımcısı odasında pek durmaz. Çünkü durduğu zaman gelen taleplerin ardı arkası kesilmez.
7.Okulun açtığı takviye ve yetiştirme kursu için öğrencinin gelip gelmediğinin kontrolü yapılmaz, kursta görevli idareci odasından dışarı çıkmaz.
8. Öğretmenle istişare yapılmaz. Tüm işler A takımı ile yürütülür.
9. Okula yeni gelene hoş geldin denmez. Hoş geldin diyenin sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
10.Okul iletişime kapalıdır. Derdi olan, içi dolan meramını okulun whatsapp grubuna boşaltır.
11.Öğretmenle daha çabuk haberleşmek amacıyla kurulan whatsapp çoğu zaman geyik muhabbetine döner, kırılan ve alınan tepki göstererek gruptan çıkar, birkaç gün sonra whatsapptan sorumlu idareci gruptan çıkan kişileri yeniden ekler, tekrar çıkanı tekrar ekler.
12.Personelden birinin hastalığı, bir yakınının vefatı ortak whatsapp grubundan biri tarafından haber verilirse veya okulun göğsünü kabartacak bir başarı paylaşılmışsa whatsapp “Geçmiş olsun, başınız sağ olsun, tebrikler…” ile dolar. Her bir kişi yazar, ilgili kişi de cevap verir. Kimsenin aklına özelden arayayım, ya da özelden mesaj yollayayım gelmez. Sen de bu durumda her gelen bildirime “Acaba önemli bir durum var mı” diye bakmak zorundasın.
13.Okulun yapacağı kazanım değerlendirme sınavları daha önceden planlanmaz, planlansa da öğretmenin haberi olmaz. Merak eden öğrencilerden haber alır.
14.Bazı idarecilerin yanına herhangi bir iş dolayısıyla vardığında kafasını kaldırıp “Ne istiyorsun, buyurun sayın hocam, hocam lütfen oturur musunuz” gibi kelimeleri duyamazsın. Sen ayakta durdukça onun egosu tavan yapar. Devir o devir değil ama utanmasa tek ayak üzerinde durduracak.
15.Dönem sonunda toplantıda söylendiği şekilde sınav analizi vermek için ilgili yardımcıya teslim etmek için gittiğinde “Bu ne hocam, bunu niye getirdin, bunu kim istedi, ben böyle bir şey istemedim…” sözlerini de duyarsan hiç garibine gitmesin.
16.Personeli nöbet tutup tutmadığını kontrol için dolaştığında çok resmi olur, asla selam vermez, kolay gelsin demez. Çünkü resmi bir iş icra ediyor. Ayrıca kolay gelsin dense belki personel şımarır. Öyle ya burada devlet yönetiliyor, devlet dediğin ciddiyet ister. Sonra öğretmen milletine çok güler yüz göstermemek gerekir.
17.Nöbetin esnasında tuvalete gitmen, öğrencinin sorduğu soruya cevap vermen, onun problemini çözmen, sınıfta ya da öğretmenler odasında oyalanabilirsin. Şayet tutanağa razı isen. Sonra tutanak her kişiye tutulmaz. Gücünün yettiği, dişini geçireceği kişiye tutulur.
18.Okulda herhangi bir duyuru yapılacağında teneffüs saati beklenmez. Duyuru duyurudur. Aynı anda tüm okul, “42 BSK … araç sahibi aracınızı bulunduğu yerden çekiniz.” şeklinde bir anonsla karşılaşır. Yöneticiliği yanında trafik polisinin görevi de yapılır.
19.Okulda etkinliğe ayrı bir önem verilir. Yapılan kermeslerde ve okula getirilen zıp zıplarda ders işlenmez.

İlklerin okulunu anlatmak bu kadarla sınırlı değildir. Bunu anlatmak için ne kelimeler ne de cümleler yeter. Say say bitmez. Ancak yaşayan bilir. 24/05/2017

Not:Hakkını yemeyelim. Görevini çok iyi yapan, güler yüz gösteren, odasına vardığın zaman çay ikram edeyim diyen, halini-hatırını soran idarecileri de var. Tabii bu tipler ilklerin okulu olmayı bozan aykırı tiplerdir.



23 Mayıs 2017 Salı

Oruca başlamak pazartesi sendromu gibidir *

Yapılan istatistiklere göre bu ülkenin yaklaşık yüzde yetmişi oruç tutuyormuş. Yüzde otuz oruç tutmayan az bir rakam değil. Daha fazla bekliyordum bu ülke insanının oruç tutma oranını. İsteyen tutar, isteyen tutmaz. Herkes kendi azığını hazırlar bu dünyada. Göğsümüzü gere gere "Bu ülke insanının yüzde doksan dokuzu Müslüman" deriz. Gönlüm, mazereti olmadığı halde oruç tutmayanların sayısının azalması. Umarım  oruç tutmayanların kahir ekseriyetinin oruç tutmamada önemli bir mazeretleri vardır. 

Malumunuz 27/05/2017 on bir ayın sultanı ramazanın ilk günü. Baştan söyleyeyim yaz dönemine gelen bu oruçları tutmak  zor mu zor olacak. Zira 16 saatten fazla oruçlu olacağız. Orucun bu zorluğu açlık ve susuzluk değil; psikolojiktir, bir sendromdur. Tıpkı çalışanların, öğrenci ve öğretmenlerin çoğunun  hafta sonu tatilinden sonra pazartesi günü işe veya okula gitmeden önce daha pazar günden başlayan pazartesi sendromu gibi. Bu tipler tatil rehavetinden sonra iş ve okula gitme sıkıntısı çekmektedir. Bu sıkıntı da beyinde başlayıp beyinde biten bir şeydir, rahata alışan vücudun hizaya gelmek istemeyişidir. Pazartesi günü gelip iş veya okula gidildiğinde bugünün de diğer günlerden bir gün olduğunu, okul veya işe gelmenin kıyametin sonu olmadığını anlamaları fazla uzun sürmez. Hemen haftanın ilk iş gününe uyum sağlarlar. Oruç da böyledir. On bir ay boyunca yediği önünde yemediği arkasında olan, istediği zaman yiyen, istediği zaman içen, ağzı sürekli açık olan bir insanın yemeden, içmeden kesilmesi ve şehevi arzulardan belirli saat uzak kalması, nefsin-vücudun kolay kabul edebileceği bir şey değildir. Nefis, "Sıcaklar bastıracak, işlerin ve derslerin tam yoğun olduğu zaman, üstelik hayat memat meselesi olan sınavın da var, dersine-işine kendini tam veremezsin, açlık önemli değil de ya susuzluk. Haydi, bunları da geç; sigara içiyorsun, nasıl tahammül edeceksin o kadar saat içmemeye? Üstelik vücudun da zayıf, sen nasıl dayanacaksın tüm gün boyunca? Eğer illaki tutmak istiyorsan kışın kısa günlerde tut bari…" şeklinde dürtmeye başlayacak. İnsana sağından yaklaşacak, olmadı soluna geçecek, sonra damarlarındaki kanın dolaştığı gibi içine girecek. İnsana iyi niyetle yaklaşan bu fısıltılar  insanı yoldan çıkarmayı hedeflemektedir. Yeter ki insanoğlu nefsinin emrine dinlemiş olsun. Zaten onun sözünü bir defa dinledi mi arkası gelir. Hele işlerin yoğun, kışın kısa günlerde kaza edersin sözü yabana atılacak gibi değil. Allah’ın günü mü biter. Tamamen insanı ikna etmeye dönük mazeretler. Bir defa esir aldı mı arkası gelir durmadan. Çünkü nefsin görevidir. Yusuf peygamberin dediği gibi “Nefis, kötülüğü emreder,” durmadan.

Öğrenci, öğretmen ve çalışanların çoğu, pazartesi sendromu yaşıyorlarsa oruç tutmak isteyenlerin ekseriyeti de orucun ilk günü hatta günler öncesinden başlayan oruç sendromu yaşarlar. İlk gün nefsinin esiri olmayıp orucunu tutan arkasını getirir ve tüm bir ayı oruçlu geçirir. İlk günden sonra vücut alışmaya başlıyor. Akşam olunca da açlığı ve susuzluğu çok çekmediğinin farkına varır. Orucun korktuğu kadar zor olmadığını görür, boşu boşuna sıkıntı etmişim demeye başlar. Sorun, orucun zorluğundan ziyade beyni, vücudu oruç tutmaya hazır etmektir, işi beyinde bitirmektir. Orucu beyninde bitiremeyenler kolay kolay oruç tutamazlar, tutsalar da oruç, kendilerine dağ gibi görünmeye devam eder. Bu durum anlamadığı dersi zor diyen öğrencinin durumuna benzer. Anlamam dedikçe o dersten uzak durur. Anlamak için dersin üstüne üstüne giderse zor dediği dersin çok da zor olmadığını kısa zamanda anlamış olur. Hasılı, oruçtan korkmayalım, işi beyinde bitirmeye çalışalım, nefse dizginleri kaptırmayalım, hele daha sonra kaza edersin kandırmacasına aldanmayalım.

Haydi, nefsimize galebe çalamadık, onun emrine girdik diyelim. Nasıl ki borç yiyen kesesinden yiyorsa oruç tutmayan da hanesine yazdıracağı sevaptan feragat eder. Dinin oruç tutmayabilirler diye mazeret olarak saydığı gerekçenin dışında oruç tutmak istemeyenlerden istediğimiz; Allah’ın bildiğini kuldan saklasınlar, toplum içinde oruçlu gibi görünsünler. Yiyip içeceklerse gözden ırak bir ortamda yesinler içsinler. Herhalde çok zor bir şey istemiyoruz.

Herkese hayırlı ramazanlar! 22/05/2017

* 27/05/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




22 Mayıs 2017 Pazartesi

Halkın yeni dönemden bekledikleri *

16 Nisan itibariyle Türkiye, yıllardır uyguladığı parlamenter sistemini bırakarak partili cumhurbaşkanlığı seçimi için evet dedi. Her ne kadar sistem değişikliği tamamen 2019 seçimlerinden sonra yürürlüğe girecek olsa da Cumhurbaşkanının partisine üye olması ve genel başkan seçilmesiyle birlikte şimdiden yeni sisteme girmiş sayılır ülke.

Yeni sistem ülkeye ne getirir ne götürür? Zamanla hep beraber göreceğiz. Yeni sistemi isteyenler parlamenter sistemdeki aksaklıklara işaret ediyor, cumhurbaşkanlığı sisteminin daha iyi olacağını ifade ediyorlardı. Sistem değişikliğinin ülkenin yararına olacağı inancıyla halkımız isteyenlerin muradına olacak şekilde bu yeni sisteme geçit vererek görevini yaptı. Şimdi sırada yeni sistemi isteyen ve uygulayacak olanlardan halkın beklentileri var. Birlik-beraberlik ve toplumsal barış ortamının sağlanması için halkın beklentilerine cevap verilmesinde fayda vardır. Nedir o beklentiler?

1.PKK, DAEŞ, FETÖ gibi ülkemize kasteden, bağımsızlığımıza göz diken ve çok canlar yakan terör örgütlerini yok etmek için devletin kalıcı tedbir ve uygulamalara yer vermesi,
2.Üretime dayalı bir ekonomiye geçilmesi, piyasada ekonomik canlanmanın sağlanması, ekonominin sağlam temellere dayandırılması, 
3.Kamuya personel, öğretmen ve idareci alımında ahbap-çavuş görüntüsü veren sözlü mülakat uygulamasından vazgeçilmesi, yerine objektif ve ölçülebilir merkezi sınav sisteminin yürürlüğe konması, sınavı geçen adayların kim ve neci olduğunu araştırmak için güvenlik soruşturmasına yer verilmesi, güvenlik soruşturmasından temiz çıkan adayların göreve başladıktan sonra görevini ihmal edip etmediğinin denetlenmesi,
4.Suçluyla mücadele ederken suçlu-suçsuz ayrımının iyi yapılması, bu konuda hata yapılmaması; masumların zan, iftira vb töhmet altında kalmaması ve mağduriyete uğramaması için görev yapanların kazı çalışması yapan bir arkeolog hassasiyeti içerisinde olması,
5.Adalet mekanizmamızın hızlı işlemesi, verilen ceza ve salıvermelerde kamu vicdanının  "Adalet yerini buldu" diyecek şekilde rahatlatılması, sapla-samanın iyi ayırt edilmesi, adalet duygusunun sulandırılmaması, tuzun kokutulmaması,
6.Kamuda azami tasarruf bilincinin sağlanması; karşılama, izzet ve ikramlarda israftan kaçınılması, kamu malının yetim malı olduğu bilincinin olması,
7.Eğitim ve öğretime bir neşter vurulması, ders saatlerinin ve ders çeşitlerinin azaltılması, öğrenci ve velinin okul ortamı dışında kurs, etüt, özel derslere ihtiyaç duymamasının sağlanması, eğitim ve öğretimde tam gün yasasının çıkarılması, öğretmene performans sisteminin getirilmesi, sınav odaklı bir başarı kriterinden süreç odaklı bir sürece geçilmesi, ölçülebilir kriterlerle öğrencinin sınıfta kalması; eğitim ve öğretimde, öğretime verilen not kadar davranışa da not verecek bir sistem uygulamasına geçilmesi, 
8.Milli Eğitimde sık yönetmelik değişikliğinden vazgeçilmesi, çok yönlü düşünülerek çıkarılan yönetmeliğin daha uygulamaya geçmeden değiştirilme yoluna gidilmemesi, özellikle idareci atama yönetmeliğinin sezonluk değiştirilmemesi, liyakat ve ehliyete dayalı sistemin getirilerek zamana, zemine, kişilere göre değişiklik yoluna gidilmemesi,
9.Kamu adına verilen ihalelerde ve yönetici atamalarında ihalenin hep belli kişi ve zümreye ait kişilerde kalmayacak şekilde bir sistemin getirilmesi,
10.Dış politikada mesafe alabilmek için diklenmeden dik durmanın yanında kazan kazan politikasının benimsenmesi, ilişkilerde diplomatik dilin kullanılması,
11.Farklı görüşlere tahammül edilmesi, istişareye önem verilmesi…
Gördüğüm kadarıyla halkın beklentisi  bayâ çokmuş… Bir oy verdi ya, ister de ister! Neyse atalarımız ne demiş: “İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara.”

Yeni sistemin ülkenin yararına ve halkın isteklerine cevap verecek şekilde hayırlı olmasını temenni ediyorum.  22/05/2017

* 24/05/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Konya düğünlerine dair

-Konya düğünlerine en fazla sevinenlerin züccaciyeciler  olduğunu, 
-Düğünde hediye olarak gelen mutfak eşyası ile bir zuccaciye dükkanı açilabildiğini, 
-Züccaciye dükkanı açamayanların gelen borcam, tepsi, çaydanlık vs eşyayı çatıya koyduğunu,
-Çatıya konan eşyanın ambalajı açılmadan başka bir düğüne hediye olarak götürüldüğünü,
-Düğüne gelen eşyanın yazıldığını,
-Yemeklerin ortak yendiğini,
-Yemek yiyenlerin arkasında yemek yemek icin ayakta sıra beklendiğini,
-Yemede asl olanın karın doyurma değil göz doyurma olduğunu,
-Yemeğin genelde yetmediğini, 

-Düğünden önce ne zaman pilav yiyeceğiz dendiğini,
-Yemekte pilavın ne kadar etli olduğuna bakıldığını,
-Düğün sahibinin ecel terleri döktüğünü, 
-Büyük konvoyların oluştuğunu, büyük tehlike saçtığını, ölümüne araba kullanıldığını, korna sesleriyle insanların rahatsız edildiğini, kırmızı ışıklarda geçildigini, damat arabasinin önünün kesildigini... vs

biliyor muydunuz? 22.05.2014

Allah'a borç vermek


İhtiyaç sahibi birine borç vermek, Allah’a borç verme olarak değerlendirilir. Bu şekilde borç vermenin ecrini Allah’ın kat kat artıracağı Bakara 245’de belirtilir.

Allah kimseyi borç ister duruma düşürmesin. Düştüğü zaman da borç isteyebileceği dostlarından eksik etmesin.

Borç isteyen de borcunu zamanında vermelidir. Günü gelip borcunu ödeyemeyecek olan durumunu anlatıp ek süre istemelidir. Borcunu zamanında ödemeyen, telefona çıkmayan, gelip derdini anlatmayan dostluğu kaybeder, itibarını zedeler, tekrar borç isteme yüzü olmaz. Üstelik yarın gerçek ihtiyaç sahibi borç istediği zaman, insanlar bu da ödemez diyerek borç vermezler. Maalesef zararı sadece kendisine değildir.

Verilen borç, ne alacaklıyı öldürür, ne de verecekliyi ondurur. İnsanların güveni kalmaz. Bildiğiniz gibi münafığın alameti 3'tür: Konuştuğunu zaman yalan konuşur, söz verir sözünde durmaz, emanete ihanet eder. Bu özelliklerin tamamı kendisinde olan münafık olur. Kendisinde bir tanesi olan % 33 münafık olur.

Borç alanlar, gelin itibarinizi zedelemeyin. Borç vererek sevap umanları günaha sokmayın, ileride mağdur olup borç isteyeceklerin önünü kapamayın..
.
Allah sıkıntısı olanların sıkıntısını gidersin, borçlulara borcunu ödeme azmi ve gayreti versin, borç verenlerin borç verme isteğini yok etmesin.


Her şeyden önemlisi de borçlar zamanında verilmezse kimsenin kimseye, Müslüman’ın Müslüman’a güveni kalmaz. 22/05/2014

20 Mayıs 2017 Cumartesi

"Kıçı kırık"

79 yılından beri tanırım onu. Kendisini hem alanında hem de alanı dışında yetiştirmiş biridir. İlgi alanına girmediği konu yok. Gidip görmediği yer yok. Yerinde durmaz, dursa da susmaz. Yüksek sesle konuşur, her konuda bilgisi var, tanımadığı insan yok. Dini bilgisinin yanında aynı zamanda iyi bir hatiptir.

Din alanında lisans mezunu olmakla beraber aktüalite, siyaset, yönetim, sosyal olaylar, spor, teşkilâtçılık vb. her tarakta bezi var. Tartışmayı sever. Tartışmalarda susturamadığı adam yoktur. Karşısındaki dişli biri de olsa yenildiği vaki değildir. En aciz kaldığı durumlarda sesi imdadına yetişir. Tartışmasını dinleyen az sonra kavga edecek sanır. Bedenen güçlü olmasına rağmen kavgada yer almaz. Ama muhatabını konuşmasıyla mat eder, rakibini dövmekten beter yapar. Tek istisnası var, lisede lavaboda birinden dayak yemiştir. Bu da, dövenin cehaleti tabii. Dua etsin o kişi. Kavga wc'de olmuş. Zira bizim değerlerimizde wc'de konuşmak yoktur. Yoksa bağırış, çağırışıyla okulu oraya yığar, kıyameti koparırdı. Dayak atan vurduğuna vuracağına pişman olurdu.

O kişiyle dün akşam yine beraberdim. Nice zamandır agresifliğine şahit olmamıştım. Kaç kişi zaptedemedik. Kah öne doğru yürüyor, kah görevlilere işaret ediyor, kah sağa-sola cevap veriyor, herkese homurdanıyor. Ağzından sık sık "İki tane kıçı kırık için bu kadar millet mağdur" sözü çıkıyordu. Kıçı kırık sözünü çok duydum ama onun ağzından pek duymamıştım. Anlamaya çalıştım bunun derdi ne diye. Tüm derdi bu akşam TV'de "Payitaht" isimli Abdülhamit'i anlatan bir dizi varmış, kendisini onu izlemek için  hazırlamış. Öndeki kıçı kırık dediği iki kişi ondan önce davranarak TV'den GS-Osmanlıspor Super lig maçını izlemeye başlamışlar. Kimse zaptedemedi onu sinirinden. İlk yarının sonuna doğru maçın sesini veren hoparlöre sabotaj yaptı onun bir arkadaşı, içimizdeki en masum görüneni...Ya sesten ya da görevlilerin o "iki kıçı kırığa" başka bir alternatif sunması sonucu adamlar kalktı gitti. Meydan bizimkine kaldı. Onun istediği kanal açıldı. Mutluluğuna diyecek yoktu.  Bir defa daha zafer kazanmış bir komutan edasıyla dizisini izledi.

O dizisini izlerken ben de filmi izler gibi yaptım. Sanal medyadan yazılar okudum. Biz izlemesek de olur. Önemli olan onun mutluluğu idi. O mutlu oldukça ondan daha fazla biz mutlu olduk.

Sabahleyin şu kıçı kırık kelimesinin anlamına bakayım dedim, "önemsiz, değersiz" anlamına geliyormuş. Bizim ki dizisine kavuşurken ben de zaman zaman duyduğum, anlamının kötü bir şey olduğunu sandığım kıçı kırık kelimesinin ne anlama geldiğini öğrenmiş oldum. Öğrenmenin yaşı yok, biliyorsunuz.

Siz siz olun bu arkadaş evinize gelirse ve o gün cuma ise ve tv'de de payitaht dizisi varsa lütfen kumandayı eline verin ya da "Efendim, bakmak istediğiniz bir kanal var mı?" diye sorun. Emniyet ve can güvenliğiniz açısından ayrıca hakaret yememeniz bakımınından böyle yapmanızda fayda var. Yok ben maç izlerim, kumanda bende derseniz kıçı kırık olmayı kabul etmek zorundasınız. Unutmayın, cuma akşamları payitaht dizisi olduğu zaman lütfen elinize kumandayı almayın. Haydi aldınız. O zaman açacağınız kanalı biliyor olmalısınız. Benden size söylemesi... Başka dizisi var mı izlediği? Onu da bilmiyorum. Biz şimdilik sadece payitahtı öğrendik.

Kim bu adam? Adı ne diye merak edebilirsiniz. Kim olması önemli değil, biliyorsunuz bizim kişilerle işimiz yok. Yaşını bari söyle derseniz 50 yaşında 5 çocuk babası...20.05.2017

19 Mayıs 2017 Cuma

Okul yararına yapılan kermesler

Okulların yıl sonunda yaptıkları vazgeçilmez etkinliklerinin başında okul yararına düzenlenen kermesler gelir. Okullar her şeyden vaz geçer ama kermesten asla. Çünkü paraya ihtiyacı olan, borçlanan okulların borçtan kurtulmak için başvurdukları bir etkinlik türüdür. Hızır gibi yetişir okul yönetiminin imdadına.

Okullar sıfır maliyetle gelir elde etmek için öğrenci, veli ve öğretmenleri harekete geçirir. İşin yükünü öğretmenler özellikle sınıf rehber öğretmenleri çeker. Sınıf öğretmenlerinin sermayesi de öğrenci velileridir. Her bir sınıf daha önceden kendilerine kalan ihalenin altından kalkmaya çalışır. Kimine içecek, kimine pasta, kimine börek vs içecek ihale edilir. Annesinin gönlünü yapan evinden bir şeyler yaptırır gelir. Annesinden yüz bulamayan öğrenci soluğu babasının yanında alır. Babasının cebine göz diker. Öğretmeninin istediği parayı alır, öğretmenine teslim eder.

Günler öncesinden başlayan hazırlıklar bitirilir ve kermes günü gelir çatar. Ortam hazırlanır. Kermeste satılacaklar satışa sunulur. Satışta gönüllü veliler ve zorunlu öğretmenler görev alır. Ailesinden parayı kapan öğrenciler sabahın ilk saatinden itibaren alışveriş kuyruğunda yerini alır. Öğrenci parasını bitirinceye kadar alır. Gün onundur artık. Nasılsa ders de yapılmaz. Çanta yok, kitap yok. O güne has olmak üzere okul forma serbestliği de olur. Öğrencinin mutluluğuna diyecek yoktur. Para zaten gani. Yediği önünde yemediği arkasında.

Okulun öğretmen ve hizmetlileri okula gelir getirsin diye kermes sonuna kadar hummalı bir çalışma içerisine girer. Hizmetli temizlediği sınıftan, öğretmen girdiği dersten daha fazla yorulur.

Kermeste herkes okula gelir getirsin diye çabalarken okul yönetimi ne mi yapar? Davet ettiği protokolu karşılama derdindedir. Kısa bir açılıştan sonra misafirler kendileri için ayrılmış salona alınır ve daha önce hazırlanan mükellef kermes sofrasına oturtulur. Okul yararına olacak diye öğrenci ve veliden lütfen getirtilen yiyecekler protokola peşkeş çekilir, pardon ikram edilir. Gelen protokol karnını doyurduktan sonra "Hayırlı olsun" diyerek bir bir ayrılır. Giderken elini cebine atar mı? Çorbada bizim de tuzumuz olsun, denir mi bilinmez. Zaten kimse de onlardan bir şey beklemez. Lütfedip gelmeleri  okul yönetimi için bir lütuftur. Kimse onlardan para beklemez. Öğrenciden gelecek gelir onlara yeter de artar bile. Sonra gelir önemli ama amirleri ve protokolu hoş tutmak ve memnun etmek daha önemli. Ayrıca taş atıp elleri mi yorulacak, sermayeden mi gidecek?

Kermeslere gelen üst düzey etkili ve yetkili kişiler görünür gider. "Sayın hocam okulunuzun durumu nasıl, eğitim düzeyiniz ne durumda, kermes eğitim ve öğretimi olumsuz etkiliyor mu? Çocuklar derse niçin girmiyor" denmez. Çünkü zaman o zaman değildir. Şimdi mesele boğazlar harbi ve gönül almadır. Zira düğün evinde oynanır, cenaze evinde ağlanır.

Kermeslerin vaz geçilmez protokolünden biri de STK yetkilileridir. Üye ziyaretlerine zaman bulamayan STK'lar yönetim kuruluyla birlikte tam kadro davette yerini alır. Sorun vakitte değil ikramda diyeceğim ama bu da çok kötü kalpli olduğumu gösterir. En iyisi içimde kalsın.

Prokotol en güzel şekilde karşılanmış, ağırlanmış, annelerin hayrımız olur diyerek yaptığı el emeği göz nuru nevaleden ikram edilmiş ve sorunsuz bir şekilde uğurlanmıştır. Satışa çıkarılmış yiyecekler tükenir, öğrenciler evine yollanır. Öğretmenlere kuru bir teşekkür edildikten sonra satıştan elde edilen paralar öğretmenin önünden alınır ve idare odasına geçilir, paralar sayılır ve harcanmak üzere okulun hesabına yatırılır.

Bu seneki kermes bitmiştir artık. Evli evine köylü de köyüne gider. Artık gözler önümüzdeki yılın kermesine dikilir ve iştahlar bir yıl sonrasına saklanır. 19.05.2017