30 Mart 2025 Pazar

Yürüme Üzerine Muhabbetler

Yürümeyi çok sevdiğini söyleyen bazı kişilerden işittiğim sözler:

Yürümeyi çok severim ama vakit yok. Ah bir vaktim olsa...

Yürümeyi çok severim ama dizlerim ağrıyor.

Yürümeyi çok severim ama hava çok sıcak olmayacak, çok soğuk da olmayacak; kar, tipi, yağmur, yağış ve rüzgarlı olmayacak.

Yürümeyi çok severim ama yürüyünce terliyorum. Üstümü değiştirmem gerek. Bu yüzden yürümüyorum.

Yürümeyi çok seviyorum. Yalnız yürüyünce ayağım acıyor.

Yürümeyi ben de seviyorum ve yürüyorum. İşte çalışırken akşama kadar şu kadar adım atıyorum.

Yürümeyi sevenlerin yanında bir de yürümeyi sevmeyenler var:

Nefret ederim yürümekten. İmkanım olsa tuvalete bile arabayla giderim.

Niye yürüyeceğim? Yazık değil mi ayaklarıma?
Kim yürüyecek? Ekmek almaya bile arabayla gidiyorum.

Bir de yürümeyi gerçekten sevenler var. Bunlar;
Ama, fakat, lakin demeden, yürüme edebiyatı yapmadan yürüyenler. Yürümeyi günlük rutin işlerinden görenler. Yürümekten üşenmeyenler. Bir bakmışsın bunları, yollarda ve parkurlarda. Sabahın erken saatinde yürüyüş yollarında ter atarken görürsün. Ter attıkça mutlulukları yüzlerinden okunur bunların. Çünkü yürümek günlük iştir onlar için.

Yürüme üzerine muhabbetler kiminde sözel kiminde fiili bu şekilde devam eder gider. Şu var ki göbeği çıkmış, göbeğinden ayaklarını göremeyen, aşırı kilo ve göbekten dolayı taharetini yapmakta zorlananlara yürümek elzemdir. Buna farzı ayn diyebiliriz. Bunların hiç mazeret üretmeden yollara kendilerini vermeleri gerekir. Çünkü yarın ayaklar çekmemeye başlayınca ve hastalıklar bir bir baş gösterince yürümek isteseler de yürümek onları bırakır.

Beyhekim Hastanesinde Hayat

Arife günü hastamın başında refakatçi kalmak için nöbete gittim.

Hastamızın odası değiştiği için yeni yerini bilmiyorum.

Vardığım zaman nöbeti meslektaşlarına devretmiş, gitmeye hazırlanan sağlık çalışanlarıyla karşılaştım.

Hastamın odasını bulmak için oda aradığımı gören görevliler, hastanın adı neydi dediler. Hastamızın adını söyleyince "Hatice Teyze şu numaralı odada kalıyor" dediler. İlgilerine teşekkür edip hastamın yanına girdim.

Yerime yerleştikten az sonra doktor geldi. "Hatice Teyze nasılsın, iyi misin? Yemek yiyebiliyor musun" dedi. Fazla yemediğini öğrenince serum takılmasını ve iğne yapılmasını önerdi.

Dokuz günlük tatil olmasına rağmen akşama kadar ne doktor eksik oldu ne hemşire. Biri gitti, diğeri geldi. Her biri de işinin ehli. Hastalarına ismiyle hitap ediyorlar. Sanırsın ki normal mesaiden bir gün.

Arkadaşlarımız tatile gittiler, biz ise çalışıyoruz görüntüsü sezmedim doktorunda, hemşiresinde ve sağlık çalışanında. Yüzlerinden güler yüz eksik değildi. Her biri ibadet aşkı içerisinde kendilerini işe vermişler gördüm. Akşama kadar odanın kaç defa paspaslandığını gördüm.

Hastamızı yatağın gerisine doğru çekmek için bir kişinin yeterli olmadığı durumlarda hastamızı geriye çekebilir miyiz dediğimde, hasta bakıcıdan destek alın diyeni görmedim. Görevli işini bırakıp benimle beraber hastayı geriye yasladı.

Öğle yemeği geldi. Oruçlu olduğumu öğrenince, az sonra elinde tatlı kasesi ile yemek dağıtan geldi. Arkadaş, şunu iftarda yersin dedi.

Hastane çalışanlarının günün her saatinde hummalı çalışmalarını görünce, bu hastaneye tatil gelmemiş izlenimi edindim. Nezaket, samimiyet o biçimdi. Helal olsun çalışanlara. Devlette böyle çalışanlara can kurban. Emeklerine sağlık hepsinin.

Akşam iftardan bir kırk dakika önce yemeklerimiz geldi. İftarımızı yaptık.

Yemeğin ardından kantine inip iki bardak çay içerek çay ihtiyacımı giderdim.

Az sonra biraderler ellerine termosu alıp ağam çayı sever deyip sürpriz yaptılar. Sayelerinde çaya doydum. Keselerine bereket.

Bir termos çayı içince gecesinde pek uyku tutmadı. Fırsat bu fırsat deyip 6 yazı yazmışım hastam uyurken.

Bayram namazından önce hastanın ve refakatçinin farklı kahvaltı menüsü önümüze geldi. Afiyetle kahvaltımı yaptım. Hayatımda bayram namazı öncesi ilk defa bu şekil kahvaltı yapmış oldum.

Hastaneye gelirken solda bir cami görmüştüm. Bayram namazına gitmek için indim. Caminin önünde in-cin top oynuyor. Sanırım burada namaz yok dedim. Kapıya davrandım. Açıkmış. İçeride çoğunluğu hastane çalışanı olmak üzere üç saf cemaat vardı. Namazın ikinci rekatına yetişebildim. Hayatımda ilk defa bayram namazının ilk rekatını kendim tamamlamış oldum.

Hutbe kardeşlik üzerine idi. Hatip hutbesini okurken bir kişi camiden çıkmak için kalkınca, imam, "Daha hutbe bitmedi. Çıkmayalım" uyarısı yaptı. Geriye dönüp bakmadım. Çıkmaya davranan gitti mi, geri mi döndü bilmiyorum. Yalnız çıkmaya davranan ben olsaydım, uyarıya geri dönmezdim. Şu var ki imam yanlış yaptı. Uyarının zamanı değildi. Üstelik burası meskûn mahal dışında bir hastane camisi idi. Cemaat ya refakatçilerden ya da sağlık ve hastane çalışanlarından ibaretti. Hutbe okunurken çıkmaya kalkan belki acil doktoru olabilir. Doktorun acil hastası gelmiş olabilir. Hastası ağır bir refakatçi de olabilir. İmam bu camide görev yapıyorsa bu hastane caminin hassasiyetini bilmesi gerekirdi. Hasılı günün en itici uyarısıydı imamın bu davranışı ve yakışmadı. İmamın biraz nezaket ve görgü almasında fayda var. 

Namazdan sonra hastamın yanına gelince, çoğu hastanın yakınlarının kah sesli kah görüntülü bayram kutlaması yaptıklarını işittim. Temenniler ve dualar koridorlara kadar geliyordu.

Hastanede de bayramın unutulmadığını, hatta bazılarının birkaç gün öncesinde hazırlık yaptığını görmüştüm. Bir yakınları bayram şekeri getirmiş. Kadın her gördüğünün yanına giderek herkese bayram şekeri ikram etmişti daha bayram gelmeden. Israrı üzerine iki tane de ben almıştım. Cebimde o günden beri durduğu için erimeye başladığını görünce dolaba koyup az sonra hastama ikram ettim.

Velhasılıkelam, hastanede geçirdiğim ilk arife ve bayram sabahı bana farklı duygular yaşattı. Farklı bir ortamdı. Bayram tebriki için gelen telefonlara sevinç gözyaşlarının döküldüğüne şahit oldum. Belki de hastanede bile unutulmadık. Eşimiz, dostumuz aradı sevinç gözyaşlarıydı. Belki de bu sevinçli günü hastanede mi geçirecektik, bu hale düşecek miydik gözyaşları idi. Bilinmez. Ama bir şey var ki safi hastadan ibaret bir yerde bile bir gelenek yani bayram kutlamasının devam ettiğini, sevinç ve üzüntünün bir arada yaşandığına şahit oldum.

Sözlerimi bitirirken Beyhekim Hastanesi çalışanlarını, tatilde bile görevlerini özverili, içten ve nazikçe yapmalarından ötürü hepsini tebrik ediyorum. Tüm hastalara acil şifalar diliyorum. Hepsinin bayramı mübarek olsun.

İnsanlıktan Çıkmaya Ne Gerek Var

"Siyaset yapmak için insanlıktan çıkmaya gerek yok" demiş Nihat Ergün. Çok doğru bir söz. Biz de Ergün'ün bu sözünden mülhem devam ettirelim.

Siyaset yapmak için;

Belden aşağı vurmaya gerek yok.

Çamur at, izi kalsın iftirasına gerek yok.

Her yol mübah görmeye gerek yok.

Toplumu germeye ve kutuplaştırmaya gerek yok.

Yapamayacağın icraatın sözünü vermeye gerek yok.

Yalana, dolana ve talana gerek yok.

Rakipleri düşman görmeye ve göstermeye gerek yok.

Koltuğa çakılıp kalmaya gerek yok. Bu işi mezara kadar götürmeye gerek yok.

Rakibi ezmeye, küçümsemeye gerek yok.

Fırıldak olmaya, kırk takla atmaya gerek yok.

Seçim ekonomisi uygulamaya gerek yok.

Emeklilik yaşıyla oynamaya gerek yok.

Memleketin geleceğini ipotek etmeye gerek yok.

Kamu kaynaklarını heba etmeye, seçmene rüşvet vermeye gerek yok.

Ya benimsin ya kara toprağın demeye gerek yok.

Etik değerleri ve teamüleri ters yüz etmeye gerek yok.

Tüm yetkileri üzerine almaya gerek yok.

Maceraya girmeye gerek yok.

Olgular yerine algılar oluşturmaya gerek yok.

Fazilet ve erdem üzere rekabet yapamayacaksan siyasete gerek yok.

Tadında ve kıvamında bırakamayacaksan siyasete girmeye gerek yok.

Laf ebeliğine, mazeret üretmeye ve gerekçeye gerek yok.

Doğruya doğru, yanlışa yanlış demeyeceksen siyasete gerek yok.

Rakibinin onurunu korumayacaksan, empati yapmayacaksan siyasete gerek yok.

Yaptığın ya da yapacağın icraattan ziyade hep rakibini eleştireceksen siyasete gerek yok.

Müzmin muhalif olacaksan, siyasete gerek yok.

Problemlerin üzerini örteceksen, halının altına süpüreceksen siyasete gerek yok.

Emaneti ehline vermeyeceksen, siyasete gerek yok...

Hangi Tip Ülkede Yaşamak İstersiniz?

Hangi ülkede yaşamak istersiniz?

Doğu dünyasında mı, Batı dünyasında mı?

Geri ve gelişmekte olan ülkelerde mi, gelişmiş ülkelerde mi?

İslam dünyasında mı, Hristiyan dünyasında mı?

Her şeyin kuralının olduğu ama kuralların pek uygulanmadığı ülkelerde mi, her şeyin kuralının olduğu ve bu kuralların harfiyen uygulandığı ülkelerde mi?

Kuralların kişiye göre uygulandığı bir ülkede mi, herkese uygulandığı bir ülkede mi?

Tek adam yönetimlerinin olduğu bir ülkede mi, ortak aklın hakim olduğu bir ülkede mi?

Seçim ekonomisinin uygulandığı bir ülkede mi, seçimlerde seçim ekonomisi uygulanmayan bir ülkede mi?

Kuralların ve uygulamaların kişiden kişiye değiştiği bir ülkede mi, kişilerin kuralları uygulamak için geldiği bir ülkede mi?

Oturmuş, sistemi olmayan, teamüllerin olmadığı, varsa da sık sık değiştiği bir ülkede mi, işleyen ve değişmeyen bir sistemin olduğu ülkede mi?

Başa gelenin, ben yaptım oldu diyen bir ülkede mi, yürütme, yargı ve yasama erklerinin birbiriyle uyumlu ve birbirini denetleyen ülkede mi?

Enflasyon ve hayat pahalılığı fırlamış, parası pul olmuş, doğru dürüst üretimi olmayan, sürekli cari açık sorunu olan bir ülkede mi, cari açığı denk veya fazla veren ve parası değerli olan bir ülkede mi?

Sürekli ekonomik krizlerin olduğu bir ülkede mi, fiyat istikrarının olduğu bir ülkede mi?

Bir sadaka ülkesinde mi yaşamak istersiniz yoksa sosyal devletin olduğu bir ülkede mi?

Vatandaşının kendi başının çaresine baktığı bir ülkede mi, devletinin vatandaşının durumunu gözettiği ve koruduğu bir ülkede mi?

Yolsuzlukların kol gezdiği bir ülkede mi, yolsuzluğun çözmüş ülkede mi?

Emekli cenneti olan bir ülkede mi, SGK sistemi oturmuş bir ülkede mi? 

Yukarıda örnekleme yapmak suretiyle yazdıklarım bir zamanlar büyük şimdilerde küçük kabul eden bu dünyada cereyan ediyor.

Dünya bir olsa da bu dünyada iki ayrı dünyalı gibi yaşayan dünyalılar var.

Tercih hakkı verilse bu iki tip dünyalıdan, ilk verdiğim örnek ülkelerde yaşamak isteyen kaç kişi çıkar? Öyle zannediyorum, kahir ekseriyet ikinci örnek verdiğim dünyada yaşamak ister. Çünkü ilkinde kaos, huzursuzluk, fakirlik ve yokluk var. İkincide ise huzur ve mutluluk vardır. İlkinde tesadüfler vardır. İkincide ise tesadüflere yer yoktur.

Teamülleri Olan Bir Ülkeden Neyimiz Eksik?

Ülkemizin gidişatı beni üzmeye devam ediyor. Çünkü hemen hemen her alanda bir kokuşmuşluk söz konusu.

Geçmişten günümüze bu kokuşmuşluğa seyirci kaldığımızdan dolayı maalesef kokuşmuşluk artarak devam ediyor. Çünkü nereyi, kimi, hangi kurumu elimize alırsak elimizde kalır.

Güç ve iktidar mücadelesi de bu kokuşmuşluktan nasibini alan kurumlarımızdan. Belki de her şeyin başı. Çünkü her ne kadar temizlenme alttan gelir şeklinde bir anlayış olsa da siyaset kurumu, değişim ve dönüşümün öncüsüdür. Öyle olmak zorundadır. Çünkü devlete yön veren siyaset kurumu, birbirini denetleyen, birbirinin tamamlayıcı kurumlar aracılığıyla bir makinenin dişlileri gibi işleyen bir sistem kurdukları takdirde tüm kurumlar ve halk bu sisteme ayak uydurmak zorunda kalır.

Bu sistem kişileri değil, işleyen yerleşik düzeni esas alır. Her gelen de bu sistemi devam ettirir. Devletin başına geçen güç ise sadece sistemin aksayan yönlerine müdahale ederek sistemin daha düzgün çalışmasına yardımcı olur.

Gel gör ki bu ülkede, kişilere ihtiyaç kalmayacak işleyen bir sistem kurmaktan ziyade, kişilere bağlı bir sistem genel geçer kabul ediliyor. Bu da at sahibine göre kişner sözünü akla getiriyor.

Bu atasözündeki atı sistem veya millet olarak ele alırsak, at sahibine göre değil de sahibi kim olursa olsun, at kendisine biçilen rolü oynamalı ve görevini layıkıyla yerine getirmelidir. Böyle olursa sistem düzgün işler ve işleyen bir sistemimiz olur. At sahibim ne yapacak diye şaşırmaz. Rolü ve asli vazifesi neyi gerektiriyorsa onu yapar.

Sahip de atı kendisine göre değil, atı yani sistemi genel geçer kurallara göre yönetmesi gerekir.

Niye böyle işleyen bir sistemimiz yok? Çünkü ülkemizde işleyen bir sistemin kurulmasının önündeki en büyük engel siyaset kurumudur. Yani devleti yöneten güçtür. Devleti ele geçiren güç istiyor ki her şeyin dizginleri elinde olsun, istiyor ki işlesin veya işlemesin her şeye çomak soksun. İstiyor ki ben bulunmaz Hint kumaşıyım. Sizin kurtarıcınızım. Ben olmazsam haliniz nice olur. O yüzden benim kıymetimi bilin türünden bir siyaset yürütüyor.

Halk olarak da sahibine göre kişneyen at olmaya dünden teşneyiz. Bu teşneliği de siyaset kurumunun kullanmasıyla tepeden tırnağa toplum olarak bu kokuşmuşluğu birlikte oluşturuyoruz.

Atın sahibinin bir bildiği var diyoruz. Halbuki sahibin bir bildiği yok. Ne oldum delisi kodunda. Gök görmediğin yıllar sonra bir çocuğu olunca sevincinden oğlunun çükünü koparıp attığı gibi ata sahip olan siyasiler de güç zehirlenmesi yaşıyor. Ben gücüm, istediğimi yaparım havasına giriyor. Atın sahibi olsa inanın atla bu kadar oynamaz. Gel gör ki atın sahibi olmayınca birileri atı hayırsız evladın baba mirasını hoyratça kullandığı gibi atı da hor kullanıyor.

Kısaca ata yön veren, atın dizginlerini eline geçiren tüm teamülleri yok ediyor. İşleyişten sorumlu tek kişi gibi davranıyor. Sandık aracılığıyla belli bir süreliğine emaneten aldığı atın ebedi sahibi olmak için uğraş veriyor. Böylece memleketin çivisini çıkarıyor.

Halbuki memleket yönetmek için Amerika'yı yeniden keşfe gerek yok. Dünya nasıl yönetiyor, bir baksak, çok bir şey yapmamıza gerek yok.

Mesela ABD kurulduğu andan itibaren kanun ve anayasasına koymadan bir kişi iki defa başkan seçilebilir teamülünü koymuş. 1950'ye kadar kimse çiğnemeden bu teamülün gereğini yerine getirmiş. İki dönem başkanlık yapan ne kadar karizma olursa olsun ne kadar başarılı olursa olsun, üçüncü döneme göz kırpmamış, sistemi değiştirmeye çalışmamış. Süresini dolduran köşesine çekilmiş. Kimse de dursaydın, biz sensiz ne yaparız dememiş. 1950 yılına gelindiğinde ne olur ne olmaz, biz bu teamülü mevzuata koyalım deyip başkanlar iki dönemlik seçilir maddesini koymuşlardır.

Beyaz Zambaklar Ülkesi diye nam salmış Finlandiya'yı adam eden bir devlet başkanlarıdır. Kaba, saba bir toplumu koyduğu ağır cezalarla adam etmiştir. Bugün bu ülkenin de işleyen bir sistemi vardır.

Biz ise işleyen bir sistem kurmaktan ne kadar uzağız. Çünkü daha yeni sistem değişikliği yaptık. Değiştirdiğimiz bu sistemi de delmenin yollarını arıyoruz. Bir iki defa Cumhurbaşkanı seçilir maddesini Anayasamıza koyduk ama bu maddeyi uygulayacak birileri lazım. Vay efendim, erken seçim kararı alınırsa üçüncü defa da seçilir, yok efendim, Meclis seçim kararı alırsa bir dönem daha olur. Anayasa değişikliği olursa bir kez daha seçilir deyip duruyoruz. Ondan sonra da bizde niçin işleyen bir sistem yok deyip duruyoruz. Normal şartlarda ne Cumhurbaşkanlığı yapan bir dönem daha demez, Meclis ve halk dur, gitme demez. Ama mevzubahis olan bu ülke ise buralarda kılıfına uydurulur, kişiye has kanun ve Anayasa değiştirilir, seçilen kişiyi mezara kadar başkan yapmak için her yolu deneriz. Gören de bu ülkede kaht-ı rical var sanır.

Siyasilerimiz ne kadar seçim kazanırsa ne kadar başarılı olursa olsun süresi geldiğinde köşesine çekilmeyi bilmeli. Dur, nere gidiyorsun diyenlere fırsat vermemeli. Koltuğuna yapışıp kalana da bu kadar demeli. Siyasilerin bu ülkeye yapacağı en büyük hizmet budur. İşleyen bir sistem kursunlar, bu ülke oluşturulan teamüllerle gelişmesini daha erken tamamlar.

Ekonomik Buhranın Müsebbipleri

Dünya ülkeleri içerisinde birinciliği hiçbir ülkeye vermeyen Arjantin'den (69,9) sonra % 39,05 ile ikinci sıradayız.

Avrupa ülkeleri içerisinde ise enflasyonda birinciyiz.

Diğer ülkelerin enflasyonlarını toplasan bir Türkiye enflasyonu yapmıyor.

Faiz oranlarına bakarsak, Zimbabve, Arjantin, Venezuela'nın ardından en yüksek faiz veren dördüncü ülkeyiz. Avrupa ülkeleri içerisinde en yüksek faiz veren birinci ülkeyiz.

Faiz ve enflasyonda ilk sıralarda isek hayat pahalılığı yönünden de ilk sıraları kimseye kaptırmayız.

Bu yazdığım şeyler hepimizin malumu olmasına rağmen kayda geçsin diye yazıyorum.

Yıllar yılı yüksek enflasyon, faiz ve hayat pahalılığı ile yaşamaya alıştık. Eğer buna yaşama denirse. Belki ki bize biçilen rol bu. Hayat pahalılığı bu ülke insanının kaderi. Belki de başka işlerle uğraşmasınlar diye dayatılıyor bize bu tablo.

Bu veri, bu tablo bu ülkeye ayıp olarak yeter de artar bile.

En büyük ayıp da en tepeden en aşağıya kimin ne kadar yetki ve sorumluluğu varsa ona aittir. Eğer birileri utanmayı unutmadıysa.

Kaç yıldır kaderimiz hale gelen bu ekonomik tabloda;

Kötü yönetimin payı yüksek.

Liyakatsiz kadronun payı var.

Zamanında neşter vurmayı ve tedbir almayı ötelemenin payı var.

Yanlış ekonomi uygulamanın payı var.

Kurt puslu havayı sever sözünde olduğu gibi fırsatçılığın payı var.

Kamu kaynaklarında tasarrufa gitmemenin ve israf ekonomisinin payı var.

Sıcak paraya dayalı ekonomik model uygulamamızın payı var.

Makul ekonomi modellerinden ziyade her ülke Mersin'e giderken bizim tersine yol almak istememizin payı var.

Siyasi operasyonların ve had bildirmek istememizin payı var.

Kırılgan ekonomiyi komaya sokacak söz ve eylemlerden kaçınmayışımızın payı var.

Paramızın pul olmasına seyirci kalmamızın payı var.

İthalat ve ihracat dengesini kuramayışımızın payı var.

Ekonomide maceraya yönelmemizin payı var.
Merkez Bankası rezervlerinin uzun süre ekside olmasının payı var.

Ekonomimiz riskten kurtulamadığı için tefeci faizi diyebileceğimiz yüksek faiz oranıyla borçlanmamızın payı var.

İtibardan tasarruf edilmez sözü ve mantalitesinin payı var.

Ekonomik bir buhrandan geçtiğimizi görmeden gelmenin payı var.

Nas var nas. Nas varken bize ne düşer politikasının payı var.

Bağımsız ve özerk olması gereken kurumlara verilen talimatın payı var.

Birilerinin kendine fazlasıyla güvenmesinin payı var.

İnadın payı var.

Faiz sebep, enflasyon sonuçtur iddiasının payı var.

Hasılı var oğlu var.

Bu da Evlat İşte!

Bu yazımda iyilik meleği ve derviş görünümlü bir profilden bahsedeceğim. Amacım kişiselleştirme değil, sadece kimse bir şey demiyor deyip kendini akıllı sanmasın diye.

Annesi kanser hastasıydı bildiğim kadarıyla. Kaç sene yattı bilmiyorum.

Annesinin vefatının ardından babası ikinci baharını yaşadı.

Oğlu bu evliliğe karşı çıktı. Çünkü baba evleneceği kadına mihr bedeli olarak tarla verecekti. Öyle ya baba bekar kalmalıydı ki ileride bu tarla kendisine düşsün.

Halbuki ölüm kadar ikinci evlilik de bu hayatın bir cilvesi. Elden tarla gidecek veya annemin üzerine gül koklayacak diye bir evliliğe karşı çıkılmaz.

Babasının sonraki evliliğinden üç, dört tane çocuğu oldu. Bu hanımından olan çocuklarını baş göz etti.

Bu baba evlenmeyip ihtiyacını başka türlü giderse, babasının adı başka türlü çıksa daha mı iyi olacaktı? Görünen o ki baba evlenerek en iyisini yapmış. Çünkü yalnızlık Allah'a mahsus.

Bu evlat babasını sildi. Bir daha babasıyla konuşmadı. Adını ağzına almadı. Baba demedi.

Gel zaman git zaman babası öldü. Babasına küs olsa da en azından arayıp bir başsağlığı dileyeyim dedim. Telefon açtım. Sağ ol bile demedi. Babanın başı sağ olsun dedim. Amin bile demedi.

Nasıl bir kin nasıl bir inat, inanın anlayamadım. Halbuki bu kadar uzatmasına gerek yoktu. Bir de hak vaki olunca kavgalar biter, dargınlıklar sona erer.

Araştırmadım ama babasına taziyeyi bile kabul etmeyen biri babasının cenazesine de gitmemiştir. Başkası kaldırmıştır.

Siz böyle bir evlat, böyle bir profil gördünüz mü? Ben gördüm maalesef.

Bu arada babası da oturduğu ve kalktığı yeri bilen samimi bir insandı. En son beni gördüğünde, "Ramazan, yaşlanmışsın. İnan tanıyamadım" dedi. Onca ilerlemiş yaşına, zoraki yürümesine rağmen yüzünden güler yüzü eksik değildi. Keşke babasındaki güler yüz ve insaniyet birazcık da oğlunda olsaydı.

İşte böyle babanın böyle vefasız, kinci ve inatçı oğlu olabiliyor.

Babasının yüzüne bakmayan bu profil, başkasına akıl vermekten, başkasını ayıplamaktan geri kalmıyor. Be adam, sen önce babanı baba bilseydin, babana baksaydın olmaz mıydı? Senin gibilerine, "Ele verir telkini, kendi yutar salkımı" denir. Hadi ordan... Dinime küfreden bari Müslüman olsa... 

İstenmeyen Misafir

Arifeden bir gün önceki ramazanın son cuma akşamı iftar öncesi kapı zilimiz çaldı.

Bu saatte kim olabilirdi? Komşuları sanmam. Davulcu olabilir miydi? Davulcu olsa davulcunun sesi gelirdi. Üstelik geçen ramazanlarda haftada bir, para toplayan davulcu bu ramazan hiç görünmedi.

Derken o saatlerde hiç uyanık olmayan bizim oğlan kapıyı açtı. Birileriyle bir şeyler konuştu. Sonra kapattı.

Kimdi babam o zile basan dedim. Davulcular, baba dedi. Para verdin mi dedim. Verdim dedi. Kaç verdin dedim. 50 lira dedi. Be babam, fazla vermişsin dedim. Bozuk yoktu dedi. Benden isteseydin dedim. Sustu.

Bu arada benim oğlan benden cömert. Artık kime çektiyse. Harçlık verdiklerine de değse bari.

Sanki ardından bir başka şeyler istediler dedim. “Bayram geldi. Şeker almışsınızdır. Bir de şekerinize bakalım” dediler. Mutfağa geçip şekerden verdim.

Bir taraftan da gülüyor. Niye gülüyorsun dedim. Adamlar hem oruç tutalım diye bizi sahura kaldırıyorlar. Ama kendileri oruç tutmuyorlar dedi.

Nereden gördün oruç tutmadıklarını dedim. Verdiğim şekeri daha ayrılmadan gözümün önünde yemeye başladılar dedi.

Oruç tutalım diye bizi sahura kaldıran bu tiplerin durumu, bir zamanlar kendileri oruç tutmadıkları halde oruç tutanları döven gençlere benziyor.

Ardından iftara kadar vakti değerlendireyim diye bir iki kalem eşya için markete gitmek üzere evden çıktım. Bizim davulcuların yedikleri şekerin ambalajını merdiven basamaklarına attıklarını gördüm. Apartman da az önce yıkanmıştı. Elimle toplayıp çöpe attım.

Ben gördüm de bize gelen bu davulcular gibi görgüsüzünü görmedim. Hoş, bizi kaldıran davulcular olduklarını da sanmıyorum. Babam, nasıllardı dediğimde tipsiz iki kişi idi dedi.

Önceki senelerde de benzerini görmüştük. Davul parası istemeye gelenleri yönetici uyarmıştı. Siz bizim buranın davulcusu değilsiniz diye.

Giden paradan ziyade hiç haz almadığım davulcuya verilen paraya üzüldüm. Çünkü bu çağda hala bu geleneğin devam etmesi bana manidar geliyor. Gürültü yığınından başka bir şey değil.

Bir diğer husus, madem ki bu davul geleneği gece gece her ramazan bizim kafamızı ağrıtmaya devam edecek. Bari tutulan davulcular sanatının erbabı olsa. Aynı zamanda oruç tutan ya da oruç tutar görünen birileri olsa.

Biraz utanmaları olsa istedikleri şekeri apartmandan çıkınca yerler. Yediler diyelim, en azından şekerin ambalajını rastgele atmazlar. İnan, bunların görgüsüzlüğünü bugüne kadar şivlilik için gelen o kadar küçük çocuğa hediyelerini verdim. Bugüne kadar hemen yiyip apartmana çöpünü attıklarını görmedim. Artık bu davulcular nerede yetişiyorsa artık.

Bu arada davulcular akıllı. Eskiden davul sesiyle gelirlerdi. Kapıyı açan açar, açmayan açmazdı. Demek ki davul sesini duyan çoğu sakin kapıyı açmıyor ki sessiz sedasız gelmişler bu sefer.

Boş İnsanların Dünyası

Kadın olsun, erkek olsun, yaşlı ve genç olsun, hasta veya sağlam olsun, her kim olursa olsun, bir insanın vücudunu yoracağı, zaman ayıracağı, kendini vereceği bir işi ve meşgalesi olmalı.

Bir insanın bir meşgalesi yoksa, eşine ve dostuna ayıracağı, onlarla oturup kalkacağı, ortam ve gündeme dair konuşacağı bir şeyleri olmalı.

Eşine dostuna iki bardak çay ikram edebilmeli, toplum içine karışmalı.

Böyle bir meşgalesi yoksa toplum içine çıkıp onlarla hemhal de olamıyorsa, oturduğu yerde ülke ve dünya gündemine ait söyleyecek bir sözü ve çapı yoksa, böylesi insan;

Gereksiz insandır. Çünkü bir Allah'ın kuluna zerre faydası olmaz.

Kimseye verebileceği, kimseden de alacağı bir şey yoktur.

Böylesi işsiz ve avare tipler köşesine çekilir. Hastalık hastası olur. Kendini dinler durur. Sadece çeneye verir, boş teneke gibi konuşur durur.

Durmadan başkasını çekiştirir.

Başkasını çekiştirirken kendine hiç toz kondurmaz.

Şu şöyle, bu böyle, şu şunu yaptı, bu bunu yaptı, yapıyor der durur.

Kendi değersizliğini gizleyerek başkasının değerini düşürmede bulur mutluluğu.

Miskin miskin oturduğu için vücut da yorulmayınca günde üç öğün yemek yese de ne yediğinden zevk alır ne de içtiğinden.

Yaptığı o kadar dedikodu ve herkese verdiği ayarın ardından namazını kıldı mı, orucunu da tuttu mu bundan iyisi olmaz. Eğer buna yaşama denirse.

