9 Mart 2025 Pazar

Vebali Büyük Sorumluluklar

Evlat hayırsız çıkar. Ceremesini sadece aile çeker.

Baba tam görevini yapmaz. Perişanlık aileyle sınırlı kalır.

Bir boşanma olur, ceremesini varsa çocukları çeker.

Bir sınıftaki yaramaz bir öğrencinin zararı o sınıfla sınırlıdır. 

Deprem olur. Depremin zarar ve etkisi o bölge insanıyla sınırlı kalır.

Bir öğretmenin kötü ders işlemesi ve dersinden öğrencileri nefret ettirmesi, sadece öğretmenin dersine girdiği öğrencileri kötü etkiler.

Bir camide göre yapan bir imam hatibin görevini kötü yapması, yanlış söz ve eylemlerde bulunması sadece mahalle cemaatini etkiler.

Bir aşiret ağasının zulmü marabasıyla sınırlı.

Bir ilçe kaymakamının kötü yönetimi o ilçe insanını etkiler.

Bir valinin ilinde asayişi sağlayamaması o il ile sınırlı kalır.

Mahalle bakkalının fahiş fiyatla ürün satması mahalle müşterilerine zarar verir.

Sarhoş olup sağa sola sataşan bir sarhoşun zararı, elinin uzandığı kişilerle sınırlıdır.

Eşini aldatan kendi yuvasını yıkar. Ailesi etkilenir.

Bir memurun işini savsaklaması o dairenin işlerini aksatır.

Örnekleri çoğaltabilirim. Verdiğim örnekler hep kötü örnek üzerine. Bunun tersi de mümkün. Görevini iyi yapan kişilerin faydası da hitap ettiği alanla sınırlıdır. Sadece etkilediği kişiler faydalanır.

Bir de ülkeyi ilgilendiren ekonomi, siyaset, dış politika, savaş, hayat pahalılığı, terör, adalet vs. gibi konular vardır ki zamanında tedbir alınması, aksayan yönlerin iyileştirilmesi, yerinde ve zamanında karar alınması tüm memleket insanının yararınadır. Aksi tüm memleket insanının ceremeyi çekmesidir. Çünkü yanlış karar ve politika, o ülkede yaşayan herkesi etkiler. Bu etki yıllar yılı sürebilir. O yüzden ülkenin geleceğine dair etkili, yetkili ve de sorumlu kişilerin vebali daha büyüktür.

Başıboş Köpek Terörüne Çözüm

2 Ağustos 2024 tarihinde yasalaşarak yürürlüğe giren kanunla, sokak hayvanlarını koruma hayata geçti. 

Buna göre daha önce kısırlaştırılıp tekrar sokağa bırakılan köpeklerin kısırlaştırılması, bunlar için bakımevlerinin kurulması, sahiplendirilmesi ve sokağa bırakılmaması gibi yükümlülükleri belediyeler yerine getirmekle yükümlü kılındı.

Kanundan bu yana kaç ay geçmiş olmasına rağmen belediyelerce bu görevin tam yerine getirilmediği kamuoyunun malumu.

Yerel yönetimlerin bu görevi ağırdan almasında maddi kaynağın en önemli sebep olduğunu düşünüyorum. Çünkü yerel yönetimlerin bakımevi kurması, mevcut şartların iyileştirilmesi külfet gerektiriyor. Bir diğer sebep ise kanunun 31 Aralık 2028 tarihine kadar süre tanıması. Bu demektir ki belediyelerin acele etmesine gerek yok. Çünkü nereden baksan önlerinde üç, dört yıllık bir süre var.

Yalnız 2 yaşındaki çocuğun on köpeğin saldırısı sonucunda ölmesi bu konuyu yeniden gündeme getirdi. Belediyelere görevlerini yapması uyarısı yeniden hatırlatıldı. Öyle zannediyorum ki bu çocuğun ölümü bu süreci hızlandıracak. Temennimiz de bu yönde.

Burada görünen o ki tüm sokak hayvanlarının bakımevine alınmasının önünde maddi külfetle birlikte köpeklerin bakımevine toplanmasını istemeyen hayvan severlerin de etkisi büyük.

Burada belediyeler kadar hayvan severlere de iş düşüyor. Köpekleri koruyacağız derken insanımızı köpeklere yem etmek olacak şey değil. Önceliğimiz önce insanın güvenliği ve sağlığı. Sonra diğer canlılar olmalı.

Belediyelerin maddi külfetinin altından kalkmada zorlanacağı bir gerçek. Bu külfete ortak olmak, belediyelerin üzerinden bu yükü biraz hafifletmek için bir öneride bulunmak istiyorum. Bu önerim hayata geçirilirse bu başıboş köpekler sorununu daha erken çözeceğimizi düşünüyorum.

Malum olduğu üzere hedef, kitle ve amaçları aynı olan irili, ufaklı vakıf ve derneklerimiz var. Hepsi ihtiyaç sahibi insanların ihtiyacını gidermek için faaliyette bulunuyor. Halkın yardımıyla bu dernek ve vakıflar faaliyetine devam ediyor. Proje geliştirdikleri takdirde devletten teşvik de alabiliyorlar.

İsimleri farklı olsa da aynı amaca hizmet eden birbirinin aynısı vakıf ve derneklerimiz gibi her il ve ilçede sokak hayvanlarını koruma dernek ve vakıfları kurulabilir. Devlet, belediyeler ve valilikler bunun öncülüğünü yapıp teşvik de edebilir. Kurulması gereken zorunlu dernek ve vakıf statüsü de verebilirler.

Böyle vakıf ve dernek kurmada mütevelli heyet bulmada zorluk çekileceğini sanmıyorum. Bunun için pekala sokak hayvanları için kendilerini siper eden hayvan severlerden faydalanılabilir. Bunlardan dernek ve vakıf kurmaları istenebilir. Bir kısım barınak yapma, barınakları iyileştirme bu vakıf ve derneklere devredilebilir. Hayvan severlerin büyük bir özveri içerisinde köpeklerin sağlığı için çalışma içerisine gireceğini düşünüyorum. Böylece hem köpekler daha iyi şartlarda yaşayacaklar hem insanımız cadde ve sokaklarda daha güvenli olacak hem devlet ve belediyelerin üzerinden yük alınmış olacak hem de hayvan severler istedikleri gibi sağlıklı bakımevleri kurabilecek, endişeleri giderilecektir.

Hatta aynı görevi deruhte eden vakıf ve derneklerin tüzük değişikliği yaparak amaçları arasına hayvanları koruma gibi bir maddeyi eklemeleri de bu işi hızlandıracaktır.

Kurulacak veya dönüştürülecek bu hayvanları koruma dernekleri, proje yapmak suretiyle devletten teşvik alabilirler.

Belediye, valilik, kaymakamlıklar ve bu hayvanları koruma dernekleri bir araya gelerek ortak çalışma yapabilirler. Birbirlerine destek olabilirler. Böylece el birliği ile bu sorunun üstesinden gelebiliriz.

Ezberci Eğitim Out, Hafızlık Eğitimi İn

Bir zamanlar ezberci eğitim vazgeçilmez idi okullarda. Çarpım tablosu başta olmak üzere sayısal derslerdeki problemleri çözmek için formüller, törenlerde okunan şiirler aynı şekilde ezberlenirdi.

Kimyadaki elementler listesi, simgeleri, atom ağırlıkları ezberlenmesi gerekirdi.

İstiklal Marşı, Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi yine tüm öğrencilerin ezberden okuması gereken konular arasında yer alırdı. Ezberden okumasını bilmeyen, okurken şaşıran kimseler ayıplanırdı.

Savaşların tarihleri mutlaka ezberden bilinmeliydi. Sınavlarda öğretmenler falan savaşın tarihi kaçtır gibi sorular sorarlardı.

Ezberci eğitime dair örnekleri çoğaltmak mümkün. Hemen hemen her dersin ezberlenmesi gereken konuları olurdu.

Sınavlarda da bilgiye dayalı sorular sorulduğu için öğrencilerin hafızasında çoğu konunun bilgisi olmalıydı.

Geçmiş ezberci eğitimden gittikçe uzaklaşıldı. Merkezi sınavlarda anlamaya yönelik sorular sorulmaya başlandı. Bir zamanların ezbere dayalı eğitimi hiç olmadığı kadar eleştiri konusu şimdi.

Ezberci eğitimden analitik düşünme, okuduğunu anlama ve çözümlemeye dayalı, yapılandırmacı, öğrenci merkezli eğitim vs. nicedir revaçta.

Hemen hemen her alanda eğitimde ezberci eğitimden hızla uzaklaşılırken aynı doğrultuda gitmeyen bir eğitim modelimiz var. Bu da hafızlık.

Hiç olmadığı kadar hafız yetiştiriyoruz. Hatta teşvik için hafız İHO ve hafız İHL proje okullarımız bile var.

Bir zamanlar Kur'an kursları eliyle Diyanet'e bağlı kurslarda hafızlık eğitimi verilirken şimdi MEB'e bağlı okullarda öğrenciler hiç yıl kaybetmeden hafızlık yapıyor.

Hafız proje okulları, 4.sınıfı bitiren öğrenciler arasında sınav yapmak suretiyle okullarına öğrenci seçiyor. Bu tür okullarda okuyan öğrenciler, bilişim, beden eğitimi gibi dersleri görmeyecek haftalık Kur'an derslerini daha fazla görmüş oluyorlar. Genellikle 7.sınıfı okumayarak hafızlık yapıyorlar. Yıl sonu yapılan sınavla öğrenci bir üst sınıfa geçiyor. Öğrenci ortaokulu bitirinceye kadar hıfzını tamamlamış oluyor.

Ezberci eğitimi terk ederken hafızlık eğitiminde ezberci eğitime devam edilmesi tam bir çelişki. Bu durumda sormak lazım. Ezber iyi ise niçin ezberci eğitimden vazgeçildi? Ezberci eğitim kötü ise niçin Kur'an hıfzında ezbercilik devam ediyor?

Burada adı üzerinde Kur'an hıfzı. Hafızlık demek Kur'an'ın 606 sayfasını ezberlemek demek. Bu, başka türlü olmaz denebilir. El hak doğrudur. Başka türlü düşünülemez.

Hafızlık, mukabele ve hatimle namaz kıldırmada bir ihtiyaç denebilir. Bu da bir yere kadar doğrudur.

Burada hafızlığı masaya yatırmak lazım. Tam bir ezberci eğitim modeli olan hafızlık bir zamanlar ihtiyaçtan doğmuştur. Kağıt küreğin olmadığı, varsa da kıymetli olduğu, olanların da birileri tarafından yok edileceği endişesiyle, Kur'an'ı bir nevi korumaya almak gerekiyordu. Böyle bir imha durumunda, hafız olanların Kur'an'ı yeniden yazması düşünülmüş olmalı. Bu yüzden hüküm yönünden farzı kifaye bir ibadet kabul edilmiştir. Her belde veya bölgede bir veya birkaç kişinin hafız olmasıyla bu ibadetin diğerleri üzerinden düşeceği düşünülmüştür. Doğal akışı içerisinde bu ibadet belli meraklılarınca devam ettirilmiştir. Bu yol ile yetişen hafızlar da toplumda elle gösterilmiş ve saygıda kusur edilmemiştir. Bu geleneğin yerini şimdi bir teşvik belki de suni bir teşvik aldı. Proje okullar sayesinde çok sayıda hafız yetiştirilmeye başlandı. Bu tür proje okullarında hafızlık yapan öğrencilerin hafızlığının ne derece sağlam olduğu tartışılsa da özellikle hafız proje okullarında, bilişim, beden eğitimi, resim ve müzik gibi derslerden öğrencilerin mahrum bırakılması çok pedagojik gelmiyor bana. Çoğunun da hatimle namaz kıldırabilecek şekilde sağlam bir hafızlığının olmadığı bir aşikar.

