30 Eylül 2020 Çarşamba

Camilerimiz ve Mescid-i Nebi -2 *


Mescid-i Nebi'nin işleviyle ilgili bu iki değerlendirmenin ardından günümüz camilerinin işlevine gelmek istiyorum. Günümüz camilerini peygamber mescidi ile kıyasladığımızda işlev yönünden derin uçurumların olduğu görülecektir. Mescid-i Nebi tabir yerinde ise hemen hemen her iş ve eylem için çok amaçlı salon gibi kullanılmış. Devletin ve halkın nabzı burada atmış. Günümüz camilerinin ise yaz döneminde iki ay çocukların cüz/Kur'an öğretimini saymazsak sadece namaz kılmaya hasredilmiş olduğu görülecektir. Mescid-i Nebi neredeyse günün 24 saati mesai yaparken günümüz camileri her bir vakti yarım saat mesai sayarsak günlük 2,5 saat bir mesai yapmaktadır. 
Mescid-i Nebi ile günümüz camilerini kıyaslamamı garip görebilir, M. Nebi'nin gördüğü işlevi bugün başka kurumlar yerine getiriyor diyebilirsiniz. Haklısınız. Çünkü günümüzde birçok şey profesyonelleşmiş ve diğer kurumlar eliyle yürütülmektedir. Mescid-i Nebi'nin geçmiş işlevinin çoğunu bugün camilerimizde deruhte etmemiz mümkün değil. Ben de günümüz camileri aynı işlevi yerine getirsin demiyorum. Ama camileri sadece namaz kılınan yer olarak tahsis etmeye ve cemaatle kılınan namaza hapsetmeye de gönlüm razı değil. Bu mekanları yeniden toplumun nabzının attığı yerler haline getirebilir, insanları buralara çekebiliriz. Namaz dışında pekala zamanın ruhuna uygun etkinliklere yer verilebilir. 
Okullarda her türlü etkinliğin yapıldığı çok amaçlı salonları vardır. Burası okulların eli, ayağı, gözü ve kulağıdır. Çok amaçlı salonu olan okul, diğer okullara göre çok şanslı sayılır. Günümüz camilerinin de tıpkı okullardaki çok amaçlı salon gibi çok yönlü bir işleve sahip olması çok yerinde olur kanaatindeyim.
Camileri çok amaçlı kullanmak için cami görevlileri ve cemaat buna hazır mı? Maalesef bazı din görevlisinin ve bir kısım cemaatin buna hazır olmadığını söyleyebilirim. Bu konuda iki örnek vermek istiyorum:
6.sınıf öğrencilerine derste her bir namazın kılınışını teorik olarak anlattım. Dersimiz müsait olursa hem camide bir ders işleriz hem de pratik olarak namazın kılınışını hatta bir vakit namazını da cemaatle kılarız dedim. Çocuklarda camiye gideceğiz coşkusu görülmeye değerdi. Her teneffüste beni gören öğrenci yanıma yaklaştı: Öğretmenim, camiye ne zaman gideceğiz, sorusunu sordu. Derse girince hakeza aynı istekle muhatap oldum. Bir hafta öncesinden camiye gideceğimiz saati belirledim. Abdestli gelirseniz zaman kazanırız. Kız öğrenciler, yanlarında başörtüsü getirirlerse iyi olur dedim. Girdiğim tüm sınıfları camiye götürdüm. Abdesti olmayan öğrenciler caminin şadırvanında abdestlerini aldılar. Önce şadırvan, minare, minber, mihrap, kürsü, müezzinlik hangisi, ne işe yarar, onları tanıttım. Çocuklar, hocam! Minbere çıkabilir miyiz dedim. Sırayla çıktılar. Caminin üst katını da merak etmişler. Oraya da birlikte çıktık. Camideki yazılardan bahsettim. Ardından dersimizi işledik. Kılacağımız namazın nasıl kılınacağını özetle bir kez daha anlattım. Sonra namaz kılmak istemeyenler kenara geçip bizi izleyebilirler dedim. Birkaç öğrenci kenara geçtiler. Erkekler ön safta, kızlar arkada saf tuttular. Sünnetleri kıldıktan sonra ben imam oldum, öğrencilerden biri de müezzinlik yaptı. Dersin bitiminde camiden çıkarken öğrencilerden bazıları, caminin içindeki su sebilinden su içip içemeyeceklerini sordular. İçebilirsiniz, dedim. Ardından okula geçtik. Ertesi günü cami görevlisi yine bir öğrenci grubu ile camide ders işledikten ve camiden ayrılırken yanıma yaklaştı: “Hocam, öğrencileri camiye getirmeniz güzel. Getirebilirsin. Yalnız dün çocuklar içeriden su içmişler. Pet bardakları gelişigüzel koymuşlar. Bundan sonra öğrenciler içeriden su içmesinler, olmaz mı” dedi. Tamam hocam. Bir daha içirmem dedim. Bir daha da öğrencileri camiye götürmedim. İmamın suyu kıskanmasına kırıldım gerçekten. Üç beş öğrencinin pet bardağı düzgün koymaması da mesele edinilmemeliydi bence. Bana pekala, “Hocam, çocukların eğitilmesi için kullandıkları pet bardaklarını kirli yere koymalarını bir hatırlatırsan memnun olurum” deseydi daha yerinde olurdu. Gelip geçen içsin diye camiye konan bir sebile bile yasak koyan bu din görevlisi, camide diğer etkinliklere yer verir mi? Sizin insafınıza bırakıyorum.
Bir diğer örnek: Tarihi bir beldemizde ikindi namazını kılmak için camiye girdim. Dışarıda gezip dolaşanlar çok olmasına rağmen imamın dışında dört cemaat vardık. Namazı kılıp çıktım. Çıkışta kapıya yapıştırılmış bir uyarı dikkatimi çekti: “Cami İçerisinde Gelinlikle Fotoğraf Çekimi Yapmayınız!” uyarısı. Bu uyarı da benim garibime gitti. Gelin ve damadın en mutlu günlerinde bu anlarını ölümsüzleştirmek için camiye gelip fotoğraf çektirmelerinde ne sakınca olabilir? Bence hiçbir sakınca olmaz. Sadece cemaatle namaz kılınırken bir sınırlama getirilebilir. Bunun yolu da cami girişine bu yasak uyarısını yazmak olmamalı diye düşünüyorum. Camide gelinin gelinlikle foto çekimine izin vermeyen bir görevli, diğer etkinliklere sıcak bakar mı? Bu kafayla maalesef makul göreceğini sanmıyorum.
Hasılı camilerimizi çok fonksiyonlu kullanmak için önce bazı din görevlilerini ve cemaate gelenleri eğitmekle işe başlamak gerektiğini düşünüyorum. 
Camiler haftası münasebetiyle camilerimizin yeniden çok yönlü bir işleve dönüşmesi en büyük temennimdir. Özellikle cami ve ilim temasından hareketle camileri ilim yuvasına dönüştürmek birinci önceliğimiz olmalıdır.

*03/10/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





Camilerimiz ve Mescid-i Nebi -1 *

1-7 Ekim tarihleri ülkemizde her yıl "Camiler ve Din Görevlileri Haftası" olarak idrak edilmektedir. Haftaya dair Diyanet “Cami ve İlim” temasını seçmiştir. Ben de bu yazımı camilere ayırmak istiyorum. Cami denince aklımıza ilk Mescidi Nebi gelir. Günümüz camilerine dair söz söylemeden önce Kubâ  Mescidinden sonra yapımında peygamberimizin de bizzat bedenen çalıştığı Mescidi Nebi'nin işlevi üzerine kendimden bir şey katmadan iki değerlendirmeye yer vermek istiyorum: 
"İslamiyet’in ilk dönemlerinde cami, sosyal hayatın merkezi konumundaydı ve çeşitli sosyokültürel faaliyetler gerçekleştiriliyordu. Cami içerisinde şiir ve edebiyat yarışmaları, nikah merasimi gibi bir çok kültürel etkinlik düzenlenirdi. Kütüphaneler, kitapçı, dükkanları ve okuma evleri genellikle camilerin etrafında inşa ediliyor ve cami çevresi bir nevi bir kültür yuvasına dönüştürülüyordu. Caminin girişinde eğitim-öğretim için ayrılmış olan üzeri hurma dalları ve yaprakları ile örtülü suffe olarak adlandırılan bir bölüm yer almaktaydı. Gündüzleri derslik ya da konferans salonu, geceleri ise pansiyon olarak kullanılıyordu. Örgün eğitimin ve Batı ülkelerindeki ‘Toplum Okulu’ modelinin ilk örneği olarak da kabul edilen Suffa’da öğrenim gören öğrenciler ilerleyen yıllarda çeşitli beldelere gidip yerleşerek eğitim faaliyetlerine orada devam etmişlerdir. Özellikle Hz. Ömer döneminde camiler birer halk okulu gibi hizmet vermiş, Mekke ve Medine camileri başta olmak üzere, İslam’ın yayılmış olduğu diğer bölgelerdeki camilerde eğitim öğretim faaliyetleri yoğun olarak gerçekleştirilmiştir". (Yılmaz, 2013, 28-37). (dergipark.ogr.tr)
"Mescid-i Nebi, esas itibarıyla inananların toplanıp ibadet yapması amacıyla inşa edilmişti. Nitekim Müslümanlar, günde beş vakit bu kutsal mekânda bir araya geliyorlar, Allah Resulü’nün arkasında saf tutup namaz kılıyorlardı. Peygamberimizin mescidi, ibadethane olmasının yanında başka birçok işleve de sahipti. Müminler, çok önemli bir mazeretleri olmadıkça namazlarını mutlaka Mescid-i Nebi’de kılmaya önem veriyorlardı. Mescid-i Nebi, yeni oluşmaya başlayan İslam toplumunun tanışıp kaynaşmasında da önemli bir işleve sahipti. Müminler, camiye gelmeyen biri olduğunda hemen bunun sebebini araştırıyorlar, namaza gelmeyen kişi hastaysa ya da başka bir sıkıntısı varsa onun sıkıntısını paylaşıyorlardı. Yardıma muhtaç olanları burada belirliyor, ona el birliğiyle yardım ediyorlardı. Hz. Muhammed, peygamber olmasının yanı sıra aynı zamanda bir devlet başkanı ve Müslümanların lideriydi. Buna bağlı olarak Mescid-i Nebi, aynı zamanda devletin de merkezi durumundaydı. Devleti ve Müslüman toplumu ilgilendiren önemli kararlar burada istişare edilir ve sonuca bağlanırdı.
Anlaşmazlıklar burada çözülür, adli davalar burada sonuçlandırılırdı. Mescid-i Nebi, Ashab-ı Suffe başta olmak üzere bazı müminler için barınma yeri, Allah Resulü’nü ziyarete gelenlerin kaldığı bir misafirhane, sosyal yardımların dağıtıldığı bir müessese işlevlerini de üstleniyordu. Sevgili Peygamberimiz, çeşitli Arap kabilelerine mensup elçi heyetlerini burada üstüvânetü’l-vüfûd (Elçiler Sütunu) denilen sütunun önünde kabul etmiş, bazı heyetleri mescidin içerisinde kurulan çadırlarda ağırlamıştır. Hz. Peygamber zamanında Mescid-i Nebi’de Eslem kabilesinden Rufeyde el-Ensâriyye adındaki kadın için bir çadır kurulmuş, Rufeyde burada yaralı ve hastaları tedavi etmişti. Mescid-i Nebi’de bulunan bir oda da beytülmâl yani devlet hazinesi olarak kullanılmaktaydı." (TDV Ansiklopedisi)

* 02/10/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Kırmızı Dalga *

Kavşaklar ve kavşaklarda bulunan trafik lambaları, hayatımızın bir parçası ve olmazsa olmazımızdır. Özellikle trafik lambaları, araç trafiğinde oluşabilecek keşmekeşliğin önüne geçmektedir. Bazı ışıklar zaruretten yerli yerinde konmuş ve trafik akışına katkı sağlarken bazıları trafiği tıkamak için konmuş izlenimi veriyor. 
Trafik lambaları önemli bir işlev görse de bazı yollarda ışıktan dolayı uzun kuyruklar oluşabilmektedir. Bunun önüne geçebilmek amacıyla belediyeler, sürücülerin ışıklara takılmadan yoluna devam edebilmesi için trafiğin yoğun ve yeri uygun yerlere alt ve üst geçitler yapmaktadır. Böylece sürücüler, ışığa takılmadan ve zaman kaybetmeden menziline daha çabuk varabiliyorlar. Konya'dan örnek verirsek, İstanbul Yolu gibi. Alt ve üst geçit yapılmayan/yapılamayan bazı yollarda özellikle Adana Çevre Yolunda, Fetih ve Ahmet Özcan Caddelerinde ve Nalçacı gibi yerlerde "yeşil dalga" planlaması uygulamak suretiyle sürücülerin kırmızı ışığa yakalanmamasına katkı sağlanmaktadır. Ama tüm yollarımız örnek verdiğimiz yollar gibi değil. Bazı yollarda birbirine yakın o kadar ışık var ki adım atabilirsen aşk olsun. Bu yollarda yeşil dalga da olmadığı için her bir ışıkta kırmızıya yakalanmadan geçmek her sürücüye nasip olmaz. Çünkü buralarda yeşil dalga yerine kırmızı dalga uygulaması vardır. Örnek vermek gerekirse Meram Yaka'ya gitmek için İhsaniye ışıklarından kalkan bir araç, Ali Kemal Belviranlı Caddesi ile kesişen yolda(Melikşah Parkı mevkii) kırmızı ışığa yakalanıyor. Yeşil yanınca kalkan araç, 300 metre sonra Çolak Hoca diye bilinen caminin yanındaki ışıklara tekrar yakalanıyor. Birbirine bu kadar yakın bu iki ışığı ayarlamak zor olmasa gerek. Birinde ışığa yakalanan, diğerinde yakalanmayacak şekilde bir planlama pekala yapılabilir. Bu ışıkta da bekleyen araç iki km gitmeden Fatih Caddesi ile kesişen ışıklara (Yaka Pide) takılıyor. Buradan kalkan araç, Meram Yeni Yol ile kesişen ışıklara varıncaya kadar bir daha ışığa yakalanmıyor iken Öncü düğün salonunun önünde, yapılan kavşak düzenlemesiyle yeni bir ışığa daha takılır oldu. Işıkla beraber uzun kuyruk oluşuyor şimdiden. Hem gidişi hem de dönüşü işlek bir cadde olsa da bu yol, bir çarşı trafiği kadar işlek değil. Oluşan tüm araç yoğunluğu geliş ve gidiş olarak Yaka yolu üzerinde iken sağdan ve soldan  çıkacak araçlara da ışık konmuş. İşin garibi bu dört yolun sağından ve solundan gelen ve geçen araç sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Işığa yakalanan sürücüler, diğer lambalara verilen süre kadar daha beklemek zorundalar. Bence buraya konan bu lambalar gereksiz. Üstelik bugüne kadar burada yine dört yol vardı. Işık olmamasına rağmen burada bir trafik kazası da meydana gelmedi. Bu yoldan geçen sürücüler kontrollü bir şekilde bu yolu bugüne kadar kullandı. Durum bu iken ışık konan bu kavşak, trafiği kilitlenmekten başka bir amaca hizmet etmiyor ve tekrar ediyorum, kırmızı dalga görevi yapıyor. Halbuki trafikte asıl olan, trafiğin rahat akmasını sağlamak değil mi? Buraya lamba koymak kimin fikri ise bu, iyi bir fikir değil. Yol yakınken bu lambalar kontrollü geçiş olacak şekilde  sürekli yanıp sönen sarı ve kırmızı ışığa dönüştürülmeli. 
Konu yollardan açılmışken iki caddeyi daha örnek vermek istiyorum. Beyşehir Yolundan Erenköy'e gitmek için Hicaz ve Alemdar caddelerini takip eden sürücü o kadar kavşak geçiyor, hiçbir kavşağa takılmadan yoluna devam ediyor. Çünkü trafik lambası yok. Buna rağmen bir keşmekeşlik oluşmuyor. Gereksiz birkaç set yapılmış. Bunlar da kaldırılırsa alternatif iyi bir yol olur.
Bir diğer cadde daha dikkatimi çekti. Bir ara Saraçoğlu tarafına giderken Mengene yolunu takip ettim. Uzun yıllar geçmediğim bu yoldan geçince ilçeme giderken otobüsle çok geçtiğim çocukluğum, gözümün önüne geldi. Çevre yoldan bu yola girince Eski Garaj'a kadar takılmadan gelirdi otobüs. Şimdiki halini görünce şaşırdım. Yol boyunca takıldığım ışık sayısını sayamadım. Tamam, eskiye oranla trafiğe çıkan araç sayısı çok arttı. Tek ve iki katlı evlerin yerine yüksek katlı binalar yapılmak suretiyle nüfus da arttı. Açılan yeni yollara ışık konması normal. Ama ışıkla beraber ışığa yaklaşırken veya ışığı geçince konmuş setler de dikkatimi çekti. Setleri de sayamadım. İşlek bir caddede set? Pes doğrusu! Işık konmuşsa sete niçin ihtiyaç duyuldu? Set konmuşsa ışığa ne gerek vardı? Hız kesmek için yapılan bu setler bu devirde caddelere yakışmıyor. Zaten hız yapmak isteyen sürücünün, ışıklarda dur-kalk yapmaktan ve setlerde yavaşlamaktan hıza ne vakti kalıyor ne de hız yapacak bir mesafe. Setler ve ışıkların yanında yolun sağına belli aralıklarla "Bu yolda hız kontrolü yapılmaktadır" uyarı levhaları da yerleştirilmiş. Sürücülerin kaç hızla gideceği de belirtilmiş. Tüm bunlar, “Bu yoldan araçla geçme. Yoksa görürsün gününü” der gibi.
Hasılı, trafiği düzenlemek için ışığa, hız kontrolü için gerekli uyarıya eyvallah. Ama setlere hayır! Çünkü bu devirde setler çok ilkel kaçıyor. Birbirine yakın trafik lambalarının da hep kırmızı dalga olmayacak şekilde ayarlanmasında fayda var.

*05/10/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Eylül 2020 Cumartesi

Fiyatlar Normal Değil *

90 öncesinden 2002 yıllarına kadar bol enflasyonlu bir ekonomi hayatı yaşadık. Paramız bol sıfırlıydı. Hayat pahalılığı iliklerimize kadar işlemişti. Bugün aldığımız bir ürünü yarın aynı fiyata alamazdık. Bir ürünü bugün alan yarın alana göre daha kârlıydı. Bereketli ve hesaplı olsun diye toz şekeri çuvalla, deterjanı fazlaca alırdık. Bir beyaz eşya taksitine girmişsek o borç ödeninceye kadar ikinci bir beyaz eşya alamazdık. Bazı yerlerde kiralık evler Mark veya Dolarla verilir olmuştu. Alım gücü iyice düşen vatandaş ay sonunu güç bela getirirdi. Hatırladığım kadarıyla 94 ve 2001 yılında iki büyük devalüasyona maruz kaldık. Paramız iyice pul olmuştu. Devlet, personelinin maaşını ödemede zorlandı.
2002'den sonra enflasyonla mücadele çerçevesinde paramızdan 6 sıfır atıldı. 2007'de bir ekonomik kriz olsa da vatandaş bu krizden pek etkilenmedi. Zira bizi teğet geçti. Ülkede tek başına bir iktidarın olması, ülkeye çok miktarda sıcak paranın girmesi, hükümetin mali politikadan taviz vermemesi, enflasyonu düşürdüğü gibi fiyatlar yerinde saydı, hatta geriledi. Paramız değerlendi ve bereketlendi. Alım gücümüz arttı. Eskiden yılda bir beyaz eşya alabiliyorken tüm beyaz eşyaları bir defada alır olduk. 
Ekonomi düzeldi, artık önümüzü görebiliyoruz derken Gezi olayları, 17-25 Aralık süreci, 15 Temmuz kanlı darbe teşebbüsü, ABD ile yaşanan siyasi ve ekonomik gerilim, sıcak paranın kaçması, cari açığın iyice açılması, Irak-Suriye operasyonları, kısa aralıklarla seçimler ve referandumların yapılması, seçimlerde mali disiplinden ödün verilmesi gibi sebeplerin üzerine, salgından kaynaklanan olağanüstü durumun ortaya çıkması; bizi, unuttuğumuz enflasyonlu hayata yeniden döndürdü. Adeta 2000 öncesi dönemlere geri döndük.
Döviz karşısında paramızın erimeye devam ettiğini söylemeye gerek yok. Döviz insafa gelip nerede duracak diye gözümüzü dikmiş, bekleyip duruyoruz.
TÜİK verilerine göre 11,77 çıkan/çıkarılan enflasyon oranında ürünlere zam yapılmasına herkes, dünden razı. Gördüğüm kadarıyla piyasalar TÜİK verilerinden ziyade kendi bildiğini okuyor. Bu okuma canımızı okuyor. Zira tereklerdeki ürünlerin fiyatları almış başını gidiyor, adeta uçmuş. Görüntü, pandemi ortamının da tetiklemesiyle hayat pahalılığı yakın bir gelecekte makul bir yerde duracağa da benzemiyor. Ki salgın nedeniyle bazı sektörler halen ya kapalı ya da tam randımanlı çalışmıyor. Bu demektir ki uzun yıllar unuttuğumuz bu enflasyonlu hayatı, bundan sonra daha derinden hissedeceğiz ve sıkıntı çekeceğiz. Zaten yalancı baharlar hariç enflasyonla mücadele, bu ülkenin milli bir meselesi ve değişmez kaderidir. Her hükümet bunu kucağında bulur. Hükümetler enflasyonla mücadele etmek için bir dizi tedbir alır. Buna paralel olarak vatandaş da kemerleri sıkar.
Koronavirüs salgınının ekonomilere verdiği tahribatı sadece bizim ülkemiz değil, tüm ülkeler yaşıyor. Sanki bizim ülkemiz fazla etkileniyor gibi. Dünya küresel bir ekonomik krizle karşı karşıya. Adı konmamış bu krizin, Büyük Buhran adı verilen 1929 ekonomik krizinden daha ağır sonuçları olacak gibi görünüyor. Pandemi sonrası bizi ve dünyayı nasıl bir ekonomik hayat bekliyor? Burası da muamma…
Hasılı, sıkıntımız büyük. Allah kimseyi parayla, işiyle ve aşıyla imtihan etmesin, bugünümüzü aratmasın ve yarınlarımız daha iyi olsun, bu ekonomik sıkıntının altından kalkabilmeyi devletimize ve milletimize nasip etsin.

* 28/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

25 Eylül 2020 Cuma

Çocuklar İçin En Güvenli Yer *


Biz salgının artmaması ve çocuklarımızı salgından korumak amacıyla okulları ve üniversiteleri açmayalım. Mart ayından beri eğitim ve öğretim yuvalarını kapalı tutalım. Şu gün açacağız, bugün açacağız açıklamalarıyla okulların açılmasını sürekli öteleyelim. Tüm umutlarımızı bulunacak aşıya bağlayalım. Bir zamanlar ders çalışmalarının önünde en büyük engel gördüğümüz cep telefonu, tablet ve bilgisayarlardan çocukları uzak tutalım derken şimdilerde, çocukların öğrenimlerini yerine getirmek için uzaktan eğitime can simidi gibi sarılalım. Tüm bunlara rağmen salgın aldı başını gidiyor. Yaz döneminde bile hız kesmeyen virüs, benden bu kadar deyip çekip gitmedikçe biz bu olağanüstü hayatı yaşamaya devam edeceğiz görünüyor. 
Bu durumda ne yapılmalı/ydı? Bu soruya cevap vermeden önce iki anekdota yer vereceğim. Ardından konuyu bir yere bağlamaya çalışacağım.
22 Eylül Salı günü Sille’den yürüyerek gelirken bisiklet yolunu takip ettim. 12-14 yaş aralıklarında 8 çocuk, önümde önlü-arkalı yürüyorlar. Hızımı kesmeden yola inip önlerine geçtim. Geçerken çocuklara göz gezdirdim. Ne maske vardı ne de mesafe. Üstelik omuz omuza yürüyorlardı. İçlerinden bir tanesi “Dayı, yürüyüş mü yapıyorsun” diye seslendi. Evet, dedim. “Ben de seninle yürüyeceğim” dedi. Peşime takıldı. Sonra pes etti. “Amca, bir iki yüz lira versen ya!” dedi. Cevap vermeden geçip gittim. Üzüldüm çocukların durumuna. Bugün yarı şaka yarı ciddi istediği para, kendi çocuklarımıza bile verdiğimiz harçlık değildi. Okul günü okulları kapalı olduğu için okullarına gidemeyen bu çocuklar, bu boşlukta ileride bir çete oluşturabilirler, kuytu yerlerde gözüne kestirdiklerinin önünü kesip parasını almaya kalkabilirler. Bu sekiz çocuk sökül paraları deyip üzerime çullansalar cebimdeki parayı vermekten başka çarem olmazdı.
*
Biliyorsunuz, Bilim Kurulunun tavsiyeleri çerçevesinde MEB, okulları açmadı. 8.ve 12.sınıf öğrencilerine yönelik olmak üzere okullarda Destekleme ve Yetiştirme kurslarının açılmasına izin verdi. 13 ve 20 Eylül Pazar günü 8.sınıf öğrencilerin kurs gördüğü bir okulu gözlemledim. Kursa gelen öğrencileri okulun müdür yardımcısı dış kapıda karşılıyor. Temas ve maske kontrolü yapıyor. Maskesi olmayan öğrencilere maske veriyor. Elindeki mikrofonla da gerekli uyarıları yapıyor. Dezenfektan makinesinden elini temizleyen öğrenci sınıfına geçiyor. Okulun iki katındaki sınıflar, günlük altı saat ders görecek şekilde eğitim ve öğretime hazır edilmiş. Sınıfına giren öğrenci kendisi için ayrılmış ve üzerine ismi yazılmış sırasına oturuyor. Başka bir sıraya oturamıyor. Öğretmen sınıfa giriyor. Ders esnasında dahi ne öğrenci ne de öğretmen maskesini çıkarıyor. 6 ders saati boyunca maskeli ve kimse kimseyle temas etmeden öğretmen dersini işliyor, öğrenciler de dersi dinliyorlar. Teneffüs ziliyle birlikte müdür yardımcısı, kah bahçede kah üst kattan bahçeye çıkan öğrencileri gözlemliyor. Birbirine yaklaşan öğrenciyi gördüğü zaman tüm öğrenciler duyacak şekilde “Çocuğum! Mesafeni koru, uzaklaş arkadaşından” uyarısını yapıyor. Ders bitiminde hakeza öğrencileri dış kapının önünden evlerine uğurluyor.
Şimdi gelelim sadede. Bence okullar tüm sınıflara açılmalıydı. Burada salgın daha da artabilir denebilir. Evet, okullar açılınca salgının daha da artma ihtimali var. Ama bunun yolu bir milyon öğretmeni ve 18 milyon öğrenciyi eve kapatmak ve dijital ortama hapsetmek değil. Ki okulları kapatıp evlere hapsettiğimiz öğrencilerin çoğu ilk anekdotta yer verdiğim gibi evlerinde durmuyor. Zaten durduramazsınız. Çarşı-pazarda, park-bahçelerde arkadaşlarıyla birlikte yüzlerinde maske olmadan, sosyal mesafeye riayet etmeden toplu halde bir oraya bir buraya dolaşıp duruyorlar. Bu çocuklar birbirleriyle temas ederek dışarıdan kaptıkları virüsü büyüklerine taşıyabilirler. Çünkü dışarıda bu çocuklar sahipsiz ve denetimsiz.
İkinci anekdota baktığımız zaman çocuklar için en güvenli yerler okullar olduğu görülecektir. En azından girişi, çıkışı ve oturuşu kontrol altında ve bu yüzden diyorum ki okullar her kademede yüz yüze eğitime açılmalı. İnanın, çocuklarımız okullarda dışarıdan daha güvendeler.

* 26/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

24 Eylül 2020 Perşembe

"Her şeyin bir vacibi var"

Sille'de ikindi namazını kılmak için bir camiye girdim. İmamdan başka cemaat olarak dört kişi varız. İmam rükuya vardı. Sesi çok gür geldi. 

Namazın bitiminde gördüm ki imam, yaka mikrofonu kullanıyormuş.

Bir yaka mikrofonu bile olmayan müezzin, "Allahümme ente'sselamu..." okumaya başlayınca ben ve bir genç tesbihe kalmadan çıktık. 

Sesini kalabalık cemaate duyurmakta zorlanan imam, mikrofon kullanırken nedense müezzinin mikrofon kullanılmasına ihtiyaç hissedilmemiş. 

Dört kişilik cemaate mikrofon takan imamın bu tasarrufu garibime gitti. Aynı garipliği, cemaatin tek genci de hissetmiş olabilir mi diye çıkışta gence "Dört kişiye de mikrofon takılır mı?" dedim ve aramızda şu konuşma geçti:

—Taksın, takmalı tabi!

—Niçin?

—Niçini var mı? Cemaat sadece dört kişiden ibaret değil ki! Arkada melekler de saf tutuyor.

—Melekler mikrofonsuz imamın sesini duyamaz mı? 

—Her şeyin bir vacibi var. Tamam mı? Niye maske takıyoruz? Niye gözlük kullanıyoruz? Mikrofon da böyle. Bunun vacibi de bu.

—Namazı mikrofonla kıldırmayı vacip mi diyorsun?

—Sen bildiğin gibi inanmaya devam et, tamam mı dedi ve bulduk belayı dercesine benden kaçar gibi çekip gitti.  

Not: 1.Müezzinin çıplak sesi nasıl ki caminin her yerine ulaştıysa imamın sesi de ulaşır. Çünkü cami kutu gibi.

2. Bu vesileyle camide saf tutan melekleri de öğrenmiş oldunuz. Aynı zamanda hiç cemaat olmasa da mikrofonla namaz kıldırmanın hükmünü de. Bundan sonra "Camilerde cemaat yok. Bir saf bile değil" şeklinde felaket tellallığı yapmayın. Bilir bilmez konuşmayın.

3. Genç bana "Sen bildiğin gibi inanmaya devam et" derken "Sen iflah olmaz birisin. Allah seni bildiği gibi yapsın" mı demek istedi.

4. Siz siz olun, imamın mikrofonuna karışmayın. Bunu cemaatten biriyle paylaşmayın. İster mikrofonlu, ister mikrofonsuz namazınızı kılın, çekin gidin. İmamın işine karışmayın. Hiç cemaat olmasa bile imam mikrofon takmışsa bunun gereksiz bir eylem olduğunu aklınızın ucuna bile getirmeyin. Unutmayın ki her şeyin bir vacibi var.

5. Buna göre bir imam, hiç cemaati olmasa da içeride meleklerin saf tutacağını hesaba katıp namazı tek başına kılmamalı. Mikrofonu takmalı ve cemaate namaz kıldırır gibi namazını kılmalı.

6. Yanarım yanarım da gençteki inancın bende olmadığına yanarım. Genç, camide saf tutmuş melekleri görüyor, biliyor ve inanıyor. Bense burnumun ucunu göremiyorum. Öyle zannediyorum, bu anlayışıyla bu gencin önü açık. Yarın bir post kaparsa şaşırmam.

22 Eylül 2020 Salı

Beş Dakika Arayla İki Ezan *

Baştan söyleyeyim. Ezanla bir derdim yok. Ki ezan; vaktin geldiğini bildiren, İslam’ın ve Müslümanların birliğini temsil eden, inananları namaza ve cemaat olmaya davet eden bir çağrıdır. “Bu ezanlar ki dinin temeli/Ebedi benim yurdumun üstünde inlemeli” diyen Akif’in görüşüne katılıyorum. Okunan ezanlardan özellikle nağme yapılmadan ve de çok uzatılmadan ehil biri tarafından güzelce okunan ezana bayılırım ve rahatsız değilim. Böylesi ezanları dinledikçe dinleyesim gelir.
Bu kısa açıklamadan sonra -yazdıklarıma katılır veya katılmazsınız- izninizle cuma günleri öğle vaktinde biri vakit girince(buna dış ezan diyeceğim) diğeri de hatip hutbeye çıkmadan önce beş dakika ara ile okunan iki ezanı masaya yatırmaya yatıracağım.
Peygamber Efendimiz zamanında cuma günleri imam hutbeye çıkmadan önce sadece iç ezan yani tek ezan okunmuş; bu uygulama, ilk iki halife olan Hz Ebu Bekir ve Hz Ömer zamanında da aynı şekilde devam etmiştir. Hz Osman zamanına gelindiğinde “şehrin genişlemesi ve iç ezanın her tarafta duyulmaması üzerine, namaz vaktinin girdiğinin bildirilmesi maksadı ile dışarıda da ezan okutulmaya başlanmıştır. Hz. Peygamberin uygulaması olan iç ezanın da okunmasına devam edilmiştir”. (Kâsânî, Bedâî’, I, 152) Hz Osman zamanında başlatılan bu uygulama, günümüzde de aynı şekilde devam etmektedir.
Peygamber Efendimiz zamanında bizim iç ezan diye ifade ettiğimiz ezan, aslında bir nevi dış yani ilk ezandır. Çünkü Peygamberimiz zamanında (sanırım Araplarda aynı uygulama devam ediyor) sünnetler evlerde kılınır, farz için camiye gelinirdi. Farzı kılan evlerine dağılır, geriye kalan sünnetleri de yine evinde kılardı. O gün okunan ezan, cumanın ilk sünnetini evinde kılanlara “Haydin farza başlıyoruz” anlamına geliyordu. Bugün biz camiye gidince sünnet, vacip, farz hepsini birden aynı anda ve aynı camide kılıyoruz. Durum bu iken yani tüm cemaat okunan dış ezanla birlikte camiye gelmişken ilk sünnetin ardından dış ezan gibi tekrar ikinci bir ezan okumaya gerek var mı? Zannımca ikinci ezana gerek yok. Çünkü maksat hasıl olmuştur. Peygamberin uygulamasını esas alır, iç ezan mutlaka olmalı denirse bu sefer, dış ezana gerek yok. Burada cumaya gelecek olanlar cuma vaktini unutabilir, zamanında gelemez denirse, buna şu örneği vermek isterim: Yılda iki defa bayram namazı kılıyoruz. Üstelik güneşin doğmasının ardından 45 dakika sonra erken vakitte bu namazların vakti giriyor. Çoğu uykusundan yeni kalkıp geliyor. Kıldığımız bu namazlarda ne ezan okunuyor ne de kamet getiriliyor. Bayram namaz vaktini bilen herkes, zamanında camide saf tutuyor. Yılda iki defa olmasına ve ezan okunmamasına rağmen unutulmuyor. Haftada bir kıldığımız cumada da unutulmaz diye düşünüyorum.
Ne zararı var, iki defa okunmasının diyebilirsiniz. Zararı yok elbet. Ama dış ezan bir beş dakika sürüyor. Ardından bir beş dakika ilk sünneti kılıyoruz. Minbere çıkan imamın ardından ayağa kalkan müezzin, bir beş dakika daha sürecek iç ezanı okuyor. Eğer bu uygulama devam edecekse en azından iç ezanı kamet şeklinde okumakta fayda var. Bu, hem vakti verimli kullanma hem de sesi eğitilmemiş ve makam bilmeyen kişilerin çekerek okumasının önüne geçecektir.
Değinmiş olduğum bu konu, çok önemli ve sorun olan bir konu değil ama yine de üzerinde düşünülsün isterim.

* 25/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



21 Eylül 2020 Pazartesi

Camilerimiz ve Dilencilik *

Her hafta olmasa da cuma günleri cuma hutbesinin akabinde din görevlileri, cuma namazı sonrası çıkışta sergi açılacağını duyurur. Farklı farklı yerlere yardım duyurusu yapılsa da ağırlıklı olarak "Muhtelif cami ve Kur'an Kursları” yardım konusunda ilki hiçbir yere kaptırmıyor. Müftülük aracılığıyla bir yardım duyurusu olmazsa cami görevlisi, o haftayı kendi camisinin ihtiyaçları için sergi açtırmak suretiyle değerlendiriyor.
Diğer illere ilave olarak Konya'da yardım toplanan bir yer daha var. Meram ilçesinde bir mahallede yapımı devam eden 5 katlı bir kız Kur'an kursu. Yapımına ne zaman başlandı bilmiyorum ama uzun süredir inşaatı devam ediyor. 
Belirli aralıklarla yardım toplanan bu beş katlı kurs binası nerede diye düşünürken arabamla geçerken inşaatı görebildim. Bir spor tesisinin sırtına yapılan bu kurs binasının karkası bitmiş, duvarları örülmeye başlanmış. Bu eğitim yuvasının bahçesi nerede diye göz gezdirdim. Burada okuyacak çocukların teneffüse çıkıp hava alabileceği ve oyun oynayabileceği bir boşluk maalesef göremedim. Kurs binasından ziyade bir apartmanı andırıyor bina. Bir gün bu kursun inşaatı biter, eğitim ve öğretime açılır, içinde okuyacak öğrencisi olursa buradaki çocuklar, yanındaki spor tesisinden faydalanabilirlerse ne ala! Halbuki eğitim yuvası olacak yer, salt dört duvardan ibaret bir yer olarak düşünülmemeliydi. Burada okuyacak çocukların okurken oynamak da hakları. Zira oyun da eğitim ve öğretimin bir parçasıdır.
Anlaşılan bu bina bitinceye kadar camilerimizde belirli aralıkla yardım toplanmaya devam edecek. Merak ettiğim, 12 yıllık zorunlu öğretimden sonra Konya'da yeni bir kurs binasına ihtiyaç var mı? Mevcutların doluluk oranı nedir? Bildiğim kadarıyla birkaç kursun dışında mevcut Kur'an Kursları neredeyse atıl durumda. İki ay yaz dönemini saymazsak kurslar öğrenci yokluğundan istenildiği şekilde tam randımanlı çalışamıyor. Buna rağmen yeni kurs inşaatına başlanmasını anlamakta zorluk çekiyorum. 
Türkiye'nin neresinde olursa olsun, bir yerleşim yerine Kur'an Kursu, cami, İHO veya İHL gibi yerlere ihtiyaç varsa bu ihtiyacın giderilmesi için vatandaşımız bugüne kadar yardımını esirgememiş, az çok yardımını yapmıştır. Yardım etmeye de yine devam edecektir. Yeter ki ihtiyaç olsun. Vatandaşın yardım duygusu takdire şayan iken müftülüklere, din görevlilerine veya inşaatın yapılmasına öncülük eden kişilere düşen, bir inşaata başlanmadan önce iyi bir ihtiyaç analizi yapmalarıdır. Benden önceki müftü şu kadar kurs binası yaptırmış, ben de beş kat yaptıracağım yarışından veya bu arsayı bulduk, hemen değerlendirelim, içinde öğrenci olur mu, olmaz mı, buna sonra bakarız anlayışını terk etmek lazım. 
Kurs ihtiyacı, kursta okuyacak öğrenci olup olmayacağı, kursta görev yapacakların çocukların psikolojisinden anlayıp anlamadığı, kurs yerinin uygun olup olmadığı konusunu bir tarafa bırakalım. Yardım toplanma şekline değinmek istiyorum. Herhangi dini bir kurumun inşaatını yapmak için camilerde yardım toplanmaya devam edilecekse sergiyi kaldırmak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü cami çıkışında serilmiş sergi, güzel bir görüntü vermiyor. Serginin başında görevli varken sergiye para atmadan geçip gitmek insanımıza zor gelebilir. Vatandaşın cebinde parası olmayabilir, parası varsa da yardım toplanan yeri ihtiyaç olarak görmeyebilir. Görevlinin önünden geçip giderken “yardım yapamadım” diye bir eziklik hissedebilir. Vatandaş, para atarak veya atmayarak resmi sergiyi geçse, kapının sağında veya solunda bazen bir bazen birden fazla poşetini açarak yardım toplayan gayri resmi dilencilerle muhatap oluyor. İnsanımız bu kadar para isteyenin arasında hangisi veya hangi yer daha ihtiyaç sahibi diye düşünmeden edemiyor. Hepsine birden yardıma gücü yetmeyebilir. Birine verip diğerine vermese mahcubiyet duyabiliyor. Cami önlerine sergi açmaktansa nereye yardım toplanacaksa cami görevlisi, cumadan önce cami girişine yardım toplanacak yerin adını, iban numarasını, yardımın hangi tarihe kadar yapılabileceğini yazabilir. Hutbe bitiminde de ayrıca duyurusunu yapabilir. Yardım yapmak isteyen vatandaş, çıkışta yazılı iban numarasını alarak evine gidince veya müsait olunca yapacağı kadar miktarı hesaba eft yapabilir. EFT yoluyla yapılan yardımın miktarı sergiye atılandan daha fazla olabilir. Gönderilen yardım aynı anda ilgili yardım toplanan yerin hesabına geçer. İban veya bu yolu kullanmasını bilmeyen yardımseverler de bir başka tanıdıkları vasıtasıyla yardımlarını ilgili hesaba gönderebilirler. Böyle yapıldığı takdirde cami görevlisi ayrıca para işiyle uğraşmaz. Ne kadar para toplandığına dair tutanak tutma ve toplanan parayı namaz sonrası müftülüğe teslim etme gibi işlerle de uğraşmamış olur. Böylesi yardım şekli daha şık olur diye düşünüyorum. Burada “Efendim, sergi olmazsa vatandaş gerektiği kadar yardım yapmaz” denebilir. Bu işler gönüllülük esasına göre değil mi? İsteyen yardımını yapar, isteyen yapmaz. Hem bu yol ile yardım sadece camiye gelenlerden toplanmamış olur, farklı duyuru yollarıyla camiye gelemeyenlere de ulaşılmış olur.
Camilerde toplanan yardım konusunda hangi yol uygulanırsa uygulansın ama sergiden vazgeçmek lazım. Çünkü ben bunu resmi dilencilik gibi görüyorum. Camileri dilencilik merkezi haline getirmemek lazım diye düşünüyorum. Cami önlerinde saf tutmuş diğer gayri resmi dilencilerin önüne geçmek için de yetkililerin önlem almasında fayda var.

