Ana içeriğe atla

Yetmedi mi Dinden Ekmek Yediğimiz? *


Bir toplum içinde yaşayan bireylerin içerisinde kanmaya, kandırılmaya ve aldatılmaya müsait kişiler, namzetler ve müşteriler olduğu müddetçe o toplumda kandıranlar, aldatanlar ve satıcılar da olacaktır. Aldatıcılar boşa kürek çekmezler. Piyasada ne giderse onu satarlar. Yeter ki alıcısı bulunsun. Yeter ki at koşturabilecekleri bir boşluk ve ortam bulsunlar.
Devlet nezdinde resmiyette yok, fiiliyatta var ve merdiven altı çalışmalar var. Devlet bunları yok kabul eder, bunlara karşı kafasını kuma gömer ve bunlara karşı tecahülüarif sanatını icra ederse bunun sonu, hep bu merdiven altına güvenenlerin mağduriyeti olmuştur ve yeni mağduriyetler üretmeye devam edecektir.
Bir toplum içerisinde toplumun kendisinden oluşan devlet denen örgütlenme, vatandaşını koruyup kollama görevini yapmaz, vatandaşına imkanlar sunmaz; kimin eli kimin cebinde demez, gerekli denetimi yapmaz ise birileri kapalı kapılar ardında iş çevirir ve bu ülkenin başına çorap örer.
Devlet yönetmeye talip olan veya devleti yöneten siyasi partiler bir oy uğruna, resmiyette kabul etmedikleri yapılara göz yumar, onlarla dirsek temasını hiç eksik etmez ise birileri yanlamasına, diklemesine gelişir ve yayılır. Siyasiler sayesinde bu yapılar devasa bir güç olurlar. Bu yapılar bir müddet sonra bir başkasının emrine girerlerse bu tür yapılar okunu bu ülkenin kalbine nişan alır.
Bir ülkenin halkı, bir konuda özellikle dini konularda yeterince ve düzgün bilgi sahibi olmaz, dinin cahili olursa, bunlara dini öğretmek isteyen birileri daima karşılarına çıkar. Laf cambazı, derviş görünümlü bu kişiler; Allah, peygamber, din, iman, ayet, hadis diyerek halkasını kısa zamanda genişletirler. Halka genişledikçe bu saadet zinciri bir şekilde devam ettirilir. Çünkü bu milletin yumuşak karnı dindir. Birileri Allah, peygamber dedikçe kurtuluş reçetesini almak için aklımızı ve beynimizi, vardır bir hikmeti diye teslim ederiz. Farkına varmadan bir müddet sonra mankurtlaşırız ama ne hale düştüğümüzün farkına bile varamayız.
Aldatmaların her türü kötüdür ama en kötüsü din ve diyanetle aldatmaktır. Çünkü bu tür aldatmada Allah ile aldatmak vardır. Din alanında yapılan her aldatma aynı zamanda dine de zarar vermektedir. Kalbinde zerre Allah korkusu olan ve tüm yaptıklarının ahirette hesabının sorulacağına inanan biri, insanları Allah ile aldatmaz. Eğer aldatıyorsa bu kişinin Allah ve ahiret hayatına dair olan inancı problemlidir. Niyeti, cenneti bu dünyada yaşamaktır. Nitekim hep öyle oluyor. Bu tür aldatıcılar bir eli yağda, diğer eli balda, yaşayıp gidiyorlar.
İnsanları dinle aldatan derviş görünümlü kişilere kızıyorum. Keşke insanları aldatacak başka argümanlar bulsalar diyorum. Ama en fazla da dinin ticaretini yapan bu din bezirganlarına inanıp onların arkasından giden sürülere kızıyorum. Bu konuda yazıp çizeceklerimi genç bir kalem ve düşünen bir beyin, nefis bir şekilde ifade etmiş. Bu kardeşimin yazısının üzerine söz söylemeyeceğim. Aynen aktarıyorum:
“Malum sapık şeyh olayıyla ilgili çok şey yazılıp çiziliyor. Kimi, bu mesele üzerinden dine saldırıyor, kimi neden yeterince tepki vermiyorsunuz, diyor. Genel olarak herkes bu esfeli suçluyor. Şimdi bu adam sapık. Hepimiz hemfikiriz.
Peki, ya bu adamı bu hale getirenlere, ona musallada yatan meyyit gibi teslim olanlara, her dediğini ve her yaptığını hayra yoranlara, İslam’a mugayir hareketlerini durmadan tevil edenlere, şeyhini peygamberle eşdeğer tutanlara, bir tarafı açıkken yatıp gördüğü rüya üzerinden şeyhini uçuranlara, şeyhini ailesinden üstün tutanlara, şeyhi zenginlik içinde yüzerken verdiği riyazet mavallarına ağlayanlara, şeyhimin nefsi yoktur diyerek kadınlarla oturup kalkmasına ses etmeyenlere, şeyhim her yaptığımı görüyor diyerek ona tapanlara; hasılı şeyhlerinin sapıklıklarına sapıkça inananlar ve destek verenlere ne demeli?
Ben bir şey diyemiyorum. Sadece ibretle izliyorum. Bir de emin olun bu adam gibi ve hatta daha fenasından Türkiye’de yüzlercesi var.
Bu yazıyı okuyup ‘acaba benim şeyhim/hocam da öyle mi’ diyerek tereddüt edip ‘yok canım, bunlar şeytanın vesveseleri’ deyip şeyhinin/hocasının peşinden gidecekler o kadar çok ki…
Sorgulamayacaklar. Çünkü sorgulamak onlara dinden çıkmak gibi öğretildi.
Mensuplarına “Şeyhini zina ederken görürsen ne yaparsın” diye soruluyor bir örgütte. Tahmin edin ideal cevap ne: Gusledecek suyunu hazırlarım.
Bir diğer soru: En sevdiğin kim?
El cevap: Oğlumdur.
Sorunun devamı: Hocanın, oğlunu kestiğini görürsen ne yaparsın?
İdeal cevap: Kanlı ellerini yıkaması için su getiririm.
Emin olun bu yazdıklarım, aysbergin görünen yüzü. Daha neler var neler!
Rabbim hepimizi ıslah etsin.” (Mustafa Necadettin Aktaş)

*07/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde