31 Ocak 2025 Cuma
Nihayet Bana İş Çıktı (1)
Niçin Dışa Yansımıyor?
30 Ocak 2025 Perşembe
Niçin Böyle Olduğumuzun Fotoğrafı
Sırplar Hem Öğretmenim Hem Değil
Sırbistan, Yugoslavya'nın dağılmasının ardından 2006 yılında kurulan devletlerden bir tanesi.
Yüzölçümü 77.500 km²
Daha 19 yıllık genç bir cumhuriyet olmasına rağmen 6.700 bin nüfuslu bu ülkenin, fert başına düşen milli geliri, 20.545 dolarmış. Geçim kaynakları neyse artık. Şapka çıkarıyorum.
Bu yazımda Sırbistan’ı konu edinmemin sebebi, başbakanlarının istifası. Başbakanı istifaya götüren sebep ise “Novi Sad kentindeki tren istasyonunun beton sundurmasının çökmesi sonucu 15 kişinin ölmesi”.
Ne olmuş öldüyse. Adı üzerinde kaza. Bizde de 78 kişi otel yangınında yanarak öldü demeyin.
1 Kasım 2024 günü meydana gelen bu ölümlü kazanın ardından, üniversite ve lise öğrencilerinin, “Dur Sırbistan” sloganıyla başlattıkları protesto eylemleri, ülke geneline yayılır.
Protestocu gençler hükümetten;
1.Tren istasyonundaki ölümlü kazaya ilişkin sorumluların cezalandırılmasını,
2.İhmal şüphesi bulunan istasyonun yapım onarım çalışmalarına ilişkin tüm belgelerin yayımlanmasını,
3.Önceki gösterilerde gözaltına alınan öğrenci ve akademisyenlerin serbest kalmasını,
Talep eder.
Sırbistan hükümeti, öğrencileri bu isteklerini yerine getirdi mi, getirmedi mi bilmiyoruz. Yalnız başbakan istifa etmeden önce iki bakan istifa eder. Kendisinin istifasının ardından belediye başkanının da görevi bırakacağı açıklamasını yapar.
1 Kasım 2024 gününden bugüne devam eden protesto gösterilerinin başbakanı istifaya götürmesinde, protestocu gençlerden bir grubun saldırıya uğramasını ve bir öğrencinin yaralanmasını kabul edilemez bulması etkili olur.
Kısaca, 15 kişinin ölümü sonucunda iki bakan, şehrin belediye başkanı ve başbakan istifa eder. Gençlerin tüm istekleri de yerine getirilerek gençlerin eylemleri üç ay gibi kısa bir zaman diliminde sonuç verir.
Bu duruma siz ne dersiniz bilmiyorum ama Sırp ismi bana itici gelse de ben bu ülkenin demokrasi anlayışını, hak arama mücadelesini, eyleme katılan gençleri, eylemlere destek veren ülke insanını, eylemlere sessiz kalmayıp gereğini yapan Sırp hükümetini pek sevdim.
Bu mücadeleye demokrasinin zaferi diyorum. Özellikle koltuğuna yapışıp kalmayan, ben sandıkla geldim sandıkla giderim demeyen Sırp hükümet ve başbakanını tebrik ediyorum.
Ve diyorum ki bu Sırplar örnek alınır. Zira ben bu Sırpları öğretmenim kabul ederim.
Abartma bu kadar da demeyin. Bu ülkede 78 insan bir ihmalin sonucu ya yanarak ya da yüksek katlardan atlayarak can verdi. Ölenlerin yarısı da çocuk üstelik. Bu acı olay sonrası bu ülke, büyük veya küçük, etkili ve yetkili ve de sorumlu bir kimsenin istifasını duymadı.
Nedense bu istifa denen tek taraflı mekanizma bizde pek değil, hiç işlemiyor. Çünkü bizde istifa demek mevcut statüyü kaybetmek, suçu kabul etmek ve kaçmak olarak değerlendirilir. Artık şu kanaate vardım. Bu ülke elden çıksa, bela üzerine belaya uğrasa, hepimiz yanıp kül olsak, olmayacak istifa edeyim diyen çıkmaz. Niye çıksın? Sırplardaki hak arama mücadelesi, demokratik hakkı kullanma bizim insanımızda yok.
Niye olmadığını da bugünlerde önüme düşen Habertürk spikeri Mehmet Akif’in şu videosuyla daha iyi anladım: “Bir üniversiteye konferansa gittim. 700 dinleyici vardı. Bu ülkede kendinizi ifade edebiliyor, düşündüğünüzü söyleyebiliyor musunuz diye sordum. Üç kişi evet dedi. İfade edemiyoruz diyenler el kaldırsın dedim. 600 kişi el kaldırdı. Burada bir sorun var. Bu sorun yetkililer tarafından görülmeli ve gereği yapılmalı. İlla bu sorunun olması gerekmiyor. İnsanlar böyle algılıyorsa, bu bile bir sorundur” diyor.
Mehmet Akif’in bir üniversiteden verdiği bu örnek genele teşmil edilemez ise de bize bir veri verir. Belki de tepkisiz toplum olmamızın bir sonucudur istifa mekanizmasının işlememesi.
Bir gün biz de Sırplar gibi oluruz temennisinde bulunuyorum. En azından bu konuda.
Sırpları öğretmenim kabul ediyorum derken Sırpları her yönüyle öğretmen kabul ettiğim anlaşılmasın. Buna da Bilge Kral Aliya Izzetbegoviç’in sözüyle cevap vereyim:
"Sırplarla savaşırken bir komutan Aliya’ya gelir ve şöyle der: 'Efendim, Sırplar bizim kadınlarımıza tecavüz etti. Çocuklarımızı öldürdü. Köylerimizi yaktı. Şimdi biz de Sırpların bir köyünü kuşatma altına aldık. Biz de onlara bize yaptıklarının benzerini yapacağız.'
Aliya şöyle cevap verir: 'Onlar gibi davranamayız. Çünkü onlar bizim öğretmenimiz değildir”.
29 Ocak 2025 Çarşamba
Futbolda Kaht-ı Rical
Tarihi Buğday Pazarındaki Bir Çay Ocağının Duvarından (2)
Bir önceki yazımda, Tarihi Buğday Pazarındaki Bir Çay Ocağının duvarında bulunan yazılara yer vereceğimi söylemiştim. Bu yazımda bu duvar yazılarından okuyabildiklerime sayfamda yer vereceğim:
"Kavga yok. Çay var"."Bana gönül koyma. Çay koy".
