30 Eylül 2025 Salı

Meğer Kaan Motoru Bizim Değilmiş!

Dış İşleri Bakanı Sayın Hakan Fidan: “İki NATO müttefiki ülke arasında, birbirlerinden alım yapmayı engelleyen yasal kısıtlamanın olması büyük bir problem. Almayı beklediğimiz F-35 ve KAAN’ın motorları ABD Kongresi’nde bekletiliyor. Motorların gelmesi lazım ki KAAN’ların üretimi başlayabilsin” açıklamasında bulundu.

Bu beyan gösteriyor ki Sayın Bakan açıklamasa, yıllardır % 100 yerli ve milli dediğimiz savaş uçağımız Kaan meğer yüzde yüz yerli ve milli değilmiş.

Meğer Kaan Motoru ABD menşe imiş.

Meğer motor da ABD’nin bize uyguladığı diğer yasaklara takılmış.

Meğer motor gelmediği için semalarda uçurduğumuz Kaan seri üretim yapamıyormuş.

Meğer çoğu teknolojide olduğu gibi her şeyimizle ABD bizim elimizi kolumuzu bağlamış.

Bu ABD kongresi denen şey neymiş ki her şey onların alacağı karara bağlı. Aceleleri de yok gördüğüm kadarıyla.

Kurtulamadık gittik şu CAATSA yasasından.

Bilmeyenler için söyleyeyim. Bu yasanın açılımı, “Amerika’nın Düşmanlarına Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası” imiş.

İsme bak, hizaya gel. “Düşmanlarına karşı koyma”. Düşman da biz oluyoruz.

Bu yasa da İran, Kuzey Kore, Rusya ve Türkiye’ye uygulanıyor.

Hele İran, Kuzey Kore ve Rusya’yı anladım da Türkiye’nin bu yasaklar ve yaptırımlardan nasibini alması anlaşılmaz.

Bir taraftan düşman kabul ediliyoruz, diğer taraftan dostuz. Anladım ise harap olayım.

Güya stratejik ortağız.

Güya ikimiz de NATO ülkesiyiz.

Görüşüyoruz. Güya dostuz. Öve öve bitiremiyor bizi Trump. Üst düzey bir karşılama ve ağırlama yapıyor. Biz de itibar kazandık diye ayaklarımız yere değmiyor.

Bir diğer anlamadığım, bir şeyin motoru ithal ise ne diye yerli ve milli deniyor? Tamam, motoru yapamayabiliriz. Başka ülkeden ithal edebiliriz. Biz de diğer aksamını yaparak savaş uçağı yapabiliriz. Bu durumu da halkın bilmesi gerek.

Bu arada bir uçağı uçuran, uçağın en önemli aksamı motorudur. Motor dışarıdan ise o uçağı yerli ve milli kabul etmek, böyle açıklamak, kişinin ya da devletin kendini olduğundan farklı göstermesi demektir. Bunun adına ne denir bilmiyorum ama olsa olsa eziklik psikolojisidir.

ABD bizi mücadele edilmesi gereken hasım devlet gördüğüne, geçmişten günümüze eften püften gerekçelerle bize yaptırım uygulamaktan kaçınmadığına göre başka ülke yerine, niye ABD gibi bizi hasım gören ülkeden motor alma anlaşması yapıyoruz?

Bu arada açıklamasıyla bilgi sahibi olduğumuz Hakan Fidan bence hiç konuşmasa daha iyi. Çünkü bugüne kadar pek konuşmayarak halkın nezdinde bir itibarı var. Konuşmasın ve bizi hayallerimizle baş başa bıraksın. 

Bir diğer husus, Demokles’in kılıcı gibi ABD kongresi her işimize maydanoz oluyorsa, kötü komşu mal sahibi yapar deyip kendi motorumuzu kendimizin yapma zamanı gelip geçmedi mi hâlâ? Gerçekten neyi bekliyoruz? Bildiğim kadarıyla bu ülke insanına imkan verilsin, motoru da yapar, uçağı da. Yeter ki bu tür insanlarımızı korumayı bilelim. Çoğu şüpheli ölümle kaldırılmasın.

Mal Müşteriye Satılır

Zaman zaman bazı esnaflarla alavere yaparken muhabbet ettiğim de olur. Edindiğim izlenime göre esnafların çoğu, kendini insan sarrafı olarak görüyor.

Alın size iki örnek:

Esnaf çay ocağı çalıştıran birine bir arkadaş sordu. Gelen müşterileri tanır mısın diye. “Gelenin kaç çay içeceğini gözünden, gelişinden şıp diye bilirim” dedi.

Bir başkası, “Şuna bakayım, buna bakayım. Şu kaç lira, bu kaç lira” diye soran birine yeterince ilgi göstermedi. Yerinden bile kalkmadı. İstediği şeylerin bazısını oturduğu yerden gösterdi, bazısını da eliyle uzattı. Müşteri onlara bakarken kendisi başka işlerle uğraştı. Az sonra müşteri çekip gitti. Halbuki bu esnaf çoğu müşteriye samimi ilgi gösteren biri idi. Esnafa, adamla niye ilgilenmedin? Yoksa almayacağını biliyor muydun dedim. “Aynen öyle. Dükkana adım atan birinin alıcı olup olmadığını bilirim. O yüzden alaka göstermedim” dedi.

Esnaf olmadığım için bu işin künhünü bilmiyorum. Demek ki esnaf olmak da ayrı bir sanat ve meziyet imiş.

Bu demektir ki ayağına kadar gelen yağlı müşteriyi esnaf kolay kolay bir şey almadan göndermez. Müşteriye güven verdi mi, biraz içten konuştu mu biraz ilgi ve alaka gösterdi mi, bu iş tamam. Alttan girer, üstten çıkar, gerekirse çay, kahve hatta yemek bile ikram eder. En azından teklif eder. Nasılsa az sonra satışını yapacak. İkramı da içinde bir fiyat verecek. Müşterinin bir de gözü kapalı ise bayılır böyle esnafa. Ne de olsa mal müşteriye satılır. Ne de olsa müşteri, başka yerde görmediği ilgiyi burada görüyor. Arada biraz da muhabbet olursa, müşteri pazarlık bile yapmaz. Kazara fiyatını sorsa, “ayıp oluyor ama ne fiyat sorup duruyorsun? Sen beğen yeter ki. İstersen para verme. Size öyle bir fiyat vereceğim ki hiçbir yerde bu fiyata bu malı alamazsın. Çünkü sen yabancı değilsin” türünden yağlamalar da eksik olmaz.

Adıyaman’da çalışırken böyle bir esnafla tanışmıştım. 8-10 arkadaş bir araya gelerek farklı okullarda okuyan ihtiyaç sahibi öğrencilere ayakkabı alalım istedik. Belirlenen öğrencilerin ayakkabı numaralarını da tespit ederek birkaç esnafa girip çıktık.

Çeşidi bol, diğerlerine göre daha büyük esnaf, “Hocam, sizler bizim çocuklara sahip çıkıyorsunuz. Bizimkilerin yapmadığını yapıyorsunuz. Size ben de ikram edeceğim. Uyguna vereceğim” dedi. Bu esnaftan aldık. Çocuklara ayakkabıları giydirdik.

Gel zaman git zaman ağzı laf yapan bize gaz veren bu esnafa, kendi çocuklarımız için de alışverişe gider olduk. Çocuklarla varınca, şunlara beğendikleri iyi bir ayakkabı ver diyoruz. O da ayakkabı kolay. Önce ne içeceksin. Bir şey içmeden olmaz. Hatta açsanız yemek söyleyeyim” demesi hoşumuza gidiyordu. Çünkü çoğu esnafta görmediğimiz ilgi, iltifat ve taltif bunda vardı.

O kadar dost olmuştuk ki aldığımız ayakkabıların fiyatını da sormaz olduk. Çocuk beğenirse, kaç lira günahımız derdik. Şu kadar ver, tamam derdi. Sevine sevine evin yolunu tutardık. Başka esnafa o değilden fiyat sormaya bile gereksinim duymadık.

Samimiyet o kadar arttı ki adı üzerinde dost olduk. Hatta cümle arasında bize laf sokuşturmaya bile başladı.

Zaman zaman caddede gördüğünde, “hocam, niye gelmez oldunuz. İlla bir şey alacağınız zaman mı geleceksiniz. Bakın dükkan sizin. Borcunuz artıyor” derdi.

Yine bir zaman uğradık yanına. Ne içersiniz dedi. Çay olsun dedik. Başka bir şey için dedi. Yok yok çay olsun. Seni fazla masrafa sokmayalım deyince, “Ne masrafı hocam, çay içseniz de ayran içseniz de kahve içseniz de kola iseniz de hepsi zaten sizden çıkacak. Az masraflı olursanız alaverede ona göre ekleriz, çok masraflı olursanız, onu da ona göre ayarlarız dedi. Şaka yapıyor diye gülünce, ne gülersiniz, realite bu dedi. Baktık ki hiç olmadığı kadar ciddi. Biz de kulaklarımız varan ağzımızı topladık.

Bu realite hiç hoşumuza gitmedi. Ondan sonra bir daha ne uğradık ne de alışveriş yaptık. Öyle ya realite bu olsa da esnafın kendi sırtımızdan ağalık yapmasına fırsat vermemeliydik.

O yüzden esnafın yaptığı ağalıktan hep korkmuşumdur.

Anladığım kadarıyla esnaf, müşterinin gözünden alıcı olup olmadığını anladığına göre malı müşteriye satıyor. Bir de tüccar kafası varsa, bilin ki o müşteri yanmıştır. Müşteri de yaptığı masrafı kendi cebinden ödemeyecekse, amme adına iş yapıyorsa, alan ve satandan ziyade amme düşünsün. Ya Rabbi, ne günahımız vardı diye.

29 Eylül 2025 Pazartesi

İtibara Doyduğum Kurban Bayramı

Fi tarihinde bir akrabam, "Kurbanı ne yaptın" dedi. Daha bakmadım dedim.

"Bir arkadaş var. Kendi malı. Dağda yayılmış. Bunun eti çok lezzetli olurmuş. Kişi başı 60 kilo et düşermiş. Ortak arıyor. Kendisi de ortaklar arasında olacak. Ben buraya gireceğim. Bizimle ortak olmak istersen gidip kurbanlığa bakalım" dedi. Nerede kurbanlık dedim. "Buraya 90 km uzaklıkta" dedi.

Adamı tanıyor musun? Güvenilir biri mi dedim. "Evet, arkadaşım. Güvenilir, sözünün eri" dedi.
Madem kendisi de ortak olacağına göre bir de güvenilir diyorsun. Bu durumda kurbanlığa bakmaya gerek yok. Ne de olsa arkadaşınmış. Madik atacak, yamukluk yapacak değil ya. Ne de olsa o da kurban ortağı. Tamam ben de gireyim dedim.

Doğru, yanlış bir karar vermiş, görmeden kurban ortağı olmuştum. En azından kafam rahatlamış. Nerede, kiminle keseyim ikilemi de kafamdan gitti.

Bayram günü 90 km uzağa kurban kesmeye gidecektim ama doğal beslenmiş, eti çıtır çıtır olan et yiyecektim. Üstelik o kadar da besiliymiş. Üstelik 60 kilo paylaşacağız. Bu kadar uzağa gitmeye değerdi. Çünkü etin kasaptaki kilosu o zamanlar 30 lira idi. Bu demektir ki et bize sudan ucuza gelecekti. Matematiğim pek olmadığı için böyle dedim. Hesabıma göre kilosu 15 liraya falan gelecekti. Çünkü kurbanlığı canlı kiloyla almadık. Biz buna pazarlık usulü diyelim.

Yıllardır kurban etinde pek yüzüm gülmemişti. Gün bugün. Demek ki beklemem gerekiyormuş. Kana kana nihayet talih kuşu başıma konmuştu. Çoluk çocuk bu sene bol et yiyecek. Üstelik dağda yayılmış, doğal beslenmiş bir kurbanlık. Hem de şehrin hava kirliliğinden uzak havadar bir alanda kurbanımızı kesecektik. Pişirmeden çiğ çiğ yemeyi bile düşünmüşümdür.

Gel zaman git zaman sayılı gün bitti. Kurban bayramı geldi çattı. Çoluk çocuk çıktık yola. Kesim yerine 15 km kala baba ocağında çoluk çocuğu bıraktım. Bastım arabaya. Vardım kurban keseceğim köye.

Kurban ortağım olan kurban yerini bilmiyorum. Telefona davrandım. Hay aksi. Çekmiyordu burada. Bereket fazla aramadım. Birkaç yöne saptıktan sonra kurban yerini buldum. Kurban ortaklarımızla tanıştım.

Ev sahibi ve aynı zamanda kurban ortağım olan mal sahibi ev sahibimizdi. Selam, kelam, hal hatır, hoşbeş gırla gitti. Ev sahibim azami ilgi gösterdi. İlgi o biçimdi diyeyim anlayın. Altıma sandalye çekti diyemiyorum. Çünkü köy yerinde sandalye ne arasın. Ama bilin ki hiç olmadığı kadar saygı ve itibar gördüm.

Ayakta bekleşirken bizim dağda yayılmış kurbanlık ufukta göründü. Biri çekip geliyordu. Beni ortaklığa alan yakınım, "Bak, kurbanlığa" dedi. Baktım. "Nasıl" dedi. En işte dedim ama içim cız etti. Bu kurbanlıktan dediğin et çıkmaz dedim. "Niyetini bozma" dedi. Tamam dedim ama nedense herkesin niyeti iyi. Bir niyeti kötü olan benim.

Biz kenarda seyrederken kurbanımız kesildi. Birbirimize bereketli ve hayırlı olsun dedik. Ardından ev sahibimiz, aynı zamanda malın sahibi ve kurban ortağımız, "Çocuklar kurbanı hallede dursun. Biz eve kahvaltıya geçelim" dedi. Hep birlikte eve geçtik.

Kuş sütü hariç mükellef kahvaltı sofrası bizi bekliyordu. Ne vardı ne yoktu unuttum ama petek balı vardı aklımda kalan. Petek balında ev sahibinin anlattığına göre hiç şeker yok. Tamamen doğal bal idi. Ara ara da "haydi hocam, buyurun, karnınızı doyurun" diyerek ilgi ve alakasını eksik etmedi.

Nihayet biz kahvaltımızı yaptık. Bu arada kurban işi de bitmiş. Onlar mı paylaştırdılar yoksa biz inince mi paylaştık, tam hatırlamıyorum. Bildiğim bir şey varsa 60 kilo beklediğim hissemin 30 kilo kadar çıktığı. Dağ fare doğurdu desem yeridir.

Ama şu var ki her ne kadar etimiz 60 kilo çıkmasa da bir 60 vardı orta yerde. Kasapta 30 lira olan eti 60 liraya yediğimiz. Adeta rakamlar yer değiştirdi anlayacağınız. 90+90 km yol tepmek, yakıt yakmak da cabası oldu.

Hasılı bir kurban hikayem daha hayal kırıklığıyla son buldu. Halbuki ne ummuş ne bulmuştum. Bana ne vaat etmişlerdi ne çıktı. Ama bir gerçek var ki kurban ortağım kendi hissesini bedavaya getirdiği gibi bize de bu kurbanlığı satarak fahiş bir kâr elde etmişti. Hep kaybeden biz olurken sadece kazanan o oldu. Ama hakkını yemeyeyim, ev sahipliği, ilgisi, itibarı, kahvaltıda ağzımıza bir parmak bal çalması da diğer akılda kalan oldu. Belki umduğum olmadı. Kazanç elde edeceğim derken bir kez daha kaybeden oldum ama çoğu kimseden görmediğim itibarı kurban ortağım ev sahibi fazlasıyla gösterdi. Öyle ya para dediğimiz nedir ki. İnsan itibarı için yaşar. Bak bugün bile aradan yıllar geçmesine rağmen yediğim kazığı unutmadığım gibi bana verdiği itibarı ve taktiri de unutmadım. İnsan itibarı için yaşar değil mi?

Sonra mı? Bu kurban sahibi, kurban ortağım ve de bize ev sahipliği yapan kişiyle o gündür bugündür, kaç kurban geçti. Ne o beni aradı ne ben onu. Niye arasındı ki? Bize malını pazarlayarak köşeyi dönmüştü. İtibar da o zaman dilimiyle sınırlı idi. Bizimle işi bitmişti cambazın. Malını bize bir güzel pazarladı. Biz de bir güzel havada kaptık. Kendisini ben de aramadım bir daha. Niye arayayım ki. O kurbanda beni kurban ettiğin yetmez, gel bir de beni kurban et diyemezdim. Gerçi ben bir sefayla kurtuldum. O ise o cambazlığıyla kendisine başka yeni ortaklar bulmuştur. Belli ki kafası tüccar kafası.

Pişman mıyım? Ne alaka. Gülüşü, ilgisi, taltifi, bakışı, ağırlayışı yeter. Kanamaya gelince, para zaten benim değildi. Devlet bana vermişti. Ben de ona vermiş oldum. İtibara doyduğum da bana kâr kaldı. 

28 Eylül 2025 Pazar

Tasarruf Tasarruftur

10.444 liraya uçak, 1.240 liraya Konya-Ankara YHT bileti aldım. Ceplerine de harçlıklarını koyarak hanımla oğlanı bir haftalığına gurbetteki oğlanın yanına gönderdim. Çam sakızı çoban armağanı hediyeyi de ihmal etmedim.

O ikisi bir haftalığına sılayırahimi yapadursun. Ev bir haftalığına benimdi. Girdim, çıktım. Oturup kalktım. Kimse bana otur, kalk demedi. Acıktım yedim. Susadım içtim. Uzanıp yattım. Bir sessizlik bir sessizlik. Ne de olsa koca evde bir başınayım.

Sılayırahim için cepten para çıktı ama değdi buna.

En azından kafayı dinlendirdim. Bekarlık sultanlıktır sözünü iliklerime kadar yaşadım. Adeta hür general oldum.

Yaptığım tasarruflara gelince say say bitmez.

Bir hafta boyunca market, pazar alışverişi nedir bilmedim. Hiç alışverişe gitmediğim için cebimden para çıkmadı. Eve şu lazım, gelirken şunu, bunu al diye olmadı. Gerçi geri dönecekleri gün pazarda soluğu alıp pazar arabasını doldurdum ama olsun. Bu arada bir haftanın ardından cepten para çıkması çok zormuş zor. Siz nereden bileceksiniz bunu? Ancak yaşayan bilir.

Neyse tasarruf devam edelim.

Evdeki yemek, sebze, meyve vs. nevale bitmek bilmedi. Evime bereket geldi adeta. Haliyle param cebimde kaldı. Kredi kartlarına yüklenilmedi.

Evde çamaşır ve bulaşık makinesi çalışmadı.

Bir hafta sonra bizim gezginler geldi. Üç dört gün boyunca çamaşır makinesi bana mısın demedi. Çalıştı. Ama olsun. Bir hafta boyunca bu iki makine de kafa dinlendirdi.

Sonrasında elektrik, su ve doğal gaz faturaları ardı arkasına mesaj olarak geldi.

Daha önce 605,50 TL şeklinde sabit otomatiğe bağlanan aylık su faturam, 484,50 TL geldi. Bu demektir ki hane halkının bir haftalık evde olmamasından 121 lira tasarruf etmişim. Bir sevinç bir sevinç tabi.

Ardından elektrik faturası geldi. Bir önceki ay 422 lira gelen faturam, 319 lira geldi. Bundan da 103 lira tasarruf etmişim. Ben sevinmeyeyim de kim sevinsin.

Elektrik ve suda böyle tasarruf etmişsem, doğal gazda da olur dedim. Ona da baktım. Bir önceki ay 230 iken, bu ay gelen 240 idi. Şaşırdım haliyle. Çünkü bir haftalık yokluklarında 10 lira fazla kullanmışım. Hayret ki hayret. Devlet katkısı da düşülmese, inanın yanmıştım. Halbuki bir hafta boyunca ne yemek pişirdim ne de her gün çay demledim. Sadece yemek ısıttım. Hanım evde iken günlük yemek pişer, çay içilirdi. Demek ki pişmiş yemeği ısıtmak, yemeği yeni yapmaktan daha masraflı imiş bu hesaba göre.

Neyse, doğal gazda müsrif olsam da sudan ve elektrikten tasarruf etmişim. Şu durumda tasarrufta 2-1 öndeyim. Az veya çok tasarruf tasarruftur.

Bu tasarrufumu görünce, keşke oğlanla hanımı, bir haftalığına değil de bir aylığına oğlanın yanına göndersem daha iyi olacakmış dedim. Bu durumda suda ayda 484 lira, elektrikte ise 412 lira tasarruf sağlayacakmışım. Sadece doğal gaza ayda 40 lira fazla verirdim. Hepsi bu. Neyse geçti artık. Bir daha aklımda bulunsun. Oğlanın yanına en az bir aylığına göndereyim. Gerisini gurbetteki oğlan düşünsün.

Küçük tasarrufta sevinme! Uçak, tren, harçlık seni açmış da açmış demeyin. No problem benim için. Çünkü benim büyük tasarruflarda gözüm yok. Az tasarrufa da sevinirim ben böyle.

Siz de benim gibi tasarruf etmek isterseniz, ne yapacağınızı öğrendiniz. Hatta benim yapmadığımı yaparak yani siz de sılayırahime giderseniz, daha fazla tasarruf etmiş olursunuz. Tüm faturalarınızı sıfırlamış olursunuz.

Tercihim ABD Gazı Olacak

2005 yılından beri doğal gaz ile ısınırım. Sıcak su ve mutfak işlerinde de mutfak tüpüne veda edeli çok oldu.

Evime gaz geliyor. Bu hizmetten yararlanıyorum ama kullandığım gazın hangi ülkeden geldiğini sormadım. Tıpkı üzümünü yiyip bağını sormadığım gibi. Doğal gaz firması nerenin gazını verdiyse onu kullandım. Kullandığım gaz Rusya'nın mı, İran'ın mı, Azerbaycan’ın mı bilmiyorum.

Şu var ki büyük kolaylık. Soba kurma meşakkati yok, kova doldurma derdi yok, kova eskidi, yenisini alalım masrafı yok, odun-kömür parası cebimden çıkmıyor, kova doldurma, külünü boşaltma, baca tüttü, evin perdeleri simsiyah oldu sızlanması yok.

Kombiyi açıyorum ve ısınıyorum. Kullandığım kadar ödüyorum. Devlet payını da hiç mi hiç unutmuyorum.

Yalnız ne kadar kolaylık olsa da doğal gaz ile ısınma bir sobanın verdiği sıcaklığı vermiyor. Daha doğrusu cebime dokunduğu için kombinin derecesini pek yükseltemedim. Haliyle şöyle içime işleyecek kadar ısınamadım. Belki de benim cimriliğimin yanında kullandığım ülkenin doğal gazının ısı kalorisi de yüksek değildir.

Ama gözümü açtım. Bundan sonra üzümünü yediğim bağı da soracağım. Hatta tercih hakkım olursa, şu ülkenin gazını istiyorum diyeceğim. Nasılsa ülkemiz tek ülkeye mahkum değil. Yetkili doğal gaz firması bana İran, Rusya, Katar, Azerbaycan... Seç beğen. Hangi ülkenin gazını istiyorsun derse, ABD gazı diyeceğim. Ne alaka demeyin. Son zirvede yapılan anlaşmaya göre 20 yıl boyunca ABD'den 75 milyar dolarlık gaz alacağız. Hele ABD seçeneği tercih sayısını daha da çeşitlendirdi.

Niye ABD gazı derseniz? Ben de niye ABD gazı olmasın derim. Çünkü bugüne kadar diğer ülkelerin gazı ile adam akıllı ısınamadım. Belki bir umut daha iyi ısınacağım. Çünkü ısı değeri daha yüksek olabilir. Belki daha da ucuza gelecek bana. Aynı gaz demeyin. Katılmıyorum buna. Çünkü ta ABD'den yani okyanus ötesinden gelinceye kadar gaz zaten ısınacak. Ben kombiyi açar açmaz belki de fazla elektrik yakmayacak, evim fırın gibi olacak, belki de yemekleri ABD gazı kendi pişirecek. Böylece bu kışı daha ucuza atlatacağım.

Ha ne belli ABD gazının daha iyi olacağı diyebilirsiniz. Haklısınız. Denemeden bilinmez. Yalnız daha iyi olacağını düşünüyorum. Çünkü davulun sesi uzaktan daima gür gelir.

Siz buna züğürt tesellisi de diyebilirsiniz. Hiç problem değil. Sizin dudak bükmenize hiç aldırmam. Ben ısındığıma bakacağım. Ayrıca siz benim darı ambarındaki hayallerime yaklaşamazsınız bile. Lütfen kıskanmayın ve gölge etmeyin.

Yakınımızda ve ülkemizde bulduğumuz gaz varken ta ABD ne alaka demeyin. Vardır bir hikmeti. Sizin ve benim aklımız ermez buna. Devlet yönetimi dediğimiz sizin, benim aklım gibi yönetilmez. Yalnız bizim bu durumumuz kapı komşusu gelin adayı varken daha iyi diye uzak mahalleden gelin almaya benzer.

Ha bir de şunu söyleyeyim. Ne belli bize gazın okyanus ötesinden geleceği? Belki ABD; Irak'ta, Suriye'de, Libya'da vb. ülkelerde şu kadar gaz alacağım var. Oradan alın diyecek. Çünkü her ülkeden alacağı vardır. Belki de bu ülkelere sizin gazın pazarlamasını komisyon karşılığında ben satacağım diyecek.

Sözümü Demirel'e atfedilen bir sözle bitireyim: "Yazın biz Bulgaristan'dan elektrik alıyoruz. Kışın da Bulgaristan bize elektrik veriyor". O hesap, yakın-uzak biz 20 yıl boyunca ABD'den hem yaz hem kış doğal gaz alacağız. Yazın biz onlardan alacağız, kışın da onlar bize doğal gaz verecek.

Aymazlığın Böylesi

"Trump-Erdoğan görüşmesinde bir soru üzerine Trump, "Erdoğan'ın Gazze konusunda ne düşündüğünü bilmiyorum" dedi. Bunu duyunca yanlış duymuş olabilirim diye videoyu geriye alıp tekrar tekrar dinledim. Doğru duymuşum. Trump aynen böyle diyormuş.

Nevi şahsına münhasır bir cevap.

Al bir kaya. Nereye dayarsan daya.

Üstüme iyilik sağlık.

Adeta ben Fransız’ım, bakmayın ABD başkanı olduğuma diyor.

Anlaşılan Trump bizimle dalga geçiyor.

Ağzında fermuar ve süzgeç olmayınca ağzına ilk geleni söylüyor.

Söylerken insanın sinir uçlarına dokunuyor.

Adeta tahrik ediyor.

Kişilerin fikrini ve görüşünü yok sayıyor, umursamıyor.

Bir konuda kimin ne dediğinin benim için bir anlamı yok. Varsa yoksa bir konuda benim görüşüm diyor.

Meğer fikirli insanları sevmem derken doğru söylüyormuş da biz anlamamışız.

Demek ki hep kendi konuşuyor, konuşurken dünya onu dinliyor. O ise kimseyi dinleme gereksinimi bile duymuyor. Sanki dünyanın bana verebileceği bir şey yok, dünyanın ise benden alacağı çok şey var diyor.

İnsanlara ve evinde misafir ettiği insanlara gösterdiği saygının ve verdiği değerin tipik bir örneği.

ABD halkı beni iki defadır bu halimle seçmişse var bende bir şey diyor.

Şımarıklıktan ve güç zehirlenmesinden başka bir şey değil bu.

Abartma! İnsanın haberi olmayabilir. Çok yoğun. Hangi birini dinlesin diyebilirsiniz.

İyi de herhangi birini sormuyorlar ki Trump'a. Erdoğan'ı soruyorlar. Erdoğan ise akşam sabah Filistin ve Gazze konusunda durmadan açıklama yapıyor. Yaptığı konuşmaları sağır sultan bile duydu.

Üstelik Erdoğan dostu. Birbirlerini çok seviyorlar.

İnsan sevdiği için çiğ tavuk bile yer.

Erdoğan'ı da dinlemeyecek de kimi dinleyecek?

Erdoğan'ın Gazze konusunda görüşünü merak etmeyip de kiminkini merak edecek?

Erdoğan sadece ülke sınırları içinde değil, her yıl BM Genel Kurulu'nda da söylüyor Filistin ve Gazze konusundaki düşüncelerini.

Yoksa Erdoğan’ın cümle aleme söylediğini sadece biz mi dinliyoruz? Bizim dinlediğimizi dünyaya servis edilmiyor mu?

Hasılı, Trump nezdinde, başkasının ne dediği ne düşündüğü önemli değil. Dediğim gibi belki de dalga geçiyor. Belki de işi aymazlığa veriyor belki söylenenler bir kulağından girip diğerinden çıkıyor belki de hafızası sağlam değil diyeceğim ama basın önündeki görüşmede yok yere Rahip Brunson'ın nasıl salıverildiğini hatırlattığına göre hafızasında sorun yok. O zaman işine geldiği gibi konuşuyor, işine geldiği gibi davranıyor. Öyle ya aymazlık parayla mı sanki?

Trump Görüşmesinin Düşündürdükleri

Konuşması, imzası, açıklamaları, icraatlarıyla dünyaya yön veren ve dünyayı etkileyen ABD başkanı Trump ile her ülke lideri görüşmek, derdini anlatmak, fikir alışverişinde bulunmak ister. Ne de olsa dünyanın kabadayısı.

Trump ne zaman bir liderle görüşmek isterse, bu görüşmenin nasıl cereyan edeceği de tüm basının gündeminde olur. Çünkü karşılarında, diplomatik teamülleri çiğneyen ve hiçe sayan, ne zaman ne yapacağı, kime nasıl davranacağı muamma bir Trump var. Nice ülke başkanını basının önünde hal tavır ve eylemleriyle rencide etmiştir. Dünyanın kabadayısı olunca kimse de yerini ve haddini bil diyemiyor. Derse başına ne geleceğini biliyor. O yüzden her lider görüşmenin olumlu geçmesi için yoğurdu üfleyerek yiyor. Haliyle verilen görüntü, şerrinden emin olmak için Trump'ı memnun etme üzerine oluyor.

Bir liderle görüşme öncesi Trump'a ne yediriyorlar ne içiriyorlar bilmem. Görünen o ki içip içip ya da içirilip içirilip görüşmeye oturuyor. Ama bilinen bir gerçek var, Trump kendisine verilen rolü iyi oynuyor.

Gelelim bizim ülkenin kendisiyle görüşmesine. Satır aralarında pot üzerine pot kırsa da ülkemiz bol bol övgü aldı kendisinden. İlgi, alaka ve önem o biçimdi. Bizimkilerin yüzü gülüyordu durmadan. Hele Trump gibi birinden "Çok zekiler" övgüsünü almak çok mutlu etmiş olsa gerek. Erdoğan'ın oturacağı sandalyeyi çekmesi görülmeye değer. Dört dörtlük bir ağırlama diyelim buna.

Geri planda ne görüşüldü, hangi konularda anlaşma sağlandı? Bazı şeyler yazılıp çizilse de ne aldık ne verdik bilmiyoruz. Bilinen bir şey varsa yolcu uçağı, 20 yıllık doğal gaz anlaşması yapıldı. Heybeliada Papaz Okulunun açılması sözünü verdik. Daha gitmeden ABD ürünlerine konan vergileri kaldırarak zaten jest yapmıştık. ABD'nin bize uyguladığı vergilerin kaldırılacağına, F 35 ve F 16 taleplerinin ne derece yerine getirileceğini zaman gösterecek. Çünkü bunlar ABD kongresinin alacağı kararlara bağlı.

Bir ülke diğer ülkeden bir şeyler alır, verir. Her ülke kendi ülkesinin menfaatini korumak için masaya oturur ve görüşmeler yapar. Kazan kazan politikası uygulanır. Temenni ederim ki ülkemiz ABD'den çok şey alarak ABD ekonomisine katkı sunarken ABD'nin de vereceği kararla ülkemize katkı sunsun. Ümit ediyorum ki "meşruiyet verelim" ile kalınmaz. Şu var ki başkanlık sisteminin uygulandığı ABD'de başkanın çoğu alacağı kararın kongre kararına bağlı olması, kendi içinde pazarlık gücünü artırıyor. Aynı denetim mekanizmasının ülkemizde de olmasını ümit ediyorum.

Yazımın bundan sonraki kısmında, bu görüşmede Trump'ın ve ekibinin kırdığı pot ve yediği herzelere dair örnekler vermek istiyorum:

Zirvenin bir gün öncesinde ABD Büyükelçisi Barrack'ın açıklaması: "Başkanımız 'Bundan bıktım, ilişkiler düzeyinde cüretkar bir adım atalım ve ihtiyacı olanı verelim' dedi." ABD'li yetkili, sözlerine şöyle devam etti: 'Tamam sayın başkan, neye ihtiyacı var?' diye sorduğumda 'meşruiyet' dedi. Çok akıllı biri. Mesele sınırlar, S-400 ya da F-16'lar değil. Mesele meşruiyet".

ABD Dış İşleri Bakanı: "Bizimle görüşmek için yalvarıyorlar".

Trump: "Fikirli adamları sevmem. Bu adam da fikirli. Ama bunu seviyorum".

Trump: Seçim hilelerini o daha iyi bilir".

Trump: "Yapabileceği en iyi şey Rusya'dan petrol ve doğal gaz almayı bırakmak olur".

Kırılan bu potlar yenilir içilir cinsten potlar değil. Bunlar beni üzdü. Kişi ABD başkanı da olsa bir başka ülke ve devlet başkanına saygıda azami gayret göstermeli. Ülkenin itibarını sarsmamalı. Çünkü devlet başkanı o ülkeyi temsil eder.

Bir defa demokrasimiz ağır aksak olsa da bir ülkenin seçilmiş başkanına kimse meşruiyet veremez. Ne hakkı ne haddi. Bu durum böyle olmalı. Gel gör ki gelmiş geçmiş ne kadar parti kurucusu varsa partiyi kurar kurmaz ABD’ye giderek belli mahfillerle görüşmesi düşündürücü.

ABD başkanı ile görüşmek için yalvarıyorlar sözü de incitici. Böyle bir şey varsa da söylenmemeli. Belli ki ağızlarının fermuarı yok. Yine de bu söze kızmaktan ziyade böyle bir imaj verilmişse bu imaj yok edilmeli.

Beyefendi fikirli insanları sevmiyormuş. Belli ki fikirsiz insanları seviyor. Ne diyelim, Allah fikir versin.

Seçim hilelerini o daha iyi bilir cümlesi her bir tarafa çekilir. Kendi seçimini hile ile kaybettiğini kastediyor olabilir ya da Türkiye seçimlerinde hile yapılıyor anlamı da çıkar. Temenni ederim ki ABD seçimlerini kastetmiş olsun. Yapılıp edilen çoğu şeyi eleştirmekle beraber "Açık oy, gizli tasnifin" yapıldığı seçim dışında bu ülkede seçimlerde hile olduğunu düşünmüyorum. Çünkü her sandık ve kurulda her partinin en azından çoğu partinin temsilcisi olur. Tutanaklar ıslak imzalı olur, her parti temsilcisine verilir bu ülkede. Başka dolaplar çevriliyorsa bilemem.

Rusya'dan petrol alımını bırakmalı gibi bir istek haddi aşmaktır. Çünkü bir ülke neyi, nereden alacağına ülkesinin menfaati neyi gerektiriyorsa o yönde kendisi karar verir.

Kısaca ABD başkanlarıyla görüşmek bir problem, görüşememek başka bir problem. En iyisi ne ihsanı ne de gölgesi. İnşallah o günler de gelir.

26 Eylül 2025 Cuma

Yürüyüşüme Dair Takipçi Yorumları

26 Eylül 2020 günü yürüyüş yapmak için şu güzergahı seçmiştim:

Gidiş: Yaka-Hicaz Cad-Alemdar Cad-Erenköy-Kanal Boyu-Otogar.

Dönüş: Otogar-Tramvay Yolu-Beyşehir Yolu-Fatih Caddesi-Yaka.

Bu yolculuğum, 4 saat 9 dakika sürmüş. 30672 adım atarak 20,86 km yapmışım. 

2020'den beri yaptığım yürüyüşlerde rekor, Yaka-Altınapa Barajına gidiş dönüş idi. Telefonumun şarjı dönüşte Akyokuş'a yaklaşırken bitmişti. Sonrası adımları kayda alamadım. 36000 idi telefon kapanmadan önce attığım adım. Bu da 25 km demektir. Sonrasında bir kırk dakika daha yürüyerek eve gelmiştim. Bu demektir ki gidiş dönüş beş saat süren bu yolculuğumda 30 km rahat yapmışım. 

Yazımın bundan sonraki kısmında, sosyal medyada paylaştığım Yaka-Otogar, Otogar-Yaka yürüyüşüme dair takipçilerin yaptığı yoruma yer vereceğim:

"Hocam bunu bisikletle dene bari, zaman israfı azalır...". 

"Hocam maşallah ya, yani hakkaten maşallah 20 km mi 😳 ben 5 kmden sonra çok yürüdüm diyordum 🤓". 

"Maşallah hocam .Bu tür paylaşımları pek yapma nazara gelirsin. Millet o kadar yolu arabayla giderken yoruluyor".

"Ağa sen beni de geçtin valla

Helal olsun

41 kere maşallah🚶‍♂️🚶‍♂️🚶‍♂️🚶‍♂️". 

"Abi, işi abartıyorsun! Gel beni dinle, günlük en fazla 6000, bilemedin 7000, haydi 1000 de. Yengemden uzak durman için vereyim, toplam 8000 adımdan fazla yürüme. Ben yaptım, sen yapma. Ben de bir günde bu kadar yürüdüm ve ayağıma giren ağrıdan dolayı 3 ay üzerine basmakta zorlandım. Sonunda da yürümeyi bıraktım."

"Hocam, ceryanlı velesbitle mi gezip durun sen?"

"İmrendik bak yine. Maşâallah... "

"Ortada bir abartma var...diz sıvısı tahrip olur...dikkat ediniz. "

"Hocam senle şöyle Nahcevan Azerbaycan tarafına gitsek yürüyerek"

"Çorum'a da sapıver bi zahmet abi" 

"Seyyah olup şu alemi gezerim/ Bir dost bulamadım gün akşam oldu." 

Tarihi Binalarımız Bize Ne Diyor?

Anıt'tan Zafer'e geçerken Konya Lisesi, Kayalıpark'a doğru giderken bir zamanlar Meram Milli Eğitim Müdürlüğü olarak kullanılan bina, Kayalıpark'a varınca İplikçi Camii, Valilik binası, sol tarafında Şerafettin Camii, bir zamanlar Karatay Lisesi olarak kullanılan bina dikkatimi çeker.

Diğer binalar pek dikkatimi çekmezken yazdığım binaları defalarca görmeme rağmen başımı kaldırır, bir daha bir daha bakarım.

Aynı şekilde Alaeddin Tepesine çıkarak Alaeddin Keykubat Camiinde cuma namazı kılarım zaman zaman.

Yine önünden geçerken daha önce girip gezdiğim İnce Minare ve Karatay Medreselerine de alıcı gözle bakarım.

Verdiğim tarihi bina örnekleri Konya'dan. Diğer şehitlerimizin çoğunda da bu şekil tarihi eserleri görmek mümkün.

Sütunları ve kalın duvarlarıyla dikkat çeken bu binaları gördükçe içim açılır. Hiçbir masraftan kaçınmadan bize bırakanlara minnet duyarım.

Hepsinin özelliği asırlar geçmesine rağmen dimdik ayakta durmaları ve hâlâ kullanıma açık olmaları.

Sağlamlık yönünden bugünkü son teknoloji ile yapılmış beton binalara beş çeker hepsi.

Yazın serin, kışın sıcak tutar.

İçeriden dışarıya sesi gitmez. Dışarıdan da içeriye ses ve gürültü girmez.

Kullanışlı mı kullanışlı.

Başta sağlamlık olmak üzere binanın her bir yerine sanatın her türlüsünü ilmek ilmek işlemişler.

Adeta asırlara meydan okuyan bu tür tarihi binaları Müslümanlar yapsa da aynı, Hristiyanlar yapsa da aynı. Cami yapsalar da aynı, kilise yapsalar da aynı, hamam yapsalar da aynı.

Farklı millet ve inanç sahiplerinin geçmişte bina yapmada ortak özelliği; hile, hurda, alavere, dalavere bilmemeleri. Bunları biliyorlarsa da binada uygulamamaları. Kısaca evladiyelik yapmışlar adeta. Binaların harcı dürüstlük olsa gerek.

Yüzyıllara meydan okuyan her bir yeri tarih kokan, her bir yerinde sanat izi olan bu binaları gördükçe, bu binaları bizlere bırakanlar bize adeta şöyle diyor: “Belki biz ölürüz belki bizim medeniyetimiz söner belki devletimiz yıkılır ama bizim yaptığımız binalar dimdik ayakta olacak ve sizler bu binaları kullanacaksınız. Yanlarına yeni beton binalar yapacaksınız. Ama şunu bilin ki bizim yaptığımız gibi bina yapmazsanız, bu yaptığınız binalar bir depremde eceliniz olur. Sakın ola böyle binalar yapmayın. Yapacaksanız bizim yaptığımız binalar gibi evladiyelik binalar yapın. Yaptığınız binaları sizden sonraki neslinize bırakacak şekilde sapasağlam yapın. Her ne olursanız olun, bina yapımında dürüstlüğü hiç ama hiç elden bırakmayın”.

VNÇ

Bulunduğum muhitte, formalarından ve yaşlarından öğrenci olduğu belli çocuklar görürüm. Formanın önündeki VