16 Aralık 2025 Salı

İHL'lere Yapılan Kötülük

Sınavla öğrenci alan fen, sosyal bilimler, öğretmen liseleri ve Anadolu liseleri vardı. Öğrenciler seviyelerine göre okullara yerleşirlerdi. En düşük puanlı Anadolu liselerinde okuyan öğrenciler bile ben puanla geldim bu okula. Benim bir hedefim var bilincinde idi.

Sınavı kazanamayıp genel liselerde okuyan öğrenciler vardı. İçlerinde kaliteli eğitim veren genel liseler olsa da büyük çoğunluğu hedefi olmayan öğrencilerden ibaret olduğu için aynı zamanda problem okullardı. Bu okullarda çoğu öğretmen ve idareci görev almak istemezdi.

Bir zaman geldi ki bütün liseler, ÇPL’ler, meslek liseleri ve İHL’ler Anadolu lisesine dönüştürüldü. Eyvah, Anadolu liseleri genel liseler seviyesine indirilecek dedim.

4+4+4 eğitim sistemiyle birlikte imam hatip ortaokulları ve İHL’ler fazlaca açılmaya başlandı.
Bazı İHL’ler yeni yapılırken bazıları genel liselerden dönüştürüldü.

Çoğu İHL’ler daha sonra kız ve erkek olmak üzere ayrıldı.

Teşbihte hata olmasın, mantar birer gibi İHL açılmaya ve dönüştürülmeye başlanınca ve bu okulları açma konusunda adeta bir yarış başladığında, bir endişemi dile getirmiştim birkaç yerde.

Bu okulları çok sayıda açarsanız, kaliteyi düşürürsünüz. Bu okullar genel lise işlevi görmeye başlar. Diğer liselerden çıkan hırsız, dolandırıcı vb. suç işleyenler pek yakında İHL’lerden çıkmaya başlar. Bu da bu okulların halkın gözündeki itibarını düşürür” türünden bir şeyler söylemiştim.

Benim bu endişem pek az kişi haricinde tepki çekti. “Ne biçim konuşur bu böyle. Bu adam İHL düşmanı. İHL’lerden zarar gelmez. Buralarda Allah demeyi öğrenseler yeter” demişler gıyabımda.

Şimdi geldiğimiz nokta nedir bilmiyorum. Dile getirdiğim endişede hangi noktadayız bunu da bilmiyorum. Zira elimizde bir veri ve yapılmış bir araştırma yok.

Şu var ki proje kapsamına alınmış ve sınavla öğrenci alan bazı AİHL dışındaki çoğu okulda öğrenci mevcudunda her geçen yıl bir azalma var.

Bir diğer husus, eskiden bir toplulukta bir İHL mezunu varken şimdi çok sayıda imam hatip mezunu kişilere rastlamak mümkün. Eskiden İHL mezunu elle gösterilir, bu okuldan mezun olan kişilere iltifat edilirdi. Şimdi ise sayısı çokça olduğu için bu okul mezunlarına eskisi gibi ilgi ve iltifat yok. Hatta “Bir de İHL mezunu. Bu ne biçim imam hatipli” deniyor.

İHL’liler son yıllarda bir idari göreve getirilmede sanki tercih sebebi gibi bir izlenim var. Çoğu idari birimlerde bu okul mezunlarına rastlamak mümkün. Şöhret sahibi kişiler arasında da İHL’liler var. Suç işleyen İHL’liler de var. Haliyle suç işleyen İHL mezunları toplumda dikkat çekiyor.

Ben de İHL mezunuyum deyip yaşantısıyla ve yaptıklarıyla infiale sebebiyet veren İHL mezunlarının tek tük kalmasını, İHL’lerden çok sayıda açılmaya başladığında dile getirdiğim endişemin çıkmasını asla istemiyorum. Çünkü hiç kimsenin okuduğu ve halkın teveccüh gösterdiği okulu lekelemeye hakkı yok.

Burada şunu da söylemek isterim. Bu yazımda İHL’lerden iyi, diğer liselerden kötü insanlar çıkar anlaşılmasın. Zira böyle bir kastım yok. Çünkü hiçbir okul türü tek başına iyi veya kötü mezun vermez. Her okul türünde iyi insan da çıkar, problemli insan da. Şu var ki halkın İHL mezunlarından beklentisi farklı. Beklentiye cevap verilmedikçe bu okullar yavaş yavaş gözden düşmeye başlar.

15 Aralık 2025 Pazartesi

Hüviyetlerdeki Çip

Nüfus cüzdanımı, cüzdanımın en güvenli yerinde taşırım. Yanında da ehliyetim olur.

Eskisi gibi nüfus cüzdanı ve fotokopisi de pek istenmediği için kolay kolay cüzdanımdan hüviyetim çıkmaz.

Yanlış hatırlamıyorsam son yıllarda ev İnterneti, GSM değiştirirken ve bankalar istiyor nüfus cüzdanını.

Çoğu yerde TC numaramızı söylememiz yeterli.

Pek kullanmadığım için yepyeni.

*

Para çekmek için bankaya girdim. Sıramatikten sıra alır almaz, sıramın yandığını gördüm. Veznedeki görevliyi bekletmeyeyim diyerek yürüdüm. Bir taraftan da elimi arka cebime atarak nüfus cüzdanımı çıkardım, görevli isteyince hemen uzatayım diye.

Cüzdanımı çıkarırken önüme bir şey düştüğünü hissettim. Aynı zamanda bir ses işittim. Bu nedir diye iki ayağımın önüne baktım. Düşen nüfus cüzdanının arka kısmında yer alan çip idi.

Çipi elime alarak banka görevlisinin yanına gittim. Nüfus cüzdanımı uzatarak hesabımdaki parayı çekeceğimi söyledim. Bir de bu çip düştü dedim.

"Şimdilik ben bantlayıvereyim" dedi. Çipsiz sorun olur mu dedim. "Bazı bankalarda sorun olabilir" dedi. Geçici olarak çipi bantla yapıştırdı. Bir taraftan da çekeceğim miktarı hazır etti.

Nüfuz cüzdanının çipi düşer miymiş. Benden başka başına gelen var mı, varsa ne yapmışlar diye İnternete girdim. Çipi düşen düşene. Belli ki yeni hüviyetlerin çipi sorun.

Kuvvetli yapıştırıcı ile yapıştırsam olur mu diye birkaç kişiye sordum. Olmaz dediler. Nüfusta çalışan tanıştığım bir görevliye sordum. "Yenilemeniz gerekiyor. Bir fotoğraf ve 185 lira kart yenileme ücretini yatırın. Gelin yardımcı olalım" dedi.

Oğlana, nüfus cüzdanımı yenileteceğim. Haydi seninkini de değiştirelim dedim. Olur dedi.

Oğlanın çipi yerinde. Yalnız ilk yeni nüfus cüzdanı çıkardığımızda kimliğimizi veren görevli, sağ olsun, oğlanın fotoğrafını tam oturtmamış. Kafayı ikiye bölmüş. Oğlan yıllardır kafası yarım kimlik kullandı. Mecburen oğlanınkini de yeniledik.

185+185= 370 lira kimlik yenileme ücretini yatırdık.

Kimlik yenileme ücreti olan 185 liranın günümüzde çok bir ehemmiyeti yok. İşin parasında değilim. Yalnız bir kimlik yenileme ücreti bana yüksek geldi.

Ben kimliği kırsam, buruştursam, hor kullansam, sonra da değiştirmeye kalksam devlet 185 yerine varsın, 1500 alsın.

Bir diğer husus, zamanında bana verilen bu nüfuz cüzdanı 10 yıl geçerli. Sadece benim değil, çoğu kimsenin çipinde bu şekilde sorun olduğuna göre yani bu sorun kimliğin kendisinden kaynaklandığına göre bu şekil çip kaynaklı çip yenilemede yenileme ücretinin talep edilmemesi gerekir. Benim kullanımımdan kaynaklı olursa ücret alınmalı. Kimliğin kendisinden kaynaklı olursa ücretsiz olmalı.

14 Aralık 2025 Pazar

Şöyle Biri Olamadım Gitti

Sünnete uygun bir sakal koyacaksın.

Sözlerinde Müslümanca bir duruş sergileyeceksin. 

Referansın hep dini söylem olacak. 

Müslümanlığı kimseye vermeyeceksin. 

Siyasi duruşun olacak. 

Cemaat, vakıf ve STK'lere gidip geleceksin. 

Sureti haktan görüneceksin. 

Haşa, mahallen ne kadar hata ve yanlış yaparsa yapsın onları ölümüne savunacaksın. Karşı mahallenin Allah bir dediğini samimiyetsizlikle itham edeceksin. Müslümanlık onlara mı kaldı deyip Müslümanlık tekelini elinde bulunduracaksın. 

Gidişatını beğenmeyip sosyal medyada eleştiriye tabi tutanları; yazdığına, yazacağına pişman edip kaba üslubunla ağzının payını vereceksin. 

İnsanları inanç ve siyasi duruşuna göre yargılayacaksın. 

Bu Müslümanca duruş sana yeter de artar bile. 

İşine geç gitsen de olur. 

O gün işine gitmesen de olur. 

İşini yapmasan da olur. 

Görev yerine çıkmasan da olur. 

Sorumlu olduğun kişileri kimseye haber vermeden ve izin almadan habersizce göndersen de olur. 

Günü geldiği zaman maaşını çekip çatır çatır yiyeceksin.

Teknolojiyi çok iyi kullanacaksın. 

Konuşurken bürokrat gibi ve her şeyi bilirim havasında konuşacaksın. 

Görüşünden dolayı tavır aldıklarına selam vermeyeceksin. 

Acaba ben de hata yapmış olabilir miyim diye hiç düşünmeyeceksin. Çünkü hata ve sen ya yana gelmezsiniz. 

Burnundan hiç kıl aldırmayacaksın. 

Kısaca senin duruşun yeter.

Yaşıt Ormanları

Ülkemizde ağaç ve ormanlaşmanın yeterli olmadığı, bu eksikliği gidermek için her kasım ayında fidan dikme seferberliği yaptığımız, diktiğimiz fidanların çoğunun tutmadığı, çünkü fidanları bakımlarını yapmayarak kendi haline bıraktığımız bir gerçektir.

Ülkeyi yemyeşil yapmak ve ağaç sayısını çoğaltmak için ne yapılabilir?

Orman olacak yerlerin tespit ve tahsisi.

Yerel yönetimlere, özel idarelere veya Orman Bakanlığına bağlı ilçe ve il müdürlüklerine yetki ve sorumluluğun verilmesi.

Fidan dikilecek mevkiinin etrafının tellerle çevrilmesi.

Fidan dikim, bakım, budama, sulama, koruma vs. görevlerini yapacak yeteri kadar en az bir elemanın mevsimlik olarak görevlendirilmesi.

Sulama sisteminin getirilmesi. Buna imkan yoksa tankerlerle su getirilerek ekilen fidanların sulanması.

Fidanlar tutup dallanıp budaklanıncaya kadar buralara görevli dışında halkın ve hayvanların girişinin yasaklanması, kapısının kilitli tutulması.

Toprak ve mevkie uygun ağaçların ekilmesi için toprak analizinin yapılması.

Tutmayan ağaçların yerine yenisinin ekilmesi.

Buraya kadar getirdiğim önerilere; iyi, hoş, güzel de ödenek nasıl sağlanacak denebilir? Yer tahsisi dışında ödeneğe ihtiyaç olmayacak diye düşünüyorum. Nasıl derseniz? Şöyle ki:

Yer ve görevli masrafı dışında ağacın bedeli, maliyeti, bakım ve sulama masrafı vatandaştan karşılanmalı. Bunun için kanun çıkarılmalı. Zorunlu bağış adı altında vatandaştan alınmalı. Toplanan paralar ayrı bir kalemde toplanmalı ve ilgili birime aktarılmalı.

Zorunlu bağış derken kastım, önemli gün ve durumlara bağlı olarak vatandaştan ağaç bedelinin alınması. Belirlenen fiyat her yıl ekilen ağaca ve maliyete göre güncellenmeli.

Ağaç bedeli kimlerden alınmalı? Ne için ekilmeli? Bir kişi için asgari kaç fidan dikilmeli?

Kişi doğunca, ilkokul, ortaokul, lise ve üniversiteye başlayınca ve bitirince, askere giderken, evlenirken, işe başlayınca, iş değiştirince, emekli olunca; baba, anne, dede, büyük anne olunca, vefat edince vs.

Aklıma gelenler bunlar. Bu örnekler azaltılabilir, artırılabilir de. Anlatmak istediğim her önemli gün ve yılların anısına ağaç dikilmesini öneriyorum.

Yazımın başlığını yaşıt ormanları koydum. Akran ormanları da denebilir.

Yaşıt ormanları ya da ağaçları derken kastım aynı gün ya da aynı yıl doğanlar aynı yıl okula başlayıp aynı yıl bitirenler aynı yıl evlenenler aynı yıl askere gidenler vs. anısına dikilen ağaçları kastediyorum. Mesela 2025'liler, 2026'lılar ormanları gibi.