"Çaysız bir hayat düşünsene. Tövbeeee bismillah".
"Zabağnan zor uyanıyozzz".
"Hayat, hesapla değil, nasiple yaşanır".
"Papatya çayının beni sakinleştirmesi için bardağıyla beraber birinin KAFASINA VURMAM LAZIM".
"Sahi, sevgi neydi?". (Bu yazının altında "Selvi boylum, al yazmalım" filminden bir fotoğraf. Türkay Şoray'ın kucağına başını koymuş Kadir İnanır'ın bir resmine yer verilmiş.
"Oksijeni bilmem ama yaşamak için çay şart!".
"Hayat kaç dakika nefes aldığınız değildir. Aslında hayat, nefesinizi kesen kaç dakika yaşadığınızdır"."Dobarlan, bırakma kendini".
"Herkesin acısı sevgisi kadar!" (Müslim Gürses)
“Bugün de bitti. Gram akıllandık mı? HAYIR”.
“Seni seviyorum cümlesinden daha güzel bir cümle var elbette. Gel, ÇAY Koydum, içelim”.
“Gözlerimin kahvesinden koy ömrüme, kırk yılın hatrına sen kalayım..”.
“MÜSLÜMAN;
Nimetle buluşunca "Elhamdülillah"
Enteresanlıkla karşılaşınca; "Sübhanallah"
Hata edince; "Estağfurullah"
Darılınca ; "Hasbunallah"
Tevekkül anında; "Tevekkeltüalellah"
Zorlukla karşılaşınca; "La havle vela kuvvete illa billah"
Musibet anında; "İnna lillahi ve inna raciün" der..”.
“Çay içiyorsak sebebi var”.
“Gönül kimi severse aşk onda güzeldir”. Neşat Ertaş
“Çay neredeyse mutluluk oradadır”.
“Hiçbir zaman doğru insan çıkmaz karşına; ya zaman yanlıştır ya da insan”. Dostoyevski
“Her şeyden biraz kalır diyor birileri,
çoğulluk haklılıktır
kavanozda biraz kahve
kutuda biraz ekmek
insanda biraz acı
insanda biraz mutluluk...”. Turgut Uyar
“Çünkü sen ölüme yağmur oldun”. (Müslim Gürses’in resmi)
“Garibanın yüzü gülür mü?“.
“Kaybettiğim her şeyin sonunda kendimi kazandım”.
“Yaz dostum, güzel sevmeyene adam denir mi?” Barış Manço
“Çay, lav yuuu”. (çay bardağı resmi)
“Bize üç çay bir de wifi şifresi”.
“Sen benim ne çektiğimi biliyor musun?”.
“Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler”. (Sezen Aksu’nun resmi)
“Senin sesin güzeldir”. (çay resmi)
“DEVAMKE”.
“Sonra çay bize bir gerçeği daha öğretti. Bekleyen her şey soğur, acır ve bayatlar”. (çay resmi)
“Mars’ta su bulsam, önce bi çay koyarım. Çay önemli!”.
“Benim sana verebileceğim pek bir şey yok aslında. Çay var içersen, ben var seversen”.
“Mutluluğu bulan konum atsın”.
“Kendimi seviyorum. Çünkü bu işi biri yapması lazım”.
“Herkesi mutlu edemezsin. Çünkü sen kahve değilsin”.
“İyi şeyler zaman alır”.
“Oldu oldu. Olmadı, çay içeriz”.“Kahve neredeyse mutluluk oradadır”.
“Çayın demsizini, insanın denizini sevmem”.
“Olursa olur. Olmazsa sanki bir bize mi olmuyooo”.
“Biz keyifçi insanlarız. Her türlü güleriz”.
“Kahven’den bir yudum bile almamışsın. Korktun mu beni kırk yıl sevmekten? “.
“Seni seviyorum cümlesinden daha güzel bir cümle var elbette
Gel, oralet koydum içelim”.
“Üzülme param, ben de bittim”.
“Çay veren insan kötü olur mu hiç? “.
“Kahvesiz bir hayat düşünsene
Tövbeee bismillah”.
“Bir kahve içsek de
Kırk yıl kitlesem”.
Şükür ki bitti. Ben yaz yaz yoruldum. Çaycı ise tüm bunları ayrı ayrı duvara iliştirmekten üşenmemiş.
Not: Yazım hataları var. Halk ağzı var. Bir kısmını düzeltmekle beraber çoğunun yazımına sadık kaldım.
Tarihi Buğday Pazarındaki Bir Çay Ocağının Duvarından (1)
İşim olmadığı zaman çarşıya yürür, Aziziye civarında bir çay ocağına oturur, arkadaşlarla laflarız.
Bazen de kimseye haber vermeden çay ocağına gidip bir başıma oturduğum olur. Otururken bir, iki, bazen üç yazı yazdığım olur.
Havanın güneşli olduğu zamanlarda da Tarihi Buğday Pazarının içinde çaylarımızı yudumlar, ardından dağılırız.
Adı Tarihi Buğday Pazarı olsa da buğday namına bir şey yok burada. Buğday yerine bol çay ocağı açılmış. Bu tarihi yerin içinde ve dışında kaç esnaf var saymadım ama içinde 7-8 adet çay ocağı var.
Bu kadar çay ocağı burası için fazla mı fazla. Çünkü esnafa çay vermekten ziyade dışarıdan gelen müşterilere çay satışı yapılıyor.
Oturma yerleri de müsait olunca hem oturmak hem çay içmek hem de eşiyle dostuyla buluşmak isteyenlerin uğrak yeri oluyor burası.
Tarihi Buğday Pazarında oturmak istediğimizde genelde tercihimiz, Doğu kapısının sağındaki çay ocağının önü olur.
Bugün biraz erken çıktım.
Hava da yaz günlerinden kalma olunca, Buğday Pazarına yöneldim.
Arkadaşlar çıkıncaya kadar hem çayımı yudumlayayım hem de bir şeyler yazayım istedim.
Boş masa yoktu. Nereye oturayım derken çay ocağının önündeki masa boşaldı.
