31 Mart 2019 Pazar

"Ey İman Edenler! İman Ediniz…" *


Nisa süresi 136.ayette Allah: "Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine ve peygambere indirdiğine ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Her kim Allah'ı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse apaçık bir sapıklık içerisindedir" buyurmaktadır. Ayeti diğer ayetlerden ayıran ve dikkat çeken yönü,  Allah'ın iman eden müminlere iman edin demesidir. Müfessirler bu ayetten ne anladıklarını tefsirlerinde açıklamışlardır. Müfessir değilim. Yarım mürekkep yalamış biriyim. Okudukça beni etkileyen bu ayet üzerine kalem oynatmaya çalışacağım.

Allah bu ayette iman edenleri yeniden imana çağırıyor. Buradaki iman edenlerden kasıt içinden inanmadığı halde dıştan inanmış gibi görünenler olsa gerek. Yani Allah münafıklardan bahsediyor. Münafık kime denir? İçi, dışı bir olmayan. Müslüman mahallesinde Müslüman görünen kişilerdir bunlar. Müslüman’mış gibi görünüp kafirlerle iş tutanlardır. Pirincin içindeki beyaz taştır bunlar. Yerken ayırt edemezsen dişini kırar. Peygamberimiz bunların üç özelliğinden bahseder:
1.Konuştuğu zaman yalan konuşur,
2.Söz verir, sözünde durmaz,
3.Kendisine bir şey emanet ettiğin zaman emanete ihanet eder.
Bu tip münafıklığı alimlerimiz itikadi münafıklık olarak görür. Kafirlerden daha beter olarak değerlendirir. Bir başka tip daha vardır ki bunlara da amelde münafık denmektedir. Bu tiplerin inancı var, fakat bu inançları pratiğe dönüşmüyor. Bugün itikadi münafıklıktan ziyade amelde münafıklığı ele almamız gerekir diye düşünüyorum. Çünkü inancını fiiliyata geçirmeyen insanımızın sayısı inancına göre yaşayanlardan daha fazladır.

Ayette Allah'ın iman etmiş görünenleri yeniden Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe imana çağırdığını dikkate alırsak ayetten kastedilen münafıklığın itikadi münafıklık olduğu anlaşılır. Çünkü Allah burada iman esaslarını saymıştır. Biz bu tipleri samimiyetsiz olarak değerlendirebiliriz. Çünkü din, her şeyden önce samimiyettir. Samimiyetin olmadığı yerde din olmaz.

Şimdi bu ayetten hareketle günümüzde  çoğunluğu oluşturan ameli münafıklara bir pay çıkarabilir miyiz? Yani inandığı gibi yaşamayan bizleri de Allah yeniden Müslüman olmaya çağırmış olabilir mi? Niye olmasın? Çünkü Allah bu ayette Müslüman görünümlü münafıkların samimiyetini sorgulamaktadır. Din samimiyet olduğuna göre bu samimiyet hem inançta hem de amelde olmalıdır. Maalesef bugün inandığını söylediği halde bu inancını pratiğe dökemeyen başta ben olmak üzere o kadar insanımız var ki dilimizle vücudumuz ayrı tellerden çalmaktadır. Mademki samimiyet sınavına tabi tutuluyoruz. O halde ha inançta münafık olmuşuz ha amelde münafık olmuşuz. Ne fark eder?

Anlatmak istediğim uzuvlarımız amel etmiyor. Uzuvlarla amel denince hem Allah'a karşı yapmamız gereken görevlerimiz var hem de kullarına karşı. Allah'a karşı görevlerimiz deyince namaz, oruç gibi ibadetler akla gelirken kullarına karşı görevlerimiz ise toplumsal barışı zedeleyen her türlü davranış ve tasarrufumuz akla gelir. Bugün Müslümanların çoğunda hem Allah'a karşı kulluk görevlerimizi yerine getirmede hem de kullarına karşı yerine getirmemiz gerekenler de ihmallerimiz büyüktür. Dini yaşamada bir çıkmazın içerisindeyiz. Dilimiz ne güzel ayet, hadis okuyor, Müslümanlığı kimseye kaptırmıyoruz. Ama uygulamamız tam tersi olabiliyor. Allah adil ol diyor ama biz bir hakkı tam teslim etmek için çaba sarf etmiyoruz. Tek başına bu örnek bile içinde bulunduğumuz içler acısı durumu anlatmaya yeter.

Gönül ister ki hem itikatta hem amelde Müslüman olalım, dinimizin emrettiği şekilde dini samimiyetle hayatımıza yansıtalım, insanlara iyi örnek olalım. Bunun için çok bir şey yapmamıza gerek yok. Yapacağımız tek şey dilimizin söylediğini pratiğe dökmek. Allah bizleri böylelerinden eylesin.

*12/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



"Atıyorum" *


Son yıllarda çocuğumuzun, gencimizin ve orta yaşlı insanımızın dilinden düşürmediği tek kelimelik bir söz var: “Atıyorum.” Bu kelime neredeyse moda oldu. Elbisenin modası olur da kelimelerin modası olmaz mı? Önüne gelen kullanıyor bu kelimeyi şimdi. 

Çoğu kimseden duya duya kanıksadığım "atıyorum" kelimesini ilk duyduğumda ne atacak acaba? Atma, ne olur diyesim gelirdi. Bugün bu kelimeye alışsam da hala kulağımı tırmalıyor. Nedense bu kelimeye alışamadım gitti. 

Hepiniz bilirsiniz bu sözün anlamını. Çünkü benim duyduğum gibi siz de çokça duymuşsunuzdur. Yine de sevmediğim bu kelime ne anlama geliyor? Önce onu açıklayayım. Atıyorum: "Gerçek değil ama örnek olsun diye söylüyorum" anlamına geliyormuş. TDK bu sözü argo olarak kabul etmiş ve "Varsayımlı örnek veriyorum" anlamında kullanılan bir söz demiş.

Anlayacağınız düne gelinceye kadar atıyorum yerine "Mesela...misal vermek istiyorum...örnek...örneğin...faraza...farzı muhal...farz edelim ki" diyorduk. Bugün ön plana atıyorum çıktı. Neyi vardı bu söz ve kelimelerin de şimdi "atıyorum" denmeye başlandı, anlamış değilim. Bereket, TDK bu söze sahip çıkmamış, argo demiş. 

Her duyuşumda kulağımı tırmalayan bu sözü ilk önce kim kullanmışsa iyi yapmamış. “Atıyorum” diyen birisini görünce adı üzerinde atacak diyorum. Atanı da, atmasyonu da sevmiyorum. Çünkü söz bana çok itici geliyor. Her ne kadar bu söz örnek vermek anlamında kullanılsa da örneğin, misalin ve meselanın yerini tam tuttuğunu söyleyemem. Misalde konunun anlaşılması için örnekleme yoluna gidilirken meramın tam anlaşılması murat edilmektedir. Atıyorum, adı üstünde atmaktır, hem de işkembeyi kübradan atmak.

Dilimize geçmiş, anladığım ve anlaştığım her bir kelimeye eyvallah diyorum. Kelime ister Arapçadan, ister Farsçadan, ister Fransızcadan geçmiş olsun hiçbirine karşı bir önyargım yok. Yeri geldiği zaman kullanırım da. Nedense "atıyorum"a için ısınmadı. Bu sözü duydukça güzel Türkçem birilerinin elinde katlediliyor diyorum. Öyle ya, insanın katli olur da bir dilin katli olamaz mı? Bir an için yerine kullanılacak bir sözümüz, kelimemiz olmasa eh diyeceğim, ben de atacağım. Ama yukarıda bahsettim. Dilimize mal olmuş o kadar kelime ve söz varken atıyorum demeyi, söyleyenin kastı olmasa da içime sindiremiyorum ve nerede atıyorum diyen olsa atma diye aklıma geliyor. Örnek vermek istiyorum diyen kişi için bu adam yalan söylüyor demiyorum. Ama atıyorum diyene yalancı diyesim geliyor. Belki de bu yüzden "Atma Recep! Din kardeşiyiz" diyoruz.

Ne diyelim, örnek, misal, mesela, faraza gibi alternatif güzel kelimelerimiz varken atıyorum diyenlerin dillerini eşek arıları soksun. 

Son söz “atıyorum”, ”atma Recep! Din kardeşiyiz.” Çünkü atmalara karnımız tok. Siz en iyisi örnek verin. Hem böylece atmamış olursunuz.

*22/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

30 Mart 2019 Cumartesi

Çocuklarına Saçını Süpürge Eden Anneler

TRT1 kanalında gündüz kuşağında yayımlanan "Aileler Yarışıyor" diye bir program var.  Genelde ailelerden oluşan iki grup yarıştırılıyor programda. Yüz kişiye sorulan sorulardan en popüler cevapları bulmaya çalışıyor aileler.

Güldüren ve eğlendiren bu programı, evde olduğum zamanlarda denk gelirse izlerim. İzlediğim bir bölümde sunucu "Yüz kişiye su iç dedikleri bir durumu sorduk, altı popüler cevap aldık" dedi. Düğmeye ilk basan gruptan cevaplar alınmaya başlandı. Burada niyetim bu programı anlatmak değil, verilen bir cevabı irdelemek ve sonucunda da bir yere varmak istiyorum. Yanında annesi olan 20-25 yaşlarındaki kız çocuğu "Susadığım zaman anneme susadım derim. Annem de su iç, der ve bana su getirir, dedi. Ardından annesi söz alarak kızının verdiği bu cevabı açıklamaya çalıştı: Kızım su ister, ben de kalkar su veririm" dedi.

Nasıl, cevabı ve açıklamayı beğendiniz mi? Eğer beğendi iseniz benzerini çokça yaşadığımız durumu iyice özümsemişiz demektir. Bu durumda yaşı kaç olursa olsun, anne olarak çocuğunuza su vermeye devam edeceksiniz. Herhalde çoğunuz, kızın verdiği "Annemden su isterim" cevabını garipsemişsinizdir. Ki öyle de olması lazım. Çünkü suyu annesinden isteyen üç-beş yaşında bakıma muhtaç bir çocuk değil, evlilik çağı gelmiş;  belki de evli, koca bir kız çocuğu. Bu yaşta kızı su istiyor, annesi de kalkıp ona su getiriyor ve bunu anne-kız ekran karşısında milyonlara normal bir şeymiş gibi anlatıyor. Sunucu da "Kızım sen bu yaşta hala annenden su mu istiyorsun demediğine göre sunucu da bu durumu kanıksamış görünüyor.

Benzerini çokça gördüğümüz bu durum biz büyüklere "Biz nasıl bir nesil yetiştiriyoruz" sorusunu sordurması lazım. Size basit bir şeymiş gibi gelebilir ama bence bu anekdot basite alınacak bir durum değil. Yemeden yedirdiğimiz, içmeden içirdiğimiz, giymeden giydirdiğimiz, bir dediğini iki etmediğimiz bir neslin geldiği nokta. Annemizi, babamızı sanki bir hizmetlimiz gibi kullanmaya devam ediyoruz. Ben burada bu kız çocuğuna kızmıyorum. Çünkü ailesi onu böyle alıştırdı. Burada sorgulamamız gereken bizim çocuk yetiştirme tarzımız. Bizim bu tarzımıza korumacı aile anlayışımız denebilir.

Öyle değil miyiz? Ta küçüklükten başladık onlara hizmet etmeye. Düştü. Kendi kalksın demedik, kaldırdık. İstedi. Evde var veya imkanımız yok demedik, gidip aldık. Yemeği biz yaptık. O oturdu, yedi. Ardından sofrayı biz kaldırdık. Ne sıkıntısı varsa koştuk. Kendi yapabileceğini bile biz yaptık.  Çünkü biz çektik, çocuğumuz çekmeyecekti.

Evlendirdik. Yine biz imdadına koşuyoruz. Niye koşmayalım ki! Hayatı boyunca onlara sorumluluk vermedik; el bebek, gül bebek yetiştirdik. Saçımızı süpürge ettik. Kendi kendine hayatta pişsin, ayakları üzerinde dursun demedik. Böyle yetiştirdiğimiz birisini evlendikten sonra da koruyup kollayacağız. Yeri geldi mi evini temizleyeceğiz, yeri geldi mi yemeğini yapacağız. Çünkü hem çocuğumuz çalışıyor hem de bilmiyor bunları. O halde iş başa düşünce çocuğumuzun arkasını toplamaya devam edeceğiz. Bilmemesi ayıp değil. İsterse öğrenebilir. Ama uçan kuştan koruduğumuz çocuğumuz çok yoruluyor. O halde biz yapmalıyız onun yapması gerekeni. Zaten çocuklarımız ve onların mutluluğu için yaşamıyor muyuz? Üzülmesine ve sıkıntıya girmesine hiç tahammülümüz olmaz. O zaman elimiz ayağımız tutarken onları hoş tutmak için elimizden geleni ardımıza koymamalıyız.

Çocuklarımız için yaptıklarımız yeterli mi? Ne mümkün efendim! Ölmeden önce son görevimizi de yapmalıyız. Baktık ki bakıma muhtaç bir duruma düştük, elden ayaktan kesildik. Bu durumda çocuğumuza yük olmamalıyız. Soluğu huzurevine atmakta bulalım. Çünkü işi-gücü arasında çocuğumuz bize nasıl bakacak? Onu sıkıntıya sokmaya gerek yok. Canım benim! Kıyamam ona. Devlet baba değil mi? Baksın bize orada.

Bakıma muhtaç hale geldiğimizde gideceğimiz yer olarak belirttiğim huzurevi seçeneği size garip gelmesin. Çocuğunun üzerine titreyen bir öğretmen: "Hocam yaşlanınca huzurevinde kalırım. Çünkü çocuğuma kıyamam" demişti. Bu, tek örnek değil. Bu şekilde düşünen anne ve baba sayısı az değil.

Sonuç, yaşama sebebi çocuklarımız büyüyüp anne ve baba olsalar bile biz onların üzerinde titremeye, onlara hizmet etmeye, köleleri olmaya devam edelim. Nasılsa bizi, huzur bulacağımız huzurevleri bekliyor.



Halit b. Velit *

Halit b. Velit, "Zalimden alim, alimden zalim doğar" misali İslam'ın ve peygamberimizin azılı düşmanlarından olan Velid b. Muğire'nin oğludur. Uhud Savaşında Müslümanlara kök söktüren bir komutandır. Hudeybiye Anlaşmasının ardından Müslüman olmuş ve komutanı olduğu yüzden fazla savaştan yenilgi almamış belki de tarihte tek şahsiyettir. Savaşlarda aldığı kılıç darbelerine rağmen şehitlik mertebesine ulaşamamış ve yatağında vefat etmiştir.
Peygamberimizin Seyfullah (Allah'ın kılıcı) unvanı verdiği bir sahabidir. 
Peygamberimiz, Hz Ebu Bekir ve Hz  Ömer zamanında başkomutanlık yapan bu önemli şahsiyeti Hz Ömer, Yermük Savaşında başkomutanlıktan azleder. Buna rağmen Halit, küsüp kırılıp bir kenara çekilmez. Savaşlarda bir nefer olarak vazifesini yapmaya devam eder.
Girdiği her savaşı kazanan, başarılı bir komutanı Hz Ömer, niçin görevden almıştır? Düşündürücü değil mi? Halit savaşta başarısız mı oldu? Hayır. Sert kişiliği, bazı kişilere bağışta bulunması ve bütün zaferlerin başkaları tarafından kendisine mal edilmesi gibi gerekçeler yüzünden Hz Ömer, Halit'i başkomutanlıktan alır.
Hz Ömer'in başarının zirvesinde birini görevden alması manidar değil mi? Büyük cesaret ister. Öyle zannediyorum Hz Ömer, Müslümanlar arasında "Komutan Halit ise o savaş kaybedilmez. Savaşların kazanılması Halit sayesindedir" anlayışını yıkmak ve bir başkasıyla da savaşların kazanılabileceğini göstermek istemiştir. Yine Halid'in sert kişiliği belki bazı insanların kalbini kırmasına sebebiyet vermiştir. Ama en etkili gerekçenin "Bu davanın başarısının kişilere bağlı bir başarı olmadığı, yolun doğru ise bu işi yapacak başka liderlerin de olabileceği" iradesinin ortaya konmasıdır. 
Hz Ömer bu tasarrufuyla Halit b. Velid'i de korumuştur. Çünkü herkesin güvendiği, bir efsane olarak gördüğü Halit, bir gün bir savaşı kaybedebilirdi. Bu da Halit'in karizmayı çizdirmesine sebebiyet verebilirdi. Halit bu vesileyle başarısını zirvedeyken bırakmış ve Müslümanların gönlünde taht kurmuştur. Bu süreç içerisinde Halit de kendisini sorgulamış olabilir. Çünkü yüzden fazla savaş yapan, savaştan savaşa koşan birinin yorgunluktan dolayı hata ve yanlış yapmaması mümkün değildir. Belki bu süreçte yüzlerce insanın kalbini kırmıştır. Belki de Halit, “Bu işler bensiz olmaz” anlayışına girmiş olabilir. Çünkü Halit de nefis taşıyan birisidir. Hasılı Ömer, kişilerin vazgeçilmez olmadığını göstermiştir. Allah Halit'ten de Ömer'den de razı olsun. Yerinde ve zamanında inisiyatif alan ve başarıdan başarıya koşarak gönüllerde taht kuranlardan eylesin ve sayılarını artırsın.
Burada -kısaca- başarılı bir İslam komutanından ve bu komutanla ilgili inisiyatif alan Hz Ömer'den bahsetmeye çalıştım. Bu muhteşem ikiliyi ele alma niyetim, günümüze ışık tutması. Çünkü iki tarihi şahsiyetten çıkaracağımız dersler vardır:
*Bir dava için yola çıkanlarda başarı kişilere endeksli olmamalı.
*Başarılı kişiler bir yenilgi almadan işi zirvedeyken bırakabilmeli ve bilgi, birikim ve tecrübesinden camiası faydalanmalı. Her zaman görüşüne başvurulan bir kişi olarak destek vermeye devam etmeli ve aranan eleman olmalı.
*Bir yola baş koyanların içinde birden fazla liderlik potansiyelini taşıyan insanlara yer verilmeli. Lidere bir şey olduğu takdirde bayrağı içinden biri alabilmeli. Yerine gelen de liderini aratmamalı. Bu durumu bir futbol maçına benzetirsek, futbol maçını kazanmak için tek futbolcu üzerine yatırım yapmak yanlıştır. Sakatlık vb nedenlerle yerine giren futbolcu da aynı işlevi yerine getirmeli ve maçı kotarmalı. Çünkü tek kişi üzerine yüklenmek, her şeyi ondan beklemek o futbolcuya yapılan en büyük kötülük ve eziyettir.
*Dava kişilerin ölümüyle sona ermemeli, ilanihaye devam etmeli. Bunun yolu da kişilere dayalı başarıdan ziyade ekip ruhuyla mümkün olur. Yani kurumsallaşmadan geçer.
*03/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Seçimden Geçime *

2015-2019 zaman diliminde 2015'de iki, 2017, 2018, 2019'da birer olmak üzere dört yılda dört seçim yapmışız. 2015'de iki seçim yapınca 2016'da seçim yapma ihtiyacı hissetmemişiz. 2016 yılını da menfur darbe teşebbüsüyle uğraşarak geçirdik. Yıllara bakınca her yıl bir sandık önümüze konmuş.

Sandık deyip de geçmeyelim. Tüm mesele bir pazar günü seçmenin önüne sandık koymaktan ibaret değil. Bir seçim ortalama ülkenin altı ayına mal olmaktadır. Bu demektir ki dört yılın iki tam yılını seçimle geçirmişiz. Bu kadar seçimle ülke iyi ayakta kalmış ve batmamış. Kırılgan bir ekonomiye rağmen bu kadar seçimin altından kalkabilmişiz.

31 Mart 2019 yerel seçimlerinin ardından şükür ki önümüzdeki 4,5 yıl boyunca seçim yok. Bu demektir ki seçimden fırsat bulup geçimi düşüneceğiz artık. Geçimi düşünsek ve bunu ciddiye alsak iyi olacak. Çünkü ekonomik veriler tehlike sinyalleri veriyor. Ne borsa belini doğrultabildi ne döviz yerinde duruyor ne de faizler iniyor. Enflasyon çift haneli rakamları sevdi. Ülkeye sıcak para girmiyor. Devlet eskiye oranla daha fazla borçlanıyor. Bazı firmalar işçisinin maaşını ödemede zorlanıyor. Konkordato isteyen firmalar var. İşsizlik artıyor. Kiralar aldı başını gidiyor. Zam görmeyen ürün yok. Ekonomideki görüntü bizi iyi günlerin beklemediği yönündedir. Çünkü ekonomideki bu kırılganlık bugünden yarına çekip gideceğe benzemiyor. Bundandır ki ekonomideki tablodan çoğunluk hoşnut değil.

Niyetim felaket tellallığı yapmak, vatandaşı karamsarlığa düşürmek ve bu duruma düşmemizde birilerini suçlamak değil. Olan oldu. Benim derdim bir durum tespiti yapmak ve bu durumdan kurtulmak için neler yapmamız gerektiğinin altını çizmek. Yani mevcut durumumuzu ciddiye alalım istiyorum.

Ekonomideki bu durum bizim kaderimiz mi? Bunu çekip duracak mıyız? Kaderimiz falan değil. Biz bugünkü yaşadığımız bu ekonomik çalkantıyı daha önce defalarca yaşadık veya yaşatıyorlar bize. Öyle zannediyorum dünyada uygulanmakta olan üçkâğıt ekonomisinde gelişmekte olan ülkelere biçilen rol bu. Dişinden-tırnağından biriktirerek belini doğrultmaya çalışıyorsun, tam önüm açıldı derken tekmeyi bir vurup yeniden yüzüstü yere kapatıyorlar bizi. Sonra sil baştan yeniden başlıyoruz. Yani bize önce kara kış dayatılıyor. Kemerleri sıkıyor, kışla mücadele ediyoruz. Şükür, bahar geldi derken bir bakıyoruz gelen bahar, yalancı baharmış. Yeniden kara kış kapımızı çalıyor.

Karakışla mücadelede ve gelen baharın kalıcı olmasında ülkeyi yönetmekle yükümlü hükümetlere büyük görevler düşüyor. Kalıcı bahar için ekonomide radikal kararlar alması gerekiyor. Ama nasıl alsın? Çünkü ülke yılda bir seçim geçirdi bugüne kadar. Ardı arkasına seçim varsa hükümetler, başta ekonomi olmak üzere hiçbir önemli konuda kesin çözüm diyebileceğimiz paketleri yürürlüğe koyamaz.

Demek istediğim seçimlerle birçok meseleyi öteledik. Artık kısa vadeli seçimler geride kaldı. Bundan sonra ele alacağımız ilk ve en önemli iş ekonomi olmalıdır. Gelişmekte olan bir ülke olarak bize biçilen ve dayatılan çemberi kırmak zorundayız. Seçimsiz 4,5 yıl ekonomiyi masaya yatırmak için iyi bir fırsattır. Umarım seçmen ne demek istedi diye sandık sonuçlarını okumak için çok zaman kaybetmeyiz. Zaten okumaya gerek yok. Seçmen zaten söyleyeceğini söyledi sandıkta. Bundan sonra önümüze yani ekonomiye bakalım. İlk hedefimiz, ekonomi olmalı. Marş marş!


*01/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


29 Mart 2019 Cuma

Seçimlerin Maliyeti ***


Türkiye 2002-2019 arasında 2002, 2007, 2011, 2015, 2015, 2018 yıllarında olmak üzere 6 genel seçim; 2007, 2010 ve 2017 yıllarında 3 referandum; 2004, 2009, 2014, 2019 yıllarında 4 yerel seçim olmak üzere 17 yılda toplam  14 seçim yapmış. Aşağı yukarı bu ülke 14 ayda bir seçime gitmiş. Bu demektir ki ortalama yılda bir seçim yapmışız. Bu zaman diliminde 2003, 2005, 2008, 2012, 2013, 2016 yıllarında seçmenin önüne sandık konmamış. Bu yılları telafi etmek istercesine bazı yıllarda seçmenin önüne iki defa sandık konmuştur.

Ne var bunda, seçim olacak elbet! Demokrasinin gereği budur demeyin sakın. Seçimlerin yapılmasına bir diyeceğim yok. Burada garip olan yılda bir seçimin yapılması…

Seçim demek ne demektir biliyor musunuz?
*Maliyet ve masraf: Partilere yapılan hazine yardımları, oy pusulası, zarf vb. kağıt harcamaları, seçmen kütüklerinin yenilenmesi, seçimde görev alanlara ödenen paralar, kabin ve sandık temini vs hepsinin birer maliyeti var.
*Hükümetin radikal karar alamaması: Çünkü seçime giden bir hükümet kolay kolay acı reçete sunamaz, dertleri seçim sonrasına öteler.
*Hükümet ve siyasi partiler hizmetten ziyade seçim çalışması yaparlar. Çalışma deyip de geçmeyin. Seçim kararı, aday belirleme, meydanlara inip seçim propagandası yapma gibi çalışmalar siyasi partilerin 6 ayına mal olur. Tüm gücünü ve eforunu meydanlarda sarf eder. Neredeyse koltuklarına oturmazlar.
*Seçim kararı aldıktan sonra TBMM, asli görevini ihmal eder, çıkaracağı yasaları öteler. Tatil kararı vererek Meclis çalışmalarına ara verir.
*Siyasi parti ve adayların bastırdığı afiş, bayrak, poster vs için yapılan harcamalar.
*Yapılan mitingler için görevlendirilen polisler asli görevinin dışında ekstra görev yapmak zorunda kalırlar.
*Mitinglerin çevre ve gürültü kirliliğine verdiği zarar ve trafiği felç etmesi.
*Seçim gezileri için uçak, helikopter kiralanması, cadde ve sokaklarda sabahtan akşama parti müziklerini çalınması.
*Seçim öncesinde başlayan piyasaların durgunluğu. Çünkü piyasalar seçim sonuçlarına göre şekilleniyor.
*Seçim sathı mailiyle birlikte televizyonların haber, reklam ve tartışma programlarında hep siyasetin konuşulması.
*Seçimlere gidecek hükümetin seçim ekonomisi uygulama riski,
*Seçim döneminde partilerimizin seçmeni konsolide etmek için her yolu mubah görmesi, gerilimi tırmandırması, birbirlerinin yüzüne bakamayacak sözleri söylemeleri, toplumsal barışı zedelemeleri vs.

Hepimiz biliriz ki seçim dendi mi sadece pazar günü sandık koymaktan ibaret değil. Seçimlerin maliyeti, zaman israfı, iş gücü kaybı vs saymakla bitmez.

Maliyet var diye seçimlere gerek yok demek istemiyorum. Seçimler yapılacak. Ama makul bir sürede yapılması yerinde olur. Hükümetlerin daha rahat çalışabilmesi, önünü görebilmesi için seçimsiz yıllara ihtiyaç var. Bunun için pekâlâ genel seçimlerle, mahalli seçimler aynı günde yapılabilir. Böylece seçmen 5 yıl boyunca sandık yüzü görmez. Partili-partisiz herkes işine yoğunlaşır.

Bir defada yapılabilecek seçimleri farklı tarihlerde yapmak bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür. 2002'den beri siyasi istikrarın olduğu ülkemizde bu kadar seçim yapılıyorsa siyasi krizlerin olduğu diğer dönemleri düşünün.

2015 yılında yapılan genel seçimlerden sonra bir yazımda "2019 yılında üç sandık görünüyor. Bu durumu bütçemiz kaldırmaz, gelin bu üç seçimi birleştirelim" teklifi yapmıştım. Bereket yeni sistemle cumhurbaşkanlığı ile genel seçimler birleştirildi. Nedense mahalli seçimlere dokunulmadı. Bu durumu dikkate almayan siyasi partilerimiz ülkeyi düşünmediler. Bari kendilerini düşünselerdi. Çünkü arazide yorulan ve dokuz doğuran onlar.

Yazımı uzattım biliyorum. Ama bu konuda dertliyim. Sonuç olarak şunu söyleyeyim. Bu ülke yıllardır ortalama bir seçim yapmak suretiyle iyi ayakta durmuş. Gerçekten bu ülke her yönüyle güçlü bir ülke. Herhalde dünyada bizden fazla seçim yapan bir başka ülke yoktur. Bu kadar seçime rağmen kırılgan da olsa ekonomik yönden yıkılmadık, ayaktayız. Çünkü bu kadar seçimi hiçbir ülke ekonomisi kaldıramaz.



*** 02/04/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




28 Mart 2019 Perşembe

Bir İstikrar Abidesi

—Efendim, kendinizi tanıtır mısınız?
—Bir partinin genel başkanıyım.
—Kaç yıldır bu partinin başındasınız?
—9 yıldır.
—Kaç seçime girdin bu süreçte?
—9
—Kaçını kazandın?
—Hiçbirini.
—Ciddi olamazsın, şaka yapıyor olmalısın.
—Hayır efendim! Hepsini kaybettim.
—Girdiğin tüm seçimleri kaybettin, hala partinin başındasın.
—Seçimleri kaybediyorum ama partimde hep ben kazanıyorum.
—Nasıl?
—Genel başkan olduğumdan itibaren olağan ve olağanüstü olmak üzere 6 mı, 7 mi kongre yaptım. Hepsinden de delegenin teveccühüyle yüzümün akıyla çıktım. Hasılı seçimlerde hep kaybeden bir istikrar abidesi olurken parti kongrelerinde hep kazanan ben oldum.
—Siyasi partinin amacı kazanmak ve iktidar olmaktır. Hiç seçim kazanmamanıza rağmen nasıl beceriyorsunuz bunu?
—İnce işler bunlar. Nasıl olduğunu söyleyemem. Meslek sırrı. Bu işler, ince soyadını taşımakla olmuyor. 
—Delegeniz neye binaen size oy veriyor?
—Delegemiz istikrara oy veriyor.
—Hep kaybettiğinizden bahsediyorsunuz. İstikrar bunun neresinde? 
—Demokraside bir kazanan olacak, bir de kaybeden. Biz kaybedeceğiz ki başkası kazanacak. Başka türlü demokrasi olmaz ki... Bizim payımıza hep kaybetmek düşüyor. Sonra ana muhalefet olmak da bir başarıdır. Seçmen bize hep denetim görevini veriyor. Biz de bu görevi ifa ediyoruz. Ayrıca tamamen başarısız olduğumuz söylenemez. Ben genel başkan seçildiğim andan itibaren Partimin oy oranını hiç düşürmedim. Üstelik oyumuz o kadar bereketli ki bazen bir parti seçime girdin diye vekil gönderiyoruz, bazen başka partiye oy veriyoruz. Buna rağmen oyumuz düşmüyor. Bu da istikrar abidesi olduğumuzu gösteriyor. 
—Durumunuzu istikrar olarak değerlendiriyorsunuz. Bu dediğinize kendiniz inanıyor musunuz?
—Elbette. Ben inanmadığımı söylemem. Ayrıca biz bir tecrübe birikiminin kalesiyiz. Biz girdiğimiz her seçimi kaybede kaybede seçimlerin nasıl kaybedildiğini çok iyi biliriz. Bugün partimiz "Bir seçim nasıl kaybedilir" diye üniversitelerde örnek ders olarak okutulabilir, hatta bu konuda ders verebiliriz.
—Ciddi olamazsınız...
—Efendim, benim şaka yaptığımı nerede gördünüz? Ben hep ciddiyim. Sonra ben bir misyonu temsil ediyorum.
—Ne gibi?
—Benden önceki genel başkanlarımız da her seçimi kaybetmesine rağmen koltuğunu korudu. Ben de aynı pozisyonumu koruyorum.
—Efendim, sizin koltuktan indirilme durumunuz söz konusu mu?
—Mümkün değil. Teşkilat tamamen arkamda. Ben ancak bir şekilde giderim.
—Nedir o efendim?
—Nasıl geldiysem öyle giderim. Çünkü bir insan bir yere nasıl geldiyse öyle gider.
—Yani bir operasyon demek istiyorsun...
—Ta kendisi...


Partilerimizi İsimleriyle Analiz

Bu yazımda siyasi arenamızda boy gösteren siyasi partilerimizi isimleri üzerinden analiz etmeye çalışacağım. Baştan söyleyeyim bu analizim nesnel bir değerlendirme değil, tamamen özneldir.  Niyetim partileri temize çıkarmak ve yerin dibine geçirmek değil. Katılır veya katılmazsınız, bunlar benim doğruluğundan emin olmadığım şahsi görüşüm. 

AK Parti. Açılımı= Adalet ve Kalkınma Partisi: Partinin hakkı teslim ve adaleti tesis  etmede sorunları var. Her şeyden önce kendisinin adalete ihtiyacı vardır. Türkiye'nin adalet sıralamasındaki sonlardaki yerini göz önüne aldığımızda bu durumu daha iyi anlarız. Hukukun Üstünlüğü Endeksine göre Türkiye 113 ülke içerisinde 101.sırada. Kalkınmaya gelince alt yapı, ulaşım ve inşaat sektöründe ülkeyi kalkındırdı. Son iki-üç yıla gelinceye kadar ekonomiyi iyi döndürdü, enflasyonla mücadelede başarılı oldu. Ama bu durumu sürdüremedi. Paramızı döviz karşısında koruyamıyor, ekonomiyi borçla döndürmeye çalışıyor. Sonuç olarak ülkeyi ekonomik yönden aldığı noktaya götürdü. Adı konmasa da bir ekonomik krizle karşı karşıyayız. Hasılı AK Parti ismi gibi ak değil. Uzun iktidar dönemlerinde savruldu. İsmindeki ak'ı koruyamadı. Altında ezildi. Bugün için ne adalet var ne kalkınma ne de aklık. Özündeki akı bilerek veya bilmeyerek kirletti. Bugün çıkmaya ve doğduğu ilk ana dönmeye çalışıyor ama beceremiyor.

CHP. Açılımı: Cumhuriyet Halk Partisi. Bu parti ne cumhuru temsil ediyor ne de halkı. Değerleriyle, savunduklarıyla halka yabancı. Belli bir azınlığı temsil ediyor. Halkın içinden değil, halktan biri hiç değil. Tüm yaptığı halka rağmen halkçılık. Ömrünü halkın değerlerine düşmanlık yaparak geçirdi. Halkın derdiyle bu partinin dertleri hiç örtüşmedi. Bundan dolayıdır ki tek parti iktidarından sonra halk ona tek başına hiç iktidar vermedi, hep ana muhalefet görevi verdi. Cumhur ve halk olmak istiyorsa bu parti, samimi bir şekilde geçmişiyle yüzleşmesi gerekiyor.

HDP. Açılımı: Halkın Demokrasi Partisi. Bu partinin halktan anladığı Kürtlerdir. Kürtlerin hamisi olarak siyaset yapıyor. Aldığı oyunun kahir ekseriyetini Kürtlerden almaktadır. Ama Kürtleri temsil etmiyor. Tavan ile taban düşünce olarak birbirine taban tabana zıt. Buna rağmen Kürtler sayesinde Mecliste temsil ediliyor. Parti CHP'den daha fazla halkından kopuk ve yabancı. Partideki demokrasi yaptıklarıyla tezat teşkil ediyor. Demokrasiden anladıkları ve bize armağan ettikleri kan ve göz yaşıdır. Sırtını kanlı terör örgütü PKK'ya yaslamış, kandan beslenen bir parti. 

İYİ Parti. Açılımı da iyi sanırım. Siyaset arenasında yeni yer aldı. Daha partileşmesini tamamlayamadı. Parti olup olmayacağı belli değil. Çizgisi tam oturmadı. Parti halihazırda yamalı bohça gibi. Görüntüsü uzun soluklu olmayacak gibi. İsmi gibi iyi olup olmayacağını zaman gösterecek.

MHP. Açılımı: Milliyetçi Hareket Partisi. Milliyetçi olmaya milliyetçi. Vatanı sevdiklerini de düşünüyorum. Ülke siyaseten tıkandığı zaman siyasetin önünü açmaktadır. Son yıllarda pek görülmese de ırkçılığı çağrıştıran Türklüğü ön plana çıkarmıştır. Savundukları Türk milliyetçiliği beraberinde Kürt milliyetçiliğini tetiklediğini düşünüyorum. İkisi birbirinin panzehiri gibi. Birbirlerini beslemektedirler. Aldıkları oy oranları da bunu göstermektedir. Irkı çağrıştıran milliyetçilikten uzaklaşıp ülkenin gelişmesi için milliyetçiliği ön plana çıkarırsa kitle partisine dönüşebilir. Bu da daha büyümesi demektir. Halihazırda savundukları milliyetçilik sadece terör ve ülkenin bölünmemesi üzerine kurulu dar ve sığ bir milliyetçiliktir. Ülkenin gelişmesi ve kalkınması için ne tür görüşü olduğu meçhul. Mesela ekonomide nasıl bir sistem öngördüklerini ben bilmiyorum. Partideki hareket kelimesine gelince Partinin çok hareketli olduğu söylenemez. Doğru dürüst miting bile yapmadan partisi ikiye bölünmesine rağmen oy oranını koruyabiliyor.

SP. Açılımı: Saadet Partisi. Saadet mutluluk demektir. Hepimizin bütün uğraşının mutluluk olduğu gibi Saadet de mutluluk arıyor. Ama saadeti kendi çevresinde, kendi değerlerinde arayacağı yerde kendi değerlerine yabancı kişilerle iş tutmak suretiyle başka yerde arıyor. AK Parti ile beraber aynı seçmen kitlesine hitap etmesine rağmen AK Parti kadar pastadan pay alamadı. AK Parti büyüdükçe küçüldü. AK Parti küçülmeye başladı. Bu parti yine cazibe merkezi olmadı. AK Partinin seçmeni partisine kırılınca MHP'ye gidiyor, yine Saadet'e gitmiyor. Bu durum Saadet'i mutlu etmiyor. Kendisini mutlu edemeyen başkasına nasıl saadet dağıtsın. Saadet büyümek ve alternatif olmak istiyorsa her şeyden önce kendisi olması, kiminle oturup kalktığına dikkat etmesi gerekiyor.

BBP. Açılımı: Büyük Birlik Partisi. Partinin büyük birliği sadece ismiyle müsemma. Ötesi yok. Görüntüsüyle büyük bir birliği temsil etmiyor. Kurucu başkan Muhsin'in yaşadığı dönemdeki ağırlığı yok. Saadet Partisi gibi bir ara savruldu. Çabuk toparladı ama bir atılım gösteremedi. Bugünkü haliyle istediği birliği sağlayamasa da durduğu çizgisi, Türkiye'nin çoğunluğu tarafından -oya tahvil edilmese de- sempati beslenmesine sebep olmaktadır.

Parti isimlerine bakarak partiler hakkında bir değerlendirmede bulunmaya çalıştım. Bana göre partiler bugünkü görüntüsüyle isimleriyle müsemma değiller. Yaptıkları, isimleriyle çelişmektedir. Kim, neye ihtiyaç duymuşsa o ismi almış ama yaptıkları ve görüntüleriyle isimlerine tezat bir durum sergiliyorlar. AK Parti adalete, CHP halka, HDP' demokrasiye, MHP' milliyetçiliğe, İYİ Parti iyiliğe, Saadet mutluluğa, BBP birliğe muhtaç ve hasret. Tıpkı kelin merhemi olsa başına süreceği gibi.

Değerlendirmede bulunduğum partiler içerisinde hiç istisnası yok mu? İsmiyle örtüşen yok mu derseniz; bir parça MHP, isminin hakkını veriyor diyebilirim.

Sonuç, öyle zannediyorum, bu değerlendirmelerimden hiçbir parti memnun kalmayacaktır. Hasılı ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranacağım. Hoş, birilerine yaranma gibi bir niyetim yok.

Şimdi Yaraları Sarma Zamanı! *

2018’in tamamını, 2019’un ilk çeyreğini seçim ve seçim atmosferiyle geçirdik. Seçim kararı, ittifak çalışmaları, aday belirlemenin ardından siyasi partilerimiz meydanlara indi. Neredeyse evlerinin yüzünü görmediler. Gündüz meydanlarda, akşam ekranlarda boy gösterdiler.

Seçim çalışması boyunca siyasi parti liderlerimiz birbirlerini döküp kırdılar. Kazanmak için her şeyi mubah gördüler. Halkı kutuplaştırmaktan geri durmadılar. Kendi yapacaklarını anlatacakları yerde genelde rakip gördüklerini kötüleyen bir seçim stratejisi izlediler.

Seçim değildi yaptıkları, silahsız bir savaştı. Hakaret ve ithamlar eksik olmadı bu seçim sürecinde. Sanki bir daha karşı karşıya gelmeyecek gibi birbirlerine saldırdılar. Güzel bir görüntü vermediler. Birbirlerine takındıkları tavır ve konuşma üslupları hoş değildi.

Bir kez daha gerilimi yüksek bir oyun sahneye kondu. Adaylar ve aktörler birbirlerini taklit edercesine rollerini güzelce oynadılar.

Ve film bitti. Çünkü sandık göründü. Seçmen son sözünü sandıkta söyleyecek. Seçmenin söylediği söze göre kimi kazanacak, kimi kaybedecek. Bunu pazar akşamı göreceğiz. Sonuçta bu seçimin kazananı ve kaybedeni olacak. Bu da doğaldır. Umarım seçim sonuçlarını değerlendiren analizler uzun zamanımızı almaz.

Önümüze 4,5 yıl boyunca yeni bir sandık konmayacak. Bizim gibi yılda bir seçim yapan ülke için 4,5 yıl uzun bir süre. Bu uzun sürede ne yapmamız gerekiyor? Her şeyden önce siyasi partilerimiz,
*İki ellerini kafasına koyup seçim çalışmasını bir güzel masaya yatırmalı. Kazanmak için kullandığımız üslup hoş muydu demeli.
*En yakın zamanda siyasi partilerimiz bir araya gelerek sonraki seçimlerde nasıl bir seçim çalışması yapmaları gerektiğinin kriterlerini belirlemeli, adını da “siyasi etiğimiz” koymalı.
*Kazanan nasıl kazandığını, kaybeden niçin kaybettiğini içine kendini de koyarak bir güzel sorgulamalı.
*İktidarı, muhalefeti seçim sonuçlarından çabuk sıyrılarak birikmiş ve ötelenmiş ev ödevlerini yapmak üzere işine yoğunlaşmalı. İktidar öncelikle ekonomiye bir neşter vurmalı. Muhalefet her yapılanı eleştirmekten ziyade yapıcı muhalefet rolü üstlenmeli. Denetim görevini iyi yapmalı.
*Seçimde hiçbir varlık göstermeyen irili-ufaklı partiler ya partilerine kilidi vurmalı ya da kendisini yakın hissettiği parti içine ilhak olmalı. Bir tabanı olan partiler her seçim öncesi, seçim ittifakı yapmayı düşünme yerine birleşme yoluna gitmeli.  Türkiye parti bolluğundan kurtulmalı.
*Birlik ve beraberliğimizi bozan, toplumu yaralayan ve kutuplaştıran, toplumsal barışı bozan etken ve davranışlar masaya yatırılarak gereği yapılmalı, yaralar sarılmalı. Küsen, kırılan, incinen, köşesine çekilen vatandaşlar sosyal hayata yeniden kazandırılmalı.

Hasılı ister iktidar, ister muhalefet, ister seçmen kim isek hepimiz yapmakla yükümlü olduğumuz işimize yoğunlaşmalıyız. Çünkü ülkeyi düzlüğe çıkarmaktan başka çaremiz yok.

Seçimlerin ülkeye hayırlar getirmesini temenni ediyorum. Kazanan ülke olsun…

*30/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Asıl Şimdi Yandık! ***


24 Haziran 2018 cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra partilerimiz, 2019 Martındaki mahalli seçimlere yoğunlaşmış; hummalı bir çalışma içerisine girmişlerdi. İttifaklarla girilen bu seçimde siyasilerimiz son sözü söyledi. Şimdi sıra seçmende. Pazar günü seçmen son sözünü söyleyecek.

Pazar akşamından itibaren kimi üzülecek, kimi de sevinecek. Yetkili, yetkisiz herkes seçim sonuçları üzerinden analizler yapacak. Niçin kaybettiklerini, niye kazanamadıklarını sorgulayacaklar. Nasıl kazandıklarının sevincini yaşayacaklar. Akşamından itibaren yorumcular "Seçmen bu sonuçlarla ne demek istedi, bize ne mesajı verdi" sorusunu sorarak seçmenin verdiği oyu okumaya çalışacaklar.

Sonra? Seçim sonuçlarını analiz etmeye bir müddet daha devam ederiz. 

Ya sonra? Sonra ne yapacağız? Daha doğrusu ne konuşacağız? Ufukta yeni bir seçim yok ki o seçim hakkında konuşmaya başlasak... Herhangi bir gelişme olmazsa önümüze 4,5 yıl boyunca bir daha sandık konmayacak. 4,5 yıl deyip de geçmeyin. 1642 gün demektir bu.

Kaç yıldır ortalama yılda bir, bir seçim yaparak hep siyaset konuşuyorduk. Bakmayın siz yine mi seçime gidiyoruz dediğimize. Bizim millet seçimsiz yapamaz. Seçim ve siyaset konuşmadan edemez. Bizim içimiz dışımız siyasettir. Muhabbetini, analizlerini pek severiz. Ufukta bir sandık görünmüyorsa hiç heyecanımız kalmaz. 

Sizi bilmem ama ben daha şimdiden kara kara düşünmeye başladım. Sahi biz 1642 gün boyunca ne yapacağız? Gel de çık bu işin içerisinden. Şu fıkrada geçen köylüleri şimdi daha iyi anlıyorum: Çin’de iki şehrin arasına tren hattı döşemek için mühendisler fizibilite çalışması yaparken kalabalığı gören köylüler, merak edip mühendislerin yanına gelirler ve aralarında şu diyalog geçer:
— Ne yapıyorsunuz burada?
—Tren yolu yapılacak. Onun çalışmasını yapıyoruz.
—Ne işe yarayacak bu tren yolu?
—Hayatınız kolaylaşacak, falan şehre gidip gelmek için artık ulaşım sorununuz kalmayacak. Size talih kuşu kondu.
—Nasıl?
—Efendim siz o şehre 40 günde gidip gelmiyor muydunuz?
—Evet.
—Bundan sonra bu tren sayesinde o şehre 4 günde gidip geleceksiniz.
Mühendisin bu açıklamasından sonra kendi aralarında bir müddet konuşan köylüler mühendise:
—İyi de geriye kalan 36 günde biz ne iş yapacağız o zaman, derler.

Sahi seçim bitti. Ufuktan başka seçim görünmüyor. Biz 4,5 yıl boyunca ne yapacağız? Haydi bizi geçelim. Seçim olmayınca biz bağrımıza taş bastırıp sabrederiz. Bir seçimi bitirip tekrar araziye çıkan siyasi parti liderlerimiz ne yapacak? Meydanlara çıkmayınca birikmiş veya ötelenmiş ev ödevleri var hepsinin. Kimi ülke yönetecek, kimi de parti içi muhalefetle uğraşacak. Hepsinin durumu, uzun tatil yapan ve tatil boyunca okul ödevini yapmayan öğrencilerin durumuna benziyor.

Gördüğünüz gibi her birimizin işi zor…

Seçimlerin hayırlar getirmesini temenni ediyorum.



*** 30/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.





27 Mart 2019 Çarşamba

Dünya Trump’ın Çiftliği mi? ***


Yazımın başlığında çiftlikten bahsettim. Çünkü ABD Başkanı Trump, dünyayı çiftlik gibi yönetiyor. İsterseniz önce çiftlik kelimesinin anlamına bakalım. Çiftlik, TDK’ya göre “Üzerinde tarım yapılan, hayvan yetiştirilen ve çalışanların oturması, türlü işlerin görülmesi için yapılar bulunan geniş topraktır. Argo da ise çiftlik “Karşılıksız yararlanılan, emek ve para vermeksizin geçinilen yer, çıkar sağlanan yer” anlamına geliyor.

Çiftliğin hangi tanımı Trump’ın ilgi alanına girer? Tabii ki argodaki anlamı… Çünkü Trump’ın normal ile işi olmaz. Onun yaptığı her iş en hafifinden argo. Yani kendisine yakışanı yapmış. İsrail’in 1967’de işgal ettiği Suriye toprağı olan Golan Tepelerini Trump, “Ülkesinin İsrail'in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanıdığını ilan eden deklarasyonu imzaladı.”  Bir kovboydan da bu beklenir. Gerçi bir gayrimenkul uzmanından bu tür arazileri parayla satması beklenir ama mevzubahis olan İsrail olunca akan sular duruyor. Sanki miras dağıtıyor. Babasının mülkü gibi Golan Tepelerini İsrail’e meccanen veriyor. Zaten geldiği andan itibaren İsrail’in gözüne girmek için çırpınıp duruyor. Sanki ABD’nin değil de İsrail’in istilacı emellerini hayata geçirmek için başkan olmuş. 06 Aralık 2017 yılında da Telaviv’deki büyükelçilik binasını Kudüs’e taşıma kararı almıştı. Gerçi Kudüs’ü başkent olarak tanıma kararı, dünyadan beklediği ilgiyi görmedi ama ABD ve Trump’a göre önemli olan dünyaya rağmen İsrail’in memnuniyeti.

Merak ediyorum, dünya barışına hizmet etmeyeceğini bile bile İsrail’in her isteğini yerine getirmekle Trump, İsrail’in gözüne girebilecek mi? Daha doğrusu dünyayı İsrail’in sömürgesine hizmet edecek şekilde İsrail’e verse İsrail’in gözü doyacak mı? Gözü doymadığı gibi memnun da edemez. Ama yerinde tutunmak için herhalde Trump, Ortadoğu’da çıbanbaşı olan İsrail’e hizmet etmeye devam edecek. Niye hizmet etmesin ki? Sonra niye vermesin? Dünya adamın çiftliği… Kime ne? Kim karışacak ona? Toprağın sahibi Suriye mi karşı çıkacak? İç savaşla boğuşuyor. Bu yetmediği gibi ülke Rusya ve ABD tarafından işgal edilmiş. Irak mı karışacak? Irak ABD’nin bir eyaleti bugün… İran zaten kendisine uygulanan ambargo ile boşuyor. İran olmayınca Lübnan ne yapacak? Başta Suud olmak üzere diğer Arap ülkelerinden bir tepki gelir mi? Benimki de laf yani! Gayrimüslimden tepki gelir de bunlardan zerre kadar tepki gelmez. Hatta tüh bile demezler. Onların tek muradı var, ABD’nin sömürgeciliğine finansör olmak. Zaten ABD valilerinden de başkası beklenmez. Hoş ABD eyaletlerinin valileri Ortadoğu’da bulunan Arap devletlerinden daha geniş yetkilere sahip ve daha özgürler. Türkiye’nin de işi başından aşkın. Bir seçimden diğer seçime hazırlanıyor. Bizim işimiz bu.
BM kararlarına rağmen Kudüs başkent ilan edilirken, Golan Tepeleri resmen İsrail’e verilirken dünya ne yapıyor? Beklendiği gibi tepki yağdı. Sonuç, tepkiyle kalıyor. İsrail dünyaya rağmen yayılmacılığına devam ediyor. Dünyanın tepkisine tepki gösteriyorum. Nasıl ki benim tepkimin bir anlamı ve karşılığı yoksa dünyanın Golan Tepeleri hakkında verilen karara da tepki göstermesinin bir anlamı ve karşılığı yok. Çünkü ABD’yi arkasına alan İsrail yavaş yavaş yayılıyor.

Allah göstermesin başıma bir şey gelse kime gidip derdimi anlatayım desem, bir bakarım. Dünya bir tarafta, Trump diğer tarafta. Ben çiftliğin sahibinin yanına giderim. Çünkü yanında dünya kadar etkisiz eleman olacağına keyfine göre hareket eden ve dünyayı bir çiftlik gibi yöneten Trump var. Kınamanın ötesinde bir işe yaramayan sessiz ve pasif dünyayı ben ne yapayım? Tüm dünya kınama ve tepkide yanımızda olacağına Trump’ın karşısında sonuç alan bir aktif iyimiz olsa daha iyi.

Şu dünyanın düştüğü duruma bak! Yazık gerçekten! 

67’den beri işgal ettiği Golan Tepeleri inşallah İsrail’in mezarı olur. Başlarına Semut ve Ad Kavimlerinin başına gelen gelir. Kaçacak delik bulamazlar. Korkularından dizüstü çöke kalırlar.

*** 28/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

26 Mart 2019 Salı

Kişi Bir Yere Nasıl Geldiyse Öyle Gider


2014 yılında çıkarılan kanunla dört yıl okul yöneticiliği yapanlar yeni bir değerlendirmeye tabi tutuldular. Yapılan değerlendirmede tabir yerindeyse budandılar. Daha doğrusu kahir ekseriyeti başarısız bulunarak öğretmenliğe döndürüldü. Pek azı yöneticiliğine devam edebildi. Elenen yöneticilerin yerine sözlü mülakat yöntemiyle yeni yöneticiler iş başına getirildi. Bunu yapanlar da kimi, niçin elediklerini bilmeyecek kadar çiçeği burnunda yeni şube müdürü ve ilçe milli eğitim müdürleri idi.

2014 yılı milli eğitim müdürlerinin, milli eğitim müdür yardımcılarının, şube müdürlerinin, ki okul müdürlerinin ve okul müdür yardımcılarının yenilendiği bir dönem oldu. Mevcut milli eğitim müdürleri ve milli eğitim müdür yardımcıları "eğitim uzmanı" oldu. Yöneticiliği uzatılmayan okul müdür ve yardımcıları da öğretmenliğe döndü.

Yeni atama ve görevden eleme süreci çok hoş olmasa da bu süreç maalesef yaşandı. Topyekûn bir bayrak değişimi yaşandı.

Yeni yöneticilerin görevlerine başladığı dönemde ilçeden il merkezine görevlendirilerek göreve başlayan iki kişi ile görüştüm. Biri mi daha önce tanıyordum, diğeri ile yeni tanıştım. Sevinçlerine diyecek yoktu. Yüzlerinden ve konuşmalarından belli idi. "Eskilerin gittikleri çok iyi oldu, sevindik" dediler. Niye böyle konuşursunuz dediğimde "Onlar elenmeseydi biz ilçeden merkeze gelemezdik" dediler. 

Yeni görevlerinde başarılar dilediğim bu iki kişinin gidenlere oh olsun dercesine bir tavır sergilemeleri tıpkı yönetici atama süreci gibi hiç şık değildi. Kurumlar kadıya mülk olmadığı gibi buralar boş duracak da değil, biri giderse yerine öbürü gelecek. Birileri mağdur olurken birilerine fırsat doğacak. Bunda garip bir durum yok. Garip olan içlerinde tutmaları gereken hislerini dışarıya vurmuş olmaları. Birilerinin mutsuzluğu üzerine mutluluk kurmaları garip olandı.

Yıl 2019. Yani milli eğitim müdürlerinin ve okul müdürlerinin yenilenmesinin üzerinden dört yıl geçti. Duydum ki yerinden edilen müdürlere “oh olsun” diyen müdürümüz çalıştığı kurumdan bir başka yere sürgün gönderilmiş. Yine duydum ki tanımadığı müdürleri önüne gelen listeye göre eleyen bir başka müdür de görev yaptığı yerden el çektirilmiş, yerine bir başkası atanmış. Haklı yere mi alındılar, yoksa haksızlık mı yapıldı bilmiyorum. Kendilerini de sever sayarım. Ama her ne sebeple olursa olsun bu kişilere reva görülen yine hoş olmamıştır. Yani tasvip etmiyorum. İnsanlar bu şekilde harcanmamalı diye düşünüyorum. Görüyorum ki eleme usulümüz ve insanımızın onuruyla oynama kıstasımız yıllar geçmesine rağmen aynen devam ediyor. Burada unutmamamız gereken bir şey var, kişi bir yere ne şekil gelirse o şekil gider. Gelirken adamı sevindirir, giderken üzer. Ben ne yaptım dedirtir insana.

Gelenlerin çoğu, gidenlerin arkasından “oh olsun” derken ben onlar için aynı şeyi söylemiyorum. Keşke böyle olmasaydı…


Siyasetimiz Ümit Vermiyor

Siyasetin içinde değilim ama içinde olmasam da çok da uzağında olmadım.  Çünkü siyasete karşı merakım var. Türkiye gündemini özellikle siyasetimizi, hangi siyasinin ne dediğini uzaktan da olsa takip ettim. Kendi çapımda her vatandaş gibi siyasi değerlendirmeler yapmaya çalıştım. 

Siyasetten ne zamana kadar uzak durmadım? 31 Mart mahalli seçimlerine kadar. Bu seçim sürecinde ne mi4tinge gittim ne TV açık oturumlarını izledim ne hangi adayın diğeri hakkında ne dediğini merak ettim ne aday ve parti liderlerinin konuşmalarını dinledim ne hangi şehri kim kazanır diye kafa yordum ne de partilerin seçim vaatleri beni heyecanlandırdı. Bu seçim sürecinde tam apolitik oldum desem yeridir. Bir şey kaybettim mi? Hayır. Pişman mıyım? Değilim. Mutlu muyum? Hem de nasıl! Apolitik olduğuma hiç bu kadar sevinmemiştim. Üstelik keyfime de diyecek yok.

Bir zamanlar politik davranırken niçin apolitik oldum? Bir zamanlar siyaseti takip ederken her seçimin ülkeyi daha iyiye götüreceğini, ülkeyi düzlüğe çıkaracağını düşündüm. Geldiğim nokta da siyasetten soğudum. Daha doğrusu benim için bir şey ifade etmiyor. Çünkü gördüğüm kadarıyla siyasette bir tükenmişlik var. Ülkede izlenen siyaset, siyasilerin kendilerini tekrarlamaktan öteye geçmiyor. Her biri kendi yerini sağlama almaktan öte bir şey düşünmüyor. Tüm yaptıkları kendi geleceklerini garantiye almak, inisiyatifi elden bırakmamak, gündemden düşmemek, liderliklerini tartışılmaz kılmak. 

Siyasilerimizde sorun mu var, beceremiyorlar mı? Allah var, görevlerini iyi yapıyorlar, güzel konuşuyorlar, ağızlarından bal damlıyor, gece-gündüz durmadan çalışıyorlar, hepsi ülkeyi çok sever görünüyorlar. Ama bu görüntülerinin arkasında benim gördüğüm her şeyden önce kendilerini, koltuklarını daha çok seviyorlar. Bunun için halkı kutuplaştırmaktan, ötekileştirmekten öte bir şey yapmıyorlar. Aday gösterirken bile bu işi en iyi kim yapardan ziyade kendilerine karşı çıkmayacak muti adayları belirliyorlar. Ülke borçluymuş, halk ekonomik dar boğazdaymış, vatandaşın alım gücü azalmış, işsizlik artmış, belediyeler borç batağındaymış gibi bir dertleri yok. Bakmayın bunlardan konuştuklarına. Bu işin edebiyatını yapıyorlar. Hepsinin tuzu kuru. Siz hiç ekonomik sıkıntı çeken bir siyasi gördünüz mü? Yine siz yaptıklarından ve yapmadıklarından dolayı bedel ödemiş, mağdur olmuş bir siyasi gördünüz mü?

Açıkçası ülkemde izlenen politika içime sinmiyor. Böyle bir siyaset bana ümit vermiyor. Politikacılar bana güven vermiyor. Bu atmosferde vereceğim oyun da bir anlamı yok görünüyor.



25 Mart 2019 Pazartesi

Diyanet Ne Yapmak İstiyor? *


Diyanet İşleri tarafından merkezi olarak hazırlanan Cuma hutbelerinde görmek istediğim,
İslam ve Müslümanları ilgilendiren her türlü konunun minberde ele alınmasıdır. Gönül ister ki her hafta ele alınan konu Müslümanlara yol çizsin, olaylara ne şekil bakmamız gerektiği konusunda İslam’ın görüşüne yer verilsin. Okunan hutbe bir hafta boyunca halk arasında gündem oluştursun.

İslam’ın işlenmesi gereken o kadar konusu, Müslümanları ilgilendiren o kadar mesele varken nedense hutbelerimiz belli konular üzerine yoğunlaşmış, birbirinin tekrarı durumundadır. Ne demek istediğimi bazı tarihlerde okunan hutbelerden birer kesit sunarak açıklamak istiyorum.

 Kur’an ve sünneti birbirinden ayırarak din istismarına kapı aralayanlara, şöhret ve çıkar devşirmeye çalışanlara karşı uyanık olalım. Sünneti bugünlere taşıyan hadis külliyatımızın güvenilir olmadığını iddia eden bir zihniyete asla itibar etmeyelim. Sahih sünneti Peygamberimize ait olmayan sözler ve hurafelerle istismar edenlere karşı da uyanık olalım.” (22/03/2019 tarihli “Kur’an ve Sünnet Bir Bütündür” başlıklı hutbeden)
Dinimizi doğru öğrenme ve yaşama konusunda bu iki kaynaktan taviz vermemektir. Kur’ân ve sünnetin arasına mesafe koymaya, bu en mukaddes değerlerimizi istismar ederek güç ve çıkar devşirmeye çalışanlara karşı uyanık olmaktır.”(02/02/2018 tarihli “Kur’an ve Sünnet” başlıklı hutbeden)
Hiçbir kimse ya da zümrenin, kendisini sünnetin tek hamisi olarak görmeye hakkı yoktur. Aynı şekilde sünneti itibarsızlaştırmaya ve devre dışı bırakmaya yönelik anlayış ve gayretler de beyhude birer çabadan ibarettir. Unutulmamalıdır ki Allah Resûlü (s.a.s)’in sünnet-i seniyyesi üzerinden ötekileştirici, ayrıştırıcı bir takım söylemler; kardeşliğimizi, muhabbetimizi, birlik ve beraberliğimizi zedeleyecektir.” (3.11.2017 tarihli “Sünnet:Nebevi kılavuz” başlıklı hutbeden)
Resul-i Ekrem’in şerefli sözleri olmadan Kur’an anlaşılamaz ve yaşanamaz. Bizi bu konuda ikaz eden yine bizzat Efendimiz’dir. O şöyle buyurur: “Sakın sizden birinizi, emrettiğim veya yasakladığım bir konu kendisine iletildiğinde, köşesine yaslanmış olarak cahilce, ‘Biz Allah’ın Kitabı’nda ne bulursak ona uyarız; hadis tanımayız!’ derken bulmayayım!” (12 Şubat 2016 tarihli “Peygambere İman Tevhidin Bir Gereğidir” başlıklı hutbeden)

Fark ettiyseniz 12/02/2016, 03/11/2017, 02/02/2018, 22/03/2019 tarihli hutbeler, sünnet yani sünnetin önemi üzerine. Kur’an ve sünnet dinin iki temel kaynağıdır. Elbet konu edilecek ve sünnetin önemine işaret edilecek. Çünkü sünnet Kur’an’ın açıklamasıdır aynı zamanda. Fakat Diyanet, sünnet üzerinde hutbe okutmayı sistematiğe bağladı. Diyanet, konu sıkıntısı mı çekiyor? Bazı konulara karşı bir rezervi mi var? Sık sık aynı konuları işlemek suretiyle “ettekrâru ahsen, velev kâne yüz sensen (180 kere de olsa tekrar güzeldir) diyerek bazı konuların önemine işaret etmek mi istiyor? Yoksa bazılarına cevap mı veriyor? Bahsettiğim haftalardaki hutbe konularının içeriğine bakarsak Diyanet, sünnet konusunu işleyerek birilerine cevap veriyor ve Müslümanları da bunlara karşı uyarıyor.

Hutbe konusu belirleme, hazırlama ve okutma yetkisi Diyanet’in uhdesinde. Hangi konuları seçeceğine kendisi karar verir. Sünnet konusunun işlenmesi konusunda da ihtiyaç hissetmiş olmalı ki üç yılda sünnet üzerine dört hutbe okuttu. İyi mi yapıyor, kötü mü yapıyor bilmiyorum ama bildiğim bu halkın sünnetle ve sahih hadisle bir meselesi yoktur. Halkın bu konuda bildiği birkaç akademisyenin ve birkaç okumuş insanın sadece Kur’an merkezli konuşmalarıdır. Lokal bir alanda cereyan eden bir meseleyi Diyanetin Cuma hutbeleri vasıtasıyla tüm camilere yaymasının tehlikeli sonuçlar verebileceğini düşünüyorum. Diyanetin sünnet üzerine tekraren okuttuğu bu hutbelerden halkın bir kısmı “Sünnette sorun olmalı ki hutbe konusu ediliyor” zehabına kapılabilir. Bence DİB, bu konuyu toplumun tüm katmanlarına yayacağına bu konuda farklı düşünen bir avuç insanı tek tek ziyaret ederek veya onları bir arada toplayarak işin vahametini anlatsa daha iyi bir iş çıkarmış olur. Onları ikna edemese bile en azından bu konuda basın ve ekranlarda hassas olmalarını isteyebilir. Bu alanda sorun varsa hadis alanında uzmanlaşmış kişilerden bir komisyon kurarak bu konuyu ilmi çerçevede masaya yatırmada öncülük yapabilir.

* 27.03.2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




24 Mart 2019 Pazar

Mülakatın Mucidinin Sevincine Diyecek Yoktur! *


Kamuya eleman alımında, idareci ve öğretmen seçiminde yazılı sınavlara ilaveten kriter olarak belirlenen sözlü mülakatın mucidi kimdir bilmiyorum. Ama iyi bir iş çıkardığı belli. İcadıyla ne kadar gurur duysa azdır. Çünkü ortaya koyduğu kriter kamuya eleman ve öğretmen alımında, yönetici seçiminde KPSS ve diğer yazılıların önünde belki de tek kriter bugün.

Sözlü mülakatlara şartları tutup istekli olarak müracaat edenlerin arasından en az üç katı aday davet ediliyor.  Sırası gelen aday komisyonun huzuruna girerek üç beş dakika duruyor, kendisine daha önce hazırlanmış sorulardan kura ile kapalı bir zarf çektiriliyor. Adayın sorulan soruları bilip bilmemesi önemli değil. Tüm soruları bilse bile geçer puan alamayacağı gibi hiçbir soruya cevap vermediği halde yüksek puan alabiliyor. Çünkü bu sınavın kriteri komisyonun gözüne, gönlüne  ve daha önceden oluşturulan listeye girmektir.

Mülakat sonuçları açıklanınca mülakata giren üç katı adaydan iki katı elenir, bir katı sevindirilir. Durum üç aşağı, beş yukarı böyledir. Sonuç, bir mülakat sonucundan hoşnutsuzların oranı memnun olanlara oranla iki kat daha fazladır. Kaç yıldır uygulanan bu mülakat sistemi sadece hoşnutsuzların oranını artırmaktadır. Hoşnutsuz olanların sayısındaki artış ne anlama gelir?
*İnsanlar geleceğe dair endişe taşır, umutları yok olur, ümidini keser.
*Kimseye güvenleri kalmaz.
*Ehliyet ve liyakatin geçer akçe olmadığına inanmaya başlar.
*Kendisini mağdur olarak görür. Hakkının yenildiğini düşünür.
*Toplumsal barış zedelenir.
*Hakkını yiyenlere düşman kesilir. Eline imkan geçtiği zaman kendisine yapılanın aynısını veya daha beterini o da yapar.
*Herkes referans arayışına girer.

Niçin böyle olur? Çünkü mülakat dendi mi bizim insanımızın aklına torpil ve adam kayırmacılık gelir. İltimasın olduğu yerde toplumsal barış zedelenir. Devletle toplumun arasını açar. Hal böyle iken sorumlu kişilerin mülakat sistemini hala devam ettirmesini anlamak mümkün değil. Aslında bu uygulamaya devam etmek demek iktidarın kendi topuğuna kurşun sıkması demektir. Çünkü demokrasinin gereği bu ülkede belli periyotlarla halkın karşısına sandık konur. Mülakat sonuçlarından mağdur olduğunu söyleyenler her sene kartopu gibi artmaktadır. Merak ediyorum, bu mağdurlar kime oy verir? Mağduriyetinin müsebbibi olarak iktidarı görecek ve oyunu muhtemelen muhalefete verecektir. Bir puan fazla oy alacağım diye uğraşan ve didinen bir iktidar, mülakat zedelerden oy kaybına uğrayacağını niçin düşünmez? Üstelik oy vermede alternatiflere yönelecek olanlar sadece mülakata giren reşit kişilerden ibaret değil. Her bir mağdurun annesi ve babası var. Pekala, oğlumun hakkı yendi, kızım mağdur edildi deyip faturayı iktidara kesebilir.

Burada her mülakattan elenen haksızlığa uğradı demek istemiyorum. Mülakat, mantığı itibariyle dedikoduları beraberinde getirir. Allah aşkına devlet çalışacak kişiyi seçmede mülakattan başka bir yol bulamadı mı? Bu kadar aciz mi? Eğer devlet terör bağlantısı olanları eleme düşüncesiyle mülakatlara can simidi gibi sarılıyor ve aklına başka bir şey gelmiyorsa herkesin söylediğini ben buradan söyleyeyim. Devlette görev almaya talip olacakları, öğretmen olacakları, idareci olmayı düşünenleri yazılı sınava müracaatlarıyla birlikte güvenlik soruşturmasından geçirmesi, güvenlik soruşturmasından geçemeyenlerin sınava müracaat etmesi yasaklanabilir. Böyle kişiler e devlet'ten kendini sorgular. Orada "Şu gerekçeyle bu sınava giremezsiniz" uyarısını görebilir.

Uzatmayayım, kimsenin memnun olmadığı bu mülakat kriterinin tek memnun olanı öyle zannediyorum mülakat önerisini getirendir. Bunun patenti bana ait, oh ne güzel! Devletle milletin arasını açtım diye sevinir, durur.

*20/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.