Her yaş ve akran grubu için ayrı ormanlık alanı belirlemeye gerek yok. Çünkü azalan nüfusla birlikte belirlenen ormanlık alanları dolmaz. Aynı gün doğanları alanın bir tarafına, aynı gün işe başlayanları, evlenenleri, okul başlangıcı ve mezuniyet günleri için belli yer belirlenir. Aynı aileye ait dikilecek ağaçlar için de o aile adına alan belirlenebilir.

Dikilen her ağaca kimlik verilir. Ne zaman dikildiği, kimin anısına dikildiği gibi.

Kişiler adına dikilen ve dikilecek ağaçlar için kişilere; ağacın türü, yeri, ada, pafta, parseli gibi bilgilerin yer aldığı bir makbuz verilir. Ağacını şu ada, pafta, parsele dikilmiştir ya da dikilecektir gibi.

Ağaçlar büyüdükten sonra bu ormanlık halka ve kişilere açılmalı. Kişiler yaşıtı olan ya da önemli günler adına dikilen ağacını görmeye gelebilmeli ve ağacının altında mangalsız piknik yapabilmeli, hoşça vakit geçirebilmeli.

Yazdığım öneriler bir yol gösterme ve ufuk açma olarak değerlendirilebilir. Bu öneriler geliştirilebilir. Hatta ormanlıklara dair halka sorulursa çok güzel önerilerin geleceğini de düşünüyorum. Şayet bu öneriler veya benzeri bir irademiz olursa biz bu memleketin her bir yerini yemyeşil yaparız. Günün anısına verilecek ağaç bedeline de hiç itiraz eden olmaz.

Eşkiyanın Sağdan Yaklaşanı

Yüz kızartıcı bir eyleme imza atan biri o yolun yolcusu ise kimse bu kişinin yaptığı yüz kızartıcı işe şaşırmaz. Mesela hırsızlığı meslek edinen bir kimsenin yaptığı hırsızlığın pek haber değeri olmaz.

Ama sureti haktan görünen, herkesin güvenini kazanmış, ağzı dualı, ayet ve hadis okuyan, karıncayı incitmekten korkan bir insan, bir hırsızlık ve bir yolsuzluk yapsa veya haram yese, bu kişinin yaptığına herkes şaşırır. İnanmakta zorlanır. Ben kendime güvenmem, ona güvenirdim denir. Hırsızlık veya dolandırıcılık yaptığı tescillenirse, bu da bunu yaptı ise kime güveneceksin. Bundan sonra kimseye güvenmem bile denir.

Son yıllarda görünen ve görünmeyen hırsızlıklar ve yolsuzluklar daha bir arttı. Belki eskiden de vardı ama sanal alemle birlikte daha bir gün yüzüne çıkmaya başladı.

Ne zaman sureti haktan görünüp kendisinden beklenmeyen bir hareketi yapan bir insan görsem, aklıma şu hikaye gelir.

Adına hikaye veya kıssa her ne dersek diyelim, kıssadan maksat hisse almaktır. Çünkü kıssalar hayatın bir gerçeği. Hisse alınsın diye yazılır, çizilir ve anlatılır. Yeter ki kıssalar yerinde ve zamanında anlatılsın.

İnternette “En Büyük Eşkiya Kim” başlığıyla dolaşımda olan, çoğumuzun okuduğu bir hikaye var. Hikaye biraz uzun. Özetleyerek anlatacağım:

Varlıklı bir çiftlik sahibinin son zamanlarıdır.

Yatağında son günlerini beklerken tek varisi oğlunu yanına çağırır. Vasiyetini söyler: “Yatağımın altında içi altın dolu iki kese altın var. Biri senin, diğeri de ülkenin en büyük eşkıyasının. Bunu niye en büyük eşkıyaya vermeni vasiyet ettiğimi de sorma” der.

Vasiyetinin ardından birkaç gün sonra vefat eder.

Oğlu teçhiz, tekfin, defin işlerini ve taziye süresini bitirdikten sonra babasının vasiyetini yerine getirmek için ülkenin en büyük eşkıyasını aramaya koyulur.

Eşkıyayı bulmak için nereye gitse, hangi eşkıyayı sorsa, daha beterinin olduğunu öğrenir. Şu eşkıya, bu eşkıya dolaşır. Şu eşkıya en meşhuruymuş dediği yerden de eli boş döner. Çünkü orada da başka eşkıyanın ününü işitir.

Genç şu, bu derken bir yıl böyle dolaşmış. Sonunda yedi dağın eşkıyası diye birini işitmiş. Eşkıyanın yaşadığı kuş uçmaz, kervan geçmez dağa gider. Eşkıyanın adamlarına durumu anlatır ve huzura çıkarılır. Babasının vasiyeti gereği şu altın kesesini size vermek için geldim deyince, eşkıya, “delikanlı, evet bu civarın eşkıyasıyım. Yalnız benden daha büyük bir eşkıya var. Bu eşkıya memleketin en büyük eşkıyasıdır. O da ülkenin kadısı. Bu altını ona götür der”.

Genç kadıyı bulmak için şehre iner. Bir taraftan da düşünür. Memleketin kadısından eşkıya olur mu? Çünkü adı üzerinde kadı. Şeriata göre hüküm verir. Haksızlık nedir bilmez. Çünkü ne de olsa hükmünü ayet ve hadise göre verir.

 Delikanlı, kadının konağının bulur, huzura çıkar. Olup biteni kadıya anlatır. Bu kese altın vasiyet gereği sizin efendim der.

 Bu sözleri duyan kadı küplere biner. Öyle ya en büyük eşkıya diye kendisine iftira atılmıştır. Üstelik kendisi harama el uzatmayan birisi. En azından halk böyle biliyor. Kendisi de görevi gereği böyle görünmek zorundadır. Zinhar harama el sürmez.

Genç, efendim, beni affedin. Zira ben böyle duydum. Siz yine de kitaba bir bakıp bu işin olurunu bulsanız deyince, kadı, şimdi oldu. Kitaba bakalım deyip kara kaplı kitabı açar ve şöyle der:

Bak delikanlı, bir din ve devlet temsilcisinin böyle açıktan para alması hem kanuna uymaz hem Allah bundan razı olmaz. En iyisi seninle aramızda bir alışveriş yapalım. Ben sana bir şey saracağım. Neticesinde sen de altınları bana teslim edersin der.

Ardından delikanlıya pencereden dışarıyı gösterir. “Şu gördüğün arazi bana ait. Bu arazinin üzerindeki karları sana bu kese altın karşılığında sattım” deyip karşılıklı bir sözleşme imzalarlar.

Delikanlı, vasiyeti yerine getirmenin huzuru içinde bir kese altını kadıya teslim edip çıkar.

Onca yorgunluğun ardından bir hana gider. Orada geceler.

Sabaha doğru zaptiyeler, kadı ile davan var diye derdest ederler.

Kadının huzuruna çıkan genci kadı bir güzel fırçalar. “Allah’tan korkmaz, benim arazinin üzerindeki şu karları niye götürmedin. Senin karlar arazimi işgal ediyor. Derhal bu karları kaldır. Yoksa seni arazimi işgalden içeri atarım” diye tehdit eder.

Delikanlı, bakar ki pabuç pahalı. “Ama kadı efendi, şu kara kaplı kitaba bir daha bak. Yok mu bunun bir yolu” deyince, kadı kitaba bakar. “Şu sendeki bir kese altını da verirsen varsın karların benim arazimi işgal etsin” der.

Bunun üzerine delikanlı elindeki bir kese altını da vererek kadının şerrinden kurtulur.

Dışarı çıkınca, “Yedi dağın eşkıyası! Sen haklı çıktın. Senden de büyük eşkıyalar varmış. Senin alenen yaptığın eşkıyalığı, kadı kanunla yapıyor. Bunların eşkıyalığının yanında senin ki ne ki” demiş.

Hasılı delikanlı, babasının vasiyetini güç bela yerine getirmiş. Bu vasiyeti yerine getireceğim diye kendi altın kesesinden de olmuş. Bu sayede memleketin en büyük eşkıyasının kadı olduğunu öğrenmiş olur. Bir ülkemin karısı böyle ise varın diğerlerini siz düşünün. Bu demektir ki o ülkede tuz kokmuştur. Tuz koktu ise her bir şey kokar. 

13 Aralık 2025 Cumartesi

Olduğumuz Gibi Görünmek

Habertürk Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Akif Ersoy, pek haber izlemesem de izlediğim zaman sunduğu haberleri izlediğim spikerdi.

Konuşması, duruşu, nezaketi, haber sunuşu, habere kendinden bir şeyler katması, çıkardığı konuklara sorduğu sorular ve konuklarına saygısı, ekrandan verdiği pozitif enerjisi, bilgi, birikim ve donanımı hoşuma giden yönleriydi.

Nazarımda, sureti haktan görünen biriydi.

İslamcı bir ailenin çocuğu aynı zamanda.

Gözaltına alınıp tutuklanması ve ardından hakkında çıkan; uyuşturucu, kadınlarla ilişkisi ve bunlara ortam hazırlaması, yenilir yutulur iddialar değil.

Hakkında itiraflar da her gün basında yer alıyor.

İddiaların ne kadarı doğru ne kadarı iftira bilmiyorum. Daha ne tür iddialar ortaya çıkacak, bekleyip göreceğiz. Şu var ki habercilikte bana güven veren ekranların temiz yüzlüsü diye düşündüğüm Ersoy'un düştüğü bu durum beni üzdü. Umarım bu tür iddiaları aslı astarı yoktur.

Ersoy olayı ile birlikte niyetim genelleme yapmak değil. Yalnız gözümün önüne birkaç örnek geldi:

Ersoy'dan önce Habertürk'te görev yapan Veyis Ateş'in adı da kirli işlere karıştı. Bugün kayboldu gitti. Bilmeyenler için söyleyeyim. Veyis Ateş ilahiyat fakültesi mezunu idi.

Büyükçekmece Adliyesinden 75 kilo mücevherat çaldıktan sonra İngiltere'ye kaçan adliye mensubu görevli, komşularının beyanına göre namazında, niyazında ve orucunu tuttuğu, herkesin güvenini kazanmış, elimde ne var ne yok veririm denilen biri.

KOSKi görevlisi iken 2020-2024 yılları arasında vatandaşa ait depozite ücretlerini annesinin hesabı üzerine aktarmak suretiyle 14 milyon lirayı iç eden kadın çalışanın profili gözümün önüne geldi.

Adalar Adliyesinde adli emanette bulunan silahların satılması ve Büyükçekmece Adliyesindeki mücevherat hırsızlığının ardından tüm adliyelerdeki adli emanetlerin incelenmesi durumu ortaya çıkınca, Konya Kulu Adliyesindeki bir kadın görevlinin de adli emanete alt 6 milyon lirayı alıp bu parayla kumar oynadığı kendi itirafıyla ortaya çıktı.

Daha başka örnekler de verilebilir. Türkiye'de akıl almaz yolsuzluk ve hırsızlık bu örneklerden ibaret değil. Görünen o ki hırsızlık, alavere dalavere, herkesi ayakta uyutma bu toplumun genlerine işlemiş. Neresinden tutsan elinde kalır.

Verdiğim örneklerdeki profillere gelirsem, Mehmet Akif Ersoy şöhret basamaklarını çok hızlı tırmanan İslamcı biri. Veysi Ateş ilahiyat mezunu. Altın ve gümüş çalan genç, namazında ve niyazında biri. KOSKİ depozitolarını iç eden başörtülü bir kadın. Kulu Adliyesi adli emanetini soyan da başörtülü bir kadın.

Basına sızmış fotoğraflarına bakılırsa iki kadının başındaki başörtüsü anam babam usulü bir örtme değil. Okumuş, dindar ve mütedeyyin kızların örtünme biçimi.

Burada İslamcı, başörtülü, namazında ve niyazında derken niyetim; İslamcı, namazında ve niyazında başörtülülerden korkulur. Bunlar hep böyle gibi bir mesaj verme niyetim hiç yok. Toptancı olmaktan da Allah'a sığınırım. Ayrıca hırsızlığının, çalıp çırpmanın, fuhuş ve uyuşturucu kullanmanın dini, imanı, ahlakı olmaz. Bu tip yüz kızartıcı eylemleri başörtülü de yapar, başı açık olanı da. Namaz kılan da yapar, namaz kılmayanı da. İslamcısı da fuhuş yapabilir İslamcı olmayanı da. Çünkü ne de olsa insandır. Nisyan ile maluldür. Her biri çiğ süt emmiştir. Şu yapmaz demeye gelmez. Yalnız ilahiyatçının, namaz kılanın, İslamcılığı savunanın ve başörtüsünü İslam'ın emri gereği örtenlerin, bu tür nahoş şeyleri yapmayacağı ya da yapmamaları gerektiği yönünde, toplumun bir beklentisi var. Toplumun, aynı kötülüğü laik seküler biri veya başı açık biri ya da namaz kılmayan biri yapsa bunlara gösterdiği tepki ile dindarlığıyla nam salmış birine gösterdiği tepki aynı değildir. Dindar ve mütedeyyin birinin yaptığını daha fazla ayıplar. Çünkü İslamcılık bir kimliktir, namaz niyaz ve oruç bir kimliktir. Aynı şekilde İslam'a uygun başörtüsü örtme de bir kimliktir. Bu kimliklerle ortaya çıkanlar yoğurdu hep üfleyerek yemek zorundadır.