Yüzüm çay ocağına dönük oturunca, çay ocağının duvarlarındaki yazılar dikkatimi çekti.
Neler yoktu neler. Adeta her şey yazılmış. Yazılar çay ocağı sahibinin nelere ilgi gösterdiğini de ortaya koyuyor.Daha önceki oturmalarımızda çay ocağına uzak masalarda oturduğumuz için çay ocağının duvarı bu şekilde dikkatimi çekmemişti. Çay parasını vermek için içeriye girince de hesabı ödeyip çıkar gideriz.
Hiçbir çay ocağının duvarını bu şekil süslemeli ve yazılı görmemiştim. Adeta ilmek ilmek işlenmiş. Bu işi yaparken de hiç üşenilmemiş.Yazmak da canım istemeyince, camdan görünen yazıları üşenmeden okumaya başladım.
Dedim bu duvar yazılarından bir yazı çıkar.Çayı getiren görevliye, içerinin fotoğraflarını çekebilir miyim dedim. Elbette dedi.
Az sonra masama gelen bir arkadaşla oturup çayımızı içtikten sonra hesap ödemek için içeri girdiğimde, sahibinden tekrar izin aldım. Duvarın fotoğrafını çekebilir miyim dedim.
İzin çıkınca sizler için fotoğrafladım.
Sadece fotoğrafları koymakla da kalmayacağım.
Fotoğraftan okuyabildiğim yazıları da sizler için aktaracağım. Yalnız gevezeliğim bir sayfayı duvar yazılarına diğer sayfamda yer vereyim.
27 Ocak 2025 Pazartesi
Park ve Bahçelerin Ahvali
Ölümlerden Ölüm Beğen Anadolu İnsanı!
Orta Asya'dan Anadolu'ya
Kavimler Göçü sebebiyle hayata tutunmak için ta Orta Asya'dan gelip Anadolu'yu yurt edinmişiz.
Bu Anadolu ki onlarca medeniyete beşiklik etmiş ama hiçbiri kalıcı olmamış. Bir şekilde yok olmuşlar.
Bir sonraki medeniyet buralarda hüküm sürmüş.
Her biri hüküm sürmüş ama kalıcı olamamış. Sebebi her birinde farklı olsa da bu coğrafyada yaşamak zor ve şartları ağır olsa gerek. Bu zorluğa talip olanlar bir şekilde bedel ödemişlerdir.
Biz gelmeden önce Ermeni ve Rumlar varmış bu ülkede.
Biz gelip Anadolu Selçuklu Devletini, sonra Osmanlı Devletini kurmuşuz.
Anadolu Selçuklu Devletinin ömrü uzun olmamış.
Osmanlı, yüzyıllar boyu yurt edinmiş bu toprakları.
Anadolu merkez olacak şekilde üç kıtada at koşturmuş.
Koca koca devletler eyaleti olmuş.
Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının çoğu yeri bizim olmuş.
Buraları fetih mantığıyla almışız. İlayı kelimetullah demişiz. Bize göre fetih, toprağını kaybedene göre işgal.
Öyle zannediyorum, başkası da bizim toprağı alsa buna işgal demez.
Sonuçta adına fetih de dense işgal de dense hizmet de dense sömürü de dense bu topraklar sahiplik yönünden el değiştiriyor.
Aldığımız toprakları işleyememişiz.
Yeraltı ve yerüstü zengin doğal yatakları sanayiye döndürüp paraya tahvil edememişiz.
Gittiğimiz yerlerde bir mahalle kurup Anadolu'dan insan götürmüşüz. Bir vali atayarak buraları yönetmişiz.
Oralara kültür ve medeniyet götürdük mü bilmiyorum ama bıraktıktan sonra bizden pek bir iz kalmamış. Dilimizi konuşan bile yok.
Fethettiğimiz yerlerin kaçı Müslüman oldu, sonrasında kaçı Müslüman kaldı bilmiyorum.
Ademi merkeziyetten midir, gün geçtikçe güç kaybettiğimizden midir, çağın ruhunu okuyup çapa uygun kendimizi geliştiremediğimizden midir, fethettiğimiz topraklarda tutunamamışız.
Milliyetçilik veya başka sebeplerle elimizde tuttuğumuz, tutarken çok da yararlanamadığımız topraklar bir bir elimizden çıkmış. Arta kalanı da Birinci Dünya Savaşının akabinde yeni süper devletler kendi aralarında paylaşmışlar.
Bize kala kala Anadolu toprakları kalmış.
Cennet vatan dediğimiz bu vatanın bizim için ne derece cennet olduğu tartışılır. Çünkü başımızda bela ve musibet pek eksik olmuyor. Mesela bizi nasıl bir ölüm bekliyor, bu bile muamma bizim için.
Bizi bekleyen ölüm çeşitlerine “Ölümlerden Ölüm Beğen Anadolu İnsanı” başlıklı yazımda bahsedeyim.
26 Ocak 2025 Pazar
Turşusu Kurulacak Çocuklarımız
25 Ocak 2025 Cumartesi
Organize Kopyacılar
Yazılılar birbiri arkasına olacak şekilde planlanır. Sınav haftası gelip çatar.
Aynı sırada oturan iki liseli arkadaş, ne yapalım ne edelim derken, sınavda öğretmenin sorumlu tuttuğu kısmı aralarında paylaşmaya karar verirler.
Kitabın bir kısmından biri, diğer kısmından da öbürü kopyalık hazırlamaya karar verirler. Öyle ya her yerden kopyalığı hazırlamaya kim uğraşacak?
Sınav günü gelir çatar.
Öğretmen A ve B grubu olarak iki grup hazırlamış.
Aynı sırada oturdukları için biri A, diğeri de B grubu olurlar.
Bir tanesi sorulara hızlıca göz gezdirir. Tüh be der. Çünkü kendi hazırladığı yerden öğretmen hiç soru sormamış. O kısmın tamamını arkadaşı hazırlamıştı.
Arkadaşına, benim soruların kopyası sende, seninki de bende. Kopyalıkları değiştirmemiz gerekir. Al benimkini, ver seninkini der.
Karşılıklı kopyalıkları değişirler.
Soruların cevaplarını alan, kopyayı kendi hazırlamış gibi hemen cevapları yazmaya başlar.
Esas kopyalığı hazırlayan ise arkadaşının verdiği kopyalığı arar tarar. Bir tane sorunun cevabını dahi bulamaz. Çünkü yoktur.
Oyuna getirildiğini anlar ve hemen arkadaşını dürter. Ver şu kopyalığı der.
Hazır kopyalığı bulmuş, soruları bir bir yazan arkadaşı bu hazıra konmuşluğu bulmuşken verir mi kopyalığı hemen.
Sonrasını bilmiyorum. Kopyalığı ne zaman verdi? Verinceye kadar arkadaşını kaç defa dürttü ve kaç defa ver şu kopyalığı dedi?
Bildiğim bir şey varsa, kopya çektiğini öğrendiğim kişinin kopya çekeceğine hiç ihtimal vermeyişim. Kendisine de söyledim. Hiç beklemezdim senden dedim. O da kopya çekmeyen mi vardı abi dedi.
Hasılı benim yere bakan, yürek yakan, yoğurdu üfleyerek yiyen arkadaşım, meğerse profesyonel kopyacı imiş. Üstelik bu işi iki kişi birlikte yapıyorlarmış. Bir de acemi diye nam salmış arkadaşlarının arasında. Bugün bu tür kopyacılara organize kopyacı diyorlar.
Aynı ekipten bir başka arkadaşları da İngilizce sınavı için kopyalık hazırlamış. Arkadaşının dediğine göre hazırladığı kopyalık sınav kağıdından büyükmüş. Bunu duyunca şaşırdım. Sınav kağıdı A4 kağıdına hazırlandığına göre acaba bu arkadaş kopyalığı A3 kağıdına mı hazırladı?
Bunu da ilgili kişiyle karşılaşınca sorup merakımı gidereceğim.
Elinin Körü!
24 Ocak 2025 Cuma
Basit Horlamaymış Bendeki (3)
Ertesi günü uyku testiniz çıkmıştır. Randevu alıp doktorunuza gösterebilirsiniz mesajı geldi. E devletten, e nabıza girdim. Raporu görmeden heyecanlandım. Doğrusu merak ettim. Nedir durumum diye.
İyi de rapor baştan sona İngilizce idi. Yarım yamalak İngilizcem ile bir şeyler anlamaya çalıştım. En alta doğru gözümü kaydırdım. “Basit Horlama” yazıyordu sonuç. Hasılı çıka çıka "Basit Horlama" çıktı benim horlama sonucu.Bu sonuca üzülmeli miydim yoksa sevinmeli miydim?
Üzüldüm. Çünkü basit horlama sonucu yerine “Kaliteli Horlama” çıksın isterdim sonucun. Hoş, ömrü basit geçen birinden kalite beklemek beyhude çabaydı. Çünkü kalite kim, ben kim. Sonra kim kaybetmiş de ben bulacağım kaliteyi.
Sevindim. Çünkü önemsenmeyecek kadar küçük anlamı da çıkar bu basit horlama sonucundan. Tamam, horluyorum ama çok o kadar rahatsız eden türden bir horlama değil bendeki.
Uyku testine girince sana maske verirler. Gece uyumadan önce takman için demişti bir arkadaş. Maske denince, bu sezon Galatasaray’da top koşturan Osimen geldi gözümün önüne. O da maçlarda maske takıyor. Görüntüsü haliyle korkutuyor. Beni uyurken gören birinin de korkma ihtimali vardı. Bundan geçtim. Bir de bir yere gezip dolaşmaya gitsem, orada yatılı kalacak olsam, onca eşyanın arasında bir de maske taşıyacaktım yanımda. Sonucu doktora göstermedim ama sanırım maske önermez benim bu basit horlamaya. Bu da bir başka sevindirici yanı.
İnsan görmeyince neyin ne olduğunu bilmiyor. Bu vesileyle uyku testine girince, tam anlamasam da uyku testinin ne olduğunu genel hatlarıyla biliyorum. Bu da benim için bir tecrübe oldu. Bilgi bilgidir ve her bilgi değerlidir zira.
Üzülüp sevinmekle kalmadım. Aynı zamanda kızdım da. Çünkü oturup kalktılar; horluyorsun, amma horluyorsun, iyi horluyorsun dediler. Hem ev dedi hem yurtta kalırken hem hizmet içi seminerlerde. Ortalığı o kadar velveleye verdiler ki Sanırsın ki horlamamdan hiçbiri uyumamış. Şimdi onlara bu sonucu göstermek lazım. Buyurun uyku testi sonucum. Toru topu önemsiz basit bir horlama. Değdi mi bu kadar konu edinmeye demek lazım.
Hayıflandım. Ah vah ettim. Bir yerde yatarken önceden uyumayayım da horlamamdan başkası rahatsız olmasın diye en geç uyudum. Topluluk içerisine girmekten kaçındım. Bu sonuçtan sonra düşünüyorum da boşuna evhama girip kendimi rahatsız etmişim.
Bundan sonra horluyorsun diyenlere, elimdeki sonucu göstereceğim. Bu kadar velveleye ve abartıya gerek yok. Önemsiz ve basit horlama için bu kadar konuşmanın gereği yok. Aha bu da belgesi diyeceğim.
Hatta toplu yerlerde uyumadan önce yatağımın başına, “Dikkat, bu yatakta uyumakta olan basit horlamaktadır. Basit horlamaya katlanan bu odada yatabilir. Rahatsız olan varsa, lütfen odayı terk edip kendine horlama ortamı olmayan bir oda bulsun” şeklinde bir not yazıp iliştirmek lazım. Bundan sonrasını ben değil, yanımdakiler düşünsün.
Görevlinin, vücudunda ne hastalık varsa tespit eder bu uyku testi demişti. Çıka çıka basit horlamanın dışında bir şey çıkmayınca sağlamım diye sevinmem lazım. Bir diğer husus, dağ fare doğurdu dense yeridir. Çünkü bu testten beklentim yüksekti. Mesela uyku aparatı takıldıktan sonra telefonla oynamam testte çıkmadı. Demek ki test her şeyi ortaya koymuyormuş.
Basit Horlamaymış Bendeki (2)
Uzandım. İyi de 00.00'dan önce hiç yatağa uzanıp yatmayan ben 21.00 sularında nasıl yatıp nasıl uyuyacaktım.
Telefonda yazıp çizmemde bir sakınca olur muydu. İşte bunu sormadım. Gerçi teste dair hiçbir şey sormadım. O da söylemedi. Şuna, buna dikkat edeceksin demedi. Sadece su içme dedi.
Acaba, telefonla oynarsam, yazıp çizersem, testte telefonla oynadığım da görünür müydü? Raporu yazan, bu adam buraya uyku testine değil, telefonla oynamaya gelmiş yazar mıydı? Görevli numarasını da vermişti. Telefon açıp telefona girebilir miyim desem, amca yeri mi, zamanı mı, yat zıbar, burası uyuma yeri der mi derdi. Gerçi demezdi. Çünkü pek beyefendi biri idi.
Ortam da yazı yazmaya pek müsait idi.
Sonunda elime telefonu alıp bir on dakika birkaç mesaja cevap yazdım. Telefonu yanıma koyup uyumaya çalıştım.
Ne zaman uyudum bilmiyorum. Sırt üstü yatmıştım. Normalde sırt üstü yatmak hiç adetim değildir. Sağa veya sola yatsam, kafamın iki tarafı da kablo dolu idi. Nice sonra horlamama uyandım.
Horlayan horladığını bilmez. Horluyorsun diyenleri de pek kabul etmez. Ben horlamam der. Mesela rahmetli babam öldü gitti, horladığını hiç kabul etmedi. Ben horlamam derdi.
Horlamama uyanınca sağa dönüp yattım. Yattım ama üstüm açık uyumuştum. Hoş, örtecek olsam da üzerime örtecek bir şey yoktu. Yatarken klimanın sesi geliyordu ama bu klima beni üşütüyordu. Uyanınca yine üşüdüğümü hissettim. Hatta donuyorum. Uzanıp yattığımı gören görevli, amca soğuk olur, klimaya güvenme, üzerini ört de demedi. Ben de üşüyorum, böyle mi yatacağım demedim. Öyle ya erkekliğime halel gelirdi.
Sağıma dönüp uyumaya çalışırken ben bu uyku testini geçerim ama vücudumun her bir tarafı tutulur, günlerce ben bunu çekerim. Hastaneye sağlam geldim, hasta çıkarım ya hayırlısı dedim.
Yarı uyur yarı uyanık uyudum. Rüya da gördüm. Zaman zaman uyanıp gözlerimi açmadan uyumaya çalıştım. Hiç solu kullanmamıştım. Sola dönüp uyudum. Bir kez daha uyandım. Vakit ne olmuş diye kolumdaki saate baktım. Üçe çeyrek vardı. Daha vardı dörde bir saatten fazla. İyi de bu soğukta bu bir saat geçer miydi.
Kafamı hafifçe kaldırdım. Üzerime örtecek bir şey var mı diye. Ayaklarımın altında ince bir nevresim gördüm. Hemen bir ayağımı nevresimin altına uzatarak nevresimi kendine çektim. Bir elimle üzerimi örttüm. Oh be, dünya varmış dedim. O kadar ince nevresim bu kadar ısıtır mıydı. İliklerime kadar ısındım. Sonrasında bir güzel uyku çekmişim. Ne kablolar rahatsız etti beni ne klima sesi. Keşke ilk yatarken akıl etseymişim.
Bu yatışla sabahı bulurdum. Ama sabahın dördü on geçe görevlinin sesine uyandım. Gözlerimi açtım ama gözlerimden uyku akıyordu.
Gözlerim yarı açık yarı kapalı yatakta otururken, görevli üzerimdeki test malzemelerini tek tek çıkardı. Geçmiş olsun, gidebilirsin dedi. Burada yatmaya devam edebilir miyim dedim. İstediğin kadar dedi. Çıkışta size uğramam gerekir mi dedim. Hayır dedi.
Görevli gider gitmez kafaya koydum. Kafayı koyup yatacağım. Artık kaçta kalkarsam. İyi de benim gece kuşu oğlana mesaj yazmıştım akşamdan. O ne olacak dedim. Bir hızla telefona baktım. Oğlan almaya geliyormuş beni. Yolu da yarılamış üstelik.
Lavaboya gidip elimi yüzümü yıkamak istedim. Aynaya baktım. Yüzüm, başım mantar tarlası gibiydi. Tıbbi adını bilmiyorum ama daire şeklindeki yapışkanlardan bolca vardı. Başıma yapıştırılanların yapışkanı saçıma da bulaşmıştı.
Oğlanı bekletmeyeyim diye bir hızla giyindim. Vücudumu yokladım. Üzerimden otobüs geçmiş gibi. Her yer kuluçlamış ama o soğukta, üstü açık yatmaya göre yine iyi. Bundan iyisi can sağlığı. Bunu çekeceğim ama kaç gün çekerim bakalım. (Devam edecek)
Basit Horlamaymış Bendeki (1)
Burun ameliyatı öncesi konsültasyon için göğüs polikliniğine görünmem önerilmişti Haziran 2024'ün ortalarında.
Doktor muayene etti. Bir şikayetin görünmüyor. Var mı bir şikayetin dedi. Bildiğim bir şikayetim yok. Horladığım söylenir dedim. Aklımda kaldığı kadarıyla EKG, kan tahlili, akciğer filmi bir de SFT (Solunum Fonksiyon Testi) yaptırmamızı istemişti. Horlama için de 6.kat uyku ünitesinden randevu alın demişti.
SFT beni biraz uğraştırmıştı. Kaç defa uğraştı görevli. Şöyle böyle yapacaksın diye tane tane anlattı. Olmayınca olmamıştı. Sonunda olmuyor amca deyip beni göndermişti. Diğer istekleri yaptırdıktan sonra tekrar gidip bir kere daha deneyelim dedim. Bu sefer becerebilmiştim.
Göğüsün talep ettiği tahliller sonucuna göre konsültasyon hazırlanmıştı. Temmuzun 2.gününde burundan ameliyat olup rahatlamıştım.
2025 Ocak ayının ortası geçtikten sonra oğlan hatırlattı. Baba, 20'sinde uyku testin var, unutma dedi.
6 aydan fazla bekledim. Bari gidip şu testi yaptırayım dedim.
Belirtilen günün 20.30 sularında uyku ünitesine giriş yaptım.
