31 Ocak 2025 Cuma

Nihayet Bana İş Çıktı (1)

Bugünlerde pek bir işim yok. Hoş, hiçbir zaman dopdolu geçen bir hayatım ve işim olmadı. Hep bir işim olsun arayışı içinde geçirdim ömrümü desem yeridir.
Nihayet bir iş çıktı. Şahit olduğum bir kavga adliyelik olmuş. Taraflardan biri de beni şahit olarak yazdırmış. Sağ olsun, var olsun.
Mahkemenin tebligatını görünce haliyle bir sevindim bir sevindim. Çünkü nihayet bir iş çıkmış, beklediğime değmişti.
Ne de olsa şahit olarak ilk defa hakim karşısına çıkacaktım. Hakim, savcı, avukat, adliye katibini görecektim. Adalet dağıtan mekanizmanın işleyişini görecektim.
Dört gözle mahkeme gününü iple çekmeye başladım. Derken efendim, tebligatın altındaki ihtar başlığıyla yazılan yazı dikkatimi çekti. Daha mahkemeye gitmeden ihtarı yiyince haliyle üzüldüm. Çünkü ihtar aba altında sopa
gösteriyordu: Belli gün ve saatte duruşma yerinde hazır olmadığınız ve mazerette bildirmediğiniz takdirde CMK 44 maddesi gereğince zorla getirileceğiniz ayrıca gelmediğinizden dolayı sebep olduğunuz mahkeme masraflarının kamu alacaklarının tahsili usulüne göre tarafınıza ödettirileceği ihtar olunur". Bu uyarının yazım ve imla yanlışlarını bir tarafa bırakıyorum. Belli ki bu ihtarı yazan kimsenin virgülle arası pek yok. Daha doğrusu hiç yok.
İhtarı yiyince üzüldüğümü ifade etmek isterim. Çünkü ne zamandır işsizlikten sıkılmış biri iken, hazır bir iş çıkmışken, koşa koşa gideceğim bir iş olduğu halde böyle bir ihtar inanın zoruna gitti.
Neymiş de gitmezsem, zorla götürülecekmişim ve mahkeme masraflarını ödeyecekmişim. Olacak şey değil. Gören de kavgayı yapan sanki benim. Hakareti yapan sanki benim. Yaralayan sanki benim. Tehdit eden sanki benim. Mahkemeyi işgal eden de sanki benim.
Halbuki kavgayı yapan başkası, tehdit ve hakaret eden başkası, yaralayan da başkası. Daha mahkemeye gitmeden ihtar da bana. Tek suçum tüm bu ortama şahitlik yapmak. Gel de kaderim kaderim deme.
Bunu böyle diyecekleri yerde, "Adaletin doğru tesisi ve tarafların mağdur olmaması bakımından şahitliğinize ihtiyaç duyulmuştur. Gelmediğiniz takdirde yanlış karar verilme ihtimalinden dolayı vicdan azabı çekmemeniz için belirtilen gün ve saatte mahkeme salonuna gelmenizi rica ediyoruz", dense daha iyi ve daha şık olmaz mıydı. Öyle ya rica gibi şık bir kelimemiz varken ihtar neyimize. Ayrıca üstün ricası emirdir zaten.
Yoktan yediğim bu ihtar moralimi bozdu, canım sıkıldı. Acaba gitmesem mi bile diyemedim. Çünkü işin ucunda şahitliğe gitmediğim takdirde iki polis nezaretinde evimden elime kelepçe takılıp götürülmek de var.
Komşular elimde kelepçe ile evden götürülüşümü görünce, tüh sana, yine ne yaptı memur bey, belliydi bunun böyle yapacağı diyecekler. Sanki daha önce bir şey yapmışım gibi.
Şahitliğe gelmedi teyze dediklerinde, demek yurttaşlık görevini yapmaktan kaçındı ha tüh sana tüh sana! Ne biçim vatandaşsın derlerse, bir daha komşuların yüzüne nasıl bakacaktım? Bir de polisler evimi gündüz gözüyle değil de sabah 06.00 sularında kuşatırsa, site sakinleri, sitemizde bir terörist mi besliyormuşuz da diyebilir.
Böyle bir durumda bu sitede kalma durumum da olmazdı. Mecburen evi satılığa çıkarıp mahalleyi terk etmem gerekecekti. Bir şahitlik yoktan başıma iş açacaktı.
Bereket, bunların hiçbirine ihtiyaç kalmadan, komşuların haberi olmadan, eve polis gelmeden belirtilen gün ve saatte şahitliğe gitmek için evden çıktım.
Yaptığım şahitliğe ve mahkeme ortamına da bir başka yazımda değinmek isterim.

Niçin Dışa Yansımıyor?

Tanıdığım biri var. Her gördüğümde masasının üzerinde deste deste kitaplar bulunur. Bunlar ne dediğimizde, okuyorum, bunlar okunacak der.

Gelen gidenin de dikkatini çeker bu kitaplar. Hatta bu tanıdığım masasının üzerindeki kitaplarla yetinmez. İnternet üzerinden kitap siparişi de verir.

Masanın üzerindeki kitaplar bir başkasının da dikkatini çeker. Okuyor mu bunları diye sordu bana. Bunu daha önce ben de sordum. Okuduğunu, kitap okumayı sevdiğini söyledi üstelik dedim. İyi de madem bu kadar kitap okuyor. Peki, dışarıya niye bir şey sızmıyor, niye bir şey yok dedi.

Yine bir başka tanıdığım var. Ne zaman görüşsek, kitap okuyorum durmadan. Şimdi de şu kitabı okuyorum der. Bu arkadaş da okuduğu kitapla orantılı değil. Okur gibi mi yapıyor, burasını bilmem. Bildiğim bir şey varsa okunan kitaplar beyninden süzülüp gelmiyor. Yani dibine bile ışık vermiyor.

Öyle ya okunan kitap kişide bilgi, birikim ve donanıma dönüşmesi gerekiyor. Kişinin konuşmasına yansıması gerekir. Satıcılığı olmasa bile gören, iyi bilgisi var ama satıcılığı yok demesi lazım.

Tamam satıcılık ayrı bir sanat. Ama niye bunca okunan kitap kelime hazinesini geliştiriyor? Niçin bir fikre bir görüşe dönüşmüyor? Niçin insanlara yol göstermiyor? Niçin okuduklarından bir hisse çıkarıp üç beş atıfta bulunamıyor? Niçin okunandan akılda bir şey kalmıyor?

Belki de okumadığı halde caka satmak amacıyla okur gibi yapıyor. Bir zamanlar bir gün okuruz diye rafların ciltli kitaplarla süslendiği gibi. Ya okuyor ama okurken beyin ve zihin gezintiye çıkıyor ya da akılda bir şeyler kalsa bile bunu kimseyle paylaşmıyor.

Bu iki örnekten bir başka konuya gelmek istiyorum. Ne zaman Müslümanlardan dert yansan, Müslümanlarda ahlak sorunu var desen, hemen birileri iyi bir dinimiz var. Suç İslam'ın değil şeklinde savunmaya geçiyor.

Elbette İslam mükemmel bir din. Buna diyecek bir şey yok. Burada denecek şey bu mükemmel din niçin bu dine inananların çoğuna sirayet etmiyor? Bu din niçin yaşantıya dönüşmüyor?

Öyle ya bir küpte bal olsa yağ olsa ya kokusuyla ya da küpün dışına sızmasıyla kendini belli eder.
Sahi bu mükemmel ve son din müntesiplerinin kahir ekseriyetine, kokusuyla ve dışa sızmasıyla dahi olsa niçin renk vermiyor? Niçin inançla amel bir uyum içinde olmuyor?

Mesela kötülüklerden arındıran namaz onca kılınan namaza rağmen kişiyi niye arındırmıyor?
Tutulan oruç niçin kişinin nefsini terbiye etmiyor?

Verilen zekât niçin mal hırsından geri bırakmıyor?

O kadar ayet ve hadis bilgisine rağmen niçin adaletsizlik, sahtekarlık vs. yaygın?

Sahi bu mükemmel din niçin hayatımıza yansımıyor?

30 Ocak 2025 Perşembe

Niçin Böyle Olduğumuzun Fotoğrafı

Habertürk TV ana haber sunucusu Mehmet Akif Ersoy'un kısa bir videosu önüme düştü.

Videoda şöyle diyor: "İki, üç hafta önce bir üniversiteye konferans vermek için gittim. Salonda 700 öğrenci vardı.

Öğrencilere, 'Kendisini bu ülkede istediği gibi ifade edebiliyor mu? İstediğinizi, düşündüğünüzü söyleyebiliyor mu' diye sordum.
Üç kişi el kaldırdı, isteğimizi söyleyebiliyoruz diye.

700 kişilik salonda 'söyleyemiyoruz' diyenler el kaldırsın dedim.
600 kişi elini kaldırdı.
Hayırlısı dedim.
Bir 10-15 kişi daha kaldırdı diyor.

Sonrasında Mehmet Akif konuşmasına şöyle devam ediyor: Eğer bir üniversitede 700 kişiden 600 kişi fikrimizi ifade edemiyoruz diyorsa, burada bir sorun var. Yetkililerin bu sorunu gidermesi gerekir. Eğer böyle bir şey yoksa bile yani fikir açıklamanın önünde bir engel yok da üniversiteli gençler böyle bir algıya sahipse bu daha büyük bir sorundur. Üzerine gidilmesi gerekir" açıklamasını yapıyor.

Ersoy'un başından geçen bu anekdot düşündürücü. Zira vahim bir tablo ile karşı karşıyayız. Bir ülkenin gözü pek genç ve delikanlısı ve de kanı deli olanı yani üniversite öğrencileri görüş açıklayamıyoruz endişesi taşıyor ve bu psikoloji ile yaşıyorsa varın öbür kuşakları bir düşünün. Zaten bu ülkenin önemli bir oranı çocuk. Yaşlı olanlar da azımsanamaz. Çalışan nüfustan işçi ve memurun sesi çıkmaz. Makam sahibi bürokrat zaten konuşmaz. Serbest iş yapanların çoğunun böyle bir derdi olmaz. Gazete ve TV'ler bir el tarafından parsellendiği için buralarda görev yapanlar da sahibinin sözünün ve görüşünün dışına pek çıkmaz. Ancak birilerinin borazanı olur. Geriye sadece siyasiler kalıyor görüş açıklayacak. Onların da durumu malum.

Bu durumda bu ülke siyasiler dışında bir sessiz yığından ibaret olur. Bu sessiz yığınlık dilsiz şeytan olmaktır ki b sessiz yığın ordusu ile de yola çıkılmaz, görüş ortaya çıkmaz, orijinal fikir ortaya konmaz, eleştiri yapılmaz. Bu kadar sessizin ortasında görüş ortaya koyanlar bir şekilde malı götürür.

Eğer bir ülkede eleştirel düşünme, görüş açıklama yoksa, olumsuzluklara tepki verilmiyorsa o ülkede hak arama mücadelesi verilmez, bilimsel gelişme başta olmak üzere hiçbir alanda gelişme, değişme ve dönüşüm olmaz. O toplum hep yerinde sayar. Yerinde saydıkça gerisin geri gider. Her gün bir önceki günü aratır.

Hasılı eğer bu ülke her alanda gelişmek istiyorsa, Mehmet Akif Ersoy’un ortaya koyduğu bu problemin üzerine gidilmesi gerekir. Bu bir problem görülmez, biz uslu çocuğu severiz, zira bunların yönetilmesi daha kolaydır denirse, sanırım birilerinin ekmeğine yağ sürülmüş olur. Sanki istenen de bu gibi.

Sırplar Hem Öğretmenim Hem Değil

Sırbistan, Yugoslavya'nın dağılmasının ardından 2006 yılında kurulan devletlerden bir tanesi.

Yüzölçümü 77.500 km²

Daha 19 yıllık genç bir cumhuriyet olmasına rağmen 6.700 bin nüfuslu bu ülkenin, fert başına düşen milli geliri, 20.545 dolarmış. Geçim kaynakları neyse artık. Şapka çıkarıyorum.

Bu yazımda Sırbistan’ı konu edinmemin sebebi, başbakanlarının istifası. Başbakanı istifaya götüren sebep ise “Novi Sad kentindeki tren istasyonunun beton sundurmasının çökmesi sonucu 15 kişinin ölmesi”.

Ne olmuş öldüyse. Adı üzerinde kaza. Bizde de 78 kişi otel yangınında yanarak öldü demeyin.

1 Kasım 2024 günü meydana gelen bu ölümlü kazanın ardından, üniversite ve lise öğrencilerinin, “Dur Sırbistan” sloganıyla başlattıkları protesto eylemleri, ülke geneline yayılır.

Protestocu gençler hükümetten;

1.Tren istasyonundaki ölümlü kazaya ilişkin sorumluların cezalandırılmasını,

2.İhmal şüphesi bulunan istasyonun yapım onarım çalışmalarına ilişkin tüm belgelerin yayımlanmasını,

3.Önceki gösterilerde gözaltına alınan öğrenci ve akademisyenlerin serbest kalmasını,

Talep eder.

Sırbistan hükümeti, öğrencileri bu isteklerini yerine getirdi mi, getirmedi mi bilmiyoruz. Yalnız başbakan istifa etmeden önce iki bakan istifa eder. Kendisinin istifasının ardından belediye başkanının da görevi bırakacağı açıklamasını yapar.

1 Kasım 2024 gününden bugüne devam eden protesto gösterilerinin başbakanı istifaya götürmesinde, protestocu gençlerden bir grubun saldırıya uğramasını ve bir öğrencinin yaralanmasını kabul edilemez bulması etkili olur.

Kısaca, 15 kişinin ölümü sonucunda iki bakan, şehrin belediye başkanı ve başbakan istifa eder. Gençlerin tüm istekleri de yerine getirilerek gençlerin eylemleri üç ay gibi kısa bir zaman diliminde sonuç verir.

Bu duruma siz ne dersiniz bilmiyorum ama Sırp ismi bana itici gelse de ben bu ülkenin demokrasi anlayışını, hak arama mücadelesini, eyleme katılan gençleri, eylemlere destek veren ülke insanını, eylemlere sessiz kalmayıp gereğini yapan Sırp hükümetini pek sevdim.

Bu mücadeleye demokrasinin zaferi diyorum. Özellikle koltuğuna yapışıp kalmayan, ben sandıkla geldim sandıkla giderim demeyen Sırp hükümet ve başbakanını tebrik ediyorum.

Ve diyorum ki bu Sırplar örnek alınır. Zira ben bu Sırpları öğretmenim kabul ederim.

Abartma bu kadar da demeyin. Bu ülkede 78 insan bir ihmalin sonucu ya yanarak ya da yüksek katlardan atlayarak can verdi. Ölenlerin yarısı da çocuk üstelik. Bu acı olay sonrası bu ülke, büyük veya küçük, etkili ve yetkili ve de sorumlu bir kimsenin istifasını duymadı.

Nedense bu istifa denen tek taraflı mekanizma bizde pek değil, hiç işlemiyor. Çünkü bizde istifa demek mevcut statüyü kaybetmek, suçu kabul etmek ve kaçmak olarak değerlendirilir. Artık şu kanaate vardım. Bu ülke elden çıksa, bela üzerine belaya uğrasa, hepimiz yanıp kül olsak, olmayacak istifa edeyim diyen çıkmaz. Niye çıksın? Sırplardaki hak arama mücadelesi, demokratik hakkı kullanma bizim insanımızda yok.

Niye olmadığını da bugünlerde önüme düşen Habertürk spikeri Mehmet Akif’in şu videosuyla daha iyi anladım: “Bir üniversiteye konferansa gittim. 700 dinleyici vardı. Bu ülkede kendinizi ifade edebiliyor, düşündüğünüzü söyleyebiliyor musunuz diye sordum. Üç kişi evet dedi. İfade edemiyoruz diyenler el kaldırsın dedim. 600 kişi el kaldırdı. Burada bir sorun var. Bu sorun yetkililer tarafından görülmeli ve gereği yapılmalı. İlla bu sorunun olması gerekmiyor. İnsanlar böyle algılıyorsa, bu bile bir sorundur” diyor.

Mehmet Akif’in bir üniversiteden verdiği bu örnek genele teşmil edilemez ise de bize bir veri verir. Belki de tepkisiz toplum olmamızın bir sonucudur istifa mekanizmasının işlememesi.

Bir gün biz de Sırplar gibi oluruz temennisinde bulunuyorum. En azından bu konuda.

Sırpları öğretmenim kabul ediyorum derken Sırpları her yönüyle öğretmen kabul ettiğim anlaşılmasın. Buna da Bilge Kral Aliya Izzetbegoviç’in sözüyle cevap vereyim:

"Sırplarla savaşırken bir komutan Aliya’ya gelir ve şöyle der: 'Efendim, Sırplar bizim kadınlarımıza tecavüz etti. Çocuklarımızı öldürdü. Köylerimizi yaktı. Şimdi biz de Sırpların bir köyünü kuşatma altına aldık. Biz de onlara bize yaptıklarının benzerini yapacağız.'

Aliya şöyle cevap verir: 'Onlar gibi davranamayız. Çünkü onlar bizim öğretmenimiz değildir”.

29 Ocak 2025 Çarşamba

Futbolda Kaht-ı Rical

İthalat ve ihracat ürünlerinde ithalatın daha fazla olduğu, gelir ve gider tablomuzun denk olmadığı, bu yüzden sürekli cari açığımızın olduğu bir gerçek.
Gelir gideri karşılamadığından sürekli borç almak suretiyle devamlı faiz borcu ödemek durumunda kalıyoruz. Yani boyumuzdan büyük harcıyoruz ama boyumuz kadar üretmiyoruz. Ayağımızı da yorganımıza göre uzatmayınca ekonomik yönden iki yakamız bir araya gelmiyor.
Bu durum sadece ekonomide değil, hemen hemen her alanda böyle. Mesela futbolumuzu ele alalım.
Süper Lig kulüplerinin;
Çoğu futbolcuları yabancı,
Çoğu teknik direktörleri yabancı,
2024-2025 sezonunun ilk yarısında bazı kritik maçlarda görev yapan VAR hakemleri yabancı,
Sezonun ikinci yarısından itibaren tüm maçlarda görev yapacak VAR hakemleri yabancı.
Orta hakemlerin de yabancı hakem olması dillendiriliyor.
Hele şuna bakar mısınız. Süper Lig kulüpleri 14 yabancı alabiliyor. İki tanesi tribünde olmak şartıyla 12 tanesi oynayabiliyor.
Bu kadar yabancının içinde bu ülke futbolcusunu bulmak için mumla aramak gerek.
Adeta Süper Ligi, futbolcusundan teknik direktörüne ve VAR hakemlerine varıncaya kadar ülke futbolu yabancı işgali altında dense yeridir.
Kısaca futbolumuz yabancı futbolcu ve teknik adamların para kazandığı bir cennet. Cennet ülkede yaşıyoruz dedikleri bu olsa gerek. Bir farkla. Yabancılar için cennet bu ülke.
Bu yabancı futbolcu bu yabancı teknik direktörler bu yabancı VAR hakemleri bizimkilerden daha mı ucuza görev yapıyor? Böyle olsa hiç gam yemem. Adeta yabancılara ödenen paralar bizimkilere ödenenin kaç katı. Üstelik avro cinsinden.
Yabancı futbolcu ve teknik direktörler hedeflenen başarıyı yakalayamadığı zaman imzalanan sözleşme bitinceye kadar kuruşu kuruşuna parasını alıyor. Öncesinde gönderilenler ise tazminatlarını alıyorlar. Maaşı gecikti mi kıyameti koparıyorlar. Kulübü şikayet ediyorlar ve kulübü mahkûm ediyorlar.
Süper Ligimiz futbolcu ve teknik adamı yönünden bu bolluğu yaşarken Avrupa ve dünya kupasında ise gözle görülür bir başarımız yok. Ligde aslan kesilen takımlar Avrupa maçlarında tel tel dökülüyor. Yabancı bolluğundan milli takıma seçecek alternatif futbolcumuz pek yok. Seçilenlerin çoğu da Avrupa kulüplerinin alt yapısından yetişenler.
Bizde alt yapıya önem verme yok. Alt yapıdan doğru dürüst futbolcu yetişmiyor. Halbuki yabancıya çuval dolusu para verip borç batağına saplanmaktansa alt yapıdan yetişen futbolcularla başarıyı kovalamak daha kolay. Unutmayalım ki GS’nin 2000’li yıllardaki UEFA ve Süper Kupa başarısında GS alt yapısından yetişen futbolcuların payı büyüktü. GS’nin o zamanki kadrosunda üç, dört yabancı var idi. Diğerleri kendi çocuğumuz idi.
Ülkenin milli takımının teknik direktörü bile yabancı diyeyim de ne demek istediğim daha iyi anlaşılsın. Her alanda olduğu gibi futbol alanında da durumumuz bu.
Sanırım, futbolumuzda yabancı olmayan bir Federasyon başkanı bir de kulüplerin başkanları kaldı. Onları da yabancılardan seçelim, olsun bitsin. Belki de başarısızlığımızın sebebi bunlardır.
Sahi futbolda da bu kaht-ı ricali neye borçluyuz?

Tarihi Buğday Pazarındaki Bir Çay Ocağının Duvarından (2)

Bir önceki yazımda, Tarihi Buğday Pazarındaki Bir Çay Ocağının duvarında bulunan yazılara yer vereceğimi söylemiştim. Bu yazımda bu duvar yazılarından okuyabildiklerime sayfamda yer vereceğim:

"Kavga yok. Çay var".

"Bana gönül koyma. Çay koy".

"Çaysız bir hayat düşünsene. Tövbeeee bismillah".

"Zabağnan zor uyanıyozzz".

"Hayat, hesapla değil, nasiple yaşanır".

"Papatya çayının beni sakinleştirmesi için bardağıyla beraber birinin KAFASINA VURMAM LAZIM".

"Sahi, sevgi neydi?". (Bu yazının altında "Selvi boylum, al yazmalım" filminden bir fotoğraf. Türkay Şoray'ın kucağına başını koymuş Kadir İnanır'ın bir resmine yer verilmiş.

"Oksijeni bilmem ama yaşamak için çay şart!".

"Hayat kaç dakika nefes aldığınız değildir. Aslında hayat, nefesinizi kesen kaç dakika yaşadığınızdır".

"Dobarlan, bırakma kendini".

"Herkesin acısı sevgisi kadar!" (Müslim Gürses)

“Bugün de bitti. Gram akıllandık mı? HAYIR”.

“Seni seviyorum cümlesinden daha güzel bir cümle var elbette. Gel, ÇAY Koydum, içelim”.

“Gözlerimin kahvesinden koy ömrüme, kırk yılın hatrına sen kalayım..”.

“MÜSLÜMAN;

 Nimetle buluşunca "Elhamdülillah"

 Enteresanlıkla karşılaşınca; "Sübhanallah"

Hata edince; "Estağfurullah"

 Darılınca ; "Hasbunallah"

 Tevekkül anında; "Tevekkeltüalellah"

Zorlukla karşılaşınca; "La havle vela kuvvete illa billah"

Musibet anında; "İnna lillahi ve inna raciün" der..”.

“Çay içiyorsak sebebi var”.

“Gönül kimi severse aşk onda güzeldir”. Neşat Ertaş

“Çay neredeyse mutluluk oradadır”.

“Hiçbir zaman doğru insan çıkmaz karşına; ya zaman yanlıştır ya da insan”. Dostoyevski

“Her şeyden biraz kalır diyor birileri,

 çoğulluk haklılıktır

kavanozda biraz kahve

kutuda biraz ekmek

insanda biraz acı

insanda biraz mutluluk...”. Turgut Uyar

“Çünkü sen ölüme yağmur oldun”. (Müslim Gürses’in resmi)

“Garibanın yüzü gülür mü?“.

“Kaybettiğim her şeyin sonunda kendimi kazandım”.

“Yaz dostum, güzel sevmeyene adam denir mi?” Barış Manço

“Çay, lav yuuu”. (çay bardağı resmi)

“Bize üç çay bir de wifi şifresi”.

“Sen benim ne çektiğimi biliyor musun?”.

“Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler”. (Sezen Aksu’nun resmi)

“Senin sesin güzeldir”. (çay resmi)

“DEVAMKE”.

“Sonra çay bize bir gerçeği daha öğretti. Bekleyen her şey soğur, acır ve bayatlar”. (çay resmi)

“Mars’ta su bulsam, önce bi çay koyarım. Çay önemli!”.

“Benim sana verebileceğim pek bir şey yok aslında. Çay var içersen, ben var seversen”.

“Mutluluğu bulan konum atsın”.

“Kendimi seviyorum. Çünkü bu işi biri yapması lazım”.

“Herkesi mutlu edemezsin. Çünkü sen kahve değilsin”.

“İyi şeyler zaman alır”.

“Oldu oldu. Olmadı, çay içeriz”.

“Kahve neredeyse mutluluk oradadır”.

“Çayın demsizini, insanın denizini sevmem”.

“Olursa olur. Olmazsa sanki bir bize mi olmuyooo”.

“Biz keyifçi insanlarız. Her türlü güleriz”.

“Kahven’den bir yudum bile almamışsın. Korktun mu beni kırk yıl sevmekten? “.

“Seni seviyorum cümlesinden daha güzel bir cümle var elbette

Gel, oralet koydum içelim”.

“Üzülme param, ben de bittim”.

“Çay veren insan kötü olur mu hiç? “.

“Kahvesiz bir hayat düşünsene

Tövbeee bismillah”.

“Bir kahve içsek de

Kırk yıl kitlesem”.

Şükür ki bitti. Ben yaz yaz yoruldum. Çaycı ise tüm bunları ayrı ayrı duvara iliştirmekten üşenmemiş.

Not: Yazım hataları var. Halk ağzı var. Bir kısmını düzeltmekle beraber çoğunun yazımına sadık kaldım. 

Tarihi Buğday Pazarındaki Bir Çay Ocağının Duvarından (1)

İşim olmadığı zaman çarşıya yürür, Aziziye civarında bir çay ocağına oturur, arkadaşlarla laflarız.

Bazen de kimseye haber vermeden çay ocağına gidip bir başıma oturduğum olur. Otururken bir, iki, bazen üç yazı yazdığım olur.

Havanın güneşli olduğu zamanlarda da Tarihi Buğday Pazarının içinde çaylarımızı yudumlar, ardından dağılırız.

Adı Tarihi Buğday Pazarı olsa da buğday namına bir şey yok burada. Buğday yerine bol çay ocağı açılmış. Bu tarihi yerin içinde ve dışında kaç esnaf var saymadım ama içinde 7-8 adet çay ocağı var.

Bu kadar çay ocağı burası için fazla mı fazla. Çünkü esnafa çay vermekten ziyade dışarıdan gelen müşterilere çay satışı yapılıyor.

Oturma yerleri de müsait olunca hem oturmak hem çay içmek hem de eşiyle dostuyla buluşmak isteyenlerin uğrak yeri oluyor burası.

Tarihi Buğday Pazarında oturmak istediğimizde genelde tercihimiz, Doğu kapısının sağındaki çay ocağının önü olur.

Bugün biraz erken çıktım.

Hava da yaz günlerinden kalma olunca, Buğday Pazarına yöneldim.

Arkadaşlar çıkıncaya kadar hem çayımı yudumlayayım hem de bir şeyler yazayım istedim.

Boş masa yoktu. Nereye oturayım derken çay ocağının önündeki masa boşaldı.

Yüzüm çay ocağına dönük oturunca, çay ocağının duvarlarındaki yazılar dikkatimi çekti.

Neler yoktu neler. Adeta her şey yazılmış. Yazılar çay ocağı sahibinin nelere ilgi gösterdiğini de ortaya koyuyor.

Daha önceki oturmalarımızda çay ocağına uzak masalarda oturduğumuz için çay ocağının duvarı bu şekilde dikkatimi çekmemişti. Çay parasını vermek için içeriye girince de hesabı ödeyip çıkar gideriz.

Hiçbir çay ocağının duvarını bu şekil süslemeli ve yazılı görmemiştim. Adeta ilmek ilmek işlenmiş. Bu işi yaparken de hiç üşenilmemiş.

Yazmak da canım istemeyince, camdan görünen yazıları üşenmeden okumaya başladım.

Dedim bu duvar yazılarından bir yazı çıkar.

Çayı getiren görevliye, içerinin fotoğraflarını çekebilir miyim dedim. Elbette dedi.

Az sonra masama gelen bir arkadaşla oturup çayımızı içtikten sonra hesap ödemek için içeri girdiğimde, sahibinden tekrar izin aldım. Duvarın fotoğrafını çekebilir miyim dedim.

İzin çıkınca sizler için fotoğrafladım.

Sadece fotoğrafları koymakla da kalmayacağım.

Fotoğraftan okuyabildiğim yazıları da sizler için aktaracağım. Yalnız gevezeliğim bir sayfayı duvar yazılarına diğer sayfamda yer vereyim.

27 Ocak 2025 Pazartesi

Park ve Bahçelerin Ahvali

Pazar günü Muhacir Pazarına gitmek için evden çıktım.
Giderken Millet Bahçesinin içinden geçtim.
Hava da yaz günlerinden kalma güneşli olunca Konyalı Millet Bahçesinin içinde idi.
Yürüyüş parkurundan yürürken etrafı gözlemleme imkanım oldu.
Kimi çimlerin üzerine oturmuş kimi banklara kimi de bir ucundan diğer ucuna transit geçiyor.
Bahçenin müşterileri kalabalık. Gruplar halinde oturmuşlar özellikle çimlere. Yiyip içiyorlar.
Kimdir, necidir diye kulak misafiri oldum geçerken.
Kahir ekseriyeti Arapça konuşuyor. Belli ki Suriyeli. Belki ki bu Bahçe uğrak yeri bunların. Yiyecek ve içecekleriyle gelmişler. Büyük erkekler bir tarafta, kadınlar bir tarafta, gençler ise ayakta muhabbet ediyorlar.
Bir uçtan diğer uca transit geçenler ise öyle zannediyorum, Konyalılar. Kendilerini yabancı hissetmiş olmalılar ki eğleşmeyip transit geçiyorlar.
İnşaatı devam etmekte olan Ulu Cami ve Kur'an kursunun eteğinde oturan kumrular gördüm. Bunlar bizden gayri. Sarmaş dolaş olmuşlar. Aşkımıza bu cami inşaatı şahit olsun istemişler.
Sadece bu Bahçe'de değil, diğer park ve bahçelerde de Suriyeli hakimiyeti var.
Suriyelilerin tüm parklara kendilerini atması, saatlerce parklarda vakit geçirmesi bana şunu düşündürdü. Bunlar, bizim gibi bir, iki, üç kişinin yaşadığı büyük evlerde yaşamıyor. Çoğu çok kötü evlerde kalabalık yaşıyorlar. Havanın iyi olduğunu gördüklerinde rahat bir nefes almak için kendilerini park ve bahçelere atıyorlar.
Bulundukları yeri hiç garipsemiyorlar, hiç yabancılık çekmiyorlar. Dil sorunları zaten yok. Çatır çatır Türkçe konuşuyorlar. Sanırsın ki doğma, büyüme ve birkaç nesil buradalar.
Park ve bahçeleri bu şekilde Suriyelilerin doldurması rahatsız ediyor mu? Hayır. Herhangi bir serkeşlik yapıyorlar mı? Hayır. Gelip geçeni ve oturanı rahatsız ediyorlar mı? Hayır. Bağırarak ve çağırarak konuşuyorlar mı? Hayır. Giyim ve kuşamları rahatsız ediyor mu? Hayır. Çevreyi kirletiyorlar mı? Hayır. Sadece dikkat çekiyorlar.
Bizimkiler mi? Bizimkiler bu tür park ve bahçeleri pek kullanmıyorlar. Onlar kafelerdeler. Sınıf atladılar. Böyle bedava yerlerde pek oturup vakit geçirmezler.
Bu arada bu Millet Bahçesinin yürüyüş parkuru ilk açıldığında, yanlış hatırlamıyorsam, 900 ya da 1000 adım idi. Nasıl bir malzeme kullanıldı ise parkurun yüzeyine döşenen kauçuk kısa zamanda mantar tarlasına döndü. Sonra yeniden döşediler. Öyle zannediyorum, daha iyisi döşenmiş olmalı ki nicedir sağlam duruyor. Fakat hangi akla hizmet ise yürüyüş parkurunun bir kısmını iptal ederek yürüyüş mesafesini kısaltmışlar.
Pazar günü Muhacir Pazarına gitmek için evden çıktım.
Giderken Millet Bahçesinin içinden geçtim.
Hava da yaz günlerinden kalma güneşli olunca Konyalı Millet Bahçesinin içinde idi.
Yürüyüş parkurundan yürürken etrafı gözlemleme imkanım oldu.
Kimi çimlerin üzerine oturmuş kimi banklara kimi de bir ucundan diğer ucuna transit geçiyor.
Bahçenin müşterileri kalabalık. Gruplar halinde oturmuşlar özellikle çimlere. Yiyip içiyorlar.
Kimdir, necidir diye kulak misafiri oldum geçerken.
Kahir ekseriyeti Arapça konuşuyor. Belli ki Suriyeli. Belki ki bu Bahçe uğrak yeri bunların. Yiyecek ve içecekleriyle gelmişler. Büyük erkekler bir tarafta, kadınlar bir tarafta, gençler ise ayakta muhabbet ediyorlar.
Bir uçtan diğer uca transit geçenler ise öyle zannediyorum, Konyalılar. Kendilerini yabancı hissetmiş olmalılar ki eğleşmeyip transit geçiyorlar.
İnşaatı devam etmekte olan Ulu Cami ve Kur'an kursunun eteğinde oturan kumrular gördüm. Bunlar bizden gayri. Sarmaş dolaş olmuşlar. Aşkımıza bu cami inşaatı şahit olsun istemişler.
Sadece bu Bahçe'de değil, diğer park ve bahçelerde de Suriyeli hakimiyeti var.
Suriyelilerin tüm parklara kendilerini atması, saatlerce parklarda vakit geçirmesi bana şunu düşündürdü. Bunlar, bizim gibi bir, iki, üç kişinin yaşadığı büyük evlerde yaşamıyor. Çoğu çok kötü evlerde kalabalık yaşıyorlar. Havanın iyi olduğunu gördüklerinde rahat bir nefes almak için kendilerini park ve bahçelere atıyorlar.
Bulundukları yeri hiç garipsemiyorlar, hiç yabancılık çekmiyorlar. Dil sorunları zaten yok. Çatır çatır Türkçe konuşuyorlar. Sanırsın ki doğma, büyüme ve birkaç nesil buradalar.
Park ve bahçeleri bu şekilde Suriyelilerin doldurması rahatsız ediyor mu? Hayır. Herhangi bir serkeşlik yapıyorlar mı? Hayır. Gelip geçeni ve oturanı rahatsız ediyorlar mı? Hayır. Bağırarak ve çağırarak konuşuyorlar mı? Hayır. Giyim ve kuşamları rahatsız ediyor mu? Hayır. Çevreyi kirletiyorlar mı? Hayır. Sadece dikkat çekiyorlar.
Bizimkiler mi? Bizimkiler bu tür park ve bahçeleri pek kullanmıyorlar. Onlar kafelerdeler. Sınıf atladılar. Böyle bedava yerlerde pek oturup vakit geçirmezler.
Bu arada bu Millet Bahçesinin yürüyüş parkuru ilk açıldığında, yanlış hatırlamıyorsam, 900 ya da 1000 adım idi. Nasıl bir malzeme kullanıldı ise parkurun yüzeyine döşenen kauçuk kısa zamanda mantar tarlasına döndü. Sonra yeniden döşediler. Öyle zannediyorum, daha iyisi döşenmiş olmalı ki nicedir sağlam duruyor. Fakat hangi akla hizmet ise yürüyüş parkurunun bir kısmını iptal ederek yürüyüş mesafesini kısaltmışlar.

Ölümlerden Ölüm Beğen Anadolu İnsanı!

Ey Anadolu insanı! Madem ki Anadolu'yu yurt ve mesken edinmişsin. O halde bu ülkede yaşamanın bir bedeli olduğunu da biliyor olmalısın.
Sakın ola, bu coğrafyanın şartları ağır, coğrafya kader deme. Bil ki coğrafya kader değildir. Sadece coğrafya kadarsın.
Bu coğrafyanın şartlarına uygun yaşamazsan, bunun tedbirini almazsan, emaneti iş bilenlere teslim edip onları takip etmezsen bil ki bu coğrafya seni yutar, boğar, öldürür.
Ki bugüne kadar olup biten tecrübelerden faydalanıp coğrafyaya uygun yaşamadığın bir gerçek. Bu durumda kendi düşen ağlamaz ve ölümlerden ölüm beğeneceksin.
Bil ki bu coğrafyada tesadüfen yaşayıp tesadüfen ayakta kalacaksın. Ama ölümün taammüden olacaktır. Bu taammüden ölüm o kadar çok ve çeşitli ki bahtına hangisi çıkar, işte bunu kestirmek mümkün değil.
İşte seni bekleyen ölüm çeşitleri:
Yatağında vadenle ölmek. (Çok zor bir ihtimal. Her kula nasip olmaz.)
Bir turistik otelde yanarak can vermek. (Bu biraz sana bağlı. Kayak yapacağım dersin. Sonrası gelir. Burada seni iki seçenek bekliyor olacaktır. Ya yanarak öleceksin ya da kurtulma ümidiyle yüksek kattan atlatacaksın. Merak etme. Her ikisi de ölümle sonuçlanır. Birinde yanıp kül olursun, diğerinde kırılmadık yerin kalmaz.)
Bir depremde enkaz altında kalmak. (Karaman dışında yaşadığın her yerde bu risk var. Ya oturduğun bina yıkılır ya da binan yan yatar. İslami usullere göre defnedilip defnedilmeyeceğini merak etme. Daha enkaz altında iken salan verilir. Kokmadan kefenlenerek cenazen kılınır ve defnedilirsin.)
Bir sel baskınında boğularak ölmek.
Deprem riski olmayan ya da riski az bir ilde yaşıyorsan, çürük binada ölme şansını yakalamak.
Bir çığ felaketinde hayata veda etmek.
Bir grizu patlamasında veya maden ocağında can vermek.
Toprak kaymasında toprağın altında kalarak toprağa doymak.
Bir teröre, canlı bombaya kurban gitmek.
Vatan savunmasında şehit düşmek.
Bir yurt yangınında yanıp kül olmak.
Bir heyelanda çamura doymak.
Bir trafik kazasında hayata veda etmek.
Düğün veya eğlence merkezinin çökmesi sonucu ölmek.
Trafikte kavga sonucu gitmek.
Boşanma aşamasında tek kurşuna maruz kalmak. (Bazen sayısız bıçak darbesi de tercih edilebiliyor.)
Arka arkaya gelen bir aracın altında kalmak.
Kaldırımda yürürken, yaya yolunu tercih ederken gelip birinin vurması ve sürümesiyle can vermek.
Tren kazasıyla gitmek.
Doktorsan bir hasta yakını aracılığıyla üzerine kurşun yağdırılmak suretiyle ölmek.
Öğretmensen, bir öğrenci ya da öğrenci yakını vasıtasıyla hayata veda etmek.
Cinnet geçirmiş birinin eliyle ölmek. 
Psikopat birinin zevk ve hazzına kurban gitmek. 
Torun, oğul, eş cinayetine maruz kalmak. 
Tecavüz ve istismarın ardından boğulmak. 
Balta, satırla doğrandıktan sonra çuvala konup çöp konteynerine atılmak. 
Gördüğünü anlatır endişesiyle daha çocuk yaşta öldürülmek, delilleri karartmak amacıyla cesedi saklamak. 
Namus cinayetine kurban gitmek. 
Kan davasının kurbanı olmak. 
Faili meçhul cinayete maruz kalmak. 
Yan baktın, dik baktın kavgasıyla hayatından olmak. 
6284 sayılı kanuna göre uzaklaştırma cezası alan koca tarafından öldürülmek. 
Aldatma ve ihanetten dolayı canından olmak. 
Kiralık katil eliyle ölmek. 
Siyasi cinayete kurban gitmek. 
Trafik kazası süsü verilerek öldürülmek. 
Avlanma esnasında avlanmak.
İnşaattan düşerek ölmek. 
İş kazasına kurban gitmek... 
Tüm bunlar ve daha fazlasına maruz kalmadı isen intihar yoluyla öbür dünyaya gitmek de seçenekler arasında.
Hangi seçeneklerden biriyle ölürsen öl, sakın ola kim vurduya gittim diye üzülme. Gözün arkada kalmasın. Çünkü ardında senin hakkını arayacak ve sorumlularından hesap soracak yetkililerin olacaktır. Hatta duruma göre cenazene bile katılanlar olacaktır.

Orta Asya'dan Anadolu'ya

Kavimler Göçü sebebiyle hayata tutunmak için ta Orta Asya'dan gelip Anadolu'yu yurt edinmişiz.

Bu Anadolu ki onlarca medeniyete beşiklik etmiş ama hiçbiri kalıcı olmamış. Bir şekilde yok olmuşlar.

Bir sonraki medeniyet buralarda hüküm sürmüş.

Her biri hüküm sürmüş ama kalıcı olamamış. Sebebi her birinde farklı olsa da bu coğrafyada yaşamak zor ve şartları ağır olsa gerek. Bu zorluğa talip olanlar bir şekilde bedel ödemişlerdir.

Biz gelmeden önce Ermeni ve Rumlar varmış bu ülkede.

Biz gelip Anadolu Selçuklu Devletini, sonra Osmanlı Devletini kurmuşuz.

Anadolu Selçuklu Devletinin ömrü uzun olmamış.

Osmanlı, yüzyıllar boyu yurt edinmiş bu toprakları.

Anadolu merkez olacak şekilde üç kıtada at koşturmuş.

Koca koca devletler eyaleti olmuş.

Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının çoğu yeri bizim olmuş.

Buraları fetih mantığıyla almışız. İlayı kelimetullah demişiz. Bize göre fetih, toprağını kaybedene göre işgal.

Öyle zannediyorum, başkası da bizim toprağı alsa buna işgal demez.

Sonuçta adına fetih de dense işgal de dense hizmet de dense sömürü de dense bu topraklar sahiplik yönünden el değiştiriyor.

Aldığımız toprakları işleyememişiz.

Yeraltı ve yerüstü zengin doğal yatakları sanayiye döndürüp paraya tahvil edememişiz.

Gittiğimiz yerlerde bir mahalle kurup Anadolu'dan insan götürmüşüz. Bir vali atayarak buraları yönetmişiz.

Oralara kültür ve medeniyet götürdük mü bilmiyorum ama bıraktıktan sonra bizden pek bir iz kalmamış. Dilimizi konuşan bile yok.

Fethettiğimiz yerlerin kaçı Müslüman oldu, sonrasında kaçı Müslüman kaldı bilmiyorum.

Ademi merkeziyetten midir, gün geçtikçe güç kaybettiğimizden midir, çağın ruhunu okuyup çapa uygun kendimizi geliştiremediğimizden midir, fethettiğimiz topraklarda tutunamamışız.

Milliyetçilik veya başka sebeplerle elimizde tuttuğumuz, tutarken çok da yararlanamadığımız topraklar bir bir elimizden çıkmış. Arta kalanı da Birinci Dünya Savaşının akabinde yeni süper devletler kendi aralarında paylaşmışlar.

Bize kala kala Anadolu toprakları kalmış.

Cennet vatan dediğimiz bu vatanın bizim için ne derece cennet olduğu tartışılır. Çünkü başımızda bela ve musibet pek eksik olmuyor. Mesela bizi nasıl bir ölüm bekliyor, bu bile muamma bizim için.

Bizi bekleyen ölüm çeşitlerine “Ölümlerden Ölüm Beğen Anadolu İnsanı” başlıklı yazımda bahsedeyim.

26 Ocak 2025 Pazar

Turşusu Kurulacak Çocuklarımız

Evliliği bitiren sebepler üzerinde durmak istiyordum ki aklıma turşu geldi. Ne alaka demeyin.

Turşuyu millet olarak çok severiz. Her sofrada mutlaka yerini alır. Millet o kadar güzelim yemeği yer. Ama yemek esnasında ve yemekten sonra konu yemeklerden ziyade turşu üzerine olur. "Bu seneki kurduğum turşu pek iyi olmadı ama bir bakın" der ev sahibi. Misafir de "Ellerine sağlık. Pek güzel olmuş. Nasıl yapmıştın. Şu tarihini ver de seneye ben de öyle yapayım" der. Konuşma bu minval üzere gider. "Bu sene turşum erken bitti. Şu kadar bidon kurmuştum. Herhalde erken kurdum. Seneye geç kuracağım" gibi.

Şimdi gelelim evliliği bitiren sebeplere. Her evlilik ve boşanma kişilere özel olsa da genelde benzer sebepler sayılabilir.

Yüksek beklentiler. Evlenecek gençler evlenmeden önce evlilik çıtasını çok yüksek tutuyor. Şöyle olacak, böyle olacak gibi. Evlendikten sonra bu beklentiler gerçekleşmeyince soğukluk meydana geliyor. Hatta hayal kırıklığı yaşanıyor. Ne umdum ne buldum deniyor. Şimdiki aklım olsa evlenmezdim. Evlensem de aday seçiminde daha titiz olurdum pişmanlığı duyuyor.

Çiftler birbirine baskın çıkmaya çalışıyor. Benim dediğim olacak, senin olacak atışması başlıyor. Hırgür eksik olmuyor. Birbirlerinin beğenmedikleri yönlerini düzeltmeye çalışıyorlar. Birbirlerini oldukları gibi kabul etmiyorlar.

Eşlerin birbirlerinin anne ve babalarını eleştirmeleri ve yarıştırmaları. Senin annen şunu yaptı, bunu yaptı. Baban şunu dedi. Düğünümüzde şu zorluğu çıkardı. Şuraya geldiler, buraya gittiler. Şu işimizi yapmadılar. Görgü yok. Oturduğu yeri bilmiyorlar gibi. Biri böyle der de öbürü durur mu? Şimdi böyle mi oldu. Ağzımı açtırma benim. Benim annem olmasaydı, şu olurdu. Babam bizim için neleri göğüsledi. Ona kalırsa, senin ailenden ne gördük gibi. Ben anne ve babama laf söyletmem. Onlar benim her şeyim. Değerlim. Ailemden bahsederken ağzını yıka gibi.

Anne ve babaların çiftlerin her şeyine karışması. Gençleri bir türlü kendi hallerine bırakmamaları.

Kız anne ve babalarının aşırı korumacı olması. Çiftlerin en ufak bir tartışmasında pireyi deve yapmaları. Kızım, kendini ezdirme. Arkandayız demeleri. Bununla da yetinmeyip, damat, kızımız bizim değerlimiz, biriciğimiz ve her şeyimiz. Biz onu yolda bulmadık. Sahipsiz sanma. Onu üzersen hayatı sana zindan ederiz türü tehditlere vardırmaları.

Düğünden sonra dünürlerin gidip gelmeyi, görüşüp konuşmayı kesmeleri. Birbirlerine yabancı gibi olmaları. Dünürler böyle olunca çiftlerin anlaşmazlıklarında da bir araya gelememeleri.

Çiftlerin birbirlerinin ailelerine eşit mesafede ve eşit uzaklıkta olmamaları. Bir tarafa yaklaşıp diğer tarafa uzak kalmaları. Ailelerin de oğlan elden gitti, kız elden gitti, çocuğumuzu bize soğuttular psikolojisine girmeleri.

Düğün öncesi ailelerin birbirlerine zorluk çıkartmaları. Olur olmaz her şeyi aldırmaları. Özellikle oğlan tarafının aşırı borca girmesi.

Çiftlerin sorunlarını diyalog yoluyla çözmemesi, bağırıp çağırmadan konuşamamaları, gerekirse şiddete başvurmaları, kızın en ufak bir şeyde ailesini çağırması, gelin beni götürün demesi ya da çekip gitmesi, ben ailemi terk edemem, vazgeçemem demesi. Ne olduğunu anlamadan kız ailesinin yangına körükle gitmesi. Her halükarda damadın suçlu görülmesi.

Çiftlerin kendi aralarında olup bitenlerden ailelerin haberdar olması.

Tartışma ve anlaşmazlıkların zamana bırakılmaması. Her şey bitti, artık istemiyorum gibi kesin ifadelerin kullanılması.

Dünürlerin veya çiftlerin ya da karşılıklı akrabaların bir anlaşmazlık durumunda soğukkanlılığı ve sağduyuyu kaybetmeleri. Bir daha birbirinin yüzüne bakamayacak sözleri söylemeleri.

Tarafların birbirine özellikle erkeğin şiddet uygulaması. (Kadınlar da şiddet uyguluyor ama bunu erkekler pek söylemez. İçine atar.)

Taraflar karşılıklı veya bir tanesinin eşini başkasıyla aldatması.

Eşinin şikayeti üzerine erkeğin uzaklaştırma cezası alması.

Çiftlerin ev tutarken veya herhangi bir şehre yerleşirken benim aileye yakın, senin aileye uzak olacağız yarışına girişmeleri.

Dünürlerin evliliğin devamından ziyade ayrılsınlar yarışına girmeleri...

Evliliği bitiren veya fitilini ateşleyen sebepler böyle uzar gider. Evlilikler de pamuk ipliğine bağlı ve kimsenin birbirine eyvallahı olmayınca haliyle evlilikler son bulabiliyor ta da kavga gürültü devam ediyor.

Başka sebepler de vardır ama çoğu evlilikleri bitiren sebeplerin başında, çiftlerin ailelerinin, çocuklarını kendi hallerine bırakmaması, anlayıp dinlemeden yangına körükle gitmesi, kız annelerinin aşırı korumacılığı, eskiden olduğu gibi duvağınla çıktın, kefeninle gelirsin denmemesi, kızın çıktığı evinin ardına kadar açık tutulması, kızım iyi düşün denmemesi, eşlerin sağlıklı düşünmemesi, bize ne oluyor dememesi, diyaloğun kesilmesi gibi sebepler sayılabilir.

Yazım uzadı farkındayım. Ama yazımın başında bahsettiğim turşu kurma ile bir bağlantı kurmam lazım.

Kızını verdikten sonra güya kızını koruyorum, damada ezdirmeyeceğim. Kızım arkandayız türünden aşırı korumacılık yapan kız anneleri, bilin ki aile kolay kurulmuyor. Sen de zamanında kolay aile kurmadın. Bu yaşa gelinceye kadar az zorluk yaşamadın. Tamam, kızını yolda bulmadın. Ama bu yaptığınla bir evliliği sonlandırıyorsun. Yani kızının ocağını söndürüyorsun. Bil ki baban seni zamanında everirken, gelinliğinle gidiyorsun, kefeninle döneceksin derken seni gözden çıkarmadı. Bunu derken, ev bark sahibi ol. Zorlukta vurup kapıyı gelme. Evliliğini kurtar. Aile ol aile demek istedi. Bugün sen de böyle de kızına. Yok diyemeyeceksen, kızının her işine burnunu sokacaksan, be kardeşim, niye evlendirdin kızını? Evde tutup turşusunu kursaydın. Anne kız mutlu bir hayat sürseydiniz de başkasının huzurunu bozmasaydınız.

Not: Yanlış anlaşılmasın. Boşanmalarda tüm suç kız annelerinde ve kızda demek istemiyorum. Bir defa bir yerde, bir ailede sorun varsa, suç tek taraflı olmaz. Suç hem erkekte hem kadında olur. Suçun sadece oranı değişiktir.

25 Ocak 2025 Cumartesi

Organize Kopyacılar

Yazılılar birbiri arkasına olacak şekilde planlanır. Sınav haftası gelip çatar.

Aynı sırada oturan iki liseli arkadaş, ne yapalım ne edelim derken, sınavda öğretmenin sorumlu tuttuğu kısmı aralarında paylaşmaya karar verirler.

Kitabın bir kısmından biri, diğer kısmından da öbürü kopyalık hazırlamaya karar verirler. Öyle ya her yerden kopyalığı hazırlamaya kim uğraşacak?

Sınav günü gelir çatar.

Öğretmen A ve B grubu olarak iki grup hazırlamış.

Aynı sırada oturdukları için biri A, diğeri de B grubu olurlar.

Bir tanesi sorulara hızlıca göz gezdirir. Tüh be der. Çünkü kendi hazırladığı yerden öğretmen hiç soru sormamış. O kısmın tamamını arkadaşı hazırlamıştı.

Arkadaşına, benim soruların kopyası sende, seninki de bende. Kopyalıkları değiştirmemiz gerekir. Al benimkini, ver seninkini der.

Karşılıklı kopyalıkları değişirler.

Soruların cevaplarını alan, kopyayı kendi hazırlamış gibi hemen cevapları yazmaya başlar.

Esas kopyalığı hazırlayan ise arkadaşının verdiği kopyalığı arar tarar. Bir tane sorunun cevabını dahi bulamaz. Çünkü yoktur.

Oyuna getirildiğini anlar ve hemen arkadaşını dürter. Ver şu kopyalığı der.

Hazır kopyalığı bulmuş, soruları bir bir yazan arkadaşı bu hazıra konmuşluğu bulmuşken verir mi kopyalığı hemen.

Sonrasını bilmiyorum. Kopyalığı ne zaman verdi? Verinceye kadar arkadaşını kaç defa dürttü ve kaç defa ver şu kopyalığı dedi?

Bildiğim bir şey varsa, kopya çektiğini öğrendiğim kişinin kopya çekeceğine hiç ihtimal vermeyişim. Kendisine de söyledim. Hiç beklemezdim senden dedim. O da kopya çekmeyen mi vardı abi dedi.

Hasılı benim yere bakan, yürek yakan, yoğurdu üfleyerek yiyen arkadaşım, meğerse profesyonel kopyacı imiş. Üstelik bu işi iki kişi birlikte yapıyorlarmış. Bir de acemi diye nam salmış arkadaşlarının arasında. Bugün bu tür kopyacılara organize kopyacı diyorlar.

Aynı ekipten bir başka arkadaşları da İngilizce sınavı için kopyalık hazırlamış. Arkadaşının dediğine göre hazırladığı kopyalık sınav kağıdından büyükmüş. Bunu duyunca şaşırdım. Sınav kağıdı A4 kağıdına hazırlandığına göre acaba bu arkadaş kopyalığı A3 kağıdına mı hazırladı?

Bunu da ilgili kişiyle karşılaşınca sorup merakımı gidereceğim.

Elinin Körü!

Kıbrıs Harekatı zamanlarıydı sanırım. TV yoktu o zamanlarda. Varsa da lüks idi. Radyodan alınırdı haberler.
Biz küçükler Kıbrıs Harekatını anlayacak ve takip edecek yaşta değildik. Tuttuğumuz takımın maçlarını radyodan dinlemek için içine girecek gibi kulağımızı radyoya verirdik. Takımımız gol atarsa dünya bizim, cenneti de kazanmış gibi olurduk.
Biz maçı dinlerken dedem de Kıbrıs Barış Harekatının durumunu öğrenmek için saat başı yanımıza gelirdi. Bizim derdimiz, meşgalemiz, keyif ve heyecanımız maç iken dedeminki Kıbrıs idi.
Saat başı olunca, spiker haberleri vermeye başlardı. Biz maç kesildi diye üzülürken dedem susun, sesi biraz açın derdi.
Bazı saat başları haberleri, birkaç cümleden ibaret olurdu. "Kıbrıs Barış Harekatı devam ediyor. Kahraman ordumuz, şurayı aldı" derdi. Bazen hiç Kıbrıs Harekatına dair haber verilmezdi. Bunun yerine FB-GS maçından dakika ve skor verirdi: "FB-GS arasında oynanan maçın 65.dakikası. Durum, FB sıfır, GS sıfır". Ardından "haberleri dinlediniz" derdi.
İlerleyen saat başlarında da "FB ile GS arasında oynanan maçın sonucu, FB sıfır, GS sıfır. FB puanını şuna, GS de puanını buna çıkardı" derdi.
Yine sıfır sıfır devam eden maçlardan biriydi. Hiç Kıbrıs'a değinmeden maçtan dakika ve skor veren spiker, dedem, "Sıfır, sıfır. Elde var sıfır. Donnuz eliyin donnuz körü" diyerek kızıp ayrılırdı yanımızdan. Bunun ne anlama geldiğini biz bilmesek de bir şeylerin iyi gitmediğini anlardık. Sanırım donnuz derken domuzu, eliyin derken elinin demek isterdi. Bugün daha çok kullanılan "elinin körü" deyimini bu şekilde kısaltarak kullanırmış.
Bu deyimin sadece dedeme has olduğunu sanmıyorum. Burada donnuz kelimesini kullanırken bugün n harfi ile yazılan harf Osmanlıcada sağır nun diye bilinir. Bugün yazı dilinde olmayan, konuşma dilinde genizden getirilerek söylenen bu harf, Osmanlıcada 28.harf idi ve Arapça kef harfinin üzerine üç nokta (ڭ( konarak yazılırdı. Eskiler bu sağır nunu çıkarmayı iyi bilirdi. Şimdiki nesil ne sağır binunu bilir ne de çıkarmayı.
Neymiş bu deyimin anlamı. Bir de ona bakalım. "Bıktırıcı ve utandırıcı durum karşısında kullanılan azarlama sözü" demekmiş. "Özellikle karşı taraf herhangi bir konuyu fazla abartarak söylediği zaman, bu durum bıkkınlık yaratınca elinin körü" şeklinde kullanılırmış.
Etkili, yetkili ve de sorumlu makamların feci ölümle sonuçlanan herhangi bir nahoş olay sonrası, sorumluluğu üzerine almayıp ve gereğini yapmayıp boş ve gereksiz açıklama yaptıklarını görünce, rahmetli dedemi hatırladım. Bugün yaşasa mazeret üretenlere, suçu başkasına yıkmaya çalışanlara, kendisine toz kondurmayanlara. "elinin körü" derdi.
Böyle deyince de haksız olmazdı. Kitabın ortasından demiş olurdu. Çünkü deprem olur, sayısız bina çöker, altında insanımız kalır. Çoğu ölür, pek azı kurtulur. İlgili belediye başkanı veya yetkililer, "Yıkılan binalar 2000 öncesi yapılan binalar." açıklamasını yapar. Kastedilen şu: "Bu binaların yıkılmasında biz suçlu değiliz. Tüm suç, bizden öncekilerde".
Deprem dışında bir bina yıkılır. Aynı gerekçeler...
Orta yerde cesetler yanmış. Yanan cesetler ortada. "Vay efendim, biz görevimizi yaptık. Tüm suç şunlarda. Çünkü yetki ve sorumluluk onlarda" açıklamaları yapılıyor. Az sonra karşı saldırı başlar. "Biz bize düşeni yaptık. Esas sorumluluk şunlarda" açıklaması gelir.
Ardından tarafların gazete, TV ve yazarları ve de bunların tarafları kendi taraflarını temize çıkaracak, karşı tarafa suçu yıkacak yazı, belge ve görsellere yer verir.
Tüm bunları ben, ceset üzerinden siyaset yapma, mevzi kazanma ve üste çıkma olarak görüyorum. Cesedin üzerine çıkıp tepinme diyorum. Milletin aklıyla dalga geçen bu tür yazı, çizi, beyanat ve konuşmalara dedemin diliyle, elinizin körü, donnuz elinizin donnuz körü diyorum.

24 Ocak 2025 Cuma

Basit Horlamaymış Bendeki (3)

Ertesi günü uyku testiniz çıkmıştır. Randevu alıp doktorunuza gösterebilirsiniz mesajı geldi. E devletten, e nabıza girdim. Raporu görmeden heyecanlandım. Doğrusu merak ettim. Nedir durumum diye.

İyi de rapor baştan sona İngilizce idi. Yarım yamalak İngilizcem ile bir şeyler anlamaya çalıştım. En alta doğru gözümü kaydırdım. “Basit Horlama” yazıyordu sonuç. Hasılı çıka çıka "Basit Horlama" çıktı benim horlama sonucu.

Bu sonuca üzülmeli miydim yoksa sevinmeli miydim?

Üzüldüm. Çünkü basit horlama sonucu yerine “Kaliteli Horlama” çıksın isterdim sonucun. Hoş, ömrü basit geçen birinden kalite beklemek beyhude çabaydı. Çünkü kalite kim, ben kim. Sonra kim kaybetmiş de ben bulacağım kaliteyi.

Sevindim. Çünkü önemsenmeyecek kadar küçük anlamı da çıkar bu basit horlama sonucundan. Tamam, horluyorum ama çok o kadar rahatsız eden türden bir horlama değil bendeki.

Uyku testine girince sana maske verirler. Gece uyumadan önce takman için demişti bir arkadaş. Maske denince, bu sezon Galatasaray’da top koşturan Osimen geldi gözümün önüne. O da maçlarda maske takıyor. Görüntüsü haliyle korkutuyor. Beni uyurken gören birinin de korkma ihtimali vardı. Bundan geçtim. Bir de bir yere gezip dolaşmaya gitsem, orada yatılı kalacak olsam, onca eşyanın arasında bir de maske taşıyacaktım yanımda. Sonucu doktora göstermedim ama sanırım maske önermez benim bu basit horlamaya. Bu da bir başka sevindirici yanı.

İnsan görmeyince neyin ne olduğunu bilmiyor. Bu vesileyle uyku testine girince, tam anlamasam da uyku testinin ne olduğunu genel hatlarıyla biliyorum. Bu da benim için bir tecrübe oldu. Bilgi bilgidir ve her bilgi değerlidir zira.

Üzülüp sevinmekle kalmadım. Aynı zamanda kızdım da. Çünkü oturup kalktılar; horluyorsun, amma horluyorsun, iyi horluyorsun dediler. Hem ev dedi hem yurtta kalırken hem hizmet içi seminerlerde. Ortalığı o kadar velveleye verdiler ki Sanırsın ki horlamamdan hiçbiri uyumamış. Şimdi onlara bu sonucu göstermek lazım. Buyurun uyku testi sonucum. Toru topu önemsiz basit bir horlama. Değdi mi bu kadar konu edinmeye demek lazım.

Hayıflandım. Ah vah ettim. Bir yerde yatarken önceden uyumayayım da horlamamdan başkası rahatsız olmasın diye en geç uyudum. Topluluk içerisine girmekten kaçındım. Bu sonuçtan sonra düşünüyorum da boşuna evhama girip kendimi rahatsız etmişim.

Bundan sonra horluyorsun diyenlere, elimdeki sonucu göstereceğim. Bu kadar velveleye ve abartıya gerek yok. Önemsiz ve basit horlama için bu kadar konuşmanın gereği yok. Aha bu da belgesi diyeceğim.

Hatta toplu yerlerde uyumadan önce yatağımın başına, “Dikkat, bu yatakta uyumakta olan basit horlamaktadır. Basit horlamaya katlanan bu odada yatabilir. Rahatsız olan varsa, lütfen odayı terk edip kendine horlama ortamı olmayan bir oda bulsun” şeklinde bir not yazıp iliştirmek lazım. Bundan sonrasını ben değil, yanımdakiler düşünsün.

Görevlinin, vücudunda ne hastalık varsa tespit eder bu uyku testi demişti. Çıka çıka basit horlamanın dışında bir şey çıkmayınca sağlamım diye sevinmem lazım. Bir diğer husus, dağ fare doğurdu dense yeridir. Çünkü bu testten beklentim yüksekti. Mesela uyku aparatı takıldıktan sonra telefonla oynamam testte çıkmadı. Demek ki test her şeyi ortaya koymuyormuş.

Basit Horlamaymış Bendeki (2)

Uzandım. İyi de 00.00'dan önce hiç yatağa uzanıp yatmayan ben 21.00 sularında nasıl yatıp nasıl uyuyacaktım.

Telefonda yazıp çizmemde bir sakınca olur muydu. İşte bunu sormadım. Gerçi teste dair hiçbir şey sormadım. O da söylemedi. Şuna, buna dikkat edeceksin demedi. Sadece su içme dedi.

Acaba, telefonla oynarsam, yazıp çizersem, testte telefonla oynadığım da görünür müydü? Raporu yazan, bu adam buraya uyku testine değil, telefonla oynamaya gelmiş yazar mıydı? Görevli numarasını da vermişti. Telefon açıp telefona girebilir miyim desem, amca yeri mi, zamanı mı, yat zıbar, burası uyuma yeri der mi derdi. Gerçi demezdi. Çünkü pek beyefendi biri idi.

Ortam da yazı yazmaya pek müsait idi.

Sonunda elime telefonu alıp bir on dakika birkaç mesaja cevap yazdım. Telefonu yanıma koyup uyumaya çalıştım.

Ne zaman uyudum bilmiyorum. Sırt üstü yatmıştım. Normalde sırt üstü yatmak hiç adetim değildir. Sağa veya sola yatsam, kafamın iki tarafı da kablo dolu idi. Nice sonra horlamama uyandım.

Horlayan horladığını bilmez. Horluyorsun diyenleri de pek kabul etmez. Ben horlamam der. Mesela rahmetli babam öldü gitti, horladığını hiç kabul etmedi. Ben horlamam derdi.

Horlamama uyanınca sağa dönüp yattım. Yattım ama üstüm açık uyumuştum. Hoş, örtecek olsam da üzerime örtecek bir şey yoktu. Yatarken klimanın sesi geliyordu ama bu klima beni üşütüyordu. Uyanınca yine üşüdüğümü hissettim. Hatta donuyorum. Uzanıp yattığımı gören görevli, amca soğuk olur, klimaya güvenme, üzerini ört de demedi. Ben de üşüyorum, böyle mi yatacağım demedim. Öyle ya erkekliğime halel gelirdi.

Sağıma dönüp uyumaya çalışırken ben bu uyku testini geçerim ama vücudumun her bir tarafı tutulur, günlerce ben bunu çekerim. Hastaneye sağlam geldim, hasta çıkarım ya hayırlısı dedim.

Yarı uyur yarı uyanık uyudum. Rüya da gördüm. Zaman zaman uyanıp gözlerimi açmadan uyumaya çalıştım. Hiç solu kullanmamıştım. Sola dönüp uyudum. Bir kez daha uyandım. Vakit ne olmuş diye kolumdaki saate baktım. Üçe çeyrek vardı. Daha vardı dörde bir saatten fazla. İyi de bu soğukta bu bir saat geçer miydi.

Kafamı hafifçe kaldırdım. Üzerime örtecek bir şey var mı diye. Ayaklarımın altında ince bir nevresim gördüm. Hemen bir ayağımı nevresimin altına uzatarak nevresimi kendine çektim. Bir elimle üzerimi örttüm. Oh be, dünya varmış dedim. O kadar ince nevresim bu kadar ısıtır mıydı. İliklerime kadar ısındım. Sonrasında bir güzel uyku çekmişim. Ne kablolar rahatsız etti beni ne klima sesi. Keşke ilk yatarken akıl etseymişim.

Bu yatışla sabahı bulurdum. Ama sabahın dördü on geçe görevlinin sesine uyandım. Gözlerimi açtım ama gözlerimden uyku akıyordu.

Gözlerim yarı açık yarı kapalı yatakta otururken, görevli üzerimdeki test malzemelerini tek tek çıkardı. Geçmiş olsun, gidebilirsin dedi. Burada yatmaya devam edebilir miyim dedim. İstediğin kadar dedi. Çıkışta size uğramam gerekir mi dedim. Hayır dedi.

Görevli gider gitmez kafaya koydum. Kafayı koyup yatacağım. Artık kaçta kalkarsam. İyi de benim gece kuşu oğlana mesaj yazmıştım akşamdan. O ne olacak dedim. Bir hızla telefona baktım. Oğlan almaya geliyormuş beni. Yolu da yarılamış üstelik.

Lavaboya gidip elimi yüzümü yıkamak istedim. Aynaya baktım. Yüzüm, başım mantar tarlası gibiydi. Tıbbi adını bilmiyorum ama daire şeklindeki yapışkanlardan bolca vardı. Başıma yapıştırılanların yapışkanı saçıma da bulaşmıştı.

Oğlanı bekletmeyeyim diye bir hızla giyindim. Vücudumu yokladım. Üzerimden otobüs geçmiş gibi. Her yer kuluçlamış ama o soğukta, üstü açık yatmaya göre yine iyi. Bundan iyisi can sağlığı. Bunu çekeceğim ama kaç gün çekerim bakalım. (Devam edecek) 

Basit Horlamaymış Bendeki (1)

Burun ameliyatı öncesi konsültasyon için göğüs polikliniğine görünmem önerilmişti Haziran 2024'ün ortalarında.

Doktor muayene etti. Bir şikayetin görünmüyor. Var mı bir şikayetin dedi. Bildiğim bir şikayetim yok. Horladığım söylenir dedim. Aklımda kaldığı kadarıyla EKG, kan tahlili, akciğer filmi bir de SFT (Solunum Fonksiyon Testi) yaptırmamızı istemişti. Horlama için de 6.kat uyku ünitesinden randevu alın demişti.

SFT beni biraz uğraştırmıştı. Kaç defa uğraştı görevli. Şöyle böyle yapacaksın diye tane tane anlattı. Olmayınca olmamıştı. Sonunda olmuyor amca deyip beni göndermişti. Diğer istekleri yaptırdıktan sonra tekrar gidip bir kere daha deneyelim dedim. Bu sefer becerebilmiştim.

Göğüsün talep ettiği tahliller sonucuna göre konsültasyon hazırlanmıştı. Temmuzun 2.gününde burundan ameliyat olup rahatlamıştım.

2025 Ocak ayının ortası geçtikten sonra oğlan hatırlattı. Baba, 20'sinde uyku testin var, unutma dedi.

6 aydan fazla bekledim. Bari gidip şu testi yaptırayım dedim.

Belirtilen günün 20.30 sularında uyku ünitesine giriş yaptım.

Görevli kaydımı yaparken biraz lafladık. Hem işinin ehli hem de kültürlü biri idi.

21.00'i geçerekten beni yatağa oturtup her yerimi kablolar ile donatırken de sohbete devam ettik. Resmimi çekmedim ama bir nevi üzerine canlı bomba geçirilmiş biri gibi hissettim kendimi.

Öğretmen olduğumu, hala aktif çalıştığımı öğrenince babasının da öğretmen olduğunu, sınıf öğretmeni olarak görev yaptığını, emekli olalı çok olduğunu, babam emekli olduğunda emekli parasına bir ev ve bir araba aldıklarını, o zamanki emekli ile çalışanın arasında fazla fark olmadığını, şimdiki emekli parası ile ne araba ne de ev alındığını, çalışanla emekli arasında büyük uçurumun olduğunu söyledi.

Tüm bunları ve daha fazlasını hem anlattı hem de yapa yapa ezberlediği uykuya yatırma işlemini bir çırpıda bitirdi. Yani iki işi birden yaptı. Birini yaparken diğerini ihmal etmedi.

Horlamayı ölçmesi dışında bu taktığın aletin başka faydası var mı diye sordum. Her şeyi ölçer, kalp ve göğüs hastalıklarını erken teşhis eder, ne var ne yok ortaya çıkarır dedi.

Sarıp sarmalaması bittikten sonra uzan amca. Sağa, sola dönüp yatabilirsin. Bir ihtiyaç olursa şu numaradan beni ara. Sabah 04.00'de gelir, üzerindekileri çıkarırım. İster gider ister burada yatarsın deyip gitti. (Devam edecek) 

23 Ocak 2025 Perşembe

Doğu İnsanının Dünyası

Bu dünyalı, anasından doğduğu andan itibaren kısa süreli yalancı baharlar dışında enflasyona maruz kalır, hayat pahalılığıyla mücadele eder.
Bu dünyalı da kendi içinde iki dünyalı olarak yaşar. Çünkü bu dünyada,
Sosyal adalet dengesi yoktur. Fakiri çok fakir, zengini de zengindir.
Fakiri enflasyona maruz kalarak hep iki ayağını bir pabuca sokar. Zengini de enflasyondan kazanır.
Adı konmamış bir kast sistemi vardır bu dünyada.
İşleyen ve oturmuş bir sistem yoktur. Kişilerin oluşturduğu sistem vardır.
Kişilerin yaşamı tesadüflere bağlıdır, ölümü de.
Ya dünyanın parasını vererek gittiği bir otelde yanarak can verir.
Ya dünyanın parasını vererek satın aldığı evi depremde yıkılarak evi kendisine mezarı olur.
Ya grizu patlamasında hayatını kaybeder.
Ya okusun, adam olsun diyerek verildiği yurtta tacize uğrayarak hayatı kararır ya da kaldığı öğrenci yurdunda yangın çıkarak yangında can verir.
Sel baskınında boğularak ölür.
Teröre ve canlı bombaya kurban gider.
Trafik kazasında ölür.
Düğün konvoyunda, bir maçta vs. bir maganda kurşunu isabet ederek kim vurduya gider.
Kısaca bu dünyalının yaşamı da ölümü de tesadüflere bağlı. Tesadüfen yaşar, tesadüfen ölür.
Vadesi yeterek yatağında ölenlerin haricindeki kahir ekseriyetin ölümü;
Yapıp ettiklerimizdir. İşimizi düzgün yapmamanın bir sonucudur. Rantımızın, tamahkarlık ve hırsımızın bir kurbanıdır. Bir şey olmaz aymazlığımızın rahatlığıdır.
Suçluyu, üzerine suç bulaşanlardan bulmasını istememizdir. Bulunan günah keçisiyle yetinmemizdir. Hesap sormayışımızdır.
Sessiz çoğunluk olmamızdandır. Günü kurtarmak istememizdendir.
Koruyup kollamamızdandır. Görmezden gelmemizdendir.
Gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmamızdır.
Olgulardan ziyade algılarla yaşamamızdandır.
Hamaset ve slogana boynumuzun kıldan ince olmasındandır.
Bir türlü sadede gelmek istemeyişimizdendir.
Suç ve suçlu tespitinden ziyade tüm suçu kadere yüklememizdendir...

İki Tip Dünyalı

Tecrübeme dayanarak söylüyorum. Nazarımda iki tip dünyalı var. Biri tüm kurum ve kurallarıyla oturmuş, bir sistemi olan, yaşayan herkesin bir hayat standardı olan ülkelerde yaşayanlar. Diğeri de oturmuş bir sistemi olmayan, hayat standardı olmayan, hayatta kalabilmesi tesadüflere bağlı olan ülkelerde yaşayanlar.
İlkinde devlet her şeydir. Bu her şey vatandaşı içindir. İnsanının hayat standardını yükseltmek ve geliştirmek için bir devlet kültürü vardır.
İkincide kişiler içindir devlet. Bir grup azınlıktır buradaki kişiler. Vatandaş ve devlet bunlar için yaşar. Bunları ayakta tutar. Bunları söz sahibi yapar.
İlkinde yönetenler hesap verir. Layüsel değildir. İkincide yönetenler hesap vermez. Çünkü layüseldir.
İlkinde devleti yönetenler kişisel hareket edemez. Çünkü işleyen sistem onları da kontrol eder.
İkincide devleti yönetenler kişisel hareket eder. Çünkü işleyen bir sistem ve yöneteni kontrol edecek ve denetleyecek bir sistem yoktur.
İlkinde kurumlar vardır. İkincide kişiler.
İlkinde kurumlar insanının rahatı ve konforu için vardır. İkincide kurumlar kişileri ayakta tutmak için vardır.
İlkinde at ve sahibi birbirine uyum içindedir. Karşılıklı birbirlerini denetler. Her birinin yapması gereken belli görevleri vardır. İkincide at sahibine göre işler.
İlkinde kurum kültürü kadar eleştiri kültürü de vardır. Yanlış yapan yönetici eleştirilir, protesto edilir. İkincide kurum kültürü olmadığı gibi eleştiri kültürü de yoktur, protesto da edilmez.
İlkinde her şey usulüne uygun yürütülür. İkincide her şey formaliteyi yerine getirmek veya kitabına uydurmak için yapılır.
İlkinde en ufak bir hatada istifa mekanizması işler. İkincide istifa asla düşünülmez. Çünkü kimse kendini suçlu görmez.
İlkinde suç varsa suçlu da olur. İkincide suç olur ama kimse suçu üstlenmez. Birileri günah keçisi ilan edilir ya da karşılıklı suçlamalarla suçun sahibi olmaz, suç ortada kalır. Siyasi malzeme olarak kullanılır.
İlkinde suç varsa suçlu da vardır. Sonucuna katlanır. İkincide tüm yetkililer yunmuş yıkanmış olduğu için suçu asla üzerlerine almaz. Kimse de suçlusun demez. Hatta destek verir.
İlkinde akıl, mantık, sağduyu, soğukkanlılık ve gerçekler vardır. İkincide hamaset, slogan ve algı oluşturma vardır.
İlkinde plan, program, öngörü ve denetim vardır. İkincide günübirlik yaşanır. Yarına dair bir plan yoktur. Denetim mekanizması rakibin kellesini almak, kendisinden olanı korumak için yapılır.
İlkinde lider kültü yoktur. İkincide lider kültü vardır.
İlkinde devletler bakidir. Zirvedeki yerini korumaya devam eder. Çünkü devlet olmanın gerekleri yerine getirilmektedir. İkincide devlet ebet müddet dense de devletlerini kendi elleriyle yıkarlar, yerine farklı isimle yenisini kurarlar.
İlkinde devlet halkındır. İkincide devleti yönetenlerindir.
İlkinde üretim vardır. Fazlasını ihraç vardır. Bütçeleri ya denktir ya da fazla verir. İkincide üretim öylesinedir. İthal ürünlerin tüketicisidir. Kendi kendine yetmez. Hep cari açık verir, borçla yaşar.
İlkinde yönetenler için insanı bireydir ve değerlidir. İkincide yönetenler için sürüdür ve değersizdir.
İlkinde rant yoktur. Hayatın gerçekleri vardır. İkincide insanın dışında her şey ranttır.
İlkinde yapılan her şey insanı yaşatmak içindir. Her şey onların güvenlik ve güvenilirliği içindir. İkincide yapılan her şey insanını öldürmek içindir. Yapılan her hizmet vatandaşına mezarı olarak döner.
İlkinde vatandaşın hayatı tesadüflere bağlı değildir. Yerleşik düzene göre hayatını yaşar. Hayatta kalması mucize değildir. İkincide tesadüf kabul edilmez, tevafuk vardır dense de vatandaşın yaşaması tesadüflere bağlıdır. Yaşaması ve nefes alması mucizedir.
Aynı dünyada yaşayan iki tip dünyalıya dair örneklere yer verdim. Herhalde bu iki dünyanın hangileri olduğu verdiğim örneklerden anlaşılmıştır. İlki Batı dünyası, ikincisi Doğu dünyası.
Bu dünyanın ilkinde mi yaşamak istersiniz yoksa ikincisinde mi bilmem ama tekrar söyleyeyim. İlkinde tesadüflere yer yoktur. İkincide her şey tesadüflere bağlıdır. Yaşaman da ölümün de.
Yazıyı okuyan, objektif gözle değerlendirirse doğru, bu dünyada böyle iki tip dünya ve dünyalı var. Ne yazık ki biz ikinci dünyalıyız diyerek bir hakkı teslim eder. Yok, bu yazıda Batıya özenti var diyorsa, bilin ki bu kişi ikinci tip dünya insanıdır ve halinden memnundur. Halinden memnun insan için ise bu yazı gereksiz bir yazıdır. 

Şehir Planlamamız

İyi bir şehir planlamamızın olmadığını düşünüyorum.

Ne geniş caddelerimiz var ne de geniş sokaklarımız.

O kadar geniş toprağımız olmasına rağmen yatay mimariden ziyade dikey mimari yapmaya devam ediyoruz.

Birbirine yakın veya bitişik binalardan dolayı ne evlerimiz doğru dürüst güneş alır ne de nefes.

Dip dibe ve karşılıklı binalar yüzünden tüm pencereler sabahtan akşama tül perde ile kapalı. Balkonlar da karşılıklı. Komşu balkona çıksa sen çıkamıyorsun. Sen çıksan komşu çıkamıyor. Kimse kimseyi tanımıyor da.

Yaşanabilir bir şehirden ziyade rant ekonomisinin revaçta olduğu ve para ettiği şehir yapılanmasını yeğliyoruz.

Ana caddelerde yüksek kat, arka taraflara daha düşük katlar veriyoruz.

Ne kadar büyük arsamız varsa o kadar daire hesabı yapıyoruz.

Belediye de aynı kafada, insanımız da devlet de.

Yaşanabilir ve nefes alınabilir bir yaşamdan ziyade birbirimize ve kendimize hayatı zindan etmek için yarışıyoruz.

Bir yeri imara açarken veya yüksek kat verirken bu tasarrufun bu şehrin sirkülasyonuna zararı olur mu diye bir düşünce olmuyor. Varsa yoksa rant. Dinimiz de rant, imanımız da rant, hayatımız da rant, hayat felsefemiz de rant.

O kadar yaptığımız yüksek katların sağlamlığı bir tarafa, çok kullanışlı da değil. Aşağıdaki ses yukarıya, yukarıdaki ses aşağıya duyuluyor. Estetik zaten yok. Sadece beton yığını. Bu beton yığınlarının ömrü de uzun değil. 20-30 yılı buldu mu o ev, o bina eski sayılıyor, yıkılmak için gün sayıyor. Kendi elimizle yıkmasak da orta şiddetinde bir depremde yerle bir olmak suretiyle bu rant evler mezarımız oluyor.

Her şehrimize özgü bir mimari anlayışımız da yok. Hepsi birbirinin tıpkısının aynısı.

Deprem olur, sel felaketi olur. O devasa binalar yerle bir olur. Ana caddelerdeki yüksek binalar caddeye devrilir, yollar kapanır. Ne ambulans geçebilir ne yardım götürülür. Buna rağmen yıkılan yüksek binaların yerine yine yüksek katlar yapmaya devam ediyoruz.

Bir yerde ne kadar yüksek kat varsa orada trafik felç oluyor. Park sorunu baş gösteriyor. Gürültü eksik olmuyor. Adeta zehir soluyoruz.

İyi, kötü hizmet şehir merkezlerine geldiği için bir de iş imkanı şehirde olduğu için köyleri boşalttık, şehirlerin nüfusunu katladık.

Hasılı, üç beş kuruş rant uğruna, kendi kendimize ve birbirimize hayatı zindan ediyoruz.

Şehir planlaması için ne yapılabilir? Yatay mimari, müstakil evler hedefimiz olmalı, vakit geçirmeden uygulamaya geçmeliyiz.

Yüksek kat yapılacaksa ana caddelere tek kat, arka sokaklara ise birer kat ilave edilmek suretiyle yapılmalı. Bir sinema salonundaki koltuklar gibi. Yani önden arkaya doğru binalar yükselmeli.

Hiçbir bina, diğer binanın güneşini ve cephesini engellemeyecek şekilde bina ve evler mesafeli yapılmalı.

Binalar öyle sağlam ve kullanışlı yapılmalı ki bu binalar evladiyelik olsun. Yazın serin, kışın sıcak tutsun.

21 Ocak 2025 Salı

Otel Yangınının Düşündürdükleri

21.01.2025 tarihinde güne, Bolu Kartalkaya'da 12 katlı bir otelde çıkan yangınla uyandık.
Otel küle dönmüş.
Saat 22.00 sularında İçişleri Bakanı Sayın Ali Yerlikaya'nın verdiği bilgiye göre çıkan yangında 79 kişi öldü, 51 de yaralımız var.
Yaralıların büyük çoğunluğu, yüksek katlardan atlamak suretiyle yaralanmış olması ihtimal dahilindedir.
Yine Bakan'ın açıklamasına göre yangınla ilgili, içlerinde işletme sahibinin de olduğu 11 kişinin gözaltına alındığını, konuyu incelemek üzere 6 savcının ve yangının çıkış sebebinin araştırılması için bilirkişilerin görevlendirildiğini öğrenmiş olduk.
Ölü sayısı artabilir de.
Bırakın 79 kişinin ölmesini bir kişinin bile ölmesi üzücü.
Bir gerçek var ki lüks otele dünya kadar para ödeyerek tatilini geçirmek isteyen bu kadar kişiye bu tatil merkezindeki otel mezarları oldu.
12 katlı otelde yangın merdiveni var mıydı, yangın alarmı verildi mi, otel standartlara uygun muydu demeyeceğim. Ki Bakan'ın açıklamasına göre iki tane yangın merdiveni varmış.
Görgü şahitlerinin verdiği bilgiye göre yangın alarmı verilmemiş. Büyük ihtimalle yangın alarmı ve her odada olması gereken yangın sensörleri de çalışmıyor olabilir.
Otel ne zamandır faal olduğuna göre belli ki otelin her şeyi mevzuata uygundur. Uygun değilse bile bu ülkede kağıt üzerinde her şeyi tam şeklinde evrakı alınır.
Buralar denetlenir. Denetimlerden de geçer not alır.
Merak ediyorum, yangından kurtulan kaç kişi bu yangın merdivenlerini kullandı? Sanmıyorum. Çünkü bizde yangın merdivenleri genelde kilitli olur ya da başka amaçlı kullanılır.
Denetimlerde de yangın merdiveni var mı denirse, işte diye gösterilir ve var diye çentik atılır. Başka da bir işe yaramaz.
Bu yangında kim suçlu? Belediye mi, itfaiye mi, Kültür Bakanlığı mı demeyeceğim. Şu suçlu olsa ne olur, bu suçlu olsa ne olur? Bu ülkede her yerde her zaman böyle veya benzer yangın, deprem, sel felaketi, grizu patlaması, heyelan, toprak kayması vs. afetler olur. Her birinde de azımsanmayacak insanımız ölür. Hepsinde de sorumlulara hesap sorulacak denir. Bir daha olmayacak denir. Hepsinde de doğru dürüst hesap sorulmaz, sorumlular istifa etmez. Yine bu tür facialar olmaya devam eder. Suç birkaç kişinin üzerinde kalır. Onlar da olay soğuduktan sonra bir şekilde dışarı çıkar. Ölen öldüğüyle kalır. Çünkü bu ülkede insandan ucuz bir şey yoktur.
Tek yaptığımız, ölenlere rahmet, yaralılara şifa dilemek, düzenlenen cenaze törenlerine katılmak olur.
Şu var ki bu ülkede tesadüfen yaşıyoruz, tesadüfen nefes alıyoruz. Bu kadar tedbirsizlik, ihmal ve formaliteye rağmen iyi ayakta kalıyoruz. Çünkü dünya para vererek kafa dinlendirmek için gittiğimiz turistik yerimiz bile böyle ise varın öbür tarafları siz düşünün.
Hasılı, biz, bırakın yatakta yanarak ölmeyi, ayakta iken bile yanmışız da haberimiz yokmuş. Çünkü yaşamamız ve hayatta kalmamız tesadüflere bağlı.

Bu Z Nesli Bir Başka

Toplum olarak yatıp kalkıp Z kuşağından dert yanıyoruz. Vay efendim, çok ilgisizler. Gündemi takip etmiyorlar. Ruh gibiler. Gece sabaha kadar dijital ortamda oyun oynuyorlar, çetleşiyorlar. Gece yatmıyorlar, gündüz kalkmıyorlar. Hiç sorumluluk almıyorlar deyip duruyoruz.

Gece sabahladıkları doğrudur. İnternet ve oyunla vakit geçirdikleri de doğrudur. Ama gündemi takip etmedikleri, duyarsız oldukları külliyen yalandır.

Ülkenin ve dünyanın gidişatına dair çok iyimser olmadıkları bir gerçektir.

İş beğenmedikleri de bir gerçektir. İş buldularsa parayı da beğenmiyorlar.

Niye beğenmiyorlar? Çoğu okumuş bu gençlerin ya alanında iş yok. Olsa da hakkının tam verilmediği de bir gerçektir. Çünkü teklif edilen para ile bu gençlerin ev bark kurmaları ve ev geçindirmeleri mümkün değil.

İlgisiz ve sorumsuz gibi durduklarına bakmayın. Hem ilgileri var hem de sorumlulukları. Çoğu şeye sessiz tepki veriyorlar. Bizim gibi bağırıp çağırmıyorlar. Sorumluluk verilirse de kaçınacaklarını sanmıyorum. Yeter ki sorumluluk vermeyi, sorumluluk verirken yol, yordam usul bilelim.

Bu gençleri bizden farklı kılan, bu neslin şeytanının bizden fazla olması. Bizim Bir şeytanınız vardı, bunların çok. O kadar şeytanın içinden kendilerini kurtarması çok zor.

Biz istiyoruz ki bizim yetiştiğimiz gibi yetişsinler. Anlaşmazlık da burada ortaya çıkıyor. Halbuki her nesil kendini çağının ruhuna uygun yetişmek zorunda. Değilse çağı yakalaması mümkün değil.

Dine biraz mesafeli oldukları da doğrudur. Bu konuda bu gençleri suçlamaktan ziyade biz din adına ne yaptık ki bu gençler dine bu kadar mesafeli demek lazım.

Sıkı sık eleştirdiğimiz bu gençleri iyi gözlemlemek, dinlemek ve anlamak lazım. Yoksa körler ve sağırlara oynarız. Biz onları, onlar bizi anlamadan yolumuza devam ederiz.

Neyse geleyim sadede. Siz ne kadar giyim, kuşamına ve yaptıklarından dolayı bu Z neslini eleştirseniz de ben o kadar değil diyorum.

Gece yatmıyorlar mı diyorsunuz?

Evet gece yatmıyorlar ama bu yatmadıklarının faydası var. Mesela dün akşam ben gördüm bunun faydasını. Şöyle ki;

Temmuz 2024 idi sanırım. Burundan ameliyat olacağım. Öncesinde konsültasyon hazırlanması gerekiyor. Göğüsten de görüş alalım dendi. Göğüs doktoruna görünmüştüm. Muayene etti. Şikayetin var mı dedi. Yok dedim. Şu şu tahlil ve tetkikleri yapalım dedi. Horlama şikayetim var dedim bir de. Onun için uyku testi randevusu alalım dedi.

Uyku testi için 20 Ocak yani altı ay sonraya gün verildi.

Diğer tahlil ve tetkikleri yaptırdıktan sonra burun ameliyatı oldum.

Uyku testinin tarihini bile unutmuştum ki benim Y nesil oğlum haber verdi. Sağ olsun. Gideyim bari dedim.

20 Ocakta otobüse atlayıp akşam 08.30 sularında uyku ünitesine giriş yaptım.

İlgili görevli işlemleri yaptıktan sonra uyuyacağım odayı gösterdi. Az sonra gelip yatıracağım dedi.

O gelinceye kadar pijamamı giyip dişlerimi fırçaladım.

Görevli beni yatağa oturttu. Kafama, yüzüme, göğsüme ve parmaklarıma gerekli aletleri yerleştirdi. Yerinde durması için her birini yapıştırdı. Yüzüm ve başım mantar tarlası gibi oldu. Başıma yerleştirilen kabloları saymam mümkün değil. Vücudumdaki kabloları da. Kendimi bir an için vücuduna bomba yerleştirilmiş bir kişi zannettim.

İş bittikten sonra uzanabilirsin. Odamda olacağım. İhtiyaç olursa bu numaradan ararsın. Telefon yanında. Sabah dörtte üzerindekileri sökmeye gelirim. Ondan sonra gidebilirsin. İstersen burada uyumaya devam edebilirsin dedi.

Yatağa uzandım. İyi de sabah dörtte hastaneden çıkınca ne yapacaktım. Sabah gün ağarıncaya kadar yatırırlar diye arabayla da gelmemiştim.

Sabah dörtte kim hastaneden alabilirdi beni. Alsalar da kimi uyandırırsın o saatte? Hemen aklıma benim gece kuşu Z nesli oğlan geldi. Dedim bu uyumaz o saatte. Mesaj yazdım. Evlat sabah dörtte işim bitiyor. O saate uyumazsan beni alabilir misin dedim. Ne cevap vereceğine bakmadan telefonu bıraktım. Kah sağa, kah sola kah sırtüstü dönerek uyumaya çalıştım. Zaman zaman uyandım. Üzerimi de örtmeden yattığım için bir iyi üşümüşüm. Örtmeye kalksam da yatakta nevresim yoktu.

Bir ara uyandım. Saat kaç olmuş diye baktım. Üçe çeyrek vardı. Çalışan klima beni ısıtacağı yerde dondurmuştu. Bu hastaneye sağlam geldim ama çıkışım hastalanarak olacak demeye başladım. Ne yapayım derken hafifçe kafamı kaldırdım. Ayaklarımın altında ince bir nevresim gördüm. Hemen onu ayak yardımıyla kendime çektim. Üzerime geçirdim. İnce de olsa ısındığımı hissettim.

Gelen görevlinin sesiyle uyandım. Gözümden uyku akıyordu. Üzerime nevresimi geçirinceye kadar üşüdüğüm için uyuyup uyumadığımı pek anlamamıştım. Keşke önce görseydim de bu nevresimi üzerime örtseydim. Bir güzel uyku çekmiş olurdum. Geçen geçti artık.

Görevli gitse de vurup kafayı, bir güzel uyku çeksem dedim. Üzerimdeki kablolar çıkarıldıktan sonra oğlan ne yazmış. Bakayım da görmediyse mesajı silip yatayım. O da gelmesin dedim.

Gördüm ki oğlan evden yola çıkmış, yolu yarılamış.

Mecburen uykulu uykulu elimi yüzümü yıkadım. Görevlinin bıraktığı bantları da çıkardım. Üzerimi giyinip hastaneden çıktım. Bu arada yüzümdeki bantların sayısı az değildi.

Sağ olsun ben hastaneden çıkmadan gelmiş oğlan. Uyumamış o saate kadar. Birlikte eve döndük. Geri kalan uykuyu evde devam ettirdik.

Gördünüz değil mi Z neslini. Bir de beğenmezsiniz. Bu Z nesli şöyle böyle dersiniz. Kim alırdı beni o sabahın dördünde? Kim beklerdi beni o saate kadar uyanık?

Bu demektir ki geceyi bilgisayar başında geçirmenin bazen böyle faydası oluyor.

Sağ olasın, var olasın benim Z nesli oğlum.

Bu arada Y nesli olan evlatlarım da beni alırdı. Ama onlara haber vermedim. Z nesli olmasaydı da yine onlara haber vermezdim. Çünkü sabah işe gidecekler. Gece uykuları bölünecekti. Beni almaya geldikleri zaman uykum var dercesine esneyeceklerdi. Onlar esnedikçe ben mahcup olacaktım. Vara çağırmayı hastanede sabahlasaydım pişmanlığı duyacaktım. Ama Z neslinin hiç uykusu yoktu. Yanımda esnemedi de. 

Hem Geri Alınmaz Hem de Değiştirilmez Mal (2)

Bir önceki yazımda hem toptan hem de perakende ev tekstil işi yapan bir esnaftan, yaptığım alışverişe ve o esnada şahit olduklarıma değinmiştim. Bu yazımda da soyu tükenmeye yüz tutmuş ama yok olmamak için direnen bu esnaf türüne değineceğimi söylemiştim.

Koca dükkanda bir estetik yok. Görsellikten eser yok. Adam sadece mal yığmış dükkanına.

Dükkanda sahibi ve yıllardır yanında çalışan bir çalışanı var.

Dükkanı mal ile dolu olduğuna göre belli ki zengin. Zengin olduğu kadar tok satıcı.

İlk havlu alırken hangi renk olsun diye evi aradığıma garipsemiş. Biz niye böyle olduk demişti. Ona göre gözün kapalı havlu alıp işte havlu diyeceksin. Eve falan sormayacaksın. Müşteriyi birden başından savma düşüncesi var. Alırken de tepeden bakıyor.

Toptan fiyatla perakende fiyat farklı olmasına rağmen perakende aldığında, sana toptan fiyattan yazayım diyor. Arada fark da sadece 10 lira. Takdir edersiniz ki toptan alışveriş yapan on lira ilavesiyle perakendecilik yapmaz.

Kadın müşteriye az önce 160 lira dediğine az sonra 170 yazması ilginç.

Değiştirmek istediğim havlulara kaçtan yazmıştık, bu öncekileri de kaçtan almıştın demesi de bir o kadar ilginç. Demek ki oturmuş bir fiyat yok. Tutturabildiğine. Hakkını yemeyeyim. Kaçtan aldığımı söylediğime o fiyata hiç vermedik demedi. İnandı. Buna da şükür.

Kadın müşterinin sizde kredi kartı yoktu değil mi sorusuna evet, yok demişti. Halbuki cumartesi ben kredi kartı ile ödeme yapmıştım. Post makinesi varken yok demesi, müdavimi olan müşterilerinin gözünün içine baka baka yalan söylemesi hiç hoş değil. Daha önceki alışverişlerimde sahibi olduğunu düşündüğüm yaşlı biri vardı. Ona kart dediğimde, var ama nakidin varsa iyi olur demişti. Ben de hep nakit vermiştim.

Bugün küçük iş yapan esnafta bile post cihazı varken koca toptan işi yapanda post cihazının olmaması mümkün değil. Belli ki devletten vergi kaçırıyor. Hem de bu kadar zenginliğin içerisinde. Tek kelimeyle ayıp.

Esnafın bir diğer ve en önemli ayıbı, “Satılan mal geri alınmaz ve değiştirilmez” yazısı. Hala bu devirde böyle esnaf kalmış mı demeyin. Var maalesef.

Bu esnaf zengin ve büyük de olsa hala küçük kalmaya mahkum belli ki. Eskiden çoktu çoğu dükkanların girişinde böyle yazı. Çoğu bu hastalığı terk ederken türünün son örneği olarak bu büyük esnaf küçük kalmaya devam ediyor.

Bu tür küçük esnaf, satılan mal geri iade alınmaz ve değiştirilmez yazarken sonra da müşterimin niçin büyük firmalara yöneldiğinden dert yanar. Halbuki o dert yandıkları büyük esnaflarda hem kredi kartı var hem aldığın ürüne göre taksit imkanı var hem de beğenmediğin zaman geri iade edebiliyorsun. İade ederken de surat asma falan yok. Sadece beyefendi, niçin geri iade ediyorsunuz şeklinde bir soru soruyor. Bunu da iade evrakına iade sebebini yazmak için soruyor. İhtiyaç fazlası desen bile sesini çıkarmıyor, geri iade alıyor. Bizim büyümeye niyeti olmayan küçük esnaf ise baştan kestirip atıyor. İade almam ve değiştiremem diyor. Halbuki günübirlik esnaflıktan ve ne satarsam kâr mantığından ziyade müşteri memnuniyeti esas alınmalı. Gerçi bizim bu tür küçük kalmaya mahkum esnafımıza ne desen boş. Hatta bu huylarından vazgeçmedikleri gibi yazdığınız yazıya “Değiştirilmesi dahi teklif edilemez” önerisi götürsen, hiç utanmadan bunu da eklerler.

Hasılı, dükkan ve işletmesinde “Satılan mal geri alınmaz, değiştirilir”, “Satılan mal geri alınmaz ve değiştirilmez”, “Satılan mal geri alınmaz ve değiştirilmez. Lütfen ısrar etmeyin” yazan esnaftan hiç alışveriş yapmamak lazım. Alışveriş yapmadığın gibi uğramayacaksın. Uğramadığın gibi selam vermeyeceksin. Selam verse de almayacaksın vesselam.

Ha üründe değişiklik yapılmışsa, üzerinden epey bir zaman geçmişse elbette geri alınmaz ve değiştirilmez. Kastım da bunlar değil. Ki böyle yapanlara da selam verip selamını almayacaksın. Hatta dükkana koymayacaksın.