Toplumun bu bakış açısını ayıplamamak lazım. Ben de toplumun bakışı gibi bakıyorum bu olaylara. Nerede olumsuz bir şey olsa Allah vere de fail İHL ve ilahiyat mezunu, İslamcı, başörtülü olmasa diye temenni ederim. Çünkü bunların yaptığı her şey güven ve itimadı sarsar.

İslamcı ya da dindar ve mütedeyyin kimlikli kişilerin yüz kızartıcı örnekleri giderek artarsa milletin ilahiyatçıya, İHL’liye, namaz kılana ve başını örtene güveni kalmaz.

En iyisi olduğumuz gibi görünmek ya da göründüğümüz gibi olmaktır. Süreti haktan görünmeyi bir tarafa bırakmak lazım. Bu renge bürünürsek kimse yaptığımızdan şok geçirmez. Kimsenin kimseyle güven problemi olmaz. Kimse kimseye kanmaz. Kimse kimseyi kandıramaz. Neysek o olalım vesselam. 

İngilizlerin İçimize Soktuğu Saplantı

Şimdi ben size sorsam, “İngilizlerin içimize soktuğu saplantı nedir” desem bilir misiniz? Bilmezsiniz. Nereden bileceksiniz. Haliyle cehaletiniz ortaya çıkacak.

Eğer her olumsuzluğu dış güçlere bağlayanlardan iseniz, şunlar, bunlar, onlar diye sayar durursunuz.

Şimdilik dış güçler fobisini ya da savunma refleksini bir tarafa bırakalım. İngilizlerin içimize soktuğu saplantı cehaletinize gelelim.

Öncelikle cahil dediğime kızmayın. Zira ben de her konuda olduğu gibi bu konuda da cahil idim. Ta ki yaşlı amcayı görünceye kadar. Siz de benim karşılaştığım amcayı görseydiniz, bu saplantının ne olduğunu benimle birlikte öğrenirdiniz ve bu yaşımda yeni bir şey öğrendim. Demek ki öğrenmenin yaşı yok dedikleri böyle bir şey olsa gerek derdiniz.

Bir arkadaşla buluşmak için Fatih Çarşısının Yeraltı Sarraflar Çarşısının karşısındaki kapıdan çıktım. Arkadaşın gelmesini beklemeye koyuldum. Buluşma saatine üç dört dakika var. Beklerken fırsatı değerlendireyim dedim. Elimi cebime attım. Şu malum zıkkımdan bir tane çıkardım. Ardından da çakmağı. Tam yakacaktım ki 80’ini devirmiş bastonlu bir amca, bastonu kaldırarak, “Tek yapacağın şu elindekini atmak ve bir daha ağzına almamak. Yap bunu” dedi. İnşallah dedim. Ardından, “Bu, İngilizlerin içimize soktuğu saplantı” dedi. Tamam dedim. Sonra bastonunu tak tuk vurarak başını sallaya sallaya yürümeye devam etti. Bir taraftan da söylene söylene gitti. Sonra gözden kayboldu.

Yaşına göre daha hızlı yürüyen bu amcanın, belli ki çoğumuzun kötü alışkanlığı olan bu zıkkıma karşı bir düşmanlığı var. Hem bununla mücadele ediyor hem de bu zıkkımı içimize sokan İngiliz’e karşı bir tavır sergiliyor ve insanımızı uyarıyor.

Belki de bu uyarıyı kendine misyon edinmiş olmalı ki kışın bu soğuğunda evinde oturmuyor. Çarşı pazar dolaşarak hem yürüyüşünü yaparak sağlıklı ve dinç kalmayı sağlıyor hem de insanımızı uyarıyor.

Merak edip sigara ülkemize ne zaman girmiş, hangi ülke vasıtasıyla biz bu illete bulaşmışız diye Google’a yazdım. Gördüğüm bilgiye şaşırdım. Çünkü Wikipedia’ya göre sigarayı biz İngilizlerden değil de İngilizler ilk defa Kırım Savaşında (1853-1856) sigarayı Osmanlı askerlerinden görerek sigarayla ilk defa o zaman tanışmışlar.

Bu bilgi doğru ise görünen o ki her şeyde dış güçler parmağı aramak bizde yeni moda değil, eskiden beri süregelen bir can simidi. Herhalde bu can simidi bizim yaşam kaynağımız.

Hasılı, sigara, İngilizlerin içimize soktuğu bir saplantı değilmiş. Bizim onlara soktuğumuz bir saplantı imiş. Hep onlardan bize bir saplantı gelecek değil ya. Gördüğünüz gibi bir saplantı da bizden onlara gitmiş. Elleme, oh olsun İngilizlere...

Şimdi ben o amcayı tekrar görsem, amca! Bu meret, İngilizlerin içimize soktuğu bir saplantı değilmiş. Esas bizim onlara soktuğumuz bir saplantı imiş. Haberin olsun desem, “Yeğenim, sen onu benim külahıma anlat. Bu anlayış bile İngilizlerin bize soktuğu bir saplantı. Siz nereden bileceksiniz” der mi? Bence der.

Vergide Katmerli Dönem

Yıllardır abonesi olduğum ev İnternet aboneliğimi sonlandırarak TÜRKSAT ev İnternete geçtim.

15 günlük faturam 374 lira geldi.

Faturanın ayrıntısı dikkatimi çekti. 215,77 lirası İnternet bedeli, diğer geriye kalan 158,23 lirası ise vergi.


Üç çeşit verginin 43,16 lirası KDV, 18,74 lirası ÖTV, 96,33 lirası ise damga vergisi.

Haydi KDV’yi anladım, ÖTV ne? ÖTV’yi anladım, damga vergisi ne? 

Abone olurken görevlinin dediğine göre damga vergisi bir seferlik bu şekil toplu geliyormuş. Sonra bir daha alınmayacakmış. Belli ki damga vergisi toptan peşin alınıyor. İyi de ne belli bu aboneliği iki yıl devam ettireceğim ya da iki yıl yaşayacağım.

Faturanın ne kadarı vergi diye bir hesap yaptım.
215,77 : 374 * 100 = 57,69 çıktı.

Görünen o ki gelen bu faturama % 57,69 vergi uygulanmış. Buna yuvarlak hesap yüzde 58 diyelim.

Eğer bir faturanın yüzde 60'a yakını vergi ise yatıp kalkıp ağlayalım.

Siz bu yüzde 60'a yakını vergiye giden bu faturaya ne dersiniz bilmem. Bilin ki bana normal gelmedi. Bir hizmetten bu kadar vergi alınmaz. Nasıl ki fahiş zam varsa hayatımızda, gördüğümüz gibi verginin de fahişi uygulanmış. Hem de fahişin fahişi.

Tek kelimeyle üzücü bir tablo. Böyle vergi sistemi böyle vergi oranı böyle katmerli vergi böyle verginin vergisi böyle vergi içinde vergi alınmaz.

Bu oran, devletin, benim adım Hıdır, elimden gelen budur demesidir ve anlaşılan o ki tüm gelirini vergiye bağlamış.

Devletin vergi içinde vergiler olan bu vergi anlayışı, tilki fıkrasını aklıma getirdi. Hani tilkinin yüz planı olurmuş. Bu planın 99’u horozu nasıl haklarım üzerine imiş. Devletinki de o hesap. Ben vatandaştan nasıl, hangi yol ve hangi vergi türüyle daha fazla vergi alırım hesabı.

Bu tür vergi anlayışını görünce, esnafa, tüccar, firmalara fahiş satıyorlar diye boşuna kızmayalım. Her esnaf böyle vergi veriyorsa bilelim ki bu fahişlikte en son suç ve en az suç esnafındır. Çünkü esnaf satacağı ürün ve mala bu vergiyi de yansıtacak. Dükkan kirasını, elektrik, su, doğal gaz, personel vb. giderlerini de ürüne ekleyip üzerine kâr marjını koyacak.
Burada derdim gelen fatura miktarı değil, vergi çeşitliliği ve oranı. Değilse devlet mutlaka vergi alacak ama alınacak bu vergi makul ve izah edilebilir olmalı.

Yine bu vergi oranı ve vergi çeşitliliği, vatandaşın sadece vergi mükellefi olarak görüldüğünü akla getiriyor.

Bu kadar çeşit vergiye ve bu orana tek kelimeyle insaf diyorum.

İnternete Eski Usul Erişim

Ev, bina ve sitende TÜRKSAT kutusu varsa abonelik kolay.

Vatandaşın çoğu TÜRKSAT İnternetinden faydalanmak istiyor. Fakat TÜRKSAT’ın her bina ve mahallede alt yapısı yok. Bence bu imkan ve hizmetten tüm mahalle ve binalar faydalanmalı. TÜRKSAT bu konuda niye yavaş hareket ediyor, bunu anlamış değilim. Herhalde imkan meselesi ya da İnternet işiyle uğraşan diğer firmalar da bu alanda ekmek yesin düşüncesi içerisinde olmalı.

Oturduğum dairenin içinde TÜRKSAT alt yapısı olunca, yıllardır abonesi olduğum ev İnternet aboneliğimi sonlandırarak TÜRKSAT’a geçtim.

Abone olmanın ardından fazla vakit geçmeden ve diğer İnternet aboneliğimi kestirmeden, evime İnternet bağlamak için geleceklerini haber verdiler. Müsait olup olmadığımı sordular. Müsaidiz dedim.

Aradıklarında, ilacımın raporunu yeniletmek için hastanede idim. Sanırım ilk benden başlamış olmalılar ki ben eve haber vermeden ve eve gelmeden görevli eve gelip işe başlamış.

Oğlan aradı. Kablo tavandan mı geçsin, tabandan mı diye. Ben de tavandan olsun dedim.

Eve geldiğim zaman iş bitmiş, İnternetimizi bağlanmış gördüm.

Hız dediğin böyle olmalı. Bu yönüyle TÜRKSAT bir teşekkürü hak ediyor. TÜRKSAT'ın bu hızını takdir ettim.

Yalnız evde bahar temizliği gibi elde süpürge ev temizliğine kalkıldığını gördüm. Kayınbiraderin ablasının yüzünden düşen bin parça. Çünkü yoktan iş çıkmıştı ona. “Evin her yeri kablo oldu bir bak” dedi.

Bir baktım. Kapının yanından bir delik açılmış. Koridordan içeri girdirilen kablo kah tavan kah kapı eşiği kah tabandan geçirilecek İnternetin bağlanacağı odaya kadar kablo uzatılmış. Kablo oynamasın diye de belirli aralıklarla köprü yapılmış. Her köprü de vida ile monte edilmiş. Bir zaman sonra bu abonelikten de vazgeçip bir başkasına geçersem, o kabloları sökersem kablonun geçtiği her yerde vida deliği görünüp duracak.

TÜRKSAT görevlisinin tavandan mı, tabandan mı geçsin dediğinde, tavandan olsun dediğimde, ben de sanmıştım ki ev ve koridorun içinde kablo görünmeyecek şekilde çatıdan geçen boruya bağlanacak ve odalarda bulunan İnternet prizine bağlantı yapılacak. Heyhat ki heyhat. Tavan derken ben çatı anlamışım. Eleman ise dairenin tavanını kastetmiş. 2008’de başka evdeyken abone olduğum TÜRKSAT yine aynı yöntemi uygulamıştı. Görünen o ki yıllar geçse de TÜRKSAT bu huyundan vazgeçmiyor.

Evdeki bu çirkin kablo yığınını görünce, elektriğin evimize ilk çekildiği 1980 öncesi gözümün önüne geldi. Monter lakaplı belediyede çalışan hemşerimiz bir akşam gelip siyah kabloyla evin içine kablo çekmiş, tıpkı TÜRKSAT usulü duvara monte ederek elektriğimizi açmıştı. Bu görüntüsüyle görüyorum ki TÜRKSAT 80 öncesi gibi çalışıyor. Halbuki 80’den bu yana 45 yıl geçmiş. Bence TÜRKSAT evin içinden kablo çekmeden eve İnternet bağlamanın bir başka yolunu bulmalı. Çünkü görevli, sağı solu kırmadan işinin ehli biri olsa bile eve iş çıkarıyor ve kablonun görüntüsü de hoş durmuyor. Elektrik ve su borularının bile sıvanın altında kaldığı günümüzde, TÜRKSAT’ın görünür vaziyette İnternet bağlamayı tercih etmesi bana çok banal geliyor.

Ne yapabilir? Bugün çoğu binalar yeni. Her binanın her odasında elektrik, telefon ve İnternet prizi var. Öyle zannediyorum çoğu evlerdeki bu prizler süs olsun diye yapılmamıştır. TÜRKSAT İnternet erişimini sağlamak için bu prizlerden yararlanmalı. TÜRKSAT kendi kablosunu bu prizler aracılığıyla ulaştıracak ve bağlantıyı sağlayacak şekilde kendisini yenilemeli.