Görevli kaydımı yaparken biraz lafladık. Hem işinin ehli hem de kültürlü biri idi.
21.00'i geçerekten beni yatağa oturtup her yerimi kablolar ile donatırken de sohbete devam ettik. Resmimi çekmedim ama bir nevi üzerine canlı bomba geçirilmiş biri gibi hissettim kendimi.
Öğretmen olduğumu, hala aktif çalıştığımı öğrenince babasının da öğretmen olduğunu, sınıf öğretmeni olarak görev yaptığını, emekli olalı çok olduğunu, babam emekli olduğunda emekli parasına bir ev ve bir araba aldıklarını, o zamanki emekli ile çalışanın arasında fazla fark olmadığını, şimdiki emekli parası ile ne araba ne de ev alındığını, çalışanla emekli arasında büyük uçurumun olduğunu söyledi.
Tüm bunları ve daha fazlasını hem anlattı hem de yapa yapa ezberlediği uykuya yatırma işlemini bir çırpıda bitirdi. Yani iki işi birden yaptı. Birini yaparken diğerini ihmal etmedi.
Horlamayı ölçmesi dışında bu taktığın aletin başka faydası var mı diye sordum. Her şeyi ölçer, kalp ve göğüs hastalıklarını erken teşhis eder, ne var ne yok ortaya çıkarır dedi.
Sarıp sarmalaması bittikten sonra uzan amca. Sağa, sola dönüp yatabilirsin. Bir ihtiyaç olursa şu numaradan beni ara. Sabah 04.00'de gelir, üzerindekileri çıkarırım. İster gider ister burada yatarsın deyip gitti. (Devam edecek)
23 Ocak 2025 Perşembe
Doğu İnsanının Dünyası
İki Tip Dünyalı
Şehir Planlamamız
İyi bir şehir planlamamızın olmadığını düşünüyorum.
Ne geniş caddelerimiz var ne de geniş sokaklarımız.
O kadar geniş toprağımız olmasına rağmen yatay mimariden ziyade dikey mimari yapmaya devam ediyoruz.
Birbirine yakın veya bitişik binalardan dolayı ne evlerimiz doğru dürüst güneş alır ne de nefes.
Dip dibe ve karşılıklı binalar yüzünden tüm pencereler sabahtan akşama tül perde ile kapalı. Balkonlar da karşılıklı. Komşu balkona çıksa sen çıkamıyorsun. Sen çıksan komşu çıkamıyor. Kimse kimseyi tanımıyor da.
Yaşanabilir bir şehirden ziyade rant ekonomisinin revaçta olduğu ve para ettiği şehir yapılanmasını yeğliyoruz.
Ana caddelerde yüksek kat, arka taraflara daha düşük katlar veriyoruz.
Ne kadar büyük arsamız varsa o kadar daire hesabı yapıyoruz.
Belediye de aynı kafada, insanımız da devlet de.
Yaşanabilir ve nefes alınabilir bir yaşamdan ziyade birbirimize ve kendimize hayatı zindan etmek için yarışıyoruz.
Bir yeri imara açarken veya yüksek kat verirken bu tasarrufun bu şehrin sirkülasyonuna zararı olur mu diye bir düşünce olmuyor. Varsa yoksa rant. Dinimiz de rant, imanımız da rant, hayatımız da rant, hayat felsefemiz de rant.
O kadar yaptığımız yüksek katların sağlamlığı bir tarafa, çok kullanışlı da değil. Aşağıdaki ses yukarıya, yukarıdaki ses aşağıya duyuluyor. Estetik zaten yok. Sadece beton yığını. Bu beton yığınlarının ömrü de uzun değil. 20-30 yılı buldu mu o ev, o bina eski sayılıyor, yıkılmak için gün sayıyor. Kendi elimizle yıkmasak da orta şiddetinde bir depremde yerle bir olmak suretiyle bu rant evler mezarımız oluyor.
Her şehrimize özgü bir mimari anlayışımız da yok. Hepsi birbirinin tıpkısının aynısı.
Deprem olur, sel felaketi olur. O devasa binalar yerle bir olur. Ana caddelerdeki yüksek binalar caddeye devrilir, yollar kapanır. Ne ambulans geçebilir ne yardım götürülür. Buna rağmen yıkılan yüksek binaların yerine yine yüksek katlar yapmaya devam ediyoruz.
Bir yerde ne kadar yüksek kat varsa orada trafik felç oluyor. Park sorunu baş gösteriyor. Gürültü eksik olmuyor. Adeta zehir soluyoruz.
İyi, kötü hizmet şehir merkezlerine geldiği için bir de iş imkanı şehirde olduğu için köyleri boşalttık, şehirlerin nüfusunu katladık.
Hasılı, üç beş kuruş rant uğruna, kendi kendimize ve birbirimize hayatı zindan ediyoruz.
Şehir planlaması için ne yapılabilir? Yatay mimari, müstakil evler hedefimiz olmalı, vakit geçirmeden uygulamaya geçmeliyiz.
Yüksek kat yapılacaksa ana caddelere tek kat, arka sokaklara ise birer kat ilave edilmek suretiyle yapılmalı. Bir sinema salonundaki koltuklar gibi. Yani önden arkaya doğru binalar yükselmeli.
Hiçbir bina, diğer binanın güneşini ve cephesini engellemeyecek şekilde bina ve evler mesafeli yapılmalı.
Binalar öyle sağlam ve kullanışlı yapılmalı ki bu binalar evladiyelik olsun. Yazın serin, kışın sıcak tutsun.
21 Ocak 2025 Salı
Otel Yangınının Düşündürdükleri
Bu Z Nesli Bir Başka
Toplum olarak yatıp kalkıp Z kuşağından dert yanıyoruz. Vay efendim, çok ilgisizler. Gündemi takip etmiyorlar. Ruh gibiler. Gece sabaha kadar dijital ortamda oyun oynuyorlar, çetleşiyorlar. Gece yatmıyorlar, gündüz kalkmıyorlar. Hiç sorumluluk almıyorlar deyip duruyoruz.
Gece sabahladıkları doğrudur. İnternet ve oyunla vakit geçirdikleri de doğrudur. Ama gündemi takip etmedikleri, duyarsız oldukları külliyen yalandır.
Ülkenin ve dünyanın gidişatına dair çok iyimser olmadıkları bir gerçektir.
İş beğenmedikleri de bir gerçektir. İş buldularsa parayı da beğenmiyorlar.
Niye beğenmiyorlar? Çoğu okumuş bu gençlerin ya alanında iş yok. Olsa da hakkının tam verilmediği de bir gerçektir. Çünkü teklif edilen para ile bu gençlerin ev bark kurmaları ve ev geçindirmeleri mümkün değil.
İlgisiz ve sorumsuz gibi durduklarına bakmayın. Hem ilgileri var hem de sorumlulukları. Çoğu şeye sessiz tepki veriyorlar. Bizim gibi bağırıp çağırmıyorlar. Sorumluluk verilirse de kaçınacaklarını sanmıyorum. Yeter ki sorumluluk vermeyi, sorumluluk verirken yol, yordam usul bilelim.
Bu gençleri bizden farklı kılan, bu neslin şeytanının bizden fazla olması. Bizim Bir şeytanınız vardı, bunların çok. O kadar şeytanın içinden kendilerini kurtarması çok zor.
Biz istiyoruz ki bizim yetiştiğimiz gibi yetişsinler. Anlaşmazlık da burada ortaya çıkıyor. Halbuki her nesil kendini çağının ruhuna uygun yetişmek zorunda. Değilse çağı yakalaması mümkün değil.
Dine biraz mesafeli oldukları da doğrudur. Bu konuda bu gençleri suçlamaktan ziyade biz din adına ne yaptık ki bu gençler dine bu kadar mesafeli demek lazım.
Sıkı sık eleştirdiğimiz bu gençleri iyi gözlemlemek, dinlemek ve anlamak lazım. Yoksa körler ve sağırlara oynarız. Biz onları, onlar bizi anlamadan yolumuza devam ederiz.
Neyse geleyim sadede. Siz ne kadar giyim, kuşamına ve yaptıklarından dolayı bu Z neslini eleştirseniz de ben o kadar değil diyorum.
Gece yatmıyorlar mı diyorsunuz?
Evet gece yatmıyorlar ama bu yatmadıklarının faydası var. Mesela dün akşam ben gördüm bunun faydasını. Şöyle ki;
Temmuz 2024 idi sanırım. Burundan ameliyat olacağım. Öncesinde konsültasyon hazırlanması gerekiyor. Göğüsten de görüş alalım dendi. Göğüs doktoruna görünmüştüm. Muayene etti. Şikayetin var mı dedi. Yok dedim. Şu şu tahlil ve tetkikleri yapalım dedi. Horlama şikayetim var dedim bir de. Onun için uyku testi randevusu alalım dedi.
Uyku testi için 20 Ocak yani altı ay sonraya gün verildi.
Diğer tahlil ve tetkikleri yaptırdıktan sonra burun ameliyatı oldum.
Uyku testinin tarihini bile unutmuştum ki benim Y nesil oğlum haber verdi. Sağ olsun. Gideyim bari dedim.
20 Ocakta otobüse atlayıp akşam 08.30 sularında uyku ünitesine giriş yaptım.
İlgili görevli işlemleri yaptıktan sonra uyuyacağım odayı gösterdi. Az sonra gelip yatıracağım dedi.
O gelinceye kadar pijamamı giyip dişlerimi fırçaladım.
Görevli beni yatağa oturttu. Kafama, yüzüme, göğsüme ve parmaklarıma gerekli aletleri yerleştirdi. Yerinde durması için her birini yapıştırdı. Yüzüm ve başım mantar tarlası gibi oldu. Başıma yerleştirilen kabloları saymam mümkün değil. Vücudumdaki kabloları da. Kendimi bir an için vücuduna bomba yerleştirilmiş bir kişi zannettim.
İş bittikten sonra uzanabilirsin. Odamda olacağım. İhtiyaç olursa bu numaradan ararsın. Telefon yanında. Sabah dörtte üzerindekileri sökmeye gelirim. Ondan sonra gidebilirsin. İstersen burada uyumaya devam edebilirsin dedi.
Yatağa uzandım. İyi de sabah dörtte hastaneden çıkınca ne yapacaktım. Sabah gün ağarıncaya kadar yatırırlar diye arabayla da gelmemiştim.
Sabah dörtte kim hastaneden alabilirdi beni. Alsalar da kimi uyandırırsın o saatte? Hemen aklıma benim gece kuşu Z nesli oğlan geldi. Dedim bu uyumaz o saatte. Mesaj yazdım. Evlat sabah dörtte işim bitiyor. O saate uyumazsan beni alabilir misin dedim. Ne cevap vereceğine bakmadan telefonu bıraktım. Kah sağa, kah sola kah sırtüstü dönerek uyumaya çalıştım. Zaman zaman uyandım. Üzerimi de örtmeden yattığım için bir iyi üşümüşüm. Örtmeye kalksam da yatakta nevresim yoktu.
Bir ara uyandım. Saat kaç olmuş diye baktım. Üçe çeyrek vardı. Çalışan klima beni ısıtacağı yerde dondurmuştu. Bu hastaneye sağlam geldim ama çıkışım hastalanarak olacak demeye başladım. Ne yapayım derken hafifçe kafamı kaldırdım. Ayaklarımın altında ince bir nevresim gördüm. Hemen onu ayak yardımıyla kendime çektim. Üzerime geçirdim. İnce de olsa ısındığımı hissettim.
Gelen görevlinin sesiyle uyandım. Gözümden uyku akıyordu. Üzerime nevresimi geçirinceye kadar üşüdüğüm için uyuyup uyumadığımı pek anlamamıştım. Keşke önce görseydim de bu nevresimi üzerime örtseydim. Bir güzel uyku çekmiş olurdum. Geçen geçti artık.
Görevli gitse de vurup kafayı, bir güzel uyku çeksem dedim. Üzerimdeki kablolar çıkarıldıktan sonra oğlan ne yazmış. Bakayım da görmediyse mesajı silip yatayım. O da gelmesin dedim.
Gördüm ki oğlan evden yola çıkmış, yolu yarılamış.
Mecburen uykulu uykulu elimi yüzümü yıkadım. Görevlinin bıraktığı bantları da çıkardım. Üzerimi giyinip hastaneden çıktım. Bu arada yüzümdeki bantların sayısı az değildi.
Sağ olsun ben hastaneden çıkmadan gelmiş oğlan. Uyumamış o saate kadar. Birlikte eve döndük. Geri kalan uykuyu evde devam ettirdik.
Gördünüz değil mi Z neslini. Bir de beğenmezsiniz. Bu Z nesli şöyle böyle dersiniz. Kim alırdı beni o sabahın dördünde? Kim beklerdi beni o saate kadar uyanık?
Bu demektir ki geceyi bilgisayar başında geçirmenin bazen böyle faydası oluyor.
Sağ olasın, var olasın benim Z nesli oğlum.
Bu arada Y nesli olan evlatlarım da beni alırdı. Ama onlara haber vermedim. Z nesli olmasaydı da yine onlara haber vermezdim. Çünkü sabah işe gidecekler. Gece uykuları bölünecekti. Beni almaya geldikleri zaman uykum var dercesine esneyeceklerdi. Onlar esnedikçe ben mahcup olacaktım. Vara çağırmayı hastanede sabahlasaydım pişmanlığı duyacaktım. Ama Z neslinin hiç uykusu yoktu. Yanımda esnemedi de.
Hem Geri Alınmaz Hem de Değiştirilmez Mal (2)
Bir önceki yazımda hem toptan hem de perakende ev tekstil işi yapan bir esnaftan, yaptığım alışverişe ve o esnada şahit olduklarıma değinmiştim. Bu yazımda da soyu tükenmeye yüz tutmuş ama yok olmamak için direnen bu esnaf türüne değineceğimi söylemiştim.
Koca dükkanda bir estetik yok. Görsellikten eser yok. Adam sadece mal yığmış dükkanına.
Dükkanda sahibi ve yıllardır yanında çalışan bir çalışanı var.
Dükkanı mal ile dolu olduğuna göre belli ki zengin. Zengin olduğu kadar tok satıcı.
İlk havlu alırken hangi renk olsun diye evi aradığıma garipsemiş. Biz niye böyle olduk demişti. Ona göre gözün kapalı havlu alıp işte havlu diyeceksin. Eve falan sormayacaksın. Müşteriyi birden başından savma düşüncesi var. Alırken de tepeden bakıyor.
Toptan fiyatla perakende fiyat farklı olmasına rağmen perakende aldığında, sana toptan fiyattan yazayım diyor. Arada fark da sadece 10 lira. Takdir edersiniz ki toptan alışveriş yapan on lira ilavesiyle perakendecilik yapmaz.
Kadın müşteriye az önce 160 lira dediğine az sonra 170 yazması ilginç.
Değiştirmek istediğim havlulara kaçtan yazmıştık, bu öncekileri de kaçtan almıştın demesi de bir o kadar ilginç. Demek ki oturmuş bir fiyat yok. Tutturabildiğine. Hakkını yemeyeyim. Kaçtan aldığımı söylediğime o fiyata hiç vermedik demedi. İnandı. Buna da şükür.
Kadın müşterinin sizde kredi kartı yoktu değil mi sorusuna evet, yok demişti. Halbuki cumartesi ben kredi kartı ile ödeme yapmıştım. Post makinesi varken yok demesi, müdavimi olan müşterilerinin gözünün içine baka baka yalan söylemesi hiç hoş değil. Daha önceki alışverişlerimde sahibi olduğunu düşündüğüm yaşlı biri vardı. Ona kart dediğimde, var ama nakidin varsa iyi olur demişti. Ben de hep nakit vermiştim.
Bugün küçük iş yapan esnafta bile post cihazı varken koca toptan işi yapanda post cihazının olmaması mümkün değil. Belli ki devletten vergi kaçırıyor. Hem de bu kadar zenginliğin içerisinde. Tek kelimeyle ayıp.
Esnafın bir diğer ve en önemli ayıbı, “Satılan mal geri alınmaz ve değiştirilmez” yazısı. Hala bu devirde böyle esnaf kalmış mı demeyin. Var maalesef.
Bu esnaf zengin ve büyük de olsa hala küçük kalmaya mahkum belli ki. Eskiden çoktu çoğu dükkanların girişinde böyle yazı. Çoğu bu hastalığı terk ederken türünün son örneği olarak bu büyük esnaf küçük kalmaya devam ediyor.
Bu tür küçük esnaf, satılan mal geri iade alınmaz ve değiştirilmez yazarken sonra da müşterimin niçin büyük firmalara yöneldiğinden dert yanar. Halbuki o dert yandıkları büyük esnaflarda hem kredi kartı var hem aldığın ürüne göre taksit imkanı var hem de beğenmediğin zaman geri iade edebiliyorsun. İade ederken de surat asma falan yok. Sadece beyefendi, niçin geri iade ediyorsunuz şeklinde bir soru soruyor. Bunu da iade evrakına iade sebebini yazmak için soruyor. İhtiyaç fazlası desen bile sesini çıkarmıyor, geri iade alıyor. Bizim büyümeye niyeti olmayan küçük esnaf ise baştan kestirip atıyor. İade almam ve değiştiremem diyor. Halbuki günübirlik esnaflıktan ve ne satarsam kâr mantığından ziyade müşteri memnuniyeti esas alınmalı. Gerçi bizim bu tür küçük kalmaya mahkum esnafımıza ne desen boş. Hatta bu huylarından vazgeçmedikleri gibi yazdığınız yazıya “Değiştirilmesi dahi teklif edilemez” önerisi götürsen, hiç utanmadan bunu da eklerler.
Hasılı, dükkan ve işletmesinde “Satılan mal geri alınmaz, değiştirilir”, “Satılan mal geri alınmaz ve değiştirilmez”, “Satılan mal geri alınmaz ve değiştirilmez. Lütfen ısrar etmeyin” yazan esnaftan hiç alışveriş yapmamak lazım. Alışveriş yapmadığın gibi uğramayacaksın. Uğramadığın gibi selam vermeyeceksin. Selam verse de almayacaksın vesselam.
Ha üründe değişiklik yapılmışsa, üzerinden epey bir zaman geçmişse elbette geri alınmaz ve değiştirilmez. Kastım da bunlar değil. Ki böyle yapanlara da selam verip selamını almayacaksın. Hatta dükkana koymayacaksın.