Genç yaşta eve kendini hapseden bu tipler toplumla barışık olmadığı gibi kendisiyle de barışık olamaz. Gerçi kendiyle barışık olmayan zaten başkasıyla barışık olamaz.

Ne boş ne gereksiz insan bunlar.

Gerçi ben bunları boş ve gereksiz diyorum da çok da boş insan değil bunlar. Kendilerine bir meşgale buluyorlar.

Ya hanımıyla kavga edecek ya komşuyu çekiştirecek ya akrabasının arkasından konuşacak ya oğluyla uğraşacak ya kızıyla ya da hanımın ailesiyle. 

Merak ediyorum, bu tip gereksiz kişiler için eşinin ailesi de olmasa kim hakkında konuşacaklardı? 

Gördüğünüz gibi boş değil. Sabahtan akşama yediği üç öğün yemeğin ardından durmadan ölmüş kardeşinin etini yemekle meşgul.

Bu gereksiz insanların bir başka yönü daha var. İyilik meleği görünümündeler. Seni görünce seninle, senden ayrılınca arkandan konuşan iki yüzlü tiptir bunlar.

Dünyadaki varlıkları kalabalık etmekten öte bir anlamı yok. Huzur bozmada üstlerine yoktur. Bulamadıkları huzuru huzur bozmada bulurlar.

Dünyaya ve çevresine verebilecekleri bir şeyleri yoktur. Yarasa gibi toplumun içinde toplumdan uzak ve kopuk yaşarlar.

Bu aylak, boşboğaz ve gereksiz tipler kıldıkları yarım yamalak namazla ve köşesinde yatarak oruç tutarken kurtuluşa ereceklerini ümit ediyorlarsa çok beklerler. Namaz ve oruçtan önce yaptıkları kul hakkının bedelini ödemek zorundalar.

Hoş kime söylüyorum. Huylu huyundan vazgeçer mi? Dedikoducu gelmiş, dedikoducu gidecek bunlar.

Aman neyse ne? Ne halleri varsa görsünler. Bende uzak olsunlar yeter. En azından midemi bulandırmazlar.

Not: Bu yazıyı ve bundan önceki "Biri Yazılarımdan Rahatsızmış, Çok da Tın",  "İstenmeyen Misafir", "Bu da Evlat İşte!", "Ekonomik Buhranın Müsebbipleri" ve "Teamülleri Olan Bir Ülkeden Neyimiz Eksik" başlıklı bu altı yazımı arife günü gecesi hastane köşesinde refaatçi iken hastam uyurken gece gece yazdım. Hem hastama baktım hem de yazımı yazdım. Meraklısına duyurulur. Hani şu, yazı yazacağına şunu yapsın, buna baksın diyen. 

Biri Yazılarımdan Rahatsızmış, Çok da Tın!

Çok fazla maharetim yok. Planlı bir hayatım da yok. Başladığım işin çoğu zaman sonunu getirmeme gibi bir plansızlığım var. Kısaca derme çatma bir dünyam var.

Ne kadar plansız olsam da iki şeyde istikrar abidesi olduğumu söyleyebilirim. Bunlardan ilki, yürümektir. Pandemide maske öyle değil, böyle takılır diye maskeli bir fotoğrafımı çekip sosyal medyada paylaşmıştım. Paylaşımımın altına yorum yazıldığında, onlara cevap yazarken paylaştığım maskeden ziyade göbeğim dikkatimi çekti. Birine göbeğim de çok kötü görünüyor yazdım. O da evet, kötü görünüyor deyince ertesi günü yürümeye başladım. O zamandan bu zamana her gün yağmur, yağış, kar, fırtına demeden yürürüm. Hem öyle böyle değil, baya yürüyorum. Yürümeme engel yağmurlu havadır. Bunun için de ya kapalı bir yer bulurum ya da yağmurun yetişmediği bir yer. Bazı günler şuraya yürüyeceğim demişimdir, kimsenin gözünün kesmediği mesafeleri yürümüşlüğüm var. Yürümek için de ayrı zaman ayırmışlığım yok. Yürümek için de işimi, aşımı, eşimi, dostumu ihmal etmedim. İstirahat ve uykumdan ödün vererek yürüdüm. Herhalde Türkiye'de benim kadar yürüyen yoktur.

Günlük yürümeden dolayı eski göbekten eser yok. Hiç olmadığı kadar sağlıklıyım. Eskiye oranla yürüyüş mesafemi ve tempomu düşürsem de biraz kilo alsam da yine yürümeye devam ediyorum.

Bir diğer ikinci yaptığım da yazı yazmak. 2015 yılından beri yazı yazmaya devam ediyorum.

Yazı yazmak için de ayrı bir zaman ayırmıyorum. Bilgisayarın başına oturmuyorum. Elime kağıt kalem almıyorum. İşi gücü bırakıp kendimi yazıya vermiyorum. Kah bir çay ocağında kah evimde kah boş ders saatinde kah öğle arasında çayımı yudumlarken kah uzun otururken kah yatmadan önce gördüklerimi, gözlemlerimi ve düşündüklerimi çalakalem yazıyorum.

Kısaca bugüne kadar yürüyüş ve yazı istikrarım var.

Bu iki eylemi de yaparken hiçbir işimi aksatmadım. Arta kalan zamanlarımda yürüdüm ve yazdım. Çünkü önceliğim işim, aşım, ailem. İşim varken yok olmaz ben yürüyüş yapacağım, yazı yazacağım demedim. Çünkü hepsinin yeri ayrı.

Yazıya başladım mı yazarken işim çıkarsa yazım yarım kalır, sonra tamamlarım. Yazdığım yazı bir yere kaybolmaz. Bloğum otomatik kaydeder.
Daha önce özellikle yazdığım yazılar üzerine birkaç defa yazı yazdım. Konu sıkıntısı çektiğimden mi yeniden bu konuya eğildim. Hayır, konu sıkıntım falan yok. Niyetim kendimden bahsetmek değil. Sadece bazı aklı evvellere cevap olsun diye yeniden yazmak zorunda kaldım. Çünkü bazılarının gıyabımda söyledikleri mide bulandıran türden.

Vay efendim, yazı yazacağına şunu yapsın, vay efendim, bunu yapsın. Şuna baksın, buna baksın diyormuş beyzadem.

İşin garibi gıyabımda konuşan bu kişi beni görünce de sanırsın ki bir evliya kesiliyor. Ağzını bıçak açmıyor, derviş hırkası giymiş bir derviş görünümü veriyor. Ağa diyor da başka bir şey demiyor. Bu dediklerini yüzüme söylese, cevabını versem de helal olsun derim. Ama yüzüme karşı bir şey söylemeyip arkadan bol bol böyle gıybet yapmak ancak eli boş, hayatı boyunca bir cacık olamamış, iki ayağı üzerine duramamış, ömrünü köşede oturarak geçirmiş, durmadan başkasına ayar vermeye çalışan kişilere ait kötü bir haslet olsa gerek.

Var gör ilkokulu da zor bitirmiştir. Eline kağıt kalem alıp bir dilekçe dahi yazmamıştır. Bir gazete alıp iki satırlık bir yazı dahi okumamıştır. Yapacak işi olmayınca da şu şöyle, bu böyle, şu şöyle yaptı, bu böyle yaptı deyip duruyor. Olmayan aklıyla millete akıl veriyor. Allah kimseyi boş, avare ve işsiz bırakmasın.

Ben cahil gördüm de böylesini görmedim. Çünkü nice cahiller bilirim, cahil olduğunu bilir. Bu şekil kendini bilenlere hiç sözüm olmaz. Hatta saygı duyarım. Zaten bu ülke ne çekerse yarım aklıyla cahil olduğunu bilmeden konuşan bu tiplerden çekiyor.

Benim en azından sağlığa faydalı bir yürüyüşüm var. Bir şeyleri dert edinip yazıp çizme gibi bir meşgalem var. Üstelik bu ikisini de hobi olarak yapıyorum.

Bu kişi karnımı doyurmuyor. Bugüne kadar hiç muhtaçlığım olmadı. Arkamı toplamıyor, eksik aksağımı gidermiyor. Anam değil, babam değil. Vazifesi mi anlamadım gitti. Yazdığım yazıların tasası ona mı düştü bilmiyorum. Bugüne kadar bir Yazımı da okuduğunu sanmıyorum. Çünkü okuyacak çapı, okuduğunu anlayacak kapasite lazım. Sonra başkasını çekiştirme varken gözlerini niye yorsun değil mi?

Ama iyi oldu. En azından bir halt olmadığını, masum görüntüsünün arkasında kötü bir kalbe sahip olduğunu bu vesileyle öğrenmiş oldum.

Bana laf söyleyecek, ardımdan konuşacak en son kişi bile değil. Bana laf eden, ilk önce kendi üzerine düşeni yapmış mı, ona baksın. Herkes kendi işini yapsın. Ben de kendi işimi yapıyorum. 

Böyle cahil cühela midemi bulandırsa da çok da tın. Boş teneke konuşsun dursun. Yalnız efendiliğimi bozmasın. Haddini, yerini bilsin. Yarın karşılaştığım zaman da hiçbir şey yokmuş gibi mürailik yapmasın. Çünkü notunu verdim. Muhatabım değildir. Yanıma yaklaşmasın. İşim olmaz iki yüzlü tiplerle. Kendisine saygı duyuyorsan, bugüne kadar ağzımı bozmamışsam, bir halt olduğundan değil. Halini ve yerini bilsin böyleleri. 

28 Mart 2025 Cuma

Vatandaşın Gerçek Gündemi

"Meseleleri mesele edinmezseniz ortada mesele kalmaz" sözü eski bir siyasiye atfedilen bir söz.

Bu söz bir yere kadar doğru kabul edilebilir. Bir meseleyi görmezsen, görmezden gelirsen, yok kabul edersen, o mesele kimsenin canını sıkmaz.
Yalnız meseleleri mesele edinmemek sorunu çözmüyor.

Mesela bu ülkenin en önemli sorunu ekonomidir. Kaç senedir bu ülke yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı sarmalı içinde. Bu hayat pahalılığı vatandaşın özellikle sabit gelirli insanın belini büküyor.

Ve bugün hayat pahalılığı bu ülkenin birincil ve öncelikli meselesi iken iktidarından muhalefetine, hayat pahalılığını gündemine almıyor, üzerine gitmiyor, bu meseleyi nasıl çözeriz demiyor.

Meselenin üzerine eğinilmediği gibi sürekli gündem değiştirerek ekonomi unutturulmaya çalışılıyor. Sanki ülkenin böyle bir meselesi yok demeye getiriliyor.

Yani kimse sadede gelmiyor. Cambaza bak demek suretiyle suni gündemle ekonomi gündemden düşürülüyor.

Halbuki vatandaşın belini büken ekonomi bugün milli bir meseledir. İktidarıyla muhalefetiyle bir araya gelmek suretiyle enflasyonu yenmek ve hayat pahalılığını yok etmek için seferberlik ilan etme gibi bir sorumluluğumuz var.

Bu ülkenin tüm bileşenleri bir araya gelerek hiç ama, fakat, lakin demeden önce bir durum tespiti yapmalı. Ardından bu meseleden nasıl kurtulabiliriz sorusuna cevap aramalıdır.

Kırılgan ekonomiyi rayına koymadan başka meseleyi gündemlerine almamaları gerekir.

Herkes sorumluluğunun farkında olmalı. Piyasayı olumsuz etkileyecek söz ve eylemlerden kaçınmalıdır.

Bu ülkenin böyle bir sorunu varken sorun çözme diyebileceğimiz siyasetin başka bir gündemle uğraşması abesle iştigaldir.

İnanın, dünyada faiz oranı, enflasyonu ve hayat pahalılığı yüksek bir ülke görüntüsü vermek bu ülkenin ayıbıdır. Bu ayıptan kurtulmak siyasetin görevidir.

Ülkesini seven, ülkesine hizmeti temel felsefe edinen siyasilerin ekonomi dışında bir başka görevi olamaz. Bu görev varken suni gündemlerle kamuoyunu meşgul etmek ülke sevgisiyle bağdaşmaz.

Lütfen sadede gelin. Değilse gölge etmeyin. Çünkü vatandaşın bu aşamadan sonra kayıkçı kavgasına karnı toktur.

Adalet Her Zaman Herkese Lazım

Bir ülkenin;

Eksik çok şeyi olabilir.

Çözüm bekleyen sorunları olabilir.

İnsanları arasında anlaşmazlık çıkabilir.

Suçlar işlenebilir.

İnsanları mağdur olabilir.

Her türlü anlaşmazlıkların çözümünde başvuracağımız son merci adalettir.

Adalet varsa kimse başka yollara tevessül etmez.
Gel arkadaş, aramızdaki anlaşmazlığı ve sorunu adalet çözsün. Zira adaletin kestiği parmak acımaz. Adalete boynumuz kıldan ince demelidir.

Çünkü ince çizgi olan adalet bunun için vardır.

Adalet son kararını verdiği zaman herkes adaletin verdiği karara saygı duymalıdır.

Bunun olması için o ülkenin adaleti tam olmalıdır. Çünkü adalet varsa orada huzur ve güven vardır.

Yalnız köprüden son çıkış olan adalet, topluma, insanına güven vermelidir. Adalet mekanizması tüm bileşenleriyle adalet dağıtmayı temel felsefe kabul etmelidir.

Adalet kimsenin tapulu malı olmamalıdır.

Birilerinin aparatı ve süfli emellerine alet olmamalıdır.

Yansız ve tarafsız olmalıdır. Kimsenin adamı olmamalıdır.

Millet adına karar vermelidir.

Doğru ve yansız karar vermesi için halim ve savcılara açık çek verilmelidir.

Adaleti verdiği karar mahşerin vicdanda makes bulmalıdır.

Herkes hak ettiği cezayı aldı. Mağdurun hakkı verildi denmelidir.

Şayet böyle olmaz da kutuplaşmadan yargı da nasibini alırsa, senin yargın, benim yargım olursa, o adalet mekanizması doğru karar verse bile o adalet mekanizmasının verdiği karar tartışılmaya ve eleştirilmeye devam eder. Böylesi adalet de adalet dağıtmış olmaz. Ancak mağdur üretir.

O yüzden yargıyı rahat bırakmak lazım. İhsası reyden kaçınmak lazım. Baskıdan uzak durmak lazım. Olur olmaz her şeyde yargıya gitmek suretiyle yargıyı ayağa düşürmemek lazım.

Başka gidecek merci olmadığına göre hepimiz yargıyı gözümüz gibi korumalıyız ve el üstünde tutmalıyız.

Böyle bir yargı ancak itibar kazanır. Kendi itibarını kendi elde eden bir mekanizmanın itibarını da kimse düşüremez.

27 Mart 2025 Perşembe

Kişilik ve Kimliğini Başkasında Bulanlar

Kendinden bir cacık olmayacağını iyi bilen insanoğlu kendini değersiz hisseder.

Hayatta en kötü şey insanın kendisini önemsiz ve değersiz hissetmesidir.

İnsanoğlu bu psikoloji içinde iken imdadına kendisini değersiz gösterenleri değerli gören birileri peyda olur.

İnsanlara umut olan bu tipleri bu değersiz tipler sahiplenir. Niye sahiplenmesin ki? Kişinin kendisinde göremediği değeri birileri tespit etmişti.

Değerliyim ve önemliyim demeye başlar. Bir başına bulamadığı kişilik ve kimliğini bu tür kişilerin peşine takılmak suretiyle kişilik ve kimlik edinmeye çalışır.

İsimsiz birine isim vermek gibi bir şey bu.

Peşini bırakmamalıydı bu yerden bitmelerin. Çünkü kurtarıcıydı onlar. Hazır kendisine moral de gelmişti.

Bu durumda bu kişileri kim tutar? Bir bakmışsın kurtarıcılarının ensesinde saf tutuvermişler.

Çok bir şey yapmasına gerek yok. Tek yapacağı kurtarıcısına sıkı sıkıya bağlı olmak, her halükarda onun peşinden gitmek, ona ölümüne destek vermek, onun cambaza bak sözüne kulak vermek.

Kurtarıcının vaatleri de fena değildi. Dürüstlük vadediyor, huzur ve mutluluk dağıtıyor, refah ve rahatlık dağıtıyor.

Dürüstlük sahte olsa da vaat edilen huzur, mutluluk ve refah geçici bahar olsa da son kertede iş fakirliğe dayansa da değerdi buna.

Bu uykudan ve hayal aleminden uyanmamak gerekiyordu. Acaba şüphesi olmamalıydı. Çünkü böyle düşünmek kendini inkar ve verilen nimetlere nankörlük demekti.

Yapılması gereken her şartta destek olmaktır. Ötesinden sorumlu değildi. Onun hedef gösterdiği düşmanı düşman bellemek çok önemliydi.

Milyonlarca sessiz yığınının haletiruhiyesi böyle olsa gerek. Bu yüzden takılırlar birilerinin peşine. Bizi bir gün kurtaracak umuduyla yaşarlar.

Sonu hep hayal kırıklığı olsa da elden bir şey gelmezdi. Çünkü daha iyisi yoktu. Kazara diğerleri gelirse hayat felaket demekti. Korkularla yüzleşmektense korkulara teslim olmada selamet vardı.

Halbuki esas önemli olanın kurtarıcılardan kurtulmak olduğunu bilmek, başkasından bir şey beklememek, ayağını yere sağlam basmak, tırnağı varsa başını kaşımak belki de hayatın en güzel tarafı. Çünkü kurtuluşun reçetesidir budur. Hatayla yüzleşmektir bunun adı. 

Attığımız Taş Ürküttüğümüz Kurbağaya Değmeli

Mahfi Eğilmez’in dört günün ekonomiye maliyeti ile ilgili çıkardığı fatura:

Borsadaki şirketlerin piyasa değeri kabaca 2 trilyon lira düştü.

Piyasadan yabancı çıkışları oldu.

Yerli yatırımcılardan dövize geçişler hızlandı.

Gösterge faizinin oranı yüzde 37,09’dan yüzde 44,60’a yükseldi, dolayısıyla Hazine’nin borçlanma maliyeti 7,51 puan arttı.

Türkiye’nin risk primi (CDS primi) 250 baz puandan 328 baz puana yükseldi. Bu artış, dış borçlanma maliyetimizi ciddi şekilde artırmış oldu.

TCMB, bu türbülansta kurun fırlayıp gitmesini önlemek için piyasaya sürekli döviz satışı yaptı ve bu nedenle rezervlerinde 25 milyar dolara yakın azalma oldu”. (Fehmi Koru, Karar gazetesi)

Yapılan operasyon ya da yolsuzluk ve terör yargılamasının neresindesiniz bilmiyorum. İster içinde ister dışında ister tarafı ister karşısında olun. Sonuç bu ekonomik tabloyu hep birlikte biz çekeceğiz.

Ekonomiye maliyeti oluyor diye yolsuzluğun üzerine gidilmesin mi?

Elbette gidilsin hem de ucu kime değerse değsin, yolsuzluğun üzerine gidilmeli. Buna kimsenin diyeceği yoktur. Çünkü yolsuzluğun savunulacak bir tarafı olamaz.

Yalnız belli zamanlarda belli kişilere değil, zihniyeti ne olursa olsun, her türlü yolsuzluğun üzerine gidilmeli. Bunun hesabı amme adına sorulmalı.

Yolsuzluğun üzerine gidilirken de bu ülkede olup biten her şeyin sonucu göz önüne alınmalı.

Yumuşak karnımız ekonominin kırılganlığı dikkate alınmalı.

Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değmeli.
Pirince giderken evdeki bulgurdan olmamalı.

Ekonomiyi derinleştirecek onulmaz yaralara imkan verilmemeli.

Alınması gereken tedbirler zamanında jet hızıyla alınmalı.

Yapılacak yolsuzluk operasyonu adliye koridorlarında yürütülmeli.

Piyasayı ürkütecek söz ve eylemlerden kaçınılmalı.

Etkili ve yetkili kişiler mahkemeyi etkileyecek beyanlardan uzak durmalı. İşi bağımsız yargıya bırakmalı.

Daha yargılama başlamadan, iddianame hazırlanmadan önce bu konuda basının kalem oynatmasına izin verilmemeli. Basın aracılığıyla yargılama yapılmamalı.

Süreç şeffaf yürütülmeli.

Çamur at, izi kalsın felsefesi kamuoyunda oluşmamalı.

Rakibi alt etme, had bildirme imajı verilmemeli.
Hakim ve savcıların görevlerini rahat yapabilmesi için yetkili makamlar rahatlatıcı destek açıklaması yapmalı.

Yüksek şüphe olsa bile kimse yargı son kararını vermeden suçlu ilan edilmemeli. Beraatı zimmet asıl olmalı.

Suçun bireyselliği esas olmalı. Tüm bir kesimi lekeleyecek ve töhmet altında bırakacak toptancı yaklaşımlardan uzak durmalı.

Yargılamayı bahane ederek meydanları yakıp yıkmamalı. Demokratik hak kullanılırken tarafların ailelerine her türlü hakaret yapılmamalı. Aileler aziz bilinmeli. 

Burada zaten süreç böyle yürüyor diyenimiz çıkabilir. Kimseyi töhmet altında bırakmak istemem. Yalnız süreç normal bir yargılama şeklinde işlemiş olsa yani herkes yargıya tam güvenmiş olsa piyasa bu şekil olumsuz tepki vermez. Çünkü yargının kararı aleyhimize bile olsa şeriatın kestiği parmak acımaz misali, yargılamanın yansız ve tarafsız olduğuna kamuoyu kani olmalı. Görünen o ki kamuoyunun hepsi yargılama konusunda hemfikir değil.

26 Mart 2025 Çarşamba

Süfli Emellerden Ulvi Emellere

"Herkesin kerameti kendinden menkul doğruları var artık ve yazık ki çoğu zaman ahlaki olmak gibi bir mecburiyeti yok bütün bu doğruların.

Ancak kendilerini kandırabilenler başkalarını da kandırmayı başarabilir".

Bu alıntı, Yenişafak yazarı Gökhan Özcan'a ait. 26.03.2015 tarihli yazısından not alıp sosyal medyada paylaşmışım. Seneyi devriyesi gelince bu alıntı tekrar önüme düştü.

Aradan on yıl geçse de Sayın yazarın bu tespiti hala geçerliliğini koruduğu için yazı konusu edinmek istedim.

Evet, kutuplaşan ve alabildiğine tarafgirliğin arttığı günümüzde her kesimin kendinden menkul doğruları var. Önceliğimiz ahlak olsa da bu doğruların maalesef ahlaki olma gibi bir görüntüsü bile yok.

Çünkü ortalık toz duman. Rakip ya da rakiplere nasıl belden aşağı vurup komaya yatırabiliriz mücadelesi veriliyor.

Ben haklıyım, ben doğru yoldayım mücadelesinde ne etik var ne de ahlak.

Empatiyi zaten ara ki bulasın.

İnsanların ve kesimlerin itibarını koruma gibi bir derdimiz ve hassasiyetimiz zaten yok.

Tüm mücadelemiz, birilerinin mutsuzluğu üzerine nasıl mutluluk kurabiliriz, nasıl birbirimizin cesedinin üzerine basarak galebe çalarız mücadelesi.

Bu rakipleri alt etme ve bu konuda bir algı oluşturma mücadelesinden asla bir fazilet ve erdem ortaya çıkmaz. Doğru ve hakikate ulaşma zaten çıkmaz.

Çünkü ortalık, ortaya saçılanlara kanan büyük kitlelerle dolu.

Belli ki birileri kendi doğrusuna kendini inandırmış. İnanmakla kalmamış, geniş kitleleri de ikna etmiş durumda.

Minarenin eğriliğine inandırılmaya teşne milyonlara, bu aşamadan sonra apaçık deliller ortaya koysan, yok bunun aslı, aslı şudur desen, zerre faydası olmaz bu aşamadan sonra.

Süfli emelleri için milyonlara zerk edilen bu zehirden sonra birilerinin kendileriyle ne kadar gurur duysalar azdır. Çünkü başarılı olmuşlardır.

Yalnız belden aşağı vurmak suretiyle elde edilen bu başarı birilerinin ikbaline büyük katkısı olsa da bu memlekete onulmaz yaralar açmaktan başka zerre katkısı yoktur.

Unutmayalım ki bu memleketin topyekûn kalkınması ancak bir fazilet ve erdem yarışması ile mümkündür. Değilse yerlerde sürünmeye devam ederiz.

Ne olur bu memlekete kötülük yapmayalım. Biz bu memleketi torunlarımıza bırakmak için dedelerimizden emanet aldık. Lütfen emanete ihanet etmeyelim. Çocuklarımıza bizimle gurur duyabileceği yaşanabilir bir memleket bırakalım.

Birbirimizi yaralayan, töhmet altında bırakan ucuz söz ve eylemlerden kaçınalım.

Süfli emeklerimiz için harcadığımız eforu ulvi emeller için harcayalım.

Şeytanların zincire vurulduğu bu ramazan ikliminde, başımıza tebelleş olmuş şeytanlarımızdan kurtulalım. Şeytanların ekmeğine yağ sürmeyelim. Kendimize Müslüman olmayı bırakalım. 

Seyirlik Bayram Şekerleri

Az önce bayram alışverişi için gittiğim markette bayram şekerlerine göz attım. En ucuzu beş yüz, en pahalısı bin liralık şekerler dikkatimi çekti. Ortalama şeker fiyatları 750-950 arasında yoğunlaşmış.

En dikkatimi çeken de geçen kurban bayramında 460 liraya aldığım şekerin fiyatını 760 TL olarak gördüm. Bu fiyat değişkenliği bile enflasyonun hız kesmeden devam ettiğini gösteriyor.

Görünen o ki şeker alma ve bayramlarda şeker ikram etmek lüks hale gelmiş.

Ağzı tatlandıran bu şekerler bu yüksek fiyatlarıyla ağzımızın tadını kaçırmaya yeter de artar bile.

Bayram ziyaretlerinde ikram edilecek şeker tadımlıktan öteye geçmeyecek. Hatta tadımlıktan ziyade olsa olsa bakımlık hale gelmiş.

Gelen misafire şeker ikram ederken haydi bir daha al dönemi de geride kaldı.

Böyle giderse, düğünlerde çeyrek altın hediye dönemi lüks hale geldiği gibi şeker de lüks hale geldi. Enflasyon dizginlenmez ve düşürülmezse bayramlarda şeker ikramı da eski zamanlara ait bir gelenek olarak kalacak.

Şeker satıcıları, pandemiden beri satışa sunduğu şekerlere el dokundurmamak ve tattırmamak suretiyle tedbiri çoktan almış durumda. Halbuki bir zamanlar "Şu şeker nasılmış" dediğinde, "tadına bakıver" derlerdi. Geldiğimiz nokta itibariyle şekere dokunamadığın gibi baktığın şekeri almak zorunda kalıyorsun.

Şeker reyonunda görev yapanlara sıkı sıkıya tembih edilmiş olmalı ki reyona yaklaşır yaklaşmaz görevli teyakkuza geçiyor. Şekeri eline alır almaz yüzüne bakıyor. Zaten her bir market, reyonun görünen yerine "Şeker ve lokumun tadına bakmak yasaktır" yazısını yazıp asmış bile.

Bu ülkenin etkili, yetkili ve de sorumlu olmaları gereken yetkililerinin, suni gündemleri bir tarafa bırakıp bu enflasyon canavarına dur demek için canla başla mücadele etmeleri gerekir. Enflasyonu azdıracak, piyasayı gerilime sevk edecek söz ve eylemlerden alabildiğine uzak durmak zorundalar. Çünkü cep yakan bu fiyatlarla mücadele etmek farzı ayn hale gelmiştir. Her şeyden elzemdir.

Enflasyonla mücadele için ekonomiye yön verenler alınması gereken her türlü tedbiri almalı. Alınan onca tedbirin bir çırpıda berhava edilmesine imkan vermemeli.

Piyasayı felç edecek her türlü söz ve eylemden kaçınmak her vatandaşın birincil görevi olmalı.
İktidarı, muhalefeti piyasayı kaosa sürükleyecek beyanlardan kaçınmalı.

Herkes enflasyonla mücadele için elbirliği etmeli, taşın altına elini koymalı.

Enflasyonla mücadeleyi memleket meselesi görmeli. Mesele memleketse gerisi teferruat denmeli.

Hülasa, bu ülke enflasyonu bizi dünyaya rezil etmeye devam ediyor. Bu rezillikten en hızlı şekilde kurtulmamız gerekir.

Herkese iyi bayramlar...

25 Mart 2025 Salı

Algılara Teslim Olmayalım

Gündem sürekli değişiyor. Bir gündemi daha değerlendirmeden bir bakmışsın, yeni bir gündem ajanslara düşüyor.

Gündeme dair herkes bir şeyler yazıp çiziyor, değerlendirmede bulunuyor. Ama tüm değerlendirmeler yanlı olduğu için işin aslı astarı tam öğrenilmiyor.

Aslında işin aslını öğrenilmesi de pek istenmiyor sanki. Çünkü doğruların ortaya çıkması istenmiyor. Hoş, doğru istense de kimse doğru istemiyor. İstiyoruz ki benim savunduğum doğru, doğru çıksın.

Hele basına düşen her şeyin aynı zamanda sosyal medyada da yer alması, önüne gelenin bu alemde doğru yanlış demeden paylaşım yapması, doğrunun ortaya çıkmasını engelliyor. Çünkü basmakalıp paylaşımların amacı, gerçeğin ortaya çıkmasından ziyade algı oluşturmaktır.

Haliyle bir algı ortamında yaşıyoruz. Sapla saman harmanlanarak önümüze servis ediliyor.
Suçlama ve savunma amacı güden, bir algı oluşturmaya yönelik yazı, çizi, paylaşım ve değerlendirmelerde doğruyu ara ki bulasın.

Algılarda amaç gerçeği örtbas etmek, rakibi yaralamak, bunu temcit pilavı gibi ilanihaye kullanma ve rakibi devamlı savunmada bırakma amacı güdüldüğü için gerçeğin ortaya çıkması asla istenmez.

Böylesi durumlarda her türlü paylaşıma;

Temkinli yaklaşmada fayda var.

Olaylara tarafgir gözüyle bakmamak gerekir.

Acele görüş ve değerlendirme yapmamak lazım.

Parçadan hareketle tümevarım yöntemi kullanmak suretiyle, bu şunu yapmıştır. Bunların hepsi böyledir gibi bir toptancı yaklaşımının vebal ve kul hakkı olduğunu, suçun bireysel olduğunu göz ardı etmemek gerek.

Masumiyet karinesini çiğnememek, kişilerin itibarını zedelememek esas olmalıdır.

Oluşturulmak istenen algıya teslim olmamak genel prensibimiz olmalıdır.

Zaman her şeyin ilacı deyip zamana bırakmak gerek.

İlla bir değerlendirmede bulunulacaksa, saldıran ve savunan kesimin görüşlerini, iddia ve delillerini analiz edip ikisinin ortasında durmak sanki gerçeğe en uygun yer olsa gerek. Çünkü iki tarafın kesiştiği nokta bu işin tam ortasıdır.

Oluşturulmak istenen algıya hemen sarılmak ve taraftar olmak, algı oluşturmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürer. Çünkü istedikleri budur.

23 Mart 2025 Pazar

Sosyal Medya Gediklileri

Sosyal medya hayatımıza girdi gireli bu sanal alemde boy gösteren hatırı sayılır insanımız var.

Kimi bu alemi yerinde ve zamanında kullanmakta iken kimi bir girdi bir daha çıkamadı. Bu alemin gediklisi haline geldi. Sabah-akşam, gece-gündüz bu alemin içindeler. WhatsApp'talar, X'teler, Facebook'talar...

Bunlardan kimi kendi özgün paylaşımlarını yapmakta. Yorum yazıp görüş bildiriyorlar.

Kimi de başkasına ait yazılıp çizilenleri paylaşıyor.

Burada sosyal medyada yazılıp çizilenlerden bahsedecek değilim. Yalnız bu alemin sürekli müdavimlerine dair bir şeyler söylemek istiyorum. Sürekli bu alemin içindekilerinin iç hallerini bilmiyorum. Verdikleri görüntü itibariyle ele alacağım:

Sanırım yalnızlara oynuyorlar. Eşlerine, dostlarına ayıracak vakitlerini bu aleme vermişler.

Zannedersem, hiçbir işleri ve meşaleleri yok. İşleri varsa da işleri koltukta oturmaktan ibaret. Mesaiyi sosyal medyaya girerek dolduruyorlar.

Zannımca bu alem içki, kumar ve uyuşturucu gibi kendileri için bir bağımlılık yapmış. Bırakmak isteseler de bırakamıyorlar.

Sanırım bir doyumsuzluk yaşıyorlar. İçlerindeki açlığı bu alemden gideriyorlar.

Belli ki uyku tutmuyor gözlerini. Uyku ve istirahate ayıracakları vakti bu aleme ayırıyorlar.

Paylaşımlarına bakıyorum. Hepsi olmasa da önemli bir kısmı objektif gibi değerlendirme yaptıkları imajını verse de basbayağı trollük yapıyorlar. Zihniyetleri ne ise onu ortaya koyuyorlar. Oluşturulmak istenen algıya teslim oluyorlar. Algıyı gerçek gösterip savunmaya ve saldırıya geçiyorlar. Buna dervişin fikri ne ise zikri de o denir.

Böyleleri başka görüşe de açık değiller. Çünkü içinde buldukları algı onları teslim almış durumda.

İnanın, acıyorum bu kimselere. Bence kabul etmeseler de bir hastalık halini yaşıyorlar. Tedavisi var mı bilmiyorum. Belki bu alemden uzaklaşmak onlara ilaç gibi gelir. Belki bir meşgale bulmaları kendileri için çok iyi olur. Değilse bu alemin gediklisi olmaya devam edecekler. Bunun belki bir yolu daha olabilir. O da bu aleme girip çıkanlardan az veya çok bir ücret alınması. Belki işin içine ücret girince bu alemde girmekten vazgeçerler.

Bunları sosyal medyadan vazgeçirmek için bir yol daha denenebilir: Hani adamın biri bir caddede bir eve oturmuş. Mahallenin çocukları durmadan bunun evinin önünde oyun oynayıp gürültü yapıyorlar. Bir böyle beş böyle. Adam çocukların yanına varıyor. “Çocuklar, gürültüyü çok severim. Bu gürültüyü her gün yapın, size şu kadar para vereyim” diyor. Çocuklar, “Tamam amca” deyip günlük gürültü yapıyorlar. Adam her akşam çocuklara vadettiği parayı veriyor. Çocuklar bu durumdan çok memnun. Çünkü hem gürültü yapıyorlar hem de para kazanıyorlar.

Belli bir süre geçtikten sonra bey amca, “Çocuklar, maddi sıkıntıya girdim. Gürültünüze karşılık bundan sonra şu kadar verebileceğim. Bilmem kabul edebilecek misiniz” der. Çocuklar, olur amca deyip yine gürültüye devam ederler.
Gürültü yapmalarına karşılık çocuklara para ödeyen ev sahibi, belli periyotlarla çocuklara verdiği parayı düşürüyor. Çocuklar, hepsine de eyvallah demişler. 

Bir gün bey amca, üzüntülü bir şekilde çocukların yanına gelir. “Çocuklar, iyice maddi sıkıntı içine girdim. Bundan sonra size para veremeyeceğim. Parasız gürültü yapar mısınız” deyince, çocuklar, “Kusura bakma amca. Para yoksa gürültü de yok” deyip adamın evinin önünü terk ediyorlar.

Bu hikayede olduğu gibi bu sosyal medya müdavimlerine bu aleme girmeleri karşılığında para verilse, bir müddet sonra bu para kesilse, belki de parasız iş yapmayız deyip bu alemi terk edebilirler.

Allah bu sosyal medya Gediklileri in yardımcısı olsun.

Bir Ülkenin Çivisi Çıkmışsa Eğer

O ülkede ülke ve vatandaş menfaati değil, kayıkçı kavgası yapan güçlerin ikbal kavgası olur.

Siyasi, ekonomik, sosyal vs. krizleri eksik olmaz.

Bol sıfırlı bastırılmış enflasyonu olur.

Hayat pahalılığı alır başını gider.

Her şeye zam hayatın bir parçası olur.

Vergiler adaletsiz ve yüksek olur.

Faizler yüksek olur.

Borsası yüz güldürmez.

Ekonomisi, dar ve orta gelirlinin belini bükmeye devam eder.

Siyasi çalkantı bitmez.

Bizans ve ayak oyunları, algı, iftira, çamur hiç eksik olmaz.

Kazanmak için her yol mubah olur.

Gerilim had safhada olur. Gerilimden beslenilir.
Tarafların trolleri çok olur. Ölümüne desteklerler.

Oturmuş bir devlet teamülleri yoktur.

Kurtarıcı olarak karizma liderlere bel bağlanır.

Kurtarıcıları vazgeçilmezdir.

Beşikten mezara kadar siyaset yapılır. Bulunmaz Hint kumaşı kabul edildiklerinden cenazeleri koltuktan kaldırılır.

Kırıp dökseler de yerleri doldurulamaz.

Kimse onlara hesap sormaz. Onlar hesap sorar.

Asla bedel ödemezler. Bedeli halka ödetirler.

Güçler birbirine had bildirir.

Milliyetçilik duyguları yüksektir.

Âna dair söylenecek sözleri olmasa da geçmişle övünmeyi çok severler.

Kurtarıcılarının gizli ajandasında halka fakirlik vaadi vardır. Tek başardıkları da budur.

Yani yok yok bu gibi ülkelerde.

Ne edersin ki alan razı, satan razı.

Alan ve satan razı olduktan sonra o memleketin çivisi çıkmış, ne fark eder. Yeter ki mutlu azınlık, beyaz yakalıları mutlu olsun. Zaten onların mutluluğu için yaşamıyor mu bu tip ülkelerin insanı.

Bu Ülke İnsanının Dramatik Hikayesi

"Eskiden İstanbul’da Eminönü - Karaköy arasında yolcu taşıyan kayıkçılar, müşteri beklerken kendi aralarında kavgaya tutuşurmuş.

Durup dururken çıkan kavgada sesler yükselir, kürekler havaya kalkar, sağa sola savrulurmuş.

Kavga çıkınca, etraflarında toplanan halktan bazılarının kafasına kürekler iner, ama kürekler ne hikmet ise kavga eden kürekçilerin hiçbirinin başına değmezmiş.

Bu kavga daha sonra denizden karaya taşınmış ve yankesiciler, cami önünde kayıkçı kavgası benzeri düzmece kavgalar ile halkı çevrelerine toplayıp soymayı adet edinmiş". (Oğuz Örnek, Habertürk)

Kayıkçı kavgasının hikayesi bu. Bu hikaye aslında bu ülke insanının hikayesi.

Bir nevi "Filler tepişir, çimenler ezilir" misali. Öyle ya fillere ne olsun. Altta kalanların canı çıksın.

Kavgada dayağı aracılar yer misali bizim insanımız vatandaş Rıza'dır. Onlar ortamı gererek taraftar bulmaya ve güç olmaya çalışır. Vatandaş Rıza da buna teşne olduğu için hemen saf tutar. Ölümüne tarafını savunur. Sonuç, kaybeden yine vatandaş Rıza olur.

İster siyasi ister dini ister ekonomi olsun, belli bir gücü temsil eden tarafların, aralarında yaptıkları rekabet, kavga, atışma ve sataşma bir nevi kayıkçı kavgasıdır. Bunlar kavgayı başlatır. Ama kendilerinin burnu bile kanamaz. Fatura, tıpkı kayıkçı kavgasında olduğu gibi kayıkçılara çıkmaz, halka çıkar. Devalüasyon, enflasyon, hayat pahalılığı olarak ceremesini hep halk çeker.

Geçmişten günümüze bu ülkede belli güç mahfilleri tarafından yapılan veya başlatılan tüm kavgaların kaybedeni hep halk olmuştur.

Belli köşe başlarını tutanları umut olarak gördüğü müddetçe halk yine kaybetmeye devam edecektir.

Bunun yani kayıkçı kavgasına teşnelik bizde olduğu müddetçe vatandaşın kaybetmemesi için hiçbir sebep yok.

Bunun için birilerinin illa yolcu taşıyan kayıkçı olması gerekmiyor. Baksanıza, bakmışlar ki bu işte ekmek var. Denizdeki kavgayı karaya yani cami önlerine taşıyarak toplanan halkı bir güzel soymuşlar.

Yine soyulmaya devam ediyoruz. Üstelik ne tekne var orta yerde ne de cami önündeyiz.

Birileri aralarındaki kavgayı adalete taşıyor. Eldeki deliller ve iddialara göre savcılar harekete geçiyor. Gözaltı yapılıyor. Bir bakmışsın borsa çökmüş, döviz fırlamış. Dövizin ateşini söndürmek için Merkez Bankası bir yıldır yüksek faiz yoluyla biriktirdiği MB rezervinden 26 milyar doları üç gün içinde satıvermiş. On yıllık devlet tahvil faizleri tüm zamanların rekorunu kırmış. Üstelik MB bu süreçte faizleri de yükseltmek suretiyle bu tablo ortaya çıktı.

Satılan 26 milyar doları vatandaş Rıza mı aldı? Keşke öyle olsa. Ticari sır olduğu için bu dövizi satın alanlar da öğrenilemeyecek. Öyle zannediyorum, kayıkçı kavgasının tarafları satın aldı. Çünkü operasyon olacağını ancak onlar bilir. Vatandaş nereden bilsin. Hoş, bilse ne olur. O kadar döviz için para nerede ayrıca.

Bu ağır tablo daha halka yansımadı. Ama girdilere yansıdıkça bize yani vatandaş Rıza’ya zam olarak yansıyacak. Enflasyon hedefi tutmayacak, enflasyon azacak. Yeni rezerv için vergi artırımı ve yeni vergiler demektir.

Esas yakıcı ve yıkıcı tabloyu şayet bir tutuklama olursa o zaman göreceğiz. 

Halkın yararını ve ülke menfaatini düşünmeyenlerin, aralarında yaptığı kayıkçı kavgasının ceremesini hep vatandaş Rıza çekecek. Tuzu kuru beyaz yakalılara bir şey olmayacak. Çünkü onlar krizlerden beslenir. Beyaz Türkler şu ya da bu şekilde bize hayatı zindan etmeye, anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirmeye devam edecek. Kısaca “Alavere, dalavere, Kürt Memet nöbete” meselesi bu. Yani soyulduk bir kere daha.

Durum bu iken vatandaş Rıza olarak hala bu kayıkçı kavgasına teşne olmaya devam edecek miyiz? Unutmayalım ki bizdeki bu teşnelik onlara ekmek yediriyor bu ülkede. Yüz verilmezse ya çeker giderler ya da adam olurlar.

22 Mart 2025 Cumartesi

FETÖ Ne Zaman Öğretmenimiz Oldu?

İstanbul Büyükşehir Belediyesine yönelik başlatılan yolsuzluk ve terör davası, Adalet Bakanlığına bir ara hakim olan hakim ve savcıların yürüttüğü 17-25 Aralık ve Ergenekon soruşturmalarını aklıma getirdi:

Zanlıların sabaha yakın evlerinden alınması,

Zanlılar daha ne ile suçlandığını bilmeden basının bir kesiminde iddiaların yayımlanması,

Tapelerin ortaya saçılması,

Zanlıların ifadelerinin basında yazılıp çizilmesi,

Gizli sanıktan bahsedilmesi gibi durumlar 17-25 Aralık ve Ergenekon sürecinde başta Zaman ve Taraf gazetelerinde çarşaf çarşaf yayımlandı. Bu gazeteler zanlıların hedef gösterdi. Arkasından yeni tutuklamalar geldi. Daha iddianame hazırlanmadan ve mahkeme safhası başlamadan kişiler suçlu ilan edildi.

Hem Ergenekon hem 17-25 Aralık sürecinde adaletimiz iyi bir sınav vermedi. Çünkü davanın gizliliğine riayet edilmedi. Kişiler itibar suikastına maruz bırakıldı. Halbuki iddianame hazırlandıktan sonra basının bir şey söylemeye hakkı vardı. Öncesinde gizliliğe riayet şart idi.

Son İstanbul operasyonunda da aynı durum söz konusu.

Diyelim ki 17-25 ve Ergenekon sürecinde Adalet Bakanlığına FETÖ'cü yargı hakimdi. Onlar bunu yaptılar.

Bildiğim kadarıyla FETÖ'cü yargı kalmadı. Çünkü o hakim ve savcılar görevden el çektirildi.

Şimdi sıfır km hakim ve savcılarımız var. Yani FETÖ'yle bağı olmayan bir adalet sistemimiz var.

Aynı ifade tutanakları da şimdi yayımlanmaya devam ettiğine göre yani gizliliğe riayet edilmediğine göre görünen o ki biz yargılamadaki usul, yol ve yordamı FETÖ'cü yargıdan öğrenmişiz. Onlardan öğrendiğimizi bugün biz uygulamaya koyuyoruz.

Burada ne alakası var demeyelim. İçeriden bilgi sızmazsa hiçbir ifade basında yer almaz. Belli ki içeriden bilgi sızdırılıyor.

Yakışıyor mu bu bize? Ne ara biz FETÖ'cü yargıyı kendimize örnek alır olduk? Ne ara nefret ettiğimiz bu FETÖ'cü hakim ve savcıları öğretmenimiz kabul ettik?

Unutmayalım ki o kadar vaveylanın ardından Ergenekon diye bir örgüt yok kararı verdi mahkeme. Kumpasa getirilmişiz dendi.

17-25 Aralık yolsuzluk davasından bildiğim kadarıyla ceza alan olmadı. Suçlanan dört bakan Yüce Divan’a gönderilmedi.

Hem Ergenekon hem de 17-25 davası kapandı gitti. Ceza alanlar, yeniden yargılanarak temize çıktı.

Bence bu iki dava bize, yargımıza örnek olmalıydı. Çünkü o zamanki yargı bu konuda iyi sınav vermedi.

Yolsuzluk varsa gizliliğe riayet edilerek yürütülmeli. Aksi karar verilmediği müddetçe Zanlılar suçlu ilan edilip itibar suikastına maruz bırakılmamalı.

Adaleti verdiği karar ucu nereye, kime dayanırsa dayansın hepimizi tatmin etmeli, karara herkes saygı duymalı, kestiği parmak kimseyi acıtmamalı. Bu davanın siyasi bir dava olduğu algısına kamuoyu kapılmamalı. Herkes yargıya güvenmeli. Başka da bir yolumuz yok.

Vatandaş olarak da kutuplaşmaya ne kadar teşneyiz. Bir taraf yolsuzluk var derken diğer kesim bu bir siyasi dava diyor. Adaletin görevi, kamuoyunda oluşan bu algıyı yok etmek olmalı. “Bizim siyasi yargılamamız yoktur” demeli. Bağımsızlığına halel getirmemeli.

Ne olur tuzu kokutmayalım. Çünkü tuz kokarsa yandık demektir.

Yine de tüm eksikliğimize rağmen Yüce Türk adaletine güvenmek istiyorum.

Bir Garip Ülke

Bir İstanbul operasyonu TL'yi bir günde pul etti, altın uçtu, borsa çöktü.

Merkez Bankası yüksek olan politika faizini tekrar yükseltmek zorunda kaldı.

TL'nin daha da pul olmaması için Merkez Bankası bir günde yüklü miktarda döviz satmak zorunda kaldı.

Herkes de dövizin bu fırlamasının bugünkü yerinde durmayacağı endişesini taşıyor.

Görünen o ki iki yıldır sabit tutulan döviz yerinde durmayacak. Daha da fakirleşeceğiz. MB'nin yıl sonu enflasyon oranı da tutmayacak.

Bu demektir ki yıllardır cebelleştiğimiz enflasyon yine başımızı ağrıtmaya devam edecek.

Bu durumda şunu sormak lazım.

Bir ülkede yolsuzluk ve terör soruşturması açıldı diye borsa niye çöker, altın niye fırlar, TL niye pul olur?

Halbuki adalet bir şeye el koymuşsa, akan sular durmalıydı. Çünkü son sözü adalet söyleyecekti.

Adalet el koymuşsa ülke yolsuzluktan temizlenecek diye piyasa rahatlaması gerekirdi. Hatta borsayı coşturarak olumlu tepki vermeliydi. Döviz ve altında kıpırdanma olmamalıydı. MB ne döviz satacaktı ne de faizi yükseltecekti.

Bir soruşturma ile halk birçok şehirde meydana inmişse, borsa komaya girmişse, dövizin ateşi sönmemişse bu demektir ki piyasa adalete güvenmiyor. Adaletin siyasi karar vereceğini düşünüyor. Kısaca adaletin adalet dağıtmayacağına inanıyor.

Burada düşünmemek elde değil. Bir yolsuzluk ve terör operasyonunda ülkenin ekonomisi ve mali durumu böyle felç olur muydu? Ekonomik sistemimiz bu kadar bozuk mu?

Böyle bir ekonomimiz varken, adalete önemli bir kesimin inanmadığı bu ortamda ne diye operasyona kalkıyoruz?

En ufak bir operasyonda enflasyonla mücadele felç olacaksa, Merkez Bankası rezervlerini eksiden kurtarmak ve güçlendirmek için biz bir yıldır niye yüksek faiz uyguladık? Yüksek faizle elde edilen rezerv bir günde böyle heba mı olmalıydı? O zaman ne anladık biz bu işten?

Şimdi bu faturanın ceremesini her zaman olduğu gibi yine halk çekecek. Utanılası enflasyon ve faiz oranı ile yine yaşamaya devam edecek. Az sayıdaki faizden ekmek yiyenler paralarını faize yatırarak paradan para kazanmaya devam edecek. Halk daha da fakirleşecek.

Filler tepinecek, ceremesini çimenler ezilmek suretiyle çekecek.

Ne yapıp ne edip siyasi iradelerin rakiplerine had bildirme aracı olarak kullanmasından yargıyı kurtarmak lazım. Tuzu kokutmamak gerek. Senin, benim adaleti olmaz. Adalet herkesin olur. Herkes adalete güvenmeli. Son sözü ona bırakmalı.

Maalesef kaç gündür devam eden ifade alma ortamındaki sokağa inmeler adalete güvenin olmadığının bir göstergesi.

Yazık bu ülkeye.

Kimsenin bu ülkeye bunu yaşatmaya hakkı yoktur.

Ne zamanki adalet, önündeki mevzuata göre hükmünü verir. Herkes sonuca razı olur. Bu ülke düze çıkar. Yoksa garip ülke olmaya devam ederiz.

İnsan Olmak Neyimize Yetmez

Ömrüm boyunca, kork Allah'tan korkmayandan sözünü düstur edindim. Nerede Allah'tan korkmayan varsa sözlerine ve yaptıklarına mesafeli oldum.

Hiç işim olmadı onlarla.

Yaptıklarına hep burun kıvırdım.

İyi bir şey yapsalar bile var bu işte bir hinlik dedim.

Öyle ya Allah korkusu olmayanda ne hayır olurdu.

Her türlü kötülük beklenirdi.

İyi olmak için bir defa Allah korkusu olmalıydı.

Allah korkusu varsa bir insanda. Ondan zarar gelmezdi.

Karıncayı incitmezdi çünkü.

İşlerini düzgün yaparlardı zira.

Allah korkusu olanlar her bir yerde görev yapmalıydı.

Böyle yetiştim ya da yetiştirildim.

Bir elli yılımı aldı bu yetişmem.

Hamurumu iyi yoğurmuşlar belli ki.

Elli sonrası acaba demeye başladım.

Bu acaba beni sorgulamaya itti.

Sorguladıkça arkası çorap söküğü gibi geldi.

Geldiğim nokta itibariyle, gördüm, yaşadım:

Allah korkusu olanlardan da korkulması gerektiğini geç de olsa anladım.

Çünkü derviş hırkası giymiş kişiler de çok korkunç olabiliyormuş.

Hepsi olmasa da en azından azımsanmayacak önemli bir kısmı çok tehlikeli imiş.

Geçmiş güven vermeleri yokluktanmış.

Dürüstlükleri de güç ellerinde olmadığındanmış.

Tanıyamıyorum onları. Çünkü hiç omurgaları ve prensipleri yokmuş.

Onları esas güç ellerinde olunca tanımak gerekiyormuş.

Allah'tan korkanın zararının, korkmayanından verdiği zarardan daha büyük olduğunu görmüş oldum.

Geldiğim nokta itibariyle Allah'tan korkmayandan da korkuyorum, korkanından da.

İnsan olmak için bu kriterin yeterli olmadığını anladım.

Allah korkusundan önce insan olmak gerekiyormuş.