Bu yolu izlemek de kolay değil, biliyorum. Çünkü zamanında binanın kablolarını döşeyen eleman kendi kafasına göre öyle bir döşemiştir ki sonradan bir başkasının bu kabloyu tespit etmesi çok zor. Haliyle çoğu evlerdeki internet prizi süs görevi görüyor. Bundandır ki sonraki gelen işin kolayına kaçıyor. Yine de ne kadar zor olursa olsun TÜRKSAT veya diğer İnternet sağlayıcıları evin her yerine seyyar kablo çekmek suretiyle eski usul eve İnternet bağlama işini bir tarafa bırakmalı. Ne olur işimizi doğru, düzgün ve güzel yapalım. Çünkü görüntü hiç hoş değil. Aynı zamanda koridor ve odalar içinde uzatılan kablonun uzunluğu, taahhüt edilen İnternet hızını da düşürüyor.

TÜRKSAT yetkililerine duyurulur.

12 Aralık 2025 Cuma

Üstüme İyilik Sağlık!

Cuma namazını Alaaddin Camiinde kılayım diye evden çıktım. 

Güzergahım, İstasyon, Millet Bahçesi, Anıt, Zafer, Alaaddin Tepesi.

Millet Bahçesinin karşı kadırımından cumaya yetişmek için yürürken 13-14 yaş aralığında bir çocuk, "Dayı, Şuradan bana iki Tuborg alır mısın" dedi. Yanlış mı duydum diye ne alacağım diye sordum. "Tuborg dayı Tuborg" dedi.

Şaşkınlığımı anlayan çocuk, "Abi, yanlış anlama. Kendime almayacağım. Yaşım küçük olunca bana vermediler. Başkasına alacağım" dedi.

Bak delikanlı, o dediğini bugüne kadar ne elime aldım ne ondan bir yudum aldım ne de böyle içki satan bir yere girdim. Ne olur, beni buna alet etme dedim. Çocuk da üstelemedi. Ne olacak dayı, alacağın iki bira demedi. 

Yoluma devam ettim. 

Geriye dönüp baktım. Kaldırımın kenarında çocuk beklemeye devam etti. Belli ki pes etmedi. O bira mutlaka bir şekilde alınacak. Herhalde uygun birinden bira alıvermesini isteyecek. Ben olmadıysam, bir başkası bu işi halledecek. 

Yolda giderken acaba çocuğun isteğini yerine getiriversem miydi dedim. Yok ya bu iş bana göre değil dedim kendi kendime. 

Bugüne kadar bir şey isteyenler oldu. Genelde para istendi. Bazen market çıkışı, şundan alıver diye de oldu ama Tuborg alıver diyene ilk defa rastladım. Demek ki göreceğim varmış. Üstüne iyilik sağlık! 

Çocuk arkadaşıyla kendisi mi içecek ya da baba, git iki Tuborg al gel mi dedi bilmiyorum. 

Eğer çocuk bu yaşta biraya alıştı ise vay haline. Ama çocuğun utangaç ve efendi bir duruşu vardı. Beni buna alet etme der demez üstelemeden kenarda beklemeye koyuldu. 

Belki de baba içki müptelası. İçmek için akşamı da beklemiyor. Güpedüz alması için çocuğunu içki almaya gönderdi. Bir şekilde al, almadan eve gelme dedi. 

Eğer çocuğunu bu yaşta içki almaya gönderiyor, kendi emellerine çocuğunu alet ediyorsa yazık o babaya. Vah o çocuğa. 

Bir baba, yaşı kaç olursa olsun, çocuğunu içki almaya göndermemeli. Gidip kendisi almalı. 

Benim sigara içme alışkanlığım var. Sigaram kalmasa, çocuklardan biri bakkala gidecek olsa bile bugüne kadar hiçbirine "Oğlum, gelirken baba da şu sigaradan al demedim. Oğlan ekmek almaya gitmiştir. Ardından ben de çıkıp kendi sigaramı kendim aldım. 

Aşağı yukarı günlük geçtiğim Millet Bahçesinin karşısında içki bayii nerede var, hiç dikkatimi çekmedi. Çocuk şuradan bira alıver dediğine göre belli ki her zaman gelip geçtiğim bu caddede içki bayii var. İşin garibi içkiyi ağzıma sürmediğim gibi sigara alacağım zaman bile tekel bayisine gidip de sigara almayı tercih etmedim. 

Tekel bayii de hoşuma gitti. Belli ki çocuğa, "Yaşın tutmuyor. Sana veremem" dedi. Eğer böyleyse bayiyi tebrik etmek lazım. Yalnız bildiğim kadarıyla her bayi aynı duyarlılıkta değil. Çünkü 18'ini doldurmamış çocukların hepsinde sigara paketi olduğuna göre çocukların çoğu bu paketi bakkal, market veya büfelerden alıyor. Çünkü bildiğim kadarıyla 18 yaş altına içki satışı yasak olduğu gibi sigara satışı da yasak. Belli ki bu yasak satıcılar tarafından tarafından çiğneniyor. 

Camiye doğru yaklaşırken, yılbaşı yakın. İster misin bu haftanın hutbesi içki üzerine olsun. Çünkü her aralık ayında Diyanet bir hutbeyi içki ve kumara ayırır. Şayet çocuğun isteğini yerine getirmiş olsaydım, sonra da camiye girip hocanın hutbede, "Bugün sözüm meclisten içeri. İçinizde, küçük çocuklara içki alanlar bile var. Yapmayın, etmeyin" der mi der. Ondan sonra da bana, bu hoca keramet sahibi demek düşer. Bunu da düşünmedim değil. 

Neyse korktuğum gibi olmadı. Zira hutbenin konusu içki üzerine değildi. 

9 Aralık 2025 Salı

Ağaç Dikme Serencamımız

Şimdilerde öğretmen ve yönetici olan bir öğrencim, öğretmenler günü hediyesi olarak benim adıma Diyanet Vakfına fidan bağışında bulunmuştu. Bu bağış ve hediyeyi bir önceki yazımda ele almıştım.

Yazıda, bağışlanan fidanın filizlenip ağaç olmasını, gelip geçenlerin faydalanmasını, fidan bağışının öğrencim için sadakayı cariye olmasını temenni etmiştim.

Yeri gelmişken fidan dikimine dair ne yapılması hususunda görüşümü de ifade etmek isterdim. Yalnız yazım uzadığı için bu konuya değinmemiştim. Bu yazımda bu konuyu ele alacağım.

Yazımda fidanın önemine işaret edecek değilim. Zaten hepimiz fidan ve ağacın önemini biliyoruz. Bundandır ki her yıl kasım ayında kurum ve kuruluşlar etkinlik yapmak suretiyle milyonlarca fidanı toprakla buluşturuyor.

Yıllardır ülkenin her bir yerinde fidan dikim seferberliği olmasına rağmen dikilen bu ağaçların yeterli olmadığını hepimiz biliyoruz. Ağaç ve ormanlaşmada elan istatistiği bilmiyorum. Yalnız “2010 yılında ‘Küresel ısınma’ konulu bir seminer dinlemiştim. Aklımda kaldığı kadarıyla “Dünyayı küresel bir ısınma bekliyor. Susuzluk kapıda. Heyelanlar eksik olmayacak, toprak kayması artacak. Sular çekiliyor, buzullar eriyor. Yağışlarda süreklilik olmayacak. Ormanlar yok oluyor, Anadolu kuraklaşıyor, özellikle Konya kuraklıktan en fazla pay alan illerimizden... Çünkü dünyada ağaç ve ormanlıklar % 30’lar civarında iken, Türkiye’de % 18, Konya’da ise % 12 dolaylarında. Bu yüzden tedbir almalıyız.” açıklamalarını yapmıştı seminer yetkilisi”. (https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2016/05/rahmetine-susadk-biz-rahmann.html).

2010 yılından bu yana 15 yıl geçmiş. Ormanlaşmada ne kadar mesafe kat ettik. Üzerinde durmaya değer. Yalnız onca dikime rağmen çok büyük mesafe kat ettiğimizi düşünmüyorum. Özellikle son yıllarda orman yangınları bir türlü peşimizi bırakmadı. Bir diğer husus da her yıl kasım ayında dikilen fidanların ne kadarının tuttuğu masaya yatırılmalı. Fidan dikmende ve organize olmada üstümüze yok. Yalnız dikilen o kadar fidanın çoğunun tuttuğunu düşünmüyorum. Çünkü diktiğimiz fidanlar korumasız. Bizim bu fidan dikim işimiz, doğan çocuğu, haydi yaşa diyerek bir başına sokağa bırakmak gibidir. Diktiğimiz fidan mevkileri korumasız, bakımsız ve sulama sistemi yok.

Eğer fidan dikmedeki iştah ve çabanın birazını da bu fidanları nasıl koruruz üzerine kafa yorarsak diktiğimiz fidanlar yeşerir. Faydalı bir şeye imza atmış oluruz. Onca emek ve masraf da boşa gitmemiş olur.

Bu konuda ne yapılabilir?

Fidan dikilen mevkiinin etrafı telle çevrilmeli.

Damlama sistemi döşenmeli. Yer ve mevki damlama döşemeye müsait değilse ya da su yoksa bir şekilde buraya su getirilmeli/taşınmalı.

Görevlisi olmalı.

Belirli periyotlarla bakımı yapılmalı.

Toprağa uygun fidan dikilmeli.

Fidanlar büyüyünceye kadar bu alana görevli dışında kimse girmemeli, burası halka açılmamalı. Ne zaman ki ağaçlar dallanıp budaklanır, kırılma ve sökülme tehlikesi ortadan kalkarsa buralar gezi, ziyaret ve pikniğe açılmalı.

Her ağacın bir şeceresi olmalı. Bağış yoluyla dikilen ağaçlara bağışçının ismi, bağış ve fidanın dikim tarihi yazılmalı.

Bağışçı yıllar sonra adına dikilmiş ağacı görmeye gelebilmeli.

Belediyeler uygun yerleri ağaçlandırma mevkii olarak tahsis etmeli. Mevkiin hazırlanması, dikim, bakım, sulama ve koruma görevi belediyede olmalı.

Masraflar için genel bütçeden belediyelere kaynak aktarılmalı.

Masraf ve maliyetinden dolayı kaynak aktarılamaz denirse bununla ilgili önerilerime de diğer yazımda yer vereyim.

8 Aralık 2025 Pazartesi

Ailelerin Evlatlarına Yaptığı Kötülük

Aşırı güvenip tedbiri elden bırakarak arkasını takip etmemek.

Ben çektim, çocuğum çekmesin diye çocuğuna sorumluluk vermemek. 

Saçını süpürge etmek. 

Her istediğini almak.

Hata ve yanlışlarını görmezden gelmek.

Her şeyiyle çocuğunu savunmak, toz kondurmamak. 

Hazır yiyici yetiştirmek. 

Öz güven kazanmasına yardımcı olmamak.

Şımartmak. 

Çocukları arasında ayrım yapmak. 

Aşırı sevmek.

Aşırı korumacı davranmak. 

Hayatın içinden yetiştirmemek.

Her birine ev, araba vs. almak, onlara mal bırakmak için çabalamak. 

Anne babanın ya da büyük babanın davranış birliği içerinde olmaması. Birinin uyardığını diğerinin koruması. 

Bir meslek sahibi yapmamak. 

Cimri ya da savurgan yetiştirmek. 

Başkasıyla kıyaslamak. 

Çocuğuna şiddet uygulamak. 

Çocuğunu başkasının yanında eleştirmek, rencide etmek, küçük düşürmek. 

Çocuğunun yanında annenin babasından, babanın annesinden dert yanması, kötülemesi. 

En ufak bir hata ve yanlışında çocuğunu dinlemeden kızıp bağırmak. 

Hiçbir yaptığını beğenmemek, sürekli eleştirmek, adam olmazsın gibi sözler söylemek. 

Aile içinde sağlıklı iletişim yollarını kapalı tutmak. 

Her şeye kızıp köpürmek vs. 

7 Aralık 2025 Pazar

Mütevazı Hayatı Seçen Ünlüler

Yıldırım Demirören zengin bir ailenin çocuğu. Aile şirketinin başına geçseydi, kim bilir keyfine diyecek olmazdı. Çünkü para gani. 

Mal, mülk, para ailenin olunca, Sayın Demirören'in gecesini gündüzüne katarak ailenin zenginliğini daha üst seviyeye çıkarma imkanı da vardı.

Harcamaya gelince, hesap kitap bilmeden harcardı. Bir eli yağda, diğeri balda olurdu. 

Kısaca gününü gün ederdi.

Ama o onu, daha doğrusu babası bunu tercih etmedi. Oğlum, sen bizi bitirirsin. Bak sen futbola ilgilisin. BJK'yi de seviyorsun. Git tüm sevgini BJK'ye ver. Yeter ki bizim şirketlerden uzak dur demiş güya.

O da baba sözünü dinleyerek ve bir mütevazı örneği göstererek BJK'ye 32. başkan oldu. 8 yıl başkanlık yaptıktan, kulübü borç girdabına soktuktan sonra burası beni kesmez. Mütevazılık da bir yere kadar deyip futbol federasyonuna başkan oldu. Bir yedi yıl da TFF başkanlığı yaptı.

Hem BJK hem de federasyon başkanlığına toplamda 15 yıl hizmet etmiş oldu. Sayın Yıldırım'ın aile şirketlerinden bu kadar yıl uzak kalmasına öyle zannediyorum, en fazla sevinen babası olmuştur.

FB başkan yardımcılığı ve başkanlık görevi yapan, son seçimde rakibi Sadettin Saran'a karşı seçimi kaybeden Ali Koç da Türkiye'nin çikin zenginlerinden. Belki de devletten daha zengin bir ailenin çocuğu.

Babası Ali Koç için de şirketlerden uzak dur, git sen en iyisi futbolla ilgilen dedi mi demedi mi bilmem. Yalnız o da bir mütevazılık örneği göstererek ömrünü FB'ye verdi. Daha doğrusu adadı. Duyumlarım, holding çalışanları, FB'ye başkan olunca çok sevinip bayram ettiği yönünde.

Döneminde FB hiç şampiyonluk yüzü görmese de FB sevgisi tartışılmazdı. Ayrıca hiç şampiyonluk sözü vermedi. Bu da mütevazılığının bir göstergesi.

Sayın Saran'a karşı seçimi kaybetmesine herhalde en fazla üzülenler yine holding çalışanları olmalı.

Ali Koç'un da pekala holdingin başına geçip holdinge paha biçilemez bir değer katma imkanı varken futbola kendini vermesi de öyle zannediyorum, alçakgönüllüğüne bir işaret.

Yokluğunda holding neredeydi, nereye gelindi bilinmez ama varlığında Fener'in yüzü hiç gülmedi. Problem değil. Önemli olan onun holfşnten uzak tutulmasıydı. 

Mütevazı hayatı seçen bu iki örnek aklıma geldi. Başka var mı diye düşünürken, "Babam iyi bir ticaret erbabı idi. Ticarete devam etseydi, paraya para demezdi. Çünkü iyi bir ekonomisttir" diyen evladın da babasını burada konu edinmezsem, başlığın içi dolmazdı. Çünkü onun babası da dünyanın en zenginleri içine girme imkanı varken, o siyaseti seçmiş.

Hele bu son örnek tam bir tevazu örneği. Öyle ya babası ticarete devam etseydi, şimdi o aile nerede olurdu. Belki de dünya zenginler kulübünün en başında yer alabilirdi. 

Hasılı kiminin spora kiminin de siyasete hizmeti düstur edinmesi, örnek bir davranış. İçimizde kim böyle fedakarlıkta bulunabilirdi? Bunlar spor ya da siyasetle uğraşmasaydı bu hizmetleri kim yapabilecekti. Bir düşünsenize, bu ünlüler babalarının holdinginde ya da piyasada çalışsalardı, bugün nerede olurlardı.

O yüzden mütevazı hayatı seçen ünlüleri öpüp başımıza koymak lazım. Yaptıkları bu hasbiliği hiç unutmamak bir vatandaşlık borcudur. 

Sahi, siz bu derece ünlü ve yetenekli olsaydınız, bu ünlülerin yaptığı fedakarlığı yapabilir miydiniz? Biliyorum böyle bir tercihi hiçbiriniz yapamazdınız. Biz de yapardık falan demeyin. Çünkü sizin bu söyleminiz bekara avrat boşamaktan başka bir şey değil. Şu aşamadan sonra bu mütevazı hayatı tercih eden bu ünlüleri takdir edin bari. 

Şemsiyem de Şemsiyem

Kayınpederin kızı, "dün soğan almadın mı" dedi. Yok almadım. Bugün markete gideriz diye almamıştım dedim. "İyi de ben şimdi yemek yapıyorum. Soğansız mı olsun" dedi. 

İyi ki yemek yapmayacağım o zaman demedi. Öyle ya soğan da soğan. Değilse sen bilirsin deseydi, pazar pazar çekilmezdi açlık. 

Her zaman son dakika golü yemek yapan kayınpederin kızının bugün erkenden yemek yapası geldi. Vardır bir hayır. 

Soğansız yemek nasıl olurdu. Ya bir de yemekte tat ve lezzet olmazsa. Mazeret de hazır. "Soğansız yemek böyle olur. Bunu bulduğuna şükret" der miydi derdi. 

Zaten önüne gelen haline şükret diyor. Hiç, paran, pulun var mı diyen yok. 

Yağmur da yağıyor. Üstelik duracak gibi değil. Olmazsa yarı ıslanıp şu markete gidip geleyim dedim. 

Üzerime yağmur geçirmez oğlandan geçme montu geçirdim. 

Ne olur ne olmaz deyip 2000 öncesine ait evladiyelik şemsiyemi de aldım. 

Almakla iyi yapmışım. Öyle böyle değil, baya yağıyor. Şunu söyleyeyim ardı arkasına üç gündür ince ince yağan bu yağmur sanki bu sene eski kışlardan bir kış göreceğimizin habercisi gibi. İnşallah böyle olur. 

Soğan ve elma alayım dedim. İki markete baktım. Birinde soğan 9 lira idi, diğerinde 8.99 lira. Haliyle 8.99'u tercih ettim. 

Elmadan vazgeçip soğanın yanına üzüm aldım. 

Giderken yağan yağmur, dönüşte de hız kesmeden yağmaya devam etti. 

Eve gelip aldıklarımı koydum. Şemşiyeden şıpır şıpır su akıyor. 

Şemsiyeden su damlaması ne anlama gelir? Hayır mı şer mi bilmem ama bizim kırmızı çizgimiz. 

Kayınpederin kızı şemsiyenin suyu aksın ve kurusun diye yer ararken dur şuraya koyayım diye dairenin girişindeki çöp kovasının üzerine koydum. 

Çocukların anası "Bir şey olmaz mı" dedi. Olmaz, ne olsun dedim. İçeri girdim. 

Aradan birkaç saat geçti. Yağmur hafif çisentiye bıraktı. Hava kararmadan alışverişi yapıp geleyim diye çıktım. Arabayla gidecek olsam da şemsiyeyi de almalıyım dedim ama benim şemsiyenin yerinde yeller esiyordu. 

Gelinlerin annesine sordum, şemsiyeyi aldın mı diye. "Hayır, ben almadım" dedi. 

Az önce oğlan yağmur yağarken spora gitmişti. O almış olabilir mi dedim. Arayıp oğluna sordu. Almamış. O zaman az önce senin diğer oğlun gelmişti. O almış olabilir mi dedim. Onu da aradı. O da almamış. 

Çocukların anası, annelerinin iki çocuğu da almadığına göre bu şemsiye nere giderdi. Komşular almaz. Apartmana giren çıkan olmaz. 

Adeta tutuştum. Zaten canım sıkkındı. Çünkü pazardan başlar bendeki pazartesi sendromu. Öyle ya yarın okul vardı. Üzerine bir de şemsiye eklenirse katmerli bir üzüntü çökerdi üzerime.

Nitekim öyle oldu. 

Hıncımı soğandan almalıyım. Öyle ya pazar pazar şu soğanın başıma açtığı işe bak. Ha dün alıverseydim olmaz mıydı. Bir de şemsiye bulunmazsa, bundan sonraki geriye kalan ömrüm bilin ki benim için çok yavan geçecek. Zira ağzımın hiç tadı olmayacak. Bu şemsiyeyi çok kullanmasam da 2000 öncesine ait bir şemsiye idi. Manevi değeri önemli değil de maddi değeri önemliydi benim için. Çünkü az paraya almamıştım o zaman. 

İyi de uçmuş muydu bu şemsiye? 

Can havliyle kışlık sporları geçirip dışarı attım kendimi. Hava soğuk, yağmur hafif çiselemesine rağmen adeta içim yanıyordu. Ne soğuk söndürürdü bunu ne de yağmur damlacıkları. Az sonra yapacağım yüklü alışveriş de tüm bunun üzerine benzinle ateşe gitmek gibi olacaktı. 

Bu durumda moralin bozuk yarın okula gitme bari deseler bile sönmezdi bu ateş. Sonra okula gitmemek de çözüm olmazdı. Çünkü nereden bakarsan 27-28 yıllık şemsiye. Vay be çeyrek asrı devirmiş. Ben geldim gidiyorum o ise hala yepyeni ve işlevini harfiyen yerine getiriyor. Bir daha böyle şemsiye bulabilir miydim. Buldum diyelim, böyle bir şemsiye şimdilerde kaç para idi. Haydi bulup aldım diyelim. Kasım ayında enflasyon 0,87 çıkmıştı. Benim yeni şemsiyeyi almak demek, inişin inişine geçmiş enflasyonun inişini yavaşatabilirdi. Çünkü her alışveriş enflasyonu körüklerdi. 

Ben böyle bir haletiruhiye içerisinde abuk sabuk düşünceler içerisinde apartman kapısını açınca, karşımda kapı önünü süpüren site görevlisini gördüm. Sevindim görünce. Çünkü şemsiyeyi soracağım bir kişi daha bulmuştum. Kolay gelsin. Yukarıda şemsiye gördün mü dedim. "Evet, gördüm. Attım çöpe" dedi. Abi, benim evladiyelik şemsiye o. Islanınca suyu aksın diye çöp kutusunun üzerine koymuştum. dedim. "Çöpün üzerine konunca çöpe gidecek diye aldım. Arka taraftaki çöp kutusunun içine koydum. İyi ki bugün oğlan ve hanım yoktu. Onlar olsaydı, esas çöpe giderdi. Bulunamazdı" dedi. 

Hemen arka tarafa geçti. Benim şemsiyeyi getirdi. Kaybolup gitti dediğim şemsiyeme dair tüm umutları bitirdiğim anda, şemsiyem geri geldi. Bir sevinç bir sevinç. Anlatılmaz yaşanır. 

Bundan sonra kim tutar beni. Markete gidip gördüğümü market arabasına attım. Dolaştım marketin içinde. Gerçi bu market arabasıyla altın ve gümüş de taşınıyormuş ama benimkisi gıda taşımak. 

Yaptığım alışveriş 3.049,13 TL tutmuş. Bir iç geçirdim ama şemsiyenin üzüntüsü kadar değildi. 3.049'u anladım da şu 13 ne? Bu küsurat nereden oluştu? Yoksa adliye soygununun 13 Kasım olduğuna bir telmih mi vardı? 

Aman neyse ne? Evladiyelik şemsiyem çöpten de olsa geri geldi ya. Bundan iyisi can sağlığı.

Bu da benim kulağıma küpe olsun. Bir daha çöpün üzerine atılmayacak bir eşya koyar mıyım? Tövbe tövbe.

Not: Bu şemsiye nasıl bir şemsiyeymiş dşye merak edenler için bir görselini buraya koyuyorum. Böyle büyük göründüğüne bakmayın. Katlanır da. 

Not: Size sıcağı sıcağına bir not paylaşayım. Bu yazımı okuyan çanta, şemsiye, kemer türü malzeme satan esnaf bir arkadaş, "Ramazan Hocam. Dert edindiğin kadar varmış. Şu an onun değeri 1000 TL civarı." mesajı gönderdi. Bu mesajı görünce büyük tehlike atlamışım, verilmiş sadakam varmış. Bir de şemsiye geri gelmeseydi, cepten 1000 TL çıkacaktı. Bir diğer husus da bu evladiyelik şemsiye beni öbür dünyaya gönderir diye kendime bir hedef koymuştum. Cepten para çıkacağı gibi ölmeden şemsiye benden önce öleceği için hedefim gerçekleşmeyecekti. Bu da her yıl, yıl sonu enflasyon hedefi koyup da hedefi tutmayan Merkezi Bankası gibi olmak demekti. Hedefi tutmadığı için MB'nin karizması çizilmese de benimki çizilebilirdi.

Bu notu da böylece paylaşmış olayım ki amma da şemsiye imiş. At ile deve mi diyenlere bir cevap niteliğinde olsun.

Bir diğer not daha. Bu yazımı okuyan biraderim, ağa, şemsiye iyiymiş bana ver diye telefon açmaz mı? Dinledim. Ciddiydi. Belli etmedim ama aklım çıkıvirdi. Bunun şakasını bile sevmem. Biraderim ise ciddi mi ciddi. Ona da hiç kusura bakma. Bu şemsiye benimle gidecek. Ben gittikten sonra vereselerden iste. Verirlerse senin olsun dedim. Bu not da şemsiyeme göz kırpanlara gelsin. 

Tavıra Tavır

Tanımam etmem. Kimdir, necidir bilmem. Sosyal medyadan arkadaşlık göndermiş. Baktım ortak arkadaşlar var. Kabul ettim.

Sonrasında yüz yüze tanıştık. Pek yakınımda imiş. 

Gündeme dair yazdığım yazılara yorumlar yazdı. Kimdir bu diye baktığımda, şu ortak arkadaşların arkadaşı dedim. 

Yorum yazıyor ama yorumdan başka her şeye benziyor. Tepeden bakıyor, Buyurgan davranıyor, ayıplıyor, başka mahalleye şirin gözükmekle itham ediyor. Kısaca itici yorumlarına ve yazdığı yorumlardaki üslubunu çok itici buldum. Cevabi yazılarımda özellikle üsluba dikkat çektim. Yazımı ve içeriğini beğenmeyebilirsiniz. Yorum yazmak zorunda değilsiniz. Yorum yazacaksanız da üsluba dikkat etmesinizi, çünkü bu suçlayıcı üslubun faydasının olmayacağını ifade ettim.

Gel gör ki kaba kuvvet üsluba devam etti. En son yorumuna cevap yazdım. Böyle üsluba bir daha cevap vermeyeceğim. Bu size son yorumum dedim. Oymuş bir daha cevap yazmadı. Hele şükür dedim.

Şimdi karşılaşıyoruz. Ne selam var ne sabah. Beni görünce başını eğip geçip gidiyor. Selam verip hal hatır sordum. İyiyim dedikten sonra geçip gittim.

Sonrasında soğukluğu devam etti. Belli ki küs. Benim ona küsüp gönül koyacağım yerde o bana küs. Daha doğrusu tavırlı.

Belli ki selam vermeye, hal hatır sormaya gönlü el vermiyor. Gerçi gönlü el vermiyorsa yine eh diyeceğim. Adam basbayağı tavırlı. Belli ki inancının gereğini yapıyor. Aklı sıra "Allah için buğzedecek, Allah için sevecek". Felsefesi bu olunca niye selam versin değil mi? Çünkü ben onun dini anlayışına ve siyasi görüşüne yabancıyım. Yani dinen ve siyaseten onun gibi düşünmüyorum. Bu da benimle selamı sabahı kesmek için yeter de artar bile. Çünkü bir doğru onun kafasındaki şablon. Ona göre ya bizdensin ya da karşı mahalleden. Ortası yok. Kendi görüşünde bir yamukluk olmadığına göre yamukluk bende, sapıklık bende. Öyle ya böyle birine selam verip niye günaha girecek? Adam dört dörtlük Müslüman. Müslümanca davranıyor. Benimkisi ise ona göre yoldan çıkmadır. Belki de mürtedim ona göre.

Bana tavır alacak ki daha fazla sevap kazanacak. Onun bu davranışı beni ondan uzaklaştırırmış. Çok da tın. Çünkü ne kadar kişiyi cehenneme gönderirse kendisi için kâr. Öyle ya Allah için sevip Allah için buğzettiği için Allah onu cennetine koymayacak da beni mi koyacak?

Bu dört dörtlük dinini yaşayan, üslubu bozuk kardeşimiz keşke mesaisine dikkat etse, geç vakit geldiği mesaisine dört elle sarılsa, dört elle görevine el atsa dersin ki işini de düzgün yapıyor. Bu, bir değil, beş değil. Anlayamadım gitti.

Gerçi benim anlayamamam normal. Çünkü onun asli işi kendisi gibi düşünmeyene tavır almak, bozuk üslupla saldırmak. Esas işi bu iken mesai dediğin nedir ki. Mesaiye ha zamanında gelmiş ha iki saat sonra. Allah öbür dünyada ona mesai sormayacak ki. Müslümanca tavrına bakıp bu kulum ne kadar samimi ne kadar tavırlı. Benim için karşı mahalleye şirin görünenlere tavır aldı. Bu samimiyet bu tavır yeter de artar bile. Gir kulum cennete diyecek.

Mesele bu kadar kolaysa ne diye mesaiye riayet etsin değil mi?

Bu durumda bana düşen de tavrına tavır almak. Başka da elimden bir şey gelmez. 

Meslek Okullarında Kültürcülere Üvey Evlat Muamelesi Yapılmamalı

Bir öğretmen arkadaşla teneffüs arası çay alırken selamlaşıp hal hatır sorduk. Ayrılırken “Ramazan Hocam, şu kalabalık sınıfları da bir yazı konusu edinsen olmaz mı” dedi. Olur, hocam. Aklımda zaten. Bu arada şu benim yanımda girdiğin sınıf çok kalabalık, çocuklar oturacak yer bulamıyor. Kaç kişi o sınıf dedim. “Dört sınıf birleşiyor benim dersimde. Tam 58 kişi” dedi.

Sınıfın kalabalık olduğunu, mevcudunun normal olmadığını biliyordum ama mevcudun 58 kişi olacağını hiç düşünmemiştim.

Hocamın dediği sınıfı teneffüslerde diğer sınıflardan sıra ararken görürüm. Fazla sıra bulmak mesele. Bulduğun sırayı sınıfa sığdırmak mesele. Çünkü kutu gibi bir sınıf. Bir defasında bu hocamızın raporlu olduğu bir gün sınıfın yoklamasını almak için gitmek istemiştim de içeriye girememiştim. Çünkü oturan kadar ayakta bekleyen, kapıda dikilen, kitap konulan kısma oturan, duvar kenarında, koridorda ve tahtada bekleşen öğrenciler gördüm. Ben bu sınıfın yoklamasını alıp dersime nasıl geçeceğim derken nöbet arkadaşım, “Benim dersim yok. Yoklamayı ben alayım” demişti de 58 kişiyi tek tek okumaktan kurtulmuştum.

Buraya kadar okuyan benim yaşıtım olan bazıları, “Biz yetmiş kişilik sınıflarda okuduk, ne var bunda” diyebilir. El hak doğrudur. Bir zamanlar sınıflar kalabalıktı. Sıralara üçer kişi otururduk. Şimdiki sıralar ikişer kişilik. Bir de sınıfın kapasitesi almıyor. Halbuki eski sınıflar ince uzundu. Sınıfa daha fazla kişi sığabilirdi. Bunlar geçmişte kaldı. Çünkü eski çamlar bardak oldu. Zamanın ruhu bu elli sekiz kişilik sınıfı kaldırmaz.

Üstelik 222 sayılı halen geçerli kanunda, “Bir sınıf mevcudu 40 kişiden fazla olamaz” demesine rağmen bazı okullarda maalesef bu anormal mevcutlar hala bu çağda mevcut.

Öğretmen bu sınıfta nasıl hakimiyet sağlasın nasıl ders işlesin nasıl yoklama alsın.

Geçen yıl 50 kişilik sınıflara ben de girdim. Ama bu mevcutlar tek sınıftan ibaretti. Zorlandığımı söyleyebilirim.

58 kişilik sınıfa her öğretmen girmiyor. Kültür öğretmenleri bu kalabalık sınıfların ceremesini çekiyor. Bu sınıfların dersi meslek dersi olduğu zaman öğrenciler sınıflarına geçiyor. Her bir meslekçiye 14-15 öğrenci düşüyor.

Sınıf olmaz, okula talep olur eh dersin. Ama bu 58 kişilik sınıf meslek dersinde sınıfına gittiğine göre demek ki sınıf var. O halde bu sınıflar yani kültürcülerin sınıfları niçin bu kadar kalabalık oluyor? Sınıf olduğuna göre kültür öğretmeni eksiği mi var? O da değil. Çünkü her bir kültürü 12-20 saat arasında haftalık derse giriyor.

O zaman dört sınıfı birleştirmenin ne anlamı ve âlemi var? Dert yanan hocamın girdiği sınıf zannedersem 9.sınıf. Bakanlık her ne hikmetse mesleki eğitim merkezlerinin kaydına aralık sonuna kadar izin veriyor. Okul idaresi eylül ayında ders programı yaparken mevcudu az olan sınıfları birleştirme yoluna gidiyor. Aralık sonuna kadar kayıt olunca mevcut bu derece artıyor. Beklenmedik bu artış sonucu okul idaresi yeni ders programı değişikliği yapmak suretiyle birleştirdiği sınıfların bazısını ayırma yoluna gidiyor.

Bazen de mevcutların kalabalık olmasında, derslik ihtiyacının yanında, okul yönetimlerinin işgüzarlığı da oluyor. Şöyle ki: 10.11.ve 12.sınıflarda bölüm ve alan farklı olduğu için meslek hocaları, 1-5-10-15 kişilik mevcutlarla ders işlerken, iş kültür dersine gelince, okul idarelerinin aklına devleti korumak geliyor. Biz bu sınıfları iki, üç, dört sınıfı birleştirerek tek kültür öğretmenine verelim. Kültürcüler boşu boşuna ek ders almasın mantığı güdülüyor olmalı ki mevcudu az sınıflar birleştiriliyor. Tamam, az mevcutlar kültür derslerinde birleştirilsin. Ama iki sınıf birleştirilsin. Üç dört sınıf birleştirilince kültür öğretmeni bir derste dört ayrı deftere konu yazmak zorunda kalıyor. Her sınıfın ayrı ayrı yoklamasını yapıyor. Diğer meslek öğretmeni beş kişiye sınav yaparken kültür öğretmeni tek sınıfta dört sınıfın sınavını yaparak daha fazla kağıt okuyor.

Sınıf birleştirme yapılsın ama makul ve insafı elden bırakmamak lazım. Kültür öğretmeninin canı çıksın mantığı güdülmemeli. İdareciler biraz empati yapmalı. Mesela 58 kişili dört sınıfa idareciler bir iki hafta derse girmeli. “Biz bilmeden kültürcülere eziyet etmişiz” demeli ve gereğini yapmalı.

Kısaca, meslek okullarında kültür öğretmenlerine üvey evlat muamelesi yapılmamalı. 

6 Aralık 2025 Cumartesi

İlahiyatçı Olmanın Zorluğu

Bu toplumda her meslek grubunun işi zor ama ilahiyatçıların durumu daha bir zor.

Evet, ilahiyatçıların işi zor. Özellikle fanatik ve bağnazların, bir cemaat ve siyasi düşüncenin trolleri yanında ilahiyatçıların yaşama şansları yok.

Çünkü istiyorlar ki ilahiyatçılar bir konuda bağımsız düşünmesin. Kendi kafasındaki dini şablonu onaylasın. Yani tasdik mercii olsun. Çünkü toplum nezdinde ilahiyatçılara biçilen rol budur. Mesela, soruyu soran kişi;

Bir şeyhe bağlı ise ilahiyatçı dediğin mutasavvıf olmalı. Mutasavvıf olmasa da tasavvufa karşı çıkan olmamalı. Hatta takdir etmeli, saygıda kusur etmemeli.

Klasik dini anlayışa sahipse ilahiyatçı dediğin geçmiş imamların verdiği fetvaların dışına çıkmamalı, onların görüşleri gibi düşünmeli.

Modern bir din anlayışına sahip ise ilahiyatçı dediğin çağdaş olmalı, her şeye karşı çıkmamalı.

DAEŞ, el Kaide gibi bir düşünceye sahip ise ilahiyatçı dediğin bunlara paralel bir görüşe sahip olmalı.

Kulaktan dolma anam babam Müslümanı ise ilahiyatçı dediğin bidat, hurafe demeden örfe girmiş ne kadar din anlayışı varsa hepsine evet demeli.

Örnekleri daha fazla çoğaltmaya gerek yok. Sanırım ne demek istediğim anlaşılmıştır. Çünkü sadece öğrenmek ya da görüşünü merak edenlere sözüm yok. Sözüm fanatiklere. Çünkü bu fanatikler ilahiyatçılara zarf atarak mimlemeyi meslek edinmişlerdir. Artık bunların gözünde görüşünü açıklayan ilahiyatçı müsteşrik mi olur, modern hoca mı olur, hadis inkarcısı ve hadis düşmanı mı olur, sapık mı olur, tekfir mi edilir? Bu ancak fanatiğin insafına kalmış. Şu var ki bu tiplerin kafasındaki şablonu benimsemeyen ve görüş olarak serdetmeyen ilahiyatçının bunlar nazarında hiç değeri yoktur.

Yine bu tip insanlar, muhafazakarlığıyla ön plana çıkmış bir partinin veya partilerin fanatiği ise ilahiyatçı dediğin kişinin tercih hakkı yoktur. Eleştirme hakkı zaten yoktur. Çünkü nankörlüğün gereği yoktur. Eli mahkumdur bu tip partilere oy vermeye. Değilse, "Karşı mahalleye göz kırpıyor, şirin gözükmeye çalışıyor, kendine yazık etti, yoldan çıktı" şeklinde ayıplanır da ayıplanır.

Kendisi istediği şekilde giyinip kuşanır, yer içer, gezer dolaşır. İlahiyatçı da giyinir, yer içer ve gezip dolaşırsa bunu ilahiyatçıya yakıştıramaz.

Bir yerde bir topluluk varsa o toplulukta konu sıkıntısı çekiliyorsa, topluluğu dindirmek için ilahiyatçıya," Haydi hocam, bir şeyler anlat" denir. Ne anlatayım derse ilahiyatçı, "Hocam dini bir konu anlat" derler. Ne istersin dese "Fark etmez. Anlat işte” denir. Konuşsan millet uyuklar. Biraz uzatsan uzattın derler. Konuşmasan, "Ne biçim ilahiyatçısın. Böyle yerde de konuşmayıp nerede konuşacaksın" derler.

Cami cami dolaşıp kürsülerden inmeyeceksin bazılarına göre. "Bak, falan ne güzel hakkını veriyor" derler.

Dinî bir konu dışında başka şeyler konuşsan, buna da razı değiller. Ne biçim ilahiyatçı derler.

Beş vakti camide cemaatle kılmak zorundasın. Adam seni cami ve cemaatte görecek. Değilse yandın demektir. Çünkü adın cemaate gelmez ilahiyatçı olur.

Öğrencilerin ahlakı bozuk olur. İlahiyatçı düzeltsin olur. Öyle ya bu ilahiyatçılar ne iş yapıyor denir.

Öğrenci namaz sürelerini bilmez. Suçlu ilahiyatçıdır.

Esnaf fahiş fiyata mal satsa, "Bunları siz yetiştirdiniz" denir.

Toplumda ahlak yok. Çünkü ilahiyatçılar görevini yapmıyor denir.

Kısaca bazılarının kafasına taş düşse ilahiyatçıdan bilir. Zaten kıyamet de hacı ile hocadan kopacak derler.

O yüzden bu toplumda özellikle kutuplaşmanın kol gezdiği günümüzde, bazılarına göre ilahiyatçılar tüm kötülüklerin anasıdır. Kimseye yaranamazlar. O yüzden ilahiyatçıların bu toplumda işi zor vesselam.

Anlamlı Bir Hediye

24 Kasım 2025 tarihinde Diyanet Vakfından bir mesaj geldi. Mesajı açtım. Mesajda, “Değerli bağışçımız, 1 iyilik 1 fidan bağışınız Vakfımıza ulaşmıştır. Vakfımıza göstermiş olduğunuz teveccüh dolayısıyla teşekkür eder, yardımlarınızın Allah katında makbul olmasını dileriz” yazıyordu.

Bu vesileyle öğrendim ki Diyanet Vakfına 140 lira bağışta bulunmuşum.

Mesaja şaşırdım. Çünkü Diyanet’e bir fidan bağışında bulunmamıştım.

O zaman bu mesaj neyin nesiydi?

Aklıma, fî tarihinde hacca gitmek için başvuruda bulunduğum geldi.

Biliyorsunuz, daha önce Diyanet bizim adımıza her yıl güncelleme yaparak bizi hac kur’asına dahil ediyordu. İki yıldır güncelleme işini Diyanet hacı adaylarına bıraktı. Kişi güncelleme yapmazsa hac kur’asına katılamıyor.

Diyanet’in adaylara bıraktığı güncellemeyi iki yıldır yapmadım.

Herhalde Diyanet, bu aday iki yıldır hac güncellemesine katılmadığına göre bunun hacca gitmeye niyeti yok. Biz de başvuru ücretine fidan dikelim diye düşünmüş, bunun kararını almış olabilir diye düşündüm.

Ben böyle bir senaryo yazadurayım. Diyanet’in mesajından 8 dakika sonra İstanbul’da okul Müdürlüğü yapan fen bilgisi öğretmeni Yasin Kuşci isimli öğrencim, bir pdf dosyası gönderdi.

Mesajı açtım. Diyanet Vakfından gelen mesajın aynısı idi.

Sonra “Değerli hocam, öğretmenler gününüz kutlu olsun.

Öğretmen ki öğrenciye ruh ve karakter inşasının mimarıdır ve aslında bu anlamda adı da arifler yolunu gösteren rehberdir.

Bize kattığınız bütün değerler ve yol göstericiliğiniz için size şükranlarımı sunuyorum.

Rabbim sağlık sıhhat ve âfiyet versin inşallah.

Hayırlı günler diliyorum.” cümlelerini yazarak öğretmenler günümü kutladı.

Ardından yazıştık. Belli ki 2000 öncesi 28 Şubat sürecinde Adıyaman Kahta İHL’de dersine girdiğim öğrencim, benim adına fidan bağışında bulunarak 34.öğretmenler günümde bana en güzel hediyeyi takdim etmiş oldu. Diyanet’in gönderdiği mesajın künhü açık olmasına rağmen teyit amaçlı, Yasin! Benim adıma fidan mı bağışladın” diye sordum. “Evet Hocam, böyle bir hediye vermek istedim. İnşallah yanlış anlaşılmamıştır” yazdı.

Yanlış anlaşılma ne münasebet. Böylesi bir hediye beni fazlasıyla mesrur etti. Anlamlı, güzel bir hediye idi benim için. 1998-1999 yılında mezun ettiğim, aradan 26 yıl geçmiş olmasına rağmen öğrencim tarafından hatırlanmak çok güzel bir duygu. Anlatılmaz yaşanır. Öğrencimin beni hatırladığı gibi kendisi de yıllar geçmesine rağmen hatırlananlardan olsun inşallah.

Dersine girdiğim 11/A sınıfında, sınıfın en arkasında pencere tarafının koridor tarafında oturduğunu hatırlıyorum. Derse katılımını, bilgisini söylemeye gerek yok. Daha o yaşta kişiliği oturmuş biriydi nazarımda. Büyüyüp olgunlaşmış hayatın her türlü cenderesinden geçmiş, sonra küçültülüp sınıfa konmuş biri gibiydi. Leb demeden leblebiyi anlaması, espri yeteneği, beyefendi duruşu, nezaket ve saygısı aklıma gelen yönleri. Daha öğrenci iken sınıf ve pansiyonda, arkadaşlarına ve küçük sınıflara sayısal dersleri bir öğretmen edasıyla anlatır görürdüm zaman zaman.

Hayat dolu, geleceği parlak, zeka ve akıl fışkıran biriydi. Fakat son sınıfta iken katsayı mağduru oldu tüm meslek lisesi öğrencileri gibi. Bu katsayı zulmü, hedef koyduğu mesleklere ulaşmayı engelledi. İHL mezunu değil de normal lise mezunu olsaydı giremeyeceği bölüm yoktu. Bunu da bu ortamı yaşayanlar bilir.

Yasin’in bu anlamlı hediyesi gördüğünüz gibi beni nerelere götürdü.

Yasin öğretmenim, sayfamın müdavimi okuyucularıma yabancı değil. Anadolu’da Bugün gazetesinde ilk yazım 09.12.2015 tarihinde çıkmıştı. 02.03.2016 günkü köşemi “Bugün Sayfamda Bir Misafirim” var başlıklı yazımla, katsayı mağdurları adına Yasin Kuşci’ye bırakmıştım köşemi. Kalemi güçlü öğrencim, “Zulüm herkese, katsayı ise İmam Hatiplereydi…” başlıklı yazısıyla, yaşadığı katsayı zulmünü işlemişti o yazısında. (bkz. https://anadoludabugun.com.tr/kose-yazisi/97/bugun-sayfamda-bir-misafirim-var". 

Yasin ve arkadaşlarının yaşadığı süreç geçip gitse de o süreci bizzat yaşayan öğrenciler nazarında, 28 Şubat sürecinin unutulmaz bir yarası ve acısı hiç unutulmayacak. Önleri kesilmek istenen dönemin öğrencileri bir şekilde mücadele ederek hayata tutundu. Hiçbiri de boşta kalmadı. Hepsi bir şekil rızkını temin ediyor. Yukarıda dediğim gibi Yasin de bilgi, birikim ve tecrübesini öğretmenlik ve yöneticilik yaparak öğrencilerine ve okuluna faydalı oluyor. Yasin’le yazışmada bahsettiğim gibi Yasin’in öğrencisi olmak isterdim. Çünkü bu yaşımda bile bu öğrenciden öğreneceğim çok şey var.

Değerli hediyesi için Yasin müdürüme çok teşekkür ediyorum. Allah kendisinden ve katsayı mağduru tüm öğrencilerden razı olsun. Her nerede ne iş yaparlarsa yapsınlar, daima hatırlananlardan olsunlar inşallah. Öğrencimin, adıma bağışladığı fidan kendisi için sadakayı cariye olsun. Fidan yetişsin, ağaç olsun, dallanıp budaklansın. Gelip geçen; gölgesinden, kokusundan ve oksijeninden faydalansın.

Not: Bu yazıyı 24 Kasımın akabinde sıcağı sıcağına yazmak istedim. İçim içime sığmadığından mıdır ne yazık ki geciktirdim. Bugüne nasip oldu. Bu yazıyla istedim ki Yasin’in hediyesi sayfamda yerini alsın.

Şeytan Bu Ülkeyi Çoktan Terk Etmiş!

Büyükçekmece Adliyesi emanetinde bulunan 25 kilo altın ve 50 kilo gümüşü, adliyede çalışan bir temizlik görevlisinin, sabahın erken saatlerinde adliyeden çalması, beş gün sonrasında da İngiltere'ye sırrı kadem basması Türkiye'nin gündemine oturdu.

Altınların iç edildiğinden adliye 1 Aralıkta haberi olmuş.

Adalar Adliyesinin emanet bölümünde bulunan 12 silah da aynı Adliyede bulunan zabıt katibi tarafından alınıp satıldığı bir başka haber olarak gündeme oturdu.

Silahların ederini bilmiyorum ama giden altın ve gümüşün 147 milyon lira değerinde olduğu yazılıp çiziliyor.

Bu iki olayın da hiç kimsenin özellikle hırsızın bile aklına gelmeyecek bir yerde gerçekleşmesi akıl alır gibi değil. Yalnız hırsız içeriden olunca, kapı kilit tutmamış.

Adliyelerde pek işim olmadı. Yalnız ne zaman adliyelere girsem, alınan güvenlik tedbirlerinden içeriye girmek ne mümkün. Kemerine, bozuk parana varıncaya kadar üzerinde ne varsa bir kaba koyup hem eşyan hem de kendin X-Ray cihazından geçiriliyorsun. Yani öyle böyle değil, yüksek derecede bir güvenlik tedbiri uygulanıyor. Kapılarda bekleyen görevli polisleri zaten söylemeye gerek yok.

Uygulanan bu güvenlik tedbirlerinden, ülkenin en güvenilir yer ve kurumları adliyeler dersin. Çünkü yediemin burası. Ne demek yediemin? "Uyuşmazlık konusu malın, inceleme ve yargılama süresince korunması için geçici olarak bir güvenilir kişiye bırakılması" demektir.

Görünen o ki adliyelerin güvenirliği ve alınan onca tedbir dışarıdan gelenlere imiş. İçeridekiler için herhangi bir tedbir düşünülmemiş olmalı ki bir temizlik görevlisinin, bir zabıt katibinin, içeride ne kadar yediemine teslim edilen şey varsa onları iç etmesi hiçten değilmiş.

Adliyeler dışarıda suç işleyenlere ceza kesen bir yer iken, içeriden suç işleyenler ise elini kolunu sallayarak İngiltere'ye gidebiliyor. Nereden bakarsan üzücü bir durum.

Görünen o ki adli emanet ya da yediemin denilen yerde ekstre bir emniyet tedbiri düşünülmemiş. Sadece odanın anahtarı kendisinde olan temizlik görevlisi bir şekilde kasaların anahtarını temin etmiş.

Hırsızlığı göze alan biri bir şekil hırsızlığı yapmak ister. Yalnız adliyenin içinden bu kadar altın ve gümüşü bir kişinin dışarıya çıkarabilmesi anlaşılır gibi değil.

Görünen o ki alınan tedbirler yetersiz. Burada bir güvenlik zaafı söz konusu. Temizlik görevlisi bile olsa buraya bir kişinin değil, birkaç kişinin hakim veya savcı nezaretinde belli saatlerde girebilmesi gerekirdi. 24 saat bu kapıyı polisin beklemesi uygun olurdu. Polisin gireni, çıkanı, girerken ne getirdiğini, çıkarken ne çıkardığını kontrol etmesi gerekirdi.

İş işten geçtikten sonra akıl veren çok olur ama bu kadar kıymetli mücevherat aylar boyu adliyede niçin tutulur? Bu ne cesaret. Pekala daha güvenli ve yüksek tedbirlerin alındığı yerlerde muhafaza edilebilirdi.

Ne işe yaradı şimdi? En emniyetli yer olması gereken adliye; altın, gümüş ve silahla karizmayı çizdirdi.

Merak ediyorum, yurt dışı oylar Türkiye'ye getirildiği zaman oy sandıkları çalınmasın, oylar değiştirilmesin diye güvenli bir yere konur, buraya gitmek için tüm sandık görevlilerinde bir anahtar olur, anahtarın biri eksik olursa burası açılmaz. Oyların güvenliği için alınan bu tedbir niçin mücevherat için alınmaz? Bu demektir ki oy mücevherattan daha önemli. Nasılsa, bu altın ve gümüş vatandaşın. Yargılama sonucunda ya vatandaşa verilecek ya da devlete kalacak. Çalındığına göre geri gelmezse nasılsa devlete fatura edilir. Tüm 86 milyon bunu öderiz.

Abartılı tedbir alınmadığına göre belli ki adliyedeki işler de tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi güven esasına göre yürüyor. Nasılsa adliyeye; temizlik görevlisi, zabıt katibi, mübaşir vb. olarak girmek için en az lise mezunu, KPSS puanı, mülakata çağırılacak beş katı adayın içerisine girme, mülakat ve uygulamadan geçme, referans ve güvenlik soruşturması gibi yollar takip ediliyor. Mevcut çalışanların hepsi referansla alındığı için adliyeye girenler karıncayı bile incitmez şeklinde değerlendiriliyor olmalı.

Öyle zannediyorum, temizlik görevlisi de mülakat ve referansla alındı. Kendisine o kadar güvenilmiş ki adeta Karun hazineleri teslim edilmiş. Çevresinde tanıyanlara göre ilgili kişi çok güvenilir biri. Üstelik namazında ve niyazında. Oruç da tutuyor. "Bir şey istese neyim varsa veririm" diyen de hırsızı tanıyan biri.

Bizler güvenle tedbiri karıştırıyoruz nedense. Kişi güvenilirse tedbir almaya gerek yok diyoruz. Halbuki esas bizi yarı yolda bırakacak ve şaşkına çevirecek kişiler tedbir alınmaya ihtiyaç duyulmayan güvenilir kişilerdir.

Ne demek istiyorum. Nazarımda altınları alıp kaçan temizlik görevlisi dahil herkes güvenilirdir. Kişilerin güvenilirliği deneninceye kadardır. Çünkü her güvenilir kişinin aynı zamanda zaaf/ları vardır. Buna satın alınabilir tarafı da diyebiliriz. Hz Adem bile "Bu ağacın meyvesinden yersen ölümsüz olacaksın" sözüne zaaf göstermiş ve meyveden yemiştir. Öyle ya insanın en büyük zaafı ölüm korkusudur. Kim ölümsüz olmak istemez şu fani dünyada. Temizlik görevlisi de bencileyin dört gram altını yan yana görmemiş biri olmalı. Siz bu adamın iştahını kabartacak şekilde, geri kalan ömrünü hiç dünya gailesi çekmeden yaşamasına imkan verecek 25 kilo altın ve 50 kilo gümüşü alabileceği bir ortam oluşturursanız, bu insanı zaafı ile baş başa bırakmış olursunuz. Ve dört yıllık görevli bu zaafına yenik düşüyor. Dürüstlük ve güvenilirliği de buraya kadardır. Maalesef bu dürüstlük sınavını geçememiştir. Siz ne derseniz deyin, bu büyük hırsızlık olayında, ben gençten ziyade gence bu ortamı hazırlayanları sorumlu tutarım. Kısaca adliyenin tedbirleri zaafları barındırıyor. Bu hırsızlık vakasında hırsıza gelinceye kadar hırsıza al kaçır ortamı oluşturan üst sorumlular birinci derece sorumlu. Hırsızın hiç suçu yok mu demeyin. Lütfen başa dönmeyelim.

Sonuç olarak sunu söyleyeyim. Her türlü hırsızlık, alavere, dalavere bu toplumda vakayiadiyeden oldu. Toplum olarak her gün şok geçirmekten şok geçire geçire şok geçirmez olduk. Öyle görünüyor ki şeytan, bunlar beni geçti. Bunlar birbirlerine yeter, bana ihtiyaç yok deyip bu ülkeyi terk edeli çok olmuş. Tuz kokmuş tuz. Bu kokuşmuş halimizle, nerede hata yaptık, bu badireden nasıl kurtuluruz üzerine kafa yoracağımıza, suçluları dışarıya çıkaracak kısmi affı konuşuyoruz. Bari, suçsuzları içeri alalım da suçlular dışarıda gezip dolaşsın.

Not: 1.Yazılıp çizildiğine göre altınları iç edip İngiltere’ye giden zanlı, çalıştığı arkadaşlarına, “Altınları sattım. Çarşınız pazar olsun” mesajı gönderdiyse bu kişi bu hırsızlıkta yalnız değil. Büyük ihtimalle altınları üleşecek suç ortakları var.

2.Bir serzeniş de oğluma. Dört yıllık adliye tecrübesiyle bu kadar altının sahibi olan ve zenginler kulübüne giren bu genci görünce, 2011’den beri adliyede çalışmasına rağmen daha bana zırnık altın koklatmayan oğluma, ben gönül koymayayım da kim gönül koysun. (!) 

5 Aralık 2025 Cuma

Bürokrata Kıyak

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunda kabul edilen teklife göre kamuda görev yapan 30 bin küsur üst düzey bürokrata 30 bin seyyanen zam verilecek.

Talih kuşu konan üst düzey bürokratların kapsamı baya geniş. Bu teklif yasalaşırsa YÖK, TBMM, SGK, Diyanet, AFAD, TÜİK, TRT ve ÖSYM, merkez teşkilatlarında görev yapan başmüfettiş, müfettiş, baş denetçi ve uzman gibi kurumların yöneticileri bu seyyanen zamdan yararlanacak. Bu tekliften taşra teşkilatlarında görev yapanlar yararlanamayacak.

Seyyanen yapılacak bu zammın gerekçesi de “Bu görevlerde görev yapan kişilerin sayılarının az olması, haydi denince bu görevi yapacak kişilerin pek olmaması, mevcutların da bu görevlerde durmak istememesi” gösteriliyor.

Teşbihte hata olmazsa bu gerekçeden benim anladığım, seyyanen zam verilecek kişilerin her yerde bulunmayan ‘nadir element’ mesabesinde olması. Yani bulunmaz ‘Hint kumaşı’ olmaları.

Anlaşılan o ki devlet, işinin uzmanı üst düzey bürokrat bulmada zorlanıyor.

Madem böyle kalite bürokrat sıkıntısı çekiliyor. Devletin görevi alternatifi olacak şekilde buralara yönetici yetiştirmektir. Bunu da vatandaş yapacak değil.

Ki devletin üst düzey görev yapacak bürokrat bulmada sıkıntı yaşadığını düşünmüyorum. Bir elin parmaklarını geçmeyecek şekilde, atandıkları görevi zoraki kabul eden dışında, çoğunluğun bu görevlere atanmak ve atandıkları yerde kalıcı olmak için göz kırptığını düşünüyorum.

Belki TÜİK Başkanını hariç tutmak lazım. Çünkü mevcut TÜİK Başkanı’na gelinceye kadar bu kuruma başkan dayanmadı. Mevcut, işinin ehli olmalı ki kaç aydır görevinin başında. Hatta otuz bin bile yetmez bu başkana. Daha fazla maaş verilmeli. Çünkü bu başkanın çıkardığı sonucu matematiğin babası ve üstadı diyebileceğimiz ne Harezmi ne de Ali Kuşcu bulur. Emsalleri bu sonucu bulamayacağına göre seyyanen zam anasının ak sütü gibi helaldir TÜİK Başkanı’na. Yalnız SGK Başkanı’nın da aynı seyyanen zamdan faydalanacak olması olacak şey değil. Çünkü onun yaptığı başkanlığı ben de yaparım. 55’ini deviren her emekliye, ‘Ölmüyorsunuz kardeşim’ demek için bu işin erbabı olmaya gerek yok.

Bir de üst düzey bürokratların merkez teşkilatını dahil edip taşra teşkilatını hariç tutmak pek adilane olmamış. Madem gerekçe kurumda bu tür kalite insanları tutamamak ise aynı haktan tıp fakültelerinde kendini ispatlamış uzman hekimlere de bu hak verilmeli. Çünkü özel hastaneler yüklü miktar maaş vererek işinin erbabı doktorları kendi bünyelerine katıyor. Haliyle tıp fakülteleri bu doktorları kaybediyor. Vatandaş da muayene ve ameliyat olacağı zaman eli mahkum, özel hastaneye gitmek zorunda kalıyor.

Üst düzey kurumlara başkan, yardımcı, daire başkanı bulmakta zorlanılıyorsa bunun yolu seyyanen zam değil. Ayrıca teklif verip kanun çıkarmaya gerek yok. Bu tür görevlere gelecek kişilerle maaş ve özlük hakları birebir görüşülür. Belli şartlarda anlaşılır. Bu şekil yönetici çalıştırmanın kanunen yolu açılır. “Şu görevlerde çalışacak kişilerin maaşları karşılıklı görüşme ve sözleşme ile belirlenir. Bu kişilerin maaş ve özlük hakları memur zammından ayrı değerlendirilir” denebilir.

Burada yanlış anlaşılmasın, kimsenin özellikle üst düzey uzman yöneticinin aldığı maaş ve verilecek seyyanen zamda değil gözüm. Bulundukları makam ve üstlendikleri sorumluluk çerçevesinde kendileri yüksek maaşlar alsın. Yalnız bu işi yaparken alt seviye maaş alanla, üst derece maaş alan arasında bu kadar uçurum olmamalı. Bu ülkede en büyük sorun, çalışanlar ya da bordro mahkumları arasındaki maaş uçurumudur. Maaş uçurumundan geçtim. Bu ülkede en öncelikli konu yani mesele, işi ve statüsü ne olursa olsun, çalışan insanların ek işe ve kimseye muhtaç olmadan onlara geçinebilecekleri alt seviye bir maaş belirlemektir. Üst düzey yöneticilere düşünülen seyyanen zam neredeyse en düşük emekli maaşı alan emeklilerin bir aylık maaşının iki katı. Esas en düşük emekli ve asgari ücretle çalışan insanların durumlarını iyileştirmek gerekir. Sonra üst düzey devlet memurlarına ekstre ücret verilsin.

Burada alt seviye işi herkes yapar, bunların alternatifi çok. Halbuki üst düzey bürokrat bulmak zor denebilir. Unutmayalım ki üst düzey bürokratlar silah zoruyla o koltukta oturmuyor. İstifa ederlerse o görevleri yapacak bol miktarda alternatifleri vardır. Evet, üst düzeye iyileştirme yapılsın ama önce alt seviye, karnını doyurabileceği bir maaşa kavuşturulmalı. Çünkü özellikle bu ülkede en düşük maaş alan emeklilerle, asgari ücretle çalışan işçinin hali içler acısı. Bu iki kesimin durumu düzelmedikçe ve maaşları iyileştirilmedikçe diğer maaş alanları hiç konuşmamak lazım. Çünkü üst düzeye iyileştirme sünnet ise alt seviyeye iyileştirme farzı ayındır.

Diyelim ki alttan üste çalışanlar arasında yapılacak bir iyileştirmenin altından ülke olarak kalkılamaz. Bu durumda en alt seviyeden en üste az veya çok bir iyileştirme düşünülebilir. Mesela emekliye ve asgari ücretliye seyyanen beş-on bin, üst düzeye de otuz bin verilebilir. İnanın otuz bin kişiyi kapsayacak seyyanen bu zammı, alt düzey çalışan unutmaz. Nitekim daha önce emeklilere verilmeyen 8 bin seyyanen zammı emekliler hiç unutmamıştır.

Yazıma son verirken otuz bin seyyanen zammı duyar duymaz aklıma gelen bir fıkrayı burada paylaşmak istiyorum. Hem teşbihte hata olmasın hem de kendilerine seyyanen zam verilecek üst düzey yöneticileri tenzih ediyorum. Belki de aynı şey değil, batıl kıyas diyeceksiniz. Ne edersiniz ki hafif gülümsemek, gülümserken düşündürmek de bu işin cilvesi.

Fî tarihinde belki de Osmanlı zamanında, Konya Valisi olarak görev yapan bir zat, Valilikte işi olan herkesten rüşvet alırmış. Rüşvetsiz iş yapmazmış. Vatandaş rüşvet vermekten bıkıp usanmış. Nihayet birkaç Konyalı ileri gelen valiyi rüşvet alıyor diye şikayet etmiş. Vali bir taraftan soruşturma geçirirken diğer taraftan da şikayetçileri tespit edip huzuruna getirtmiş. Onlara demiş ki “Bakın şu gördüğünüz sandık sizden aldığım rüşvetler. Bu sandığın dolmasına az kaldı. Bu sandık dolar dolmaz bir daha rüşvet almayacağım. Şayet şikayetinizi geri çekmezseniz, rüşvet aldığımdan dolayı beni valilikten alacaklar. Yalnız şunu unutmayın. Yeni gelen valinin sandığı boş. O sıfırdan rüşvet almaya başlayacak. Aklınızı başınıza alın” diyerek aba altından sopa göstermiş. Sonunda şikayetçiler beterin beteri var, en azından bu sandığın dolmasına az kaldı deyip şikâyetlerinden vazgeçmişler.

Fıkra buraya pek gitmedi biliyorum. Şu var ki insanın gözünü ancak kara toprak doyurur. Hiçbir insan paraya doymaz. Biliyorum 30 bin seyyanen zam alacak bürokratın da gözü bu zamla doymayacak. Oldu olacak önce üst seviye bürokratın gözünü doyurmaya çalışalım. Alttakilerin canı çıkarsa çıksın. Sanırım yapılmak istenen de bu.