Bir diğer husus, hafız olanlar Diyanette imam hatiplik, vaizlik veya müftülük seçse veya ilahiyat okuyup din kültürü öğretmenliğini tercih etse, branşları itibariyle gerekli dersin. Ama çoğu hafız bu branşların dışında bir mesleği tercih ediyor. Farklı mesleğiyle birlikte hafızlığı koruyabilmesi zor görünüyor. Bu yüzden çoğunun bir müddet sonra hafızlığının ha'sı gidip fız'ı kalıyor. Çünkü hafızlık sadece ezberlemekten ibaret değil, bu ezberin muhafazası için sürekli tekrarı gerekiyor.

Bu konu çok su götürür. Bir de netameli konu. Konuyu fazla uzatmadan bağlamaya çalışayım. Kısaca bugün teşvik edilen ve yapılan hafızlık, bu ibadeti doğal akışına bırakmaktan ziyade suni bir yol izlenmektedir. Bunda abartı vardır.

Bugün Kur'an'ın kaybolma endişesi yoktur. Her evde, her yerde sayısız Kur'an vardır ve kayda alınmıştır. Dijital ortama aktarılmıştır. Bu yüzden Kur'an'ın kaybolma endişesi olmadığı için hüküm yönünden farzı kifaye kabul edilen hafızlığın hükmünü bugün yeniden ele almada fayda vardır.

Hatimle namaz kılmada veya mukabele okumada bir ihtiyaç denebilir. Mukabele pekala yüzünden okunabilir. Teravih namazını hatimle kıldırmaya gelince, her ne kadar Ebu Hanife'ye göre yüzünden okumak, sayfa çevirmek ameli kesir kabul edildiğinden caiz görülmese de İmameyn'e göre teravihlerde Kur'an'ı yüzünden okumak mekruh kabul edilmiştir. Diğer üç mezhep olan Şafii, Hanbeli ve Maliki mezheplerinde teravihlerde Kur'an sayfasını çevirmek ve yüzünden okumak caiz görülmektedir. Teravihlerde pekala diğer üç mezhebin fetvası ile amel edilebilir.

Her biri ayrı ayrı ele alınması gereken kaç konuyu bu yazıda mezcettim. Yanlış anlaşılmasın, eski köye yeni adet getirme gibi bir niyetim yok. Hafızlık kalksın demiyorum. İsteyen hafızlık yapsın. İstediğim, çoğu zarar, azı karar. Her bir şeyi zorlamadan ve abartmadan doğal akışına bırakmak.

Şunu söyleyip yazımı nihayete erdireyim. Kur'an okumaktan kasıt onu anlamak, anladığını hayatına tatbik etmektir. Hafızlık, anlama ve hayata tatbikten ziyade Kur'an'ı yani Allah'ın talimatlarını ezberlemekten ibarettir. Talimatlar hayata tatbik edilir. Ayrıca ezber gerekmez. Ayrıca nice hafız var ki okuduğu Kur'an'ın talimatlarından bihaberdir. Nice hafız olmayan vardır ki bu talimatlardan hafızlardan daha çok haberdardır. Ayrıca Google'a yazınca ilgili ayetler saniyeler içinde karşına çıkıyor.

Sözün özü, hafızlık eğitimiyle ezberci eğitimi terk etmemiz arasındaki çelişkiye dikkat çekmek istedim. Birine out derken diğerine in diyoruz. Bu da başlı başına bir çelişkidir. Umarım muradımı anlatabilmişimdir.

8 Mart 2025 Cumartesi

Keşke Her Ay Şubat Gibi Kısa Çekse!

Aşağıdaki yazıyı 08.03.2022 yılında sosyal medyada paylaşmışım. Yazı, senesinde önüme düşünce, bloğumda yerini alsın istedim:

Yorgun argın işten geldim. Gözüme doğal gaz faturası ilişti. 

Oyalanmadan miktarına baktım. 710 lira okudum. 

Yanlış görmüş olabilirim diye bir daha baktım.

Bedelden emin olunca içimi bir sevinç kapladı. Çünkü beklediğimden ve geçen aydan düşüktü miktar. 

Bir düşüncedir aldı beni. 

Acaba neden düşük geldi?

1. Bu ay acaba tasarruf etmiş olabilir miyiz dedim. Mümkün değil. Zira itibarımdan ne ödün veririm ne de tasarruf ederim.

2. Cemre bereketi olabilir mi dedim. Değil. Çünkü cemreler de bereketli geçen kıştan yana tavır aldı.

3. Acaba devlet yüzde 18 olan KDV'yi bana söylemeden sıfırlayarak sürpriz yapmış olabilir mi dedim. İhbarnameye yeniden baktım. Gazı bedava veririm ama yüzde 18'den vazgeçmem dercesine KDV oranı yine 18 idi.

4. Kombi bana acıyıp insafa geldi de yavaş mı döndü bu ay diye hiç düşünmedim. Zira insanda kalmayan insaf kombide niye olsun dedim.

5. Tüm bunlar değilse o zaman ne derken, aklıma acaba Enerya ayı doldurmadan bu ay erken mi okudu dedim ve jeton düştü. Tabi ya. Bu ay şubat ayıydı ve şubat 28 çekmişti.

Hasılı, doğal gazın bu ay beklediğimden düşük gelmesi, şubat ayından kaynaklı olduğunu sonunda buldum. Ama bu buluş, yorgunluğumun üzerine beni daha yordu. Çünkü zihin yorgunluğu beden yorgunluğundan daha ağırdır. Ama tüm yorgunluk böyle olsun ve keşke her ay şubat gibi az çeksin. Ben yorulmaya razıyım dedim. 08.03.2022

Not: Bu yazının üzerinden üç yıl geçmiş. Doğru dürüst görmediğimiz kışın doğal gaz faturası 3000-3500 TL dolaylarında. Nereden baksak, beş katı artmış doğal gaz masrafı. Bu miktarın içinde mutfak ve sıcak su faturası dahil değil. 

Yaptığınızı Beğendiniz mi Hayvan Severler?

7 Mart 2025 günü Karatay Başak Mahallesinde, iftar öncesi, başıboş köpeklerin saldırısına uğrayan ve ağır yaralanan 3-4 yaşındaki kız çocuğunun, tüm müdahalelere rağmen vefat etmesinin ardından, Karatay Belediye Başkanı Hasan Kılca, şu açıklamayı yaptı:

“2 Ağustos 2024 tarihinde yürürlüğe giren yasa kapsamında hızla toplama alanları oluşturduklarını,

Sokakları güvenli hale getirmek için yoğun bir çalışma planı uyguladıklarını,

Geniş arazilere sahip bölgelerde daha hassas ve planlı bir toplama çalışması yürütüldüğünü,

Yürütülen çalışmalar neticesinde sahipsiz köpek sorununu büyük ölçüde azalttıklarını,

Yaşanan acı olayın derin üzüntüsünü yaşadıklarını,

İnsan hayatının her şeyin üstünde olduğunu,

Bazı grupların "sözde hayvanseverlik" adı altında toplum sağlığını riske atarak sorunun büyümesine sebep olduklarını,

Bizler, tüm şehir olarak topyekûn bir duruşla, sorunu tamamen bitirene kadar asla durmayacaklarını,

Toplama çalışmalarının hız kesmeden devam ettiğini ve sahada tüm güçleriyle çalıştıklarını” dile getirdi.

Karatay Belediyesi olarak başıboş köpek tehlikesini bertaraf etmek için yaptıkları kapsamlı açıklamasından dolayı Sayın Kılca bir teşekkürü hak ediyor.

Başkan’ın açıklamasında yer alan “Bazı grupların "sözde hayvanseverlik" adı altında toplum sağlığını riske atarak sorunun büyümesine sebep olduklarını” kısmı dikkatimi çekti.

Çıkan ilgili kanunun üzerinden yedi ay geçmiş olmasına rağmen başıboş köpeklerin toplanmasında meydana gelen gecikmenin, kendilerini hayvan sever gösteren kişilerin bu sorunun çözüme kavuşmasında engel çıkardıkları ve bu süreci uzattıkları anlaşılıyor.

Eğer böyle ise suçluyu sağda, solda aramayalım. Çünkü bu sorunun çözüme kavuşmasının önündeki en büyük engel hayvan severlerdir.

Merak ediyorum, hayvan özgürlüğünü savunan, hayvanların teller arasına hapsedilmesini istemeyen, hayvanların da özgürce çarşı pazar dolaşmasını savunan hayvan severler, kendi kendini savunmaktan aciz küçücük bir sabinin köpekler tarafından ölümüne sebep olacak şekilde yaralanmasından dolayı biz ne yaptık deyip vicdan azabı çekecekler mi? Bu çocuğun ve daha nicelerinin katline sebebiyet verdiklerini düşünecekler mi? Bir insanın ölümüne sebebiyet vereceği biline biline köpeklerin özgürlüğünü savunmaları, onları bu derece sevmeleri ifrat ve tefrittir değil mi? Bu menfur ölüm, kendilerinin ve çocuklarının başına da gelebileceğine dair bir özeleştirisi ve empati yapacaklar mı? Yoksa aşırı sevgi onların gözünü kör mü etti? Yine onlar için bir çocuğun, bir insanın hayvan kadar değeri yok mu? Bu hayvanların özgürlüğü var da çocukların özgürlüğü yok mu? Bunu kim savunacak? Kusura bakmasınlar ama bu anlaşılmaz tutumlarıyla, takındıkları tavır, bir hayvan severlikten ziyade insan ve çocuk düşmanlığıdır. İnsanın özgürlüğünden nefret etmektir. İnsanımızı ölüme terk etmek ve köpeklere yem etmektir. Unutmasınlar ki birinin özgürlüğü ve başıboşluğu bir başkasını rahatsız etmekle sınırlıdır. Saldırgan bir canlının yeri de kafes, teller ve dört duvardır. Siz hayvan severlik yapacağız derken insan güvenliğini tehlikeye attığınızın farkına ne zaman varacaksınız?

Şimdi bu çocuğun ölümünün ardından yatağınıza yatıp nasıl mışıl mışıl uyuyacaksınız? Unutmayın, bu çocuğu katili sizsiniz. Utanın bu yaptığınızdan.

Hep Bir B Planı Olmalı İnsanın

İki sene önce yeni bir eve taşındım. Dış kapı girişimiz şifreli. Kapıyı açmak için anahtara da gerek yok. Şifreyi girince kapı açılıyor.

Böyle bir teknoloji varsa ne gerek vardı dış kapı anahtarını cepte taşımaya. Yok yere cepte kalabalık yapıyor aynı zamanda. Ağırlığından cebini delmesi de cabası.

Bir de elini cebine atacaksın. Anahtarı bulacaksın. Anahtar deliğine anahtarı girdirmek için eğileceksin. Deliği bulacaksın. Uzun iş.

Havası da bir başka oluyor şifre ile açınca.

Bu durumda anahtara gerek yok. Attım evin zula bir yerine dış kapı anahtarını. Sadece iç kapıyı açmak için tek anahtarı koydum cebime.

Bir ara şifreyle açmak, iyi, hoş, güzel. Havası da bir başka ama ya bir gün elektrikler kesilirse ne olacak. Mutlaka bir B planım olmalı dedim. İşte o zaman dışarıda kalırım. Bu durumda nasılsa elimizde cep telefonu var. Evde olan birine telefon açıp kapıyı açtırırım dedim. Ardından ya evde kimse yoksa dedim. O zaman komşulardan birinin gelip girmesini beklerim. Nasılsa giren çıkan eksik olmaz.

Ardı arkasına aklıma gelen sorulara kendimce bir B planı bulup rahatladım. Dışarıda kalacak değilim ya. Bir şekilde girerim eve. Bu kadar ince düşünmeye gerek yok dedim. Dedim ama ya her zaman girip çıkan komşulardan biri gelmezse bu durumda ne yapacağım dedim. Ardından aman neyse ne. Bu kadar ince düşünmek akla ziyan. Bu cep telefonu nelere kadir dedim.

Herhangi bir tedbir almadan şifre ile eve girmeye devam ettim. Şifrenin kolaylığını gördükçe ha şu iç kapıdan da şifreli girsem, yok mu böyle bir teknoloji dedim ara ara.

Gel zaman git zaman okuldan çıkıp eve doğru adımlamaya başladım. Yolda yürürken akşamdan şarj ettiğim telefon “şarjın yirmiye düştü” uyarısı verdi. Hem yürüyeyim hem de kısa videolar dinleyeyim istedim. Dakikada bir şarj gitse yirmi dakikada eve varırım dedim.

Video dinleye dinleye eve yaklaşırken şarjın on kaldı, beş kaldı uyarılarına kulak asmadım. Nasılsa iki, üç dakikalık mesafem kalmıştı.

Maalesef bu hesabım tutmadı. Eve gelmeden telefonum kapandı.

Derken sitenin kapısına geldim. Şifreyi girdim. İşe yaramadı. Çünkü elektrikler kesikmiş.

Telefona davrandım. Şarjımın bittiği aklıma geldi.

Komşulardan girip çıkan olur diye beklemeye koyuldum. Dakikalarca bekledim. Ne içeriden çıkan oldu ne de dışarıdan giren. Bizim han kapısı oldu ıpıssız bir yer.

Sokağa çıkıp kenarda beklemeye başladım. Nafile.

Bahçeye dolaştım. Evdekilere duyurmak için cama taş atayım diye. Taş da bulamadım. Bulsam da attığım taşın camı kırma ihtimali yüksekti. Zira bu konuda kendime ve bileğimin gücüne güveniyorum. Sonra da kış günü camcı ara artık.

Sokak da ıssızdı hiç olmadığı kadar.

Az sonra bir kız çocuğu geldi yan bloka. Onun da anahtarı yokmuş. Giremedi evine. Evde kimse de yokmuş. Telefonla ailesini arayınca bundan haberim oldu. Karşı komşu ile konuşurken "Annemgil geliyormuş bereket" dedi.

Kızım, şu telefonla evi bir arasam diye içimden geçirdim. İyi de kızımızı tanımıyorum. Haliyle cesaret edemedim.

8 saat dersin ardından üzerime yorgunluk da çökmeye başladı.

Sonunda ilk defa gördüğüm komşu kızından yardım istemeye karar verdim. Ne de olsa halden anlardı. Çünkü o da benim gibi eşekten düşmüş biri idi.

Kızım, telefonumun şarjı bitti. Telefonundan eşimi arayabilir miyim dedim. "Tabi amca, buyur" diyerek telefonunu uzattı. Ben numara söyleyeyim de siz yazın dedim. Söylediğim rakamları yazıp telefonu uzattı. Eşimle görüşüp teşekkür edip kusura bakmayın dedim. Sağ olsun, est. amca dedi.

Hasılı, komşu komşunun külüne muhtaç misali, komşu kızı sayesinde dış kapıyı açtırdım. O sevap kazanırken ben de muradıma erdim.

Bir daha mı, eve girmeden şarjımı yolda bonkörce harcamayacağım.

Koyduğum zula yer aklıma gelirse ilk işim dış kapının anahtarını da iç kapı anahtarının yanına ekleyeceğim. Varsın cebimde ağırlık yapsın. Böylesi günlerde dışarıda kalmaktan iyidir.

Bu arada benim şifre ile girme havam da sönüverdi. Çünkü bu hava elektrik var olduğu müddetçe geçerliymiş.

Siz siz olun, eğer dış kapınız şifre ile açılıyorsa pek güvenmeyin. Yanınıza mutlaka anahtarını da alın ki bu B planı sizi dışarıda bırakmasın.

Başıboş Köpek Sorunumuz

Telefonuma, Anadolu’da Bugün gazetesinin son dakika bildirimi geldi: “Konya Valiliği tarafından şu açıklama yapıldı: ‘07.03.2025 günü saat 17.40 sıralarında, Karatay İlçemiz Başak Mahallesinde sahipsiz köpeklerin saldırısına uğrayarak ağır yaralanan R.E.S isimli çocuğumuz, kaldırıldığı hastanede yapılan tüm müdahalelere rağmen hayatını kaybetmiştir... Olayla ilgili çok yönlü tahkikat devam etmektedir”.

Yine gazetenin haberine göre 3-4 yaşındaki bu kız çocuğunu ağır yaralı olarak mahalle sakinleri kurtarmış.

Olayın ardından bir grup mahalle sakini, başıboş köpekler tehlikesine dikkat çekmek için konvoy oluşturarak protesto etmiş.

Protestocu grup Konya Valiliğine giderek Emniyet Müdürü ile görüşmüş. Emniyet Müdürünün “Başıboş köpek sorunu Türkiye’nin sorunu. Çözüm için hep birlikte çalışacağız” sözünün ardından grup dağılmış”.

İftar öncesi, mübarek cuma günü meydana gelen bu menfur olay başta kederli ailesi ve mahalle sakinleri olmak üzere tüm kenti üzüntüye boğdu.

Öyle anlaşılıyor ki mahalle sakinleri, savunmasız sabiyi köpeklerin elinden kurtarmasa, köpekler küçük kız çocuğunu lime lime edecekmiş.

Başıboş köpeklerin saldırısı ne ilk, böyle giderse ne de son olacak. Çünkü bu ülkenin en önemli sorunu, her geçen gün artan başıboş köpek sorunu.

Birkaç yıldır bu tehlike geliyorum diyordu aslında. Genelge ve kanun çıkarıldı bildiğim kadarıyla. Mevzuatın ardından yapılması gerekenler hızlı bir şekilde zamanında yapılmamış olmalı ki cadde ve sokaklarda başıboş köpekler arzı endam etmeye devam ediyor.

Diyelim ki Konya merkezde olsa da Başak Mahallesi kenar bir mahalle. Şehrin merkezi olan Anıt civarındaki Millet Bahçesi bile başıboş köpeklerin meskeni. Adeta insan yoğunluğunun olduğu her yerde başıboş köpek sürüsü tehlike saçmaya devam ediyor. Çoğu aile bu köpekler yüzünden evi yakın olmasına rağmen çocuğunu okula servisle gönderiyor. Köpekler olmasa yürüyüş mesafesinde okula kendi gidip gelecek.

Bildiğim kadarıyla başıboş köpeklere belediyeler tedbir almakla yükümlü. Bu yükümlülüğün yerine getirilmesi ve meskûn mahallerin başıboş köpeklerden temizlenmesi için daha kaç çocuk ve insanımızın köpeklere yem olması gerekiyor? Çok gecikmedik mi bu sorumluluğumuzu yerine getirmede? Yazık değil mi daha çocukluğuna doyamadan bir çocuğumuzu daha öbür dünyaya bu şekilde göndermek?

Niyetim sorumlu ve suçlu aramak değil. Yalnız bu çağda bu mevzuatlara rağmen bu sorunun azalıp yok olacağı yerde hala tehlike saçmaya devam etmesi bizim ayıbımız.

Bu sorunun çözümünde hala ayak sürünmesinin sebebini bilsek, belki vatandaş olarak taşın altına elimizi koyarız.

Görünen o ki köpeği kısırlaştırıp sokağa salmak çözüm değil.

Hayvan severlerin köpekleri savunmak namına seslerini yükseltmesi hiç çözüm değil.

Eğer sorun yer sorunu ise belediyelerde yerden çok ne var.

Eğer sorun bu köpeklerin masrafı ise belediye ve devlet bu maliyetin altından kalkamıyorsa, belli bir süreliğine vatandaştan gerekirse başıboş köpek vergisi alınabilir.

Emniyet Müdürünün açıklamasına göre eğer bu sorun birlikte çözülecekse vatandaş buna dünden razı ve hazır.

Sebep ve çözüm her ne ise lütfen biz görevimizi bilelim. Ama önce görevliler ve sorumlular taşın altına elini koysun. Yeni canları kurban vermeyelim.

Lütfen, bu sıcak olay soğumaya yüz tuttuktan sonra yine her şey eskisi gibi devam etmesin. Cadde ve sokaklarımız köpek sürüsüyle dolu olmasın. Bu köpeklerin kol gezdiği cadde ve sokaklarımızda güven içerisinde oynayan çocuklarımız olsun.

Unutmayalım ki bu çağda başıboş köpek sorununu çözemeyen ve çocuklarını köpeklerden koruyamayan bir toplum ne bölgesel bir güç olur ne de küresel bir güç. Büyüklük cadde ve sokakların güven ve huzurundan geçer.

7 Mart 2025 Cuma

Ne Ayaksınız Siz?

Kanlı bıçaklı idiler.

Hiç yan yana gelmediler.

İsrail-Filistin ne ise öyle idiler. Belki de Habil ile Kabil idiler.

Uzunca yıllar bu kan, bıçak, gözyaşından, ve buna dair söylemlerden ekmek yediler.

Vururuz, kırarız, öldürürüz, yok ederiz dediler.
Milleti kutuplaştırdıkça kutuplaştırdılar.

Durun, ne oluyoruz, aranızda konuşun, bu kavga neyinize diyenleri, kanlı bıçaklı olduklarının dostu ilan ettiler. Ya bendensin ya onlardan dediler.

Asmak için meydanlarda yağlı urgan attılar.

Kısaca düşman kardeşlerdi.

Kan ve gözyaşından yedikleri ekmek bitmiş olmalı ya daha büyük nimete konmak için 180 derece bir dönüş yaptılar ya da yaptıklarından nedamet duydular.

Barıştırmak için üçüncü bir şahsa ihtiyaç duymadan birbirlerine el uzattılar. Ortalık sütliman oldu.

Barış ve kardeşlik havası esmeye başladı.
Bununla da yetinmediler. Haydi şunu desin, ona umut bahşedelim dediler.

Kürsüden iner inmez nasıl buldun konuşmamı telefonu açtılar düşman kardeşlerine.

Olsa olsa ancak böyle olur demiş olmalı diğerleri.
Ardından hepsi hizaya geçti. Varız biz buna dediler. Dünden razılarmış meğer.

Birlikte telefon görüşmesi yaptılar, toplantı düzenlediler, birbirlerini bilgilendirdiler. Düşmanlar oldu bir kardeş.

Kısaca bizim kanlı, bıçaklı düşman kardeşler, her şeyi unuttu. Tam bir kardeş oldular. Hatta kardeşlikten de öte dost oldular. Dostluk ve kardeşlikleri düşman çatlatan cinsten.
Bu süreç böyle devam eder, başarıya ulaşırsa, hep birlikte kürsüye çıkıp kol kola girip ellerini havaya kaldırırlar, zafer işareti yaparlarsa hiç şaşırmayacağım.

Olması gereken ve özlenen bu tabloyu görünce, ister istemez, sayın düşman kardeşler, bu iş bu kadar kolay mıydı?

Madem kolaydı. Şimdiye kadar bu düşmanlığı niye devam ettirdiniz? Niye kan akmasına seyirci kaldınız, hatta kanı tetiklediniz?

Siz birbirinizi bu kadar seviyorken bunca düşmanlık ve bu düşmanlık üzerinden ekmek yemek neyin nesi idi?

Yoksa tüm yaptıklarınız bir oyun mu idi?

Milletin başına bu oyunu sergilemek için rol mü yapıyordunuz?

Dün düşmanlık rolünüzün ardından bugün barış havarisi kesilmeniz de yeni bir oyunun parçası mı? Oynadığınız bu rollerin aktörü sizler misiniz yoksa bu iş için başkalarının bize servis ettiği biçilmiş kaftan mısınız?

Bu arada size verilen rollerinizi iyi oynuyorsunuz. Oyununuz beyaz perdeye çekilse hem gerilimi yüksek senaryonuz hem de oynadığınız oyun kapalı gişe oynar, tüm zamanların gişe rekorlarını kırarsınız. Filminiz Oscar ödülünü alır, oynadığınız rol Guinness Rekorlar Kitabına girer. "Düşman kardeşlerin dünü ve bugünü" başlıklı filminizle Nobel barış ödülü bile alırsınız.

Sahi siz ne ayaksınız?

Bunca düşmanlığın ardından ne ara dost oldunuz?

Bu yaptığınız, geçmişinizle yüzleşme adına bir nedamet mi yoksa bir şeyleri örtmek ve yeni çoraplar örnek için yeni bir ihale mi aldınız?
Unutmayın ki bu millete tüm bunları yaşatmaya hakkınız yoktu.

Şimdi bu yaptığınızı daha önce yapsaydınız olmaz mıydı? O zamanlar başarılı olmasanız bile bu millet sizi takdir ederdi. Helal olsun, uğraşıp dşdğndiler ama olmadı. Çabanız yeter derdi. 

Velhasılıkelam, düşmanlığın aşırısı da zarar, kardeşliğin aşırısı da.

Aşırı nefret ile aşırı sevgi aynı kapıya çıkar, her ikisi de zehirdir.

Her şeyin azı da fazlası da ifrat ve tefrittir. Her ikisi de evlerden ırak olsun.

Yapmamanız gerekirken yaptıklarınızdan, yapmanız gerekirken yapmadıklarınızdan dolayı büyük vebaliniz var. Her şey unutulur, geçer giderse de tarih sizi asla unutturmayacak ve affetmeyecek. 

Eğer tüm bu yaptıklarınızın ardından, hidayete ermişseniz, millet cehaletinize verir, sizi affeder. Ama tüm bunları kirli bir savaşın aktörü veya figürü olarak bile bile yapmışsanız, bilin ki ihanet içerisindesiniz. İhaneti ise bu millet asla affetmez.

Dostun Gönül Yarası

Hayatta şunu anladım ki huyu, suyu, kafa yapısı sana uysa da bir insan;

Kendi içinde kavgalı ise,

Kendi ile barışık değilse,

En ufak bir şeyde kavgasını yanındaki en sevdiğine boşaltıyorsa,

Hak etmediğin şeyleri üzerine boca ediyorsa, 

Söz ve eylemlerinde sınırı aşıyor, kendini kaybediyorsa,

Kırıcı oluyor ve yüreğinde kapanmaz yaralar açıyorsa,

Sonra da hiçbir şey olmamış gibi bir tavır içine giriyorsa,

Kırdığı gönlü tamir etmeye yanaşmıyorsa,

Bunu da alışkanlık haline getiriyorsa,

Başkasına göstermediği tepkiyi hep sana gösteriyorsa,

Seni hep şamar oğlanı seçiyorsa,

Her defasında geçimsizliğin ve huysuzluğun zirvesini yaşıyorsa,

Tanınmaz ve anlaşılmaz biri olup çıkıyorsa,

Her gönül ve kalp kırmada adım atan sen oluyorsan,

Olur böyle şeyler deyip içine atıyorsan,

Daha fazla yara almamak, geçmiş hukuk ve dostluğa halel gelmemesi ve geçmiş günlerin hatırasına;

O kimseden uzak durmak ve ona mesafe koymaktır.

İşi hal ve hatırdan öteye götürmemektir.

Merhaba ve selamdan öteye taşımamaktır.

O yoluna, sen yoluna gitmesidir.

Daha fazla kırıcı olmamak ve gönül yarası açmamak için birbirimizden uzak duralım, uzaktan sevelim. Rabbim sana selamet versin, içindeki yangını söndürsün pozisyonuna bürünmektir.

Gıyabında hayır dilemektir. 

Böyle demez ve tavır almaz, her bir kırıcı söz ve eylemini içine atarsan, hiçbir şey yokmuş gibi davranırsan, ileride telafisi mümkün olmaz ve onulmaz yaralar açarsın.

En iyisi olup biteni kuma yaz, silinsin gitsin. 

Unutma! Kızgınlık, öfke ve kavgalar unutulur, kan davaları bile biter. Ama açılan gönül yarası ve gönül kırgınlığı unutulmaz ve tamiri de mümkün değildir.

Bu durumda en iyi ve etkili çözüm mesafedir. Küsmeden mesafe koymaktır. 

Bu dediklerim de kulağına küpe olsun. 

Edip Akbayram

Hayatımda bir sanatçıyı canlı dinlemek için herhangi bir konsere gitmedim. Çünkü şarkılarını dinlemek için konsere vereceğim parayı hep lüks gördüm.

Sanat ve sanatçılara dair hiç birikimim de yok.

Sanata da yabancı oldum, sanatçıya da.

Yetiştiğim muhitten midir sanata ve sanatçıya hem mesafeli oldum. Uzak durdum.

Belki de yetiştiğim ortamdan mıdır bilinmez, sanatçılar benim dünyamın insanı değildi. Hepsi olmasa da kahir ekseriyeti benim dünya görüşüme yabancı idi.

Müzik namına dinlediğim, arabanın radyosunu açtığımda kanalları karıştırıp rastgele müzik dinlemekten ibaret. Bazen de sosyal medyayı açınca önüme düşen kısa videolardan müzik dinlemişliğim var.

Her ne kadar müzikle ve bu sanatı icra eden sanatçılarla aramda duvar olsa da Türk Halk Müziğine ayrı bir ilgim var.

İlgi duyduğum sanatçılardan biri de adını ilk başlarda tam telaffuz edemediğim Edip Akbayram idi. Söylenirken Edibak Bayram şeklinde telaffuz edilince, böyle isim mi olur derdim. Uzun yıllar adını Edibak sandım. "Aldırma gönül aldırma" şarkısıyla tanıdım onu.
Edip Akbayram'ı sanatçılar arasında ayrı bir yere koydum. Ölümüne üzüldüm. Öldüğü günün akşamında önüme düşen çoğu şarkılarını geç de olsa dinledim.

Dinledikçe efkarlandım. Duygulandım. Farklı dünyaların insanı bildiğim Edip Akbayram'ı benden bir parça olduğunu geç de olsa anladım.
İçten ve yürekten okuyuşu; sevgi, dostluk, kardeşlik ve barış vurgusu; yorumlayışı, ses tonu, jest ve mimikleri, farklı sesi ve şarkılarında verdiği mesajları etkiledi beni.

Sanatını icra ederken her yönüyle temizim dercesine bembeyaz dişleri, şarkılarını söylerken gözlerini yumuşu, bir anlamı var mı bilmiyorum, çoğu sahnesinde üzerindeki yeleği, çoğu sanatçıda olan sansasyonel yaşantısının olmayışı, şımarmaması, hep icra ettiği sanatıyla öne çıkışı, dik duruşu, kimseye boyun eğmeyişi, para ve şöhreti gören çoğu sanatçı Bodrum'da soluğu alırken onun çocukluğumu hatırlatıyor dediği Avanos'ta tatilini geçirmesi, şöhretine rağmen tevazuu elde bırakmaması, düzgün aile yaşantısı, daha bilmediğim nice yönleri, onu diğer sanatçılardan ayrı kılan özelliği olsa gerek.
Erkenden kaybettiğimiz Edip Akbayram, yakaladığı şöhreti tırnaklarıyla elde etmiş. Kazıya kazıya Zirveye tırmanmış. Daha lisede iken çıkarmış ilk plağını. İlk plağı da “Kendim ettim, kendim buldum” imiş. Çoğunun hayali diş hekimliğini de kazanmasına rağmen sanat yönü ağır basarak hekimliği okumamış. Adeta kendim ettim, kendim buldum demiş. Bir konuşmasında “Diş hekimliğini okumuş olsam da babamın klinik açacak parası yoktu” diyor. Belki de babasına yük olmamak için işçilik mesleğini tercih etmedi. Geldiği nokta da kalitenin tesadüf olmadığına bir işaret.

80 ihtilalinin sıkıntılarını derinden çekmiş. 1981-1988 yıllarında bestelerinin TRT’de çalınması yasaklanmış olmasına ve maddi sıkıntı çekmesine rağmen sanatından ve dik duruşundan hiç ödün vermemiş. İcra ettiği sanatından dolayı farklı kuruluşlardan aldığı 250 tane ödülün sahibi olmuş. Çoğu sanatçının ödülünü almak için sıraya girdiği yıllarda Fethullahçı yapılanmanın ödülünü reddeden ender sanatçılardan biri olmuştur.

Erken yaşta kaybetsek de şarkılarında buram buram Anadolu kokan, halkın derdini şarkılarına yansıtan efsane sanatçı, kişilik ve kimliğini kaybetmeden, geldiği yeri unutmadan, şöhret afetine yakalanmadan sessiz sedasız aramızdan ayrıldı. Yeri doldurulacak gibi değil.

Dişçi olsaydı, müşterilerinin gönlünde taht kuracaktı. Şarkıcı olunca tüm Türkiye'nin gönlünde taht kurdu ve efsane oldu. 

Sevenlerinin ve müzik dünyasının başı sağ olsun.

Temennim, yeri doldurulamaz ise de izinden giden böyle sanatçıların olması ve sayısının çoğalması. 

6 Mart 2025 Perşembe

Bizi Ahlaksızlaştıran En Büyük Faktör

Karar gazetesindeki bir haberde, OECD verilerine göre Türkiye'de tüketici enflasyonu, Ocak 2025 itibariyle 8 aydır düşüş eğiliminde olmasına rağmen % 40'ın üzerinde kaldı. OECD ortalaması ise % 4 olarak gerçekleşti.

Gıda enflasyonu ise 41,8'e gerilemesine rağmen Türkiye, OECD ülkeleri içerisinde en yüksek enflasyona sahip ülke olmaya devam etti. OECD yıllık enflasyonu ise 4,7 olarak tespit edildi.

G7 ülkelerinde yıllık enflasyon 2,9 seviyesinde sabit kaldı.

G20 ülkelerinde yıllık enflasyon 5,0 seviyesinde sabit kaldı.

Yine Karar'daki bir habere göre Türkiye gıda enflasyonunda, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ülkeleri arasında % 41,7 oranla en yüksek enflasyona sahip ülke olduğu ortaya çıktı. 

İİT ülkeleri içerisinde Türkiye'yi gıda enflasyonunda % 27,3 ile İran, 26 ile Nijerya, 21,8 ile Filistin, 20,8 ile Lübnan takip etti. 
İstanbul Planlama Ajansı (İPA) başkanı Buğra Gökçe'ye göre bizde gıda ve tüketici enflasyonunun yüksek olmasının "temel sebebinin ekonomi politikaları, TL'nin değer kaybı ve yüksek enflasyondur".

Verdiğim iki ayrı haberde de görüleceği üzere Türkiye gıda ve tüketici enflasyonunda hem OECD hem de İİT ülkeleri arasında açık ara şampiyon. 

Bu durum sadece OECD ve İİT arasında değil, ASAL Araştırma'nın yaptığı bir ankette de Türkiye'nin en önemli ve ilk sorununun % 61,2 ile ekonomi olduğu, ikinci sıradaki sorunun % 6,3 ile işsizliğin takip ettiği görülecektir. İşsizliğin de ekonomi ile ilişkili olduğu düşünülürse, karşımıza 66,5'luk bir oran çıkmaktadır. 

Bu oranları vermedeki niyetim, faturayı birilerine çıkarmak, suçlu bunlar demek değil. Bir tespiti ortaya koymak, hali pürmelalimiz bu demektir. Ekonomimiz komada demektir. 

Görünen o ki şöyle böyle değil, biz enflasyonun altında eziliyoruz. Ölmüşüz de ağlayanımız yok. Hem OECD hem İİT ülkelerine göre bir utanç tablosu ile karşı karşıyayız. 

Kimse kusura bakmasın, bu tablo savunulacak ve gerekçe üretilecek bir tablo değil. 

Bu tablo, sadece mevcut hükümetin üzerine yıkılacak bir tablo da değil. Çünkü enflasyon sadece günümüz değil, bu ülkenin geçmişten günümüze bu ülkeye yön verenlerin maruz bıraktığı bir tablodur. Hiç şu ya da bu gerekçenin arkasına sığınmaya gerek yok. Her biri, yapması gerekenleri yapmadıklarından, yapmaması gerekenleri yaptıklarından, pansuman tedbirlerle sorunu daha da büyütmelerinin bir karnesidir. Dünya Mersin'e giderken bizdeki ekonomi yönetiminin tersine yol almasının bir sonucudur. Daha doğrusu inadın kurbanıyız. Radikal tedbirlerden ziyade seçim kazanma uğruna seçim politikası uygulayarak bir ülke insanının ateşe atılmasından ibarettir. 

Durum bu iken yani bol sıfırlı bir enflasyonla şampiyonluğu kimseye vermeyen bir tablo ile karşı karşıya iken, suçu zam yapan esnafa atmayalım. Onları ahlaksızlıkla suçlamayalım. Çünkü enflasyon bir toplumu ahlaksız yapan en önemli faktördür. Bizi ahlaksız yapan, daha fazla kazanma hırsıyla gözümüzü döndüren, insafı, vicdanı ve makulü elden bıraktıran en önemli sebep, yüksek enflasyondur. Bunda yani ahlaksızlığımızdaki en büyük pay sahibi de ekonomiye zamanında tedbir almayanlardır. 

Bazı Ülkelere Biçilen Rol

Geri kalmış ve gelişmekte olan ülkeler kendi başına yetmeyen ülkeler.

Kendi kendine yetmeyen bu ülkeler gelişmiş ülkelerin pazarıdır. Çünkü bu tür ülkelerde para edecek orijinal üretim yoktur. Gelişmiş ülkelerde maliyeti yüksek olan ürünler ucuz işçilikle bu ülkelerde üretilir. Onların hizmetine sunulur.

Bu ülkeler çok uluslu şirketlerin para basma makinesidir. O ülkelerde işletme açarak o ülkenin insanını çalıştıracak o ülkeye veya o ülkeden başka ülkelere satarlar.

Her iktidar döneminde bu işletmeler işini yürütür. Bu şirketler uluslararası dokunulmazlığa sahiptir.

Sürekli borçlu yaşar bu ülkeler. Çünkü gelir ve gideri karşılamaz. Hep borçlanarak yüklü faiz öderler.

Paraları döviz karşısında puldur. Enflasyon ve enflasyonla mücadele bu ülkelerin kaderi olarak biçilmiştir.

Bu tür ülkelerde kutuplaşma yaygındır. Toplum siyah ve beyaz diye ikiye ve daha fazlasına bölünmüştür.

Teamülleri ve işleyen bir devlet sistemleri yoktur. Devlete kişi değil, kişilere devlet teslim edilir. Kişilerle devlet yönetilir. Ortak aklın esemesi okunmaz. Kişiler sahibine göre kişner teşbihte hata olmazsa.

İşe yarar hemen hemen her şeyleri ithal olduğu gibi yöneticileri de ithaldir. İthal derken illaki başka ülkelerde özellikle gelişmiş ülkelerden yönetici gelmesi gerekmiyor. Bir şekilde zamanında bu tür ülkelere yerleşmiş, o ülkenin dilini, dinini ve kültürünü öğrenmiş kişiler seçilir, daha doğrusu seçtirilir. O ülkenin her bir yerine serpiştirilmiş bu tip kişiler zamanı gelince yönetici adayı olarak ortaya çıkarılır.

Alternatif olarak çıkarılanlar da istedikleri kişilerden oluşur. Kendisini iyi pazarlayan yönetime gelir.

Kısaca bu tür ülkeler için seçilen yöneticiler o ülkenin bağrından çıkan kişilerden oluşmaz. Çünkü böyle ülkeler o ülkenin yerli unsurlarına bırakılacak kadar tesadüflere bırakılmaz. Alternatiflerin hangisi daha fazla oy alırsa iktidara gelenler onlarla çalışmak zorunda.

Adı sanı, inancı ve ırkı o ülkeye ait yerli gibi görünen nice yönetici vardır ki hepsinin menşei şu ya da bu şekilde ya Sabetayisttir ya Yahudi'dir ya da göçmendir.

Özel yetiştirilmiş bu tiplerden, o ülkenin milliyetçisi de çıkarılır, dincisi de solcusu da sağcısı da liberali de.

O ülkelerin en büyük sermayedarlarının kökeni de şu ya da bu şekilde aynı aile yapısına çıkar.

Hem sermayedarıyla hem yöneticisi ile o ülke bir şekilde güdülür.

Halkın güdülmesi ve yönlendirilmesi sadece sermaye ve yönetim kadrosuyla olmaz. O ülkeye ihtiyaç ne kadar insan kaynağı gerekiyorsa; gazete, TV, basın, ressam, akademisyen vs. ne kadar meslek grubu varsa her birini her köşe başına yerleştirirler. Bunlar halkı bir şekilde yönlendirir.

O ülkede ne kadar taban varsa tüm tabanların başına bunlar getirilir. İstisnalar kaideyi bozmamakla birlikte İslamcısı da onlardan, milliyetçisi de onlardan, laik ve seküler olanı da onlardan, tarikatın başındaki de onlardan, liberal ve demokratı da onlardan. Yani tüm köşe başları onlardan.

Gariban halk da perde gerisini bilmeden bunların ideolojilerini gönüllü olarak savunur. Uğruna kutuplaşır, birbirini yer bitirir. Birinden kaçar, diğerine yakalanır. 

Bu kutuplaşmadan en fazla yaralanan ise yönetime talip olanlar olur. Çünkü birbirini öcü gibi gören kutuplar şu gelmesin, bu gelmesin diye safları sıklaştırır. Halk kurtarıcı diye lanse edilenlerin etrafında kenetlenir.

Gerçeklerin er veya geç ortaya çıkma gibi bir huyu var sözü bu ülkeler için geçerli değildir. Çünkü bu ülkelerde gerçeklerden ziyade algı yönetimi vardır. Gerçekler asla ortaya çıkmaz. Ülkenin her bir şeyi algılar üzerine yürür. Daha doğrusu yürütülür.

Kısaca, geri kalmış veya gelişmekte olan ülkeler hiçbir zaman bir başına bırakılmaz. Asla kendi kendine yönetilmezler. Özel yetiştirilmiş proje kişiler eliyle yönetilir. Bu ülkelere yönetici seçilenler o ülkenin seçilmiş yöneticisi olsa da aslında her biri bu ülkeler için seçilmiş ve atanmış özel kişilerdir. Bunlar pirincin içindeki beyaz taş gibidir. Kırılan diş, bu ülkelerin asli insanının dişi olur. Üzülen, bu ülkenin asıl insanı olur.

5 Mart 2025 Çarşamba

Azrail Buralarda Dolaşıyor

İlçemde dün bir, bugün üç kişi vefat etti.

Arka arkaya bu vefat haberlerini alınca amcaoğlum Tevfik Abi aklıma geldi.

Benden iki yaş büyük Tevfik Abi, hatır bilir, hatır almayı da.

Bir cenaze olduğunda ekmek teknesini kapatır, uzak yakın demez, o cenazeye mutlaka katılır.

Vefalı biri. Mübarek günlerde ve haftada bir büyüklerini arar, hal ve hatırlarını sorar. Onların hayır dualarını alır.

Hayatın tüm sıkıntılarına rağmen espri yapmayı da ihmal etmez. Espriden de anlar.

Ortamını bulduğunda konuşmayı da sever, dinlemeyi de.

Biraz hızlı konuşur ama ne dediğini anlarız.

İbadetlerini elinden geldiği kadar yapar.

Tek korkusu ramazan orucu. Günler gelmeden ramazanın korkusunu içinde hisseder. Bu oruçtan kurtulmanın yolu yok mu diye her ramazan öncesi arar. Hafızım, tutmasak olmaz mı der gülerek. Ağa! Tek çaresi var. Bir doktor bulacaksın. O doktor sana oruç tutma diyecek. Sen de tutmayacaksın diyecek. Sen de tutmayacaksın. Başka da yolu yok derim. Birlikte güleriz.

Bu ramazan aramadı. Sanırım unuttu ya da nasılsa bundan kurtuluş yok. Sağa sola telefon açmama gerek yok. Naçar tutacağım demiş olmalı. Hoş, esprisine söyler. Her türlü zorluğuna rağmen orucunu da geçirmez.

Yalnız oruç oruç markete gittiğinde ihtiyaç veya değil, şunu da ver, bunu da ver diyerek ellerinde poşet evin yolunu tuttuğu söylenir. Bunu kendisine sorduğumda, doğru, öyle yaparım der. 

Karşılaştığım zaman benim bir zamanlar anlattığım şu oruç fıkrasını anlatır:

Yaşlı biri uzun günlerde oruç tutuyormuş. Evde otura otura bir türlü vakit geçirememiş. Gözü hep güneşte imiş ama görünen o ki güneş kendini tepeye sabitlemiş. Batma gibi bir düşüncesi yok.

Biraz vakit geçsin diye evden çıkıp baraja doğru giderken yol kenarında bir ağacın altında nevalesini çıkarmış, yemek yiyen birini görür.

Elinde baston adamın yanına varır. "Utanmıyor musun oruç tutmamaya" demiş tanımadığı adama. Adam da "Ben Hristiyan’ım" demiş. Yaşlı amca, "O zaman dininin kıymetini bil" demiş. Yoluna revan olmuş.

Beni gördüğünde bu fıkrayı anlatır. Anlatırken de fıkrayı ilk defa duymuş gibi katıla katıla güler.

Amcaoğlum, çocukluk, gençlik ve yaşlılık halinin çoğunu ilçede geçirdikten sonra Konya merkeze taşındı. Selçuklu, Yazır'da oturur. Ben de Meram Yaka'da oturuyordum bir zamanlar. Birkaç defa “hafızım, gelip gitmiyoruz, görüşemiyoruz. Niye gelmiyorsun” dedi. Haklıydı. Mahcup da oldum ama hiç bozuntuya vermeden, ağa! Sen ta Yazır'dasın, bende Yaka'dayım. Oturduğumuz yerin mesafesi bir şehir mesafesi gibi. Gidip gelmek zor. En iyisi sen ölürsen seni Yazır’a, ben ölürsem beni de bu tarafta bir mezara defnetsinler dedim. Birlikte gülüştük.

Onu hatırlamamın sebebi, bugün ilçemizde üç kişinin aynı gün ölmesi. Böyle peşi sıra ölen olduğunda, beni görür görmez "Hafızım, ortalıkta pek dolaşma. Bugünlerde Azrail bizim buralarda dolaşıyor. Bak, şu gitti, bu gitti, bir haftada kaç kişi birden öldü, haberin olsun derdi.

Kulakları çınlasın.

Bu Kadar Benzerlik Tesadüf Olabilir mi?

İkisinin de fakülte diploması tartışmalı.

İkisi de gençliğinde futbol oynamış.

İkisi de medyatik, hiç gündemden düşmüyorlar.

İkisi de yaptıkları ve yapmadıklarıyla, söz ve eylemleriyle hep tartışmanın merkezinde.

İkisi de aynı yerde belediye başkanlığı yaptı.

Birinin önünü kesmek için okuduğu şiir yüzünden ceza alarak mahkum edildi. Kısa da olsa hapis hayatı yattı. Siyasi yasaklı oldu. Bundan sonra muhtar bile olamaz dendi. Belki muhtar olamadı ama kaç dönem vekillik ve başbakanlık yaptı. Üçüncü dönemdir de Cumhurbaşkanı. Meclis erken seçim kararı alırsa veya bir Anayasa değişikliği olursa 4.defa Cumhurbaşkanı olacak en güçlü aday konumunda. Kısaca önü kesilmek istedikçe ve mağdur edildikçe önü açıldı. Kimseye nasip olmayan makamlar kendisine nasip oldu veya tevdi edildi. Halen tek etkili ve yetkili.

Öbürü de daha mahkum olmadı, belediye başkanlığı elinden alınmadı ama gerekli ve gereksiz yargılamalarla belediye başkanlığı yapmaya devam ediyor. Açılan veya açılacak davalarda mahkum olur da görevden el çektirilir mi bilmem. Çünkü bunu zaman gösterecek. Şu var ki kamuoyunda mahkum olacak beklentisi var. Mahkum olduğunda mağdur sayılır mı? Yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olur mu bilinmez ama mevcut Cumhurbaşkanının karşısında en güçlü Cumhurbaşkanı adayı olma potansiyelini taşımaya devam ediyor.

İkisine dair verdiğim örneklerden de anlaşılacağı gibi bu kadar benzerlik tesadüf olamaz. Çünkü ülke yönetiminin teslim edileceği eller tesadüflere bırakılamaz.

Öyle anlaşılıyor ki tepeye çıkmanın yolu, önünü kesmeye çalışmak, bunu yaparken mağduriyet oluşturmak, seçmeni oy vermeye yöneltmek olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü halkımızın çoğu her ne kadar gücün yanında yer alsa da yeri geldiği zaman mağdurun yanında kenetlenmesini bilir.

Anlatmak istediğim, önü kesilmek için yapılan onca şey, ülkenin geleceğinde söz sahibi olması istenen kişiye yol açmak içindir.

Zirveye tırmanan kişi de ben buraya ne badireler atlatarak geldim. Tüm engelleri birer birer aşarak tırmandım diyecek.

Bunun yapılabilmesi için belli zaman diliminde siyaset tıkanıyor. Ülkenin çözüm bekleyen sorunları çoğalıyor. Enflasyon, hayat pahalılığı ve ekonomik kriz derinleşiyor. Halk mevcut yönetenlerden umudunu kesiyor.

Böyle bir zamanda bir zamanlar mağdur edilen kişiye haydi sıra sende deniyor.

Kısaca, ülkenin yönetiminde söz sahibi olacak kişiler için ortam hazırlanıyor. Yönetime gelmesi istenen kişi de sorunları çözecek bir kurtarıcı rolünü üstleniyor. Bir bakmışsın sandıktan çıkıveriyor.

Hülasa, yönetimde söz sahibi olacak kişi veya kişiler, halkın bağrından çıkmıyor. Perde gerisinde ülkeye yön verenler kiminle çalışacağını belirliyor, onlara yol veriyor. Yönetim öyle herkesin başararak geldiği, tesadüflere bırakıldığı bir yer değil çünkü.

4 Mart 2025 Salı

Hiçbiri Partisi

Asal Araştırma,15-22 Şubat tarihleri arasında, 26 ilde 2 bin kişiyle CATI (Bilgisayar Destekli Telefonda Anket) yöntemiyle yaptığı anketin bulgularını kamuoyu ile paylaştı.

Sizce Türkiye’nin en önemli sorunu nedir” sorusuna ankete katılanların,

% 61,2’si ekonomi/hayat pahalılığı,

% 6,3’ü işsizlik,

% 5,8’i adalet,

% 2,7’i eğitim,

% 2,4’ü terör,

% 2,2’i göçmen/mülteci,

% 2 ile hükümet,

Diğerleri asayiş (1,3), muhalefet (1,2), sağlık ve Kürt sorunu (1,0), deprem/kentsel dönüşüm (0,7), diğer (7,5), hepsi (2,9), cevap yok (1,8) şeklinde cevap vermiş.

Katılımcılara, “Türkiye’nin sorunlarını hangi siyasi parti çözebilir” sorusu yönetilmiş. Alınan cevaplar şöyle:

% 38,3 ile Hiçbiri,

% 22 ile AK Parti,

% 16,3 ile CHP,

DEM Parti (3,6), MHP (3,3), İyi Parti (2,1), Zafer Partisi (1,9), RP (1,8), diğer (2), fikrim yok/cevap yok (9,1) şeklinde cevap vermiş.

Anket ne derece tüm Türkiye seçmenini temsil eder, bu tartışılır. Ama eldeki bu araştırmadan hareket edersek, ortada garip bir durum var. Çünkü araştırmaya katılanların % 38,3’ü, “Sorunu kim çözer” sorusuna “Hiçbiri” cevabını vermiş. Yani seçimde “Hiçbiri” seçeneği sandıktan 1. çıkıyor.

Bu demektir ki seçmen siyasetten ya da mevcut siyasi partilerden umudunu kesmiş. Hiçbiri çözemez demiştir. Yüzün üzerinde her kesime hitap eden irili, ufaklı partilerimiz olmasına rağmen seçmen hiçbiri demiş. Eğer “Hiçbiri Partisi” kurulursa sandıktan birinci çıkar. Meraklı ve ilgililerine duyurulur. Üstelik partinin adı da belli: Hiçbiri Partisi.

Burada amacım siyaset yapmak değil. Şu çözer, bu çözer demiyorum. Yalnız bu ortaya çıkan tablo üzerine kafa yormak gerektiğini, özellikle siyasi partilerin uzun uzadıya seçmen niçin bize güvenmiyor, niçin bizden umudunu kesti, niçin umut olamıyoruz sorularına cevap aramaları gerektiğini düşünüyorum. Siyaset kurumu bu soruya çözüm üretemezse, siyasetten umudunu kesmiş insanımız başka arayışlara yönelir. Bu da tasvip edilecek bir yol olmaz. Çünkü bu ülkenin siyaset dışında başka çıkış yolu yok. 

3 Mart 2025 Pazartesi

Gürültü Yığını

Ramazanın ikinci gecesi sahuru yapıp balkona çıktım.

Ortalık sessiz ve sakin. Ne ses var ne de gürültü.

Az sonra evin ön tarafından gelen bir gürültü ile gecenin sessizliği bozuldu.

Gelen gürültü, mahalleyi sahura kaldıran davulcunun davul sesinden başkası değildi.

Ara ara öyle vuruyor ki çıkan seste ne ahenk vardı ne de ritim.

Az sonra bir blok ötedeki sokağa döndü davulcu. Orada da aynı davul sesi. Davul sesinden ziyade gürültü yığını.

Uyanıkken beynime vururcasına gelen bu gürültü yığınının derin uykuya dalmış birini yatağından sıçratmaması mümkün değil. Uyuyan bir çocuğu korkutmaması da.

Bir iki dakika süren bu gürültü yığını tam bir işkence. Şu davulcu evin etrafından bir uzaklaşsın da bu işkence bitsin istedim. Davulcu uzaklaştıkça şükür ki işkence bitti.

İşkence olsa da sahura davulla kalkmak, cep telefonlarının olmadığı, çalar saatlerin çok yaygın olmadığı eski dönemlerde bir ihtiyaç idi. Çünkü çoğunluk davulla kalkıyordu.

Günümüzde ise herkesin cep telefonu var. Herkes cep telefonunu alarmı ile sahura kalkıyor.

Üstelik mesai kavramı da günümüzde değişti. Herkes aynı anda ve saatte sahura kalkmıyor.

Kimi yatmadan önce sahuru yapıp yatıyor kimi uyumayıp sahura kadar bekliyor kimi sahur yapmıyor.

Azımsanmayacak bir kesim zaten oruç tutmuyor. Belki de oruç tutanların oranı yüzde ellinin altındadır. Çünkü toplumda ilaca bağlı yaşayan hasta sayısı azımsanmayacak çoğunlukta. İnanmadığı için oruç tutmayan da var, inandığı halde oruç yiyen de çok. Yani toplum eskisi gibi yeknesak değil. Çoğunluk sahuru uyku düzenine göre ayarlıyor.

Durum bu iken gecenin bir vaktinde gürültü yığınından ibaret davulla ayağa dikmek ne derece doğru?

Merak ediyorum, bu devirde davulcuyla sahura kalkan kaldı mı?

Her ramazanda bu işkenceyi çekmek zorunda mıyız?

Sahurları sessiz ve sakin geçiremeyecek miyiz?

Geçmişte bir ihtiyaçtan doğan bu davulla sahura kalkma, gelenek diye hala bu çağda devam edecek mi?

O kadar örf adet ve geleneği devam ettirmezken artık hiçbir anlam ve işlevi kalmayan davulla uyandırmayı niye devam ettiriyoruz?

Etkili ve yetkili kişilerden, artık bu davulla sahura kaldırma adetine bir son vermelerini istiyorum. Gerekirse ihtiyaç olup olmadığına dair bir araştırma bile yaptırabilirler. Görülecek ki kahir ekseriyet davulla sahura kalkmayı onaylamayacaktır.

Ezan sesinin bile kulak tırmalamayacak ve rahatsız etmeyecek şekilde ayarlanması konuşulurken, gecenin sessizliğinde kulakları patlatırcasına davul çalmanın hiç anlam ve izahı yok.

Lütfen, bu hassasiyet dikkat alınsın. Davul artık tarihteki yerini alsın.

Ramazan Kutlanmaz, Yaşanır

Kutlamanın yeri ayrı, anmanın yeri ayrı. Mesela;

10 Kasım kutlanmaz, anılır.

18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü, içinden hem zaferi hem de şehitleri barındırdığı için hem kutlanır hem anılır.

23 Nisan, 29 Ekim, 19 Mayıs ve 30 Ağustos kutlanır.

Ramazan ve kurban bayramları kutlanır.

Ramazan bayramı kutlanırken Ramazan orucu kutlanmaz, yaşanır. Çünkü;

Bu ayda oruç tutulur.

Teravih kılınır.

İftar yapılır, sahura kalkılır.

Kur'an okunur, hatim inilir, mukabele okunur, mukabele dinlenir.

İftar davetleri yapılır.

Fitre ve fidye verilir.

İsteyen, vakti müsait olan itikafa girer. Ramazanın son 10 gününü camide geçirir.

Parası ve vakti olan ramazan umresine gider.

Ramazan paketi hazırlanır ve fakirlere dağıtılır.

Zekât genelde bu ay verilir.

Camiler dolar.

Bazı camilerin minarelerine ramazanı hatırlatan mahyalar asılır.

Yardım ve dayanışma bu ayda hız kazanır.

İftar sofraları sair günlere göre mükellef olur.

Sahur saatleri değişse de tüm aile fertleri sahur ve iftarı birlikte yapar.

Bazı özel sektör ramazan dolayısıyla esnek mesaiye geçer.

Kadir gecesi ihya edilir, kutlanmaz. 

Ramazan orucuna dair verdiğim bu örneklere bakarsak, ramazan kutlanmaz, aksine yaşanır. Bu yaşama hem bedenen hem ruhen hem de zihnen olur. O yüzden yaşanan bir iklimi kutlamaya döndürmeyelim. Çünkü ramazanın kutlanacak bir yönü yoktur. Bir de kutlama çıkararak eski köye yeni adet getirmeyelim.

Yine de mübarek olsun anlamında kutlayana da bir sözümüz olmasın. Bizde "Şeker ve kurban bayramı kutlanır, Ramazan kutlanmaz" diyene de bir sözümüz olmasın.

Hele "inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme" gerekçesiyle kimseyi gözaltına almayalım. Yerinde veya değil, bir işletmenin çalışanlarına yönelik e posta mesajlarından nem kapmayalım. Had bildirmek için hemen hakkında inceleme ve soruşturma başlatmayalım. En ufak bir şeyde adalet mekanizmasını insanın boynunda Demokles’in kılıcı gibi sallamayalım. İşletmelere itibar suikastı yapmayalım. Maksadını aşan, pot kıran insanımızı bir çırpıda tu kaka yapmayalım. Adalet; yerinde, zamanında ve kıvamında olursa bir anlam ifade eder. Değilse, bu işleyişi de olur olmaz kullanmak suretiyle ayaklar altına almış oluruz.

Şayet bir işletme, işini yapan çalışanının oruç ibadetini yerine getirmesini engellerse buna hep birlikte savaş açıp had bildirelim. Ötesi gereksizdir. Bırakalım da şirketin içişlerini şirket kendi içinde çözsün. Her şeye burnumuzu sokmayalım.

İnsanların yaşantısına müdahale etmeden, oruç tutana da tutmayana da, dine yakın olana da dinden uzak olana da saygı duyalım. 
Unutmayalım ki şirketin/holdingin kendisi dindar olmaz, çalışanı olur. Tıpkı devletin laik ama insanının laik olmadığı gibi.

Orucun, Kitaplarda Yazmayan Faydası

Bir ramazan iklimini yaşıyoruz.

Ramazan kışa doğru geldikçe 17 saatlik uzun günlerin orucu şimdilik geride kaldı.

Haliyle kış mevsiminde 13 saat oruçlu kalmak uzun günlere göre daha kolay.

Her ne kadar kışın oruç tutmak daha kolay olsa da bazıları, ben oruç ibadetini seviyorum dese de oruç zor bir ibadettir.

Gözü korkutan bir ibadettir.

Psikolojik yönden insan nefsini rahatsız eden bir ibadettir.

Çünkü nefsin istediği yeme ve içmeyi, sınırları belli bir süre ötelemektedir. Bu da nefse zor gelen bir ibadet olduğunu gösterir.

Sahur dolayısıyla uykuyu da bölmekte. Güne uykuyu alamadan başlamak demektir.

O yüzden diğer ibadetlerin aksine oruç, yüzü soğuk bir ibadettir.

Oruç ve çalışmak insanı korkutsa da orucun esas zorluğu hiçbir iş yapmayanlar içindir. Çünkü çalışırken oruç tutmak, vaktin ne zaman geçtiğini bilememek anlamına gelir.

Önemli olan orucu çalışarak geçirmektir. Orucu bahane edip işten geri kalmamaktır. Bir şeyi yaparken diğerini ihmal etmemektir. İkisini birlikte götürmektir. Bu dediğim, bedenini terleyerek çalışanlar için değil. Çünkü onlar için oruçta çalışmak güçten ve takatten kesilmek demektir.

Yüzü soğuk, zor bir ibadet olsa da orucun faydası da yok değil. Faydası derken sevabından bahsetmeyeceğim. Acın halinden anlama, iradeye hakim olma, nefsi terbiye etme ve sabrı öğretme gibi faydalarını saymayacağım. Sağlık yönünden de faydalı demeyeceğim.

Orucun en büyük faydası, tuvalete gitmeye ihtiyaç hissetmemektir.

Sair günlerde yiyip içtikten sonra tuvalete duyulan ihtiyacın oluşmamasıdır.

Sık sık wc'ye gitmeye ihtiyaç hissetmemektir.

Sabahtan akşama hiç tuvalete gitmeden her namaz vakti için abdest almaya gerek görmemektir.

Sabah abdestiyle akşamı yapmaktır. Bu da sudan ve zamandan tasarruf demektir.

Sair günlerde çay vs.nin ardından soluğu wc'de aldıkça bende prostat var endişesinin, oruçta gitmesidir. Motor sağlam sevincini iftar sonrasına kadar yaşamaktır.

Uzatmayayım, orucun bu faydası da yabana atılmamalı. Orucun bireysel ve toplumsal faydalarını yazan ilmihallerde, bu faydaya da bireysel kısmında mutlaka yer verilmeli.

Travmayı Atlatmanın Yolu

Bu ülke, faydalananlar ve mağdur edilenler diye ikiye ayrılsa yeridir. Bir de sürekli nemalanan grup var. Nemalanan bu grup her devirde nemalanmaya devam eder. Bunlara beyaz Türkler dense yanlış olmaz.

Faydalanan ve mağdur edilen grup ise her devir ve sürece göre yer değiştirir. Faydalanan, bir başka süreçte mağdur, mağdur edilen de bir başka süreçte ihya olur. Bu yönüyle bu ülke, tuzu kurular, devrine göre ihya olanlar ve imha olanlardan müteşekkil.

İhtilaller, ihya ve imha olanlara bir örnektir.

Aynı şekilde 28 Şubat post modern darbesi de ihya ve imha olanlara bir örnektir.

Bu süreç dindar ve mütedeyyin insanların üzerinden buldozer gibi geçti:

Başörtülüler mağdur edildi. Kimi görevinden atıldı kimi okulunu okuyamadı.

Meslek liselerine katsayı engeli getirilerek bu okullar kapatılmaktan beter edildi.

Seçilmiş hükümete baskı yapılarak istifa ettirildi.

8 yıllık kesintisiz eğitime geçildi.

Altı ve mevzuatı sağlam olmayan yeşil sermaye çökertildi.

İrtica ile mücadele MGK'nin ilk gündem maddesi oldu.

İrticanın odağı kabul edilen iktidarın büyük ortağı parti kapatıldı. Sorumlularına yasak getirildi.

Uzatmayayım, bu süreçte adeta dindar ve mütedeyyin insanlar üzerinde terör estirildi.

Bin yıl devam edecek denilen bu süreç çok sürmedi. 10-15 yıl içerisinde bu sürecin yaraları sarıldı.

Aradan bunca yıl geçti. Sürecin mağdur eden aktörleri yargılandı ve mahkum oldular. Sürecin tüm izleri silindi. Bugün bu süreci savunan yok. O gün bu süreci savunanların ağzını bıçak açmıyor.

Niyetim 28 Şubat sürecini anlatmak değil.

Dikkatimi çeken, her seneyi devriyesinde bu sürecin mağdurları paylaşım yapıyor, bu sürece lanet okuyor, süreçteki mağduriyetini ortaya koyuyor. Bize şunu şunu yapmışlardı. Bunu unutmayacağız, unutturmayacağız diyor.

Elbette bu süreç zulmü ile anılacak. Çünkü bu süreç nicelerine mağduriyetler yaşattı.

Yalnız ölenle ölünmüyor. Bu süreci bu kadar yıl geçmesine rağmen her seneyi devriyesinde gündemde tutmanın, mağduriyeti öne çıkarmanın ne faydası var? Üstelik bugün bu süreci savunan da yok. Savunanlar sinmiş durumda. Aktörlerinin çoğu da öldü.

Buna rağmen her yıl dönümünde bu tür mağduriyet paylaşımları ve lanet okumaları nasıl anlamamız gerekir?

Belli ki süreç çoğu kimsede bir travma oluşturmuş. Aradan bunca yıl geçmesine, sürecin tüm izleri silinmiş olmasına rağmen oluşan bu travma hala yerinde duruyor ve tazeliğini koruyor.

Hiçbir zulmü görmezden gelemem. Hiçbir mağduriyeti de küçümsemiyorum. Yalnız bu travmadan kurtulmak, geçmişi yaşamayı bırakıp önümüze bakmak gerekir diye düşünüyorum.

Süreç tarih olmalı, tarihteki yerini almalı. "Acıları kuma, iyilikleri taşa yazmalı" artık. Elimizdeki dolu bardağı masaya bırakmalı. Değilse yaşanan bu travma kolay kolay atlatılmaz.

Geçmişle övünmeyi, geçmişe lanet etmeyi bırakıp önümüze bakmak lazım vesselam. Aksine, her yıl dönümünde yarayı kanatmak, yaşanan travmayı bırakmamak anlamına gelir ki bu da sağlıklı düşünmenin önünde en büyük engel olarak kalmaya devam etmek demektir. Çünkü devir, geçmişi yaşamak değil, önümüze bakma devridir. Süreç illa değerlendirilecekse bu süreç kimin işine yaradı, bunun üzerine kafa yormak gerek.

Dilencinin Böylesi

Kışın güneşli günlerinde çarşıya çıktığımız zaman çay içmek için Tarihi Buğday Pazarı'nın geniş alanını tercih ederiz. Bu alanın içinde çok sayıda çay ocağı var.

Küçücük çay ocaklarının önü bomboş ve büyük alan olduğu için açık alana bol miktarda masa ve sandalye atılıyor. Arkadaşlarıyla buluşanlar da güneşli havada bu çay ocaklarının önünde çayını yudumluyor. Bu şekil sanırım 6-7 çay ocağı var.

Ramazana iki gün kala yine bu mekanda arkadaşlarla buluştuk. Çayımızı içiyoruz. Bir taraftan da güneşimizi alıyoruz.

Sırtım dönük çayımı yudumlarken aynı zamanda muhabbet ederken, bir kadının sesini duydum:

"Çay içenler! Ramazana şurada ne kaldı. İki yüz liraya ihtiyacım var. Niye vermiyorsunuz? Böyle bir günde de yardım yapmayacaksınız da ne zaman yapacaksınız? İstediğim iki yüz lira. Vereceğiniz iki yüz lira sizi öldürmez, beni de ondurmaz. Bunu da biliyorsunuz. Bunun için hesap kitap bilmeye gerek yok" dedi yüksek sesle.

Sonra benzeri cümleleri diğer çay ocaklarının önünde söyledi.

Her bir çay ocağının önünde insanların arasına girmeden kenarda yine 200 lira istemeye devam etti.

Ardından tekrar bizim oturduğumuz yere geldi. Tekrar aynı cümleler.

Kimdir bu, böylesi yardım istemeyi ilk defa gördüm diye sırtımı dönüp baktım. Gençten başörtülü bir kadındı yardım isteyen.

Kadın ezberlediği cümleleri sayarken yan masada oturan birkaç kişi, "Bu kadın sürekli buralarda. Hep iki yüz istiyor. Alışkanlık haline getirdi" dedi. Belli ki bu kişiler ve bu kadın bu çay ocağının sürekli müdavimlerinden.

Ara ara bu çay ocağına gelsem de zaman zaman masamıza gelerek diğer masaları dolaşarak yardım isteyenleri gördüm de kalabalık arasına girmeden kenarda herkese sesini duyurarak avazı çıktığı kadar yardım isteyeni ilk defa gördüm.

Herkes tanımış ki yüzün üzerinde çay içenden bir tanesi çıkarıp 200 lira vermedi.

İki defa bize yakın haykırışından şuna 200 lira vereyim diye içimden geçirdim. Yan masadakiler buranın müdavimi deyince, belli ki alışkanlık haline getiren biri deyip vermekten vazgeçtim.

Ne kadar ihtiyaç sahibi idi bilmiyorum. Bir kişi iki yüz vermese de koca Buğday Pazarının içindeki masaların her biri bir çay parası 10 lira verse, kadına kaç iki yüz birden toplanırdı.

Toplum olarak yardım isteyeni pek geri çevirme adetimiz yoktur. Az veya çok verilir. Yalnız kimseden tık çıkmaması yardımın kötüye kullanıldığının bir göstergesi. Sadece bu çay ocağı değil, hangi çay ocağına oturursan, masana kaç kişi birden yardım istemeye gelen oluyor.

Üzücü bir durumla karşı karşıyayız. Dilenecek kadar bu toplum ihtiyaç sahibi mi yoksa dilencilik bir meslek olarak mı icra ediliyor?

2 Mart 2025 Pazar

Yazı ve Bedel

Yazı yazmak bir emek ister.

Bir konuda görüş bildirmektir.

Benim bu konuda görüşüm bu demektir.

Bir nevi podyuma çıkmaktır:

Tekdir de görmek vardır, takdir de ayıplanmak da vezir olmak da vardır, rezil olmak da.
Kutuplaşan Türkiye’de yazı yazmak bir cesaret ister.

Çünkü yazdığın yazının içeriğinden ve belirttiğin görüşten ziyade kimi ve hangi tarafı tuttuğuna bakılır.

Gücün ve büyük çoğunluğun görüşüne uygunsa yazın;

Taltif görürsün.

El üstünde tutulursun.

Mükarrabünden olursun.

Görüp gözetilirsin.

Taltif edilirsin.

Bir yerlere referans gösterilirsin.

İşinde, aşında ve hayatın her hangi bir alanında hatan olursa görmezden gelinirsin.

Başına bir şey gelirse savunulursun.

Çünkü bizim adamsın. Yani bizdensin.

Bizden olunca sana kol kanat gerilir.

Kimseye yem edilmezsin.

O yüzden gücün yanında yer alırsan, beslenirsin.

İmkanlara boğulursun.

Başın ağrımaz.

Huzurun kaçmaz.

Çevren, destekçin ve beğenenin çok olur.

Saygı görürsün. Çünkü görüşün güçle örtüşmektedir.

Bir de gücü her halükarda savunursan senden iyisi olmaz.

Kazara görüşte ve fikirde güçle örtüşmezsen;

Bir çırpıda çizilirsin.

Tu kaka yapılırsın.

Kara listeye alınırsın.

Had bildirilir.

Yoldan çıkmış, iflah olmaz biri kabul edilirsin.

Çevrende kimse olmaz.

Yalnızlara oynarsın.

Çünkü dışlanırsın.

Sonunda muazzebinden olursun.

Tüm bunlar niye anlaşılmıyorum sorusunu sordurur. İster istemez seni huzursuz eder.

Bu durumda yazı yazarken tercihte bulunmak zorundasın. Huzurum kaçmasın diyorsan, kendinden ödün vererek güce yaslanacaksın ya da gemileri yakıp huzurunu kaçıracağını bile bile görüşünden ödün vermeyeceksin.

Velhasılıkelam, yazı yazıp yazdığını paylaşanlar tüm bunları göz önünde bulundurmalı. Ya huzuru seçecek ya da huzursuzluğu. Kendi adıma söylersem, bedeli ağır olsa da huzurum kaçsın isterim.

Dindar Zihnin Dünyası

“Bugün Mehmet Okuyan hocayı dinledim. ‘Depremin duası nedir’ dediler. ‘Demirden ve çimentodan çalmamaktır’ diye cevapladı”.

Bu paylaşımı emekli bir ilahiyatçı paylaşmış.

Bu söze ne denir? El hak doğru denir. Adam fiili duadan bahsediyor. Kısaca bina yaparken tabiat şartlarına uygun bina yapacaksın. Malzemeden çalıp çırpmayacaksın diyor.

Mehmet Okuyan, ömrünü Kur’an’a adayan bir Kur’an talebesi. Tefsir ederken hatası olmaz mı? Olur. Kimin olmaz ki Okuyan’ın olmasın.

Bildiğim kadarıyla hadis ve sünneti inkar eden biri değil. Ama nedense adı sünnet ve hadisi inkar eden birine çıkmış. Hadislere bakış açısı, kendi ifadesiyle, “Ne süpürüp atanlardan ne de süpürüp alanlardan”. Her hadisi referans almayıp Kur’an’ı Kur’an’la açıklamayı düstur edinmesinden olsa gerek. Kendisinin seveni kadar düşmanı da çok. Nefret edenler adeta ismini duyar duymaz içindekini kusuyor.

Üşenmeyip bu paylaşımın altına yorum yazanlara baktım. Neler yumurtlamışlar neler:

İslam Dininin temel kaynağı Sahih sünneti inkar eden bu Macar Yahudi’si Ignaz Goldziherin şakirdi din yıkıcısı”.

Sâffât Suresi 102. ayette Hz. İsmail ‘Babacığım emrolunduğun şeyi yap’ demesine rağmen mealen ‘Allah çocuğunu kurban et der mi?’ diyerek açıkça ayete muhalefet eder” .

“Ebu Davut’ta kaydedilen sahih hadiste cuma namazının kadınlara farz olmadığı beyan edilir ama bu din yıkıcısı, cuma namazının kadınlara da farz olduğunu söyler”.

Sapkın görüşlerinden sunduğum bu birkaç örnek bu şahsın din anlayışının sakatlığının gösteriyor.

“Evet, Müslüman her işini en iyi yapmalı, lakin yaratıcıya duayı küçümsemesi kibrinden gübürünün (ne demekse) gözükmesine sebep oluyor”.

“Niye hoca diyon madem?”

“Materyalist bir yaklaşım”.

“Kur'an'ı tahrif edecek şekilde yorum yapan ve özellikle peygamberi yok sayan bir âlim. Dinlemeyi bırakın, adam yerine bile koymaya değmez. Bakara suresinin 286. ayetini okur da peygamberi yok sayar, buna muzelman (Müslüman değil) denir, denirse.!”

“Farkında isek eğer, duayı küçümseyip de şaka ile ve istihza ile cevap veriyor ki "Vel istihzâu küfrün/dini değerlerle istihzâ etmek küfürdür..."

“Dinleyecek bir adam bulamadın mı... Hoca???”

“Tehlikesi çok büyük bu herifin...!!!!”

“Böyle adamları ilahiyatçılar temizlemesi lazım”.

“O adamın ismini bile ağzıma almam”.

Aracı koymayın deyip yüzlerce kitap yazan bu ve dünürü değil mi? Bunlar var ya bunlaaaarrrr...”

Gördüğünüz gibi yorumlarda Kur’an talebesi Okuyan’ın ne Müslümanlığını bırakmışlar ne de insanlığını. Demediklerini bırakmamışlar. Adeta içindekileri kusmuşlar.

Tüm bu yorumları görünce tüm dindarları kastetmesem de dindar zihnin dünyası böyle çıkıverdi içimden. Vah ki vah yazık.

Ne yazık ki söyleyecek sözü olmayanların, Okuyan’a fikirle cevap veremeyeceklerin zihin dünyası bu işte. İşleri güçleri kişiye belden aşağı vurmak.

Sonunda paylaşımı yapan ilahiyatçı tüm bu yorumlara gına getirmiş olmalı ki hepsine birden büyük harflerle şöyle cevap vermiş:

YAV BEYLER! HAKLISINIZ KATILIYORUM YORUMLARINIZA. AMA DEMİRDEN ÇİMENTODAN ÇAL YIKILSIN...

BİRAZ BUNA VURGU YAPTIM YAV... BUNU GÖRÜN YETER... HABİRE SALDIRMAYIN YAV.

ADAM DOĞRU SÖYLEMİŞ. ŞEYTAN BİLE BAZEN DOĞRU SÖYLÜYOR YAV.

 DOĞRU DE GEÇ...”

Sadede gelirsem, bu zihin dünyasına sahip insanların ne dine ne Müslümanlığa ne topluma ne de insanlığa verebileceği bir şey var. Bu tiplere, tek kelimeyle yazıklar olsun!