* 23/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


17 Eylül 2020 Perşembe

Uçkur Meselemiz *


Çocuklara ve kadınlara taciz ve istismar bu ülkenin kanayan bir yarası. Her gün bir yerden bir taciz olayı patlak veriyor. Taciz iddialarının bazısının bir müddet sonra iftira olduğu ortaya çıksa da gün yüzüne çıkan taciz ve istismarlar, buzdağının görünen yüzü. Kapalı kapılar ardında kalan ve üstü örtülenler de az değil bu ülkede.
Taciz ve istismar konusunda hiçbir mahalle, hiçbir kesim, hiçbir zümre maalesef masum değil. Bugün bir mahallede çıkan taciz, yarın bir başka mahallede kendini gösteriyor. Bu demektir ki uçkurda çoğumuz sınıfta kalıyor.
Gündemi epey işgal eden bir taciz vakası da köklü ve güzide bir üniversitemizde, kadın akademisyenin şikayeti üzerine ortaya çıktı. Ardından erkek akademisyen de şikayetçi oldu. Üniversite yönetimi tarafından açığa alınan iki akademisyen hakkında kararı bundan sonra yargı verecek. 
Hangi kesim ve statüde olursa olsun taciz, tasvip edilebilecek ve masum görülebilecek bir şey değil. Hele bu işi yapanlar, çocuklarımızı teslim ettiğimiz bir eğitim yuvasından çıkarsa, hele bu kişiler evli barklı iseler, hele bu kişiler çocuklarımızın hocası ise varın ötesini siz düşünün. 
Bu uçkur meselesi ne menem bir şeymiş ki sorumluluklarımızı bir kenara itebiliyor. Girdiğimiz yolun sonu olmayacağını bile bile gözümüz hiçbir şeyi görmüyor. 
Olay yargıya taşındığı için gazetelere yansıyan içerikten bahsetmeyeceğim. Olayın bazı yönlerine değineceğim: 
Olayın aslı var ise bu olayda;
1.Evli barklı bu iki akademisyen, çocuklarına ve kocalarına aldırmadan liseli gençler gibi gönül ilişkisi yaşıyor. Aralarındaki bu duygusal ilişki iki yıldan fazla sürüyor. (Çocuklarına ve eşlerine ihanet var.)
3. İdari ve öğrenci işleri görülsün diye tahsis edilen idare ve temsil odası yatak odası olarak kullanılıyor. (Emanete ihanet var.)
4. Hanımefendinin yardımcı doçentlik ve doçentliğe giden yolda kayırılması var. (Akademik unvanın nasıl alındığı manidar. Siz buna beşik ulemalığı da diyebilirsiniz.)
5. İki yılın ardından bu böyle gitmeyecek  ayrılalım dendiği zaman "Fotoğrafları eşine ve çocuklarına gönderirim" tehditleri yapılıyor. (Şantaj var.)
Aynı fakültede akademisyen olan bu ikili, sınıf arkadaşları imiş. Yani fakülteden önce tanışıyorlar ve birbirlerini iyi tanıyorlar. Merak ettiğim; bu ikili, bu gönül ilişkisini niçin bekarken yaşayıp ilişkilerini evlilikle taçlandırmadılar da bir başkasıyla evlenip çoluk çocuğa kavuştuktan sonra böyle bir maceraya giriştiler? Böyle yapsalardı kim ne diyebilirdi onlara? En azından eşlerini ve çocuklarını aldatmamış ve iki aile faciasına sebebiyet vermemiş olurlardı. Kendileri rezil olmadıkları gibi çocuklarının da yüzüne gönül rahatlığıyla bakabilirlerdi. Üniversiteye geri dönerlerse lekeledikleri o akademik unvanlarını nasıl kullanacaklar? Mesai arkadaşlarının yüzüne nasıl bakacaklar, hele ders verdikleri öğrencilerinin yüzüne? O öğrencilere nasıl dürüstlükten ve iş ahlakından bahsedebilecekler? 
Haydi, hiçbirini düşünemediler, akılları sonradan başlarına geldi diyelim. En azından, içinde ihanet ve aldatma barındıran bu ilişkiyi yaşamadan, mevcut evliliklerini bitirip evlenme yoluna gidebilirlerdi. 
İkilinin anlattıklarının neresinden tutarsanız elinizde kalır, mideniz bulanır. Birbiri hakkında şikayet ettikleri hususları gazetelerden okuyunca onlar adına ben utandım. Bir eğitim yuvamızın adının böyle çetrefilli ilişkilerle anılması beni derinden üzmüştür. Bu olay bir müddet sonra unutulsa da belleklerde kalacaktır. Bu aşamadan sonra bu ikili hakkında yargı ne kadar verir, üniversite nasıl bir tasarrufta bulunur bilmiyorum. Bu ikilinin aynı üniversitede görev yapmaması, akademik unvanlarının incelenmesi, usulsüzlük ve kayırma varsa gerekirse unvanlarının geri alınması, mümkünse çalıştıkları üniversite ve başka üniversitelerde görev verilmemesi doğru olur kanaatindeyim. Böyle yapılmalı ki bu yolun yolcularının kulağına küpe olsun. Allah kimseyi böyle bir duruma düşürmesin. Uçkurlarımıza sahip çıkmayı ve hakim olmayı nasip etsin.

* 19/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



16 Eylül 2020 Çarşamba

Kim Sahte, Kim Değil? *

Ne zaman bir tarikat bir vukuatıyla gündeme gelse bu ülkede hakiki tarikat ve sahte tarikat veya gerçek şeyh ve sahte şeyh konusu açılır. Vukuatıyla ortaya çıkan tarikata birileri “Bunlar sahte. Biz bunların sahte olduğunu biliyorduk ve önceden söylemiştik” der. Nedense bu söyleneni daha önce kimse duymamıştır. Gördüğüm, bir yerde şeyh ve müritler varsa herkesin kendilerini hakiki gördükleri ve fırkayı naciye kabul ettikleridir. Bugüne kadar vukuatları ortaya çıkan tarikat müntesiplerinden bile kendilerini sahte göreni görmedim. Çünkü hepsi dört dörtlük.

Sahte-hakiki veya kim hakiki kim sahte üzerinde durmayacağım. Zaten durmaya kalksam da hakikisini sahteden veya sahtesini hakiki olandan ayırt edecek elimde bir kıstas yok. Bugün bu ülkede “Tarikata girmek isteyen olursa hakikisini sahtesinden ayırt etsin ve ona göre girsin” düşüncesi hakim olduğuna göre kaç insanımız hakiki olanları bulur, bunu da insafınıza bırakıyorum. Sahte veya hakiki üzerinde durmaktan ziyade kıssadan hisse alınsın diye size bir anekdot aktaracağım:

Bir zamanlar yönetici olarak görev yapan bir arkadaşımın bir çalışanı vardı. Kendisi uyku nedir bilmediği gibi beni dinleyeceksin diye eşini de hiç uyutmazmış. Kurumda bir yerden bir malzeme kaldırılacağı zaman “Parayı fazla alan kaldırsın” deyip kenara çekilen bu kişi; parayı çok sever ve gam taşımazdı. Namaz kılmadığı gibi hasta olduğu için oruç da tutmazdı. 107 yaşına kadar yaşayacağına inanan bu kişi, dünyada yaşamakta olan beş dahiden bahsederdi. Onlar;  Obama, Putin, Tayyip, kendisi, bir de çalıştığı kurumun müdürü.

Kendisine tedavi olması söylenmesine rağmen hasta olduğunu kabul etmediği için doktora gitmeye ve tedavi olmaya da yanaşmıyordu. Hastaneye gidip tedavi olması için müdürü bir yol bulur. Gider önce bir psikologla görüşür. Psikologa “Ben hastayı getireceğim. Benimle konuşurken o zaten lafa girer. Siz bu esnada teşhisi koyarsınız” der. Ardından bizim dahiye gelir: “Kardeşim, bende şöyle şöyle rahatsızlıklar var. Yalnız ben doktora gidemiyorum. Zira hastane fobim var. Doktor beni muayene ederken yanımda eşlik eder misin” ricasında bulunur. Birlikte doktorun odasına girerler. Bizim arkadaş, personelinde olan belirtileri kendisinde varmış gibi doktora anlatır. Bizimki, rahatsızlığını sayarken personel de bazı belirtileri araya sıkıştırır. Doktor, “Sizin hanginiz hasta” deyince personel, “Bu hasta” dercesine parmağıyla müdürünü işaret eder. Sonunda hasta olmadığı halde bizim arkadaşa ‘Bipolar bozukluk’ teşhisi konur ve tedavi için yatış yapılır. (Bipolar bozukluk, "Maniden depresyona kadar uzanan ruh halindeki aşırı değişiklikler" olarak tanımlanır. Bu duruma bipolar bozukluk denir.)

Bizim arkadaş, personeline “Ben hastanede tek başına kalamam. Benimle beraber sen de yat, bana verilen ilaçlardan sen de kullan” der. Bu vesileyle personelin tedavi olması sağlanacaktır. Bizim arkadaş hasta olmadığı halde personelinin tedavi olması için bir süre hastanede yatar ve tedavisini yaptırtır.

Toptancı değilim. Kimseyi töhmet altında bırakmak istemiyorum. Ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Teşkilatlanma ve çalışma şekilleri birbirine çok benzeyen bu yapıların her biri; kendisini doğru yolda, başkasını yanlış yolda gördüğüne göre acaba bunlar da ha bire başkalarını mı işaret ediyorlar?

* 18/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

13 Eylül 2020 Pazar

Niyetimiz Üzüm Yemek Olmalı *

Türkiye ve dünyada ne kadar tarikat var, bilmiyorum. Bildiğim, irili-ufaklı çok sayıda olduğu. Göz önünde, herkesin bildiği geçmişten günümüze gelen bazı tarikatlar olsa da adı, sanı pek duyulmamış tarikatların adını, müntesipleri bilse de kamuoyu onları bir olaya adı karıştıkları zaman öğreniyor. 

Konu Türkiye gündemine düşünce kamuoyu, meselenin aslını astarını öğrenmeden soluğu kutuplaşmada alıyor. Kimine göre bu tarikatlar,

*"İslam'a ve topluma zarar veriyor. Bunlar uluslararası istihbarat örgütlerinin emrinde. Bunların köküne kibrit suyu döküp yok etmek gerekir".

*”Laik bir ülkede bunlara yer yoktur. Bunlar devrim yasalarıyla yasaklanmıştır. Devlet bu konuda görevini yapmalıdır. Çünkü bu ülke dervişler, şeyhler ülkesi değildir. Bu görüntü ve yaşayış çağdaş Türkiye'ye yakışmıyor".

*”Tarikatlar İslam'ın çimentosudur. İslam'ın kendisidir. Ehlisünnetin kalesidir. Tarikatlar yok edilirse İslam gider. İslam'da bu yapılara yer vardır. Hz Ebu Bekir ve Hz  Ali vasıtasıyla bu yapılar peygambere kadar gider. Tarikatlar geçmişte İslam'ın Anadolu'da, Balkanlarda ve Afrika'da yayılmasında önemli bir rol ve misyon üstlenmiştir. Günümüzde ise insan eğitimine önem vermekte, insanları terbiye etmektedir. Tarikatlar üzerinden yapılan bu tartışma ve bu yapılara yapılan saldırılar, İslam'ın kendisi olan tarikatları yok etmeye ve itibarsızlaştırmaya yöneliktir. Uyanık olmak lazımdır. Hakiki ve sahte olanı ayırt etmeden hepsini aynı kefeye koymak iyi niyetle bağdaşmaz". 

*”Yasal statüye kavuşturulmalı. Bu yapılar şeffaf olmalı. Kuracağı bir mekanizma ile devlet, bu yapıları denetlemeli”.

*”Eskiden önemli rol üstlenmiş bu yapılar asli hüviyetine çekilmeli; ticaret, siyaset ve kamuda kadrolaşmaktan arındırılmalı”.

*”Hepsi FETÖ’nün yolundan gidiyor. Aynı akıbete duçar olmadan tedbir almak lazım”.

Yer verdiğim bu örneklerden hareketle toplumun bir kesimi, bu yapıları zararlı görüp kapatılmasını savunurken bir kesimi de faydalı görüp devamını savunduğu görülmektedir. Bir kesim daha var ki toplumsal vakıayı göz önünde bulundurarak bu yapıların şeffaf ve denetlenebilir bir statüye kavuşturulmasını istiyor.

Bir tarikat şeyhinin bir vukuatı üzerinden yapılan bu konuşmalar bir vuzuha kavuşmadan bir müddet sonra yerini başka gündeme bırakacak. Ta ki yeni bir vukuata kadar konu, buzdolabında bekletilecek. Çünkü savunma ve saldırma refleksi bu meseleyi bugüne kadar hep çözümsüz bırakmıştır. Belki de tarafların istediği bu. Halbuki mesele bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olmalıydı.

Ben savunan ve saldıran tarafta değilim. Bu yapıların çoğu görüşlerini, işleyişlerini ve verdikleri görüntüleri tasvip etmesem de bu yapıların bir ihtiyaçtan ortaya çıktığını ve sosyal bir tabanının olduğunu düşünüyorum. İhtiyacı ortadan kaldırmadan resmiyette yok kabul edilse de merdiven altı veya başka statülerle bu yapılar yoluna devam edecek. Bu tezimi ispatlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. Yakın tarihte dershanelerin kapatılması konusu bile bize bu konuda bir fikir verir. Hepsi, kurs veya etüt merkezi şeklinde devam ediyor ve dünün dershane işlevini yerine getiriyor. Merkezi sınav sistemi olduğu müddetçe bu ihtiyaç da devam edecek ama resmi ama merdiven altı. Tarikatlara verilecek yasal statünün sorunu en aza indireceğini düşünüyorum.

Tarikatları denetleyecek ve çekip çevirecek bir üst çatı olmadığı müddetçe sahtesi-hakikisi yoluna devam edecek. İşin garibi hangisi sahte hangisi hakiki, bunu tespit etme imkanı da yok. Her oluşum kendini fırkayı naciye olarak görüyor. Ne zaman ki bir tanesinde bir olay patlak verince “Onlar zaten sahte şeyh idi” deniyor. Halbuki eğrisi-doğrusu halka bırakılmadan ve testi kırılmadan tedbir alınmalı diyorum.

Yazıma son verirken kafamı kurcalayan bir konuya kısaca değinmek istiyor ve ilgililerinden cevap bekliyorum. Günümüzde, ama tarikat ama cemaat olarak yoluna devam eden bildiğim ne kadar oluşum varsa şeyhleri vefat edince yerine ya oğlu ya damadı ya kardeşi ya torunu vs. geçiyor. Bunun bir hikmeti var mı acaba?

* 16/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

7 Eylül 2020 Pazartesi

Devlet Yalan Söyler mi? *


"Bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz"e yalan denir. Gerçeğin bir kısmını söyleyip bir kısmını söylememek de bir nevi yalandır. Yalanın her türlüsüne ya korkudan dolayı ya dezenformasyon amaçlı ya bir algı oluşturmak ya adaleti ve gerçeği yanıltmak gibi nedenlerle başvurulur. 
Yalanın her bir çeşidi kötü ve asla tasvip edilmese de bazı yalanlar vardır ki telafisi mümkün olmayan onulmaz yaralar açmaktadır.
"Savaşta düşmanı yanıltma, hastaya moral verme, karı koca arasını bulma ve iki dargın insanı barıştırmak dışında, gerçeğe aykırı olan her tür bilgiyi yayanı, toplum olarak yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren bile sevmez. En hafifiyle "Doğru söyle" diyerek tepkimizi ortaya koyar ve "En nefret ettiğim şey yalandır" deriz. 
Yalan konusunda toplum olarak duyarlı olsak da yalansız günümüzün geçmediği de aşikardır. Yeter ki bir konuda zor durumda kalalım. Maalesef yalanlar karşılıklı olarak havada uçuşmaktadır. 
Toplum tarafından tasvip edilmeyen yalanlara bireyler zaman zaman başvursa da devlet adına iş yapan devletin kurumları veya yetkilileri de bazen başvurabiliyor.  Devlet yalan söyler mi? Bu konuda maalesef devletin sicili de pek iyi değil. Devleti yönetenler de içimizden birileri olduğuna göre maalesef yalan söyleyebiliyor. Birkaç örnek vermek istiyorum:
1986 yılında Çernobil faciası olduğunda devletin Sağlık Bakanı ekranlara çıkıp çay içmiş ve "Bakın, ben çay içiyorum. Ürünlerimizde radyasyon tehlikesi yok" demişti. Sonraları, radyasyondan etkilendiğimiz ortaya çıktı.
Her ayın üçünde enflasyon rakamları açıklanır. Açıklanan rakamlara toplum inanmıyor. Hoş, verileri açıklayan yetkilinin de inandığını düşünmüyorum. Çünkü reel hayat başka türlü cereyan ediyor.
Sağlık Bakanının koronavirüs dolayısıyla her akşam açıkladığı ölüm, iyileşme ve testi pozitif çıkanlarla ilgili verdiği verileri, halkın kahir ekseriyeti  ikna edici bulmuyor, özellikle ölümlerin gerçeği yansıtmadığını düşünüyor.
Kamuya eleman alımında ve görevde yükselmelerde ehliyet ve liyakat esas iken bu kıstaslara göre alımın yapıldığı açıklansa da bunun böyle yapılmadığı cümle alemin malumudur.
Kamuya ait ihaleler her ne kadar şeffaf ve en uygun teklifi veren kişi veya firmada kalsa da bunun böyle olmadığı, ihalenin kitabına uydurulduğu ve adrese teslim yapıldığı maalesef bilinen gerçeklerdendir.
Yalan söyleyen ister vatandaş ister devlet olsun yalan söylemeyi yani doğru söylememeyi meslek haline getirirse itibarı zedelendiği gibi güvenini de kaybeder. Bu aşamadan sonra doğru söylese hatta yemin etse bile kimse inanmaz. Çünkü inandırıcılığını kaybetmiştir. Tıpkı "Koyunlarınızı kurt kaptı" diye şaka yapan çobanın durumuna benzer. Çoban bu şakayı o kadar çok yapmış ki bir defasında kurt gerçekten koyunları kapmış. Çobanın yardım istemesine köylü, "Çoban yine yalan söylüyor" düşüncesiyle cevap vermemiş. Çünkü çoban, halkın kendisine verdiği krediyi hoyratça kullanmış ve tüketmiştir.
Hasılı çobanın durumuna düşmemek için kişiler ve devleti yöneten yetkililer, yalan söylememe, doğru bilgi verme konusunda özellikle devlet, azami gayret göstermelidir. Çünkü devletin, vatandaşını doğru bilgilendirme gibi bir görevi de vardır.

* 11/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



6 Eylül 2020 Pazar

Yetmedi mi Dinden Ekmek Yediğimiz? *


Bir toplum içinde yaşayan bireylerin içerisinde kanmaya, kandırılmaya ve aldatılmaya müsait kişiler, namzetler ve müşteriler olduğu müddetçe o toplumda kandıranlar, aldatanlar ve satıcılar da olacaktır. Aldatıcılar boşa kürek çekmezler. Piyasada ne giderse onu satarlar. Yeter ki alıcısı bulunsun. Yeter ki at koşturabilecekleri bir boşluk ve ortam bulsunlar.
Devlet nezdinde resmiyette yok, fiiliyatta var ve merdiven altı çalışmalar var. Devlet bunları yok kabul eder, bunlara karşı kafasını kuma gömer ve bunlara karşı tecahülüarif sanatını icra ederse bunun sonu, hep bu merdiven altına güvenenlerin mağduriyeti olmuştur ve yeni mağduriyetler üretmeye devam edecektir.
Bir toplum içerisinde toplumun kendisinden oluşan devlet denen örgütlenme, vatandaşını koruyup kollama görevini yapmaz, vatandaşına imkanlar sunmaz; kimin eli kimin cebinde demez, gerekli denetimi yapmaz ise birileri kapalı kapılar ardında iş çevirir ve bu ülkenin başına çorap örer.
Devlet yönetmeye talip olan veya devleti yöneten siyasi partiler bir oy uğruna, resmiyette kabul etmedikleri yapılara göz yumar, onlarla dirsek temasını hiç eksik etmez ise birileri yanlamasına, diklemesine gelişir ve yayılır. Siyasiler sayesinde bu yapılar devasa bir güç olurlar. Bu yapılar bir müddet sonra bir başkasının emrine girerlerse bu tür yapılar okunu bu ülkenin kalbine nişan alır.
Bir ülkenin halkı, bir konuda özellikle dini konularda yeterince ve düzgün bilgi sahibi olmaz, dinin cahili olursa, bunlara dini öğretmek isteyen birileri daima karşılarına çıkar. Laf cambazı, derviş görünümlü bu kişiler; Allah, peygamber, din, iman, ayet, hadis diyerek halkasını kısa zamanda genişletirler. Halka genişledikçe bu saadet zinciri bir şekilde devam ettirilir. Çünkü bu milletin yumuşak karnı dindir. Birileri Allah, peygamber dedikçe kurtuluş reçetesini almak için aklımızı ve beynimizi, vardır bir hikmeti diye teslim ederiz. Farkına varmadan bir müddet sonra mankurtlaşırız ama ne hale düştüğümüzün farkına bile varamayız.
Aldatmaların her türü kötüdür ama en kötüsü din ve diyanetle aldatmaktır. Çünkü bu tür aldatmada Allah ile aldatmak vardır. Din alanında yapılan her aldatma aynı zamanda dine de zarar vermektedir. Kalbinde zerre Allah korkusu olan ve tüm yaptıklarının ahirette hesabının sorulacağına inanan biri, insanları Allah ile aldatmaz. Eğer aldatıyorsa bu kişinin Allah ve ahiret hayatına dair olan inancı problemlidir. Niyeti, cenneti bu dünyada yaşamaktır. Nitekim hep öyle oluyor. Bu tür aldatıcılar bir eli yağda, diğer eli balda, yaşayıp gidiyorlar.
İnsanları dinle aldatan derviş görünümlü kişilere kızıyorum. Keşke insanları aldatacak başka argümanlar bulsalar diyorum. Ama en fazla da dinin ticaretini yapan bu din bezirganlarına inanıp onların arkasından giden sürülere kızıyorum. Bu konuda yazıp çizeceklerimi genç bir kalem ve düşünen bir beyin, nefis bir şekilde ifade etmiş. Bu kardeşimin yazısının üzerine söz söylemeyeceğim. Aynen aktarıyorum:
“Malum sapık şeyh olayıyla ilgili çok şey yazılıp çiziliyor. Kimi, bu mesele üzerinden dine saldırıyor, kimi neden yeterince tepki vermiyorsunuz, diyor. Genel olarak herkes bu esfeli suçluyor. Şimdi bu adam sapık. Hepimiz hemfikiriz.
Peki, ya bu adamı bu hale getirenlere, ona musallada yatan meyyit gibi teslim olanlara, her dediğini ve her yaptığını hayra yoranlara, İslam’a mugayir hareketlerini durmadan tevil edenlere, şeyhini peygamberle eşdeğer tutanlara, bir tarafı açıkken yatıp gördüğü rüya üzerinden şeyhini uçuranlara, şeyhini ailesinden üstün tutanlara, şeyhi zenginlik içinde yüzerken verdiği riyazet mavallarına ağlayanlara, şeyhimin nefsi yoktur diyerek kadınlarla oturup kalkmasına ses etmeyenlere, şeyhim her yaptığımı görüyor diyerek ona tapanlara; hasılı şeyhlerinin sapıklıklarına sapıkça inananlar ve destek verenlere ne demeli?
Ben bir şey diyemiyorum. Sadece ibretle izliyorum. Bir de emin olun bu adam gibi ve hatta daha fenasından Türkiye’de yüzlercesi var.
Bu yazıyı okuyup ‘acaba benim şeyhim/hocam da öyle mi’ diyerek tereddüt edip ‘yok canım, bunlar şeytanın vesveseleri’ deyip şeyhinin/hocasının peşinden gidecekler o kadar çok ki…
Sorgulamayacaklar. Çünkü sorgulamak onlara dinden çıkmak gibi öğretildi.
Mensuplarına “Şeyhini zina ederken görürsen ne yaparsın” diye soruluyor bir örgütte. Tahmin edin ideal cevap ne: Gusledecek suyunu hazırlarım.
Bir diğer soru: En sevdiğin kim?
El cevap: Oğlumdur.
Sorunun devamı: Hocanın, oğlunu kestiğini görürsen ne yaparsın?
İdeal cevap: Kanlı ellerini yıkaması için su getiririm.
Emin olun bu yazdıklarım, aysbergin görünen yüzü. Daha neler var neler!
Rabbim hepimizi ıslah etsin.” (Mustafa Necadettin Aktaş)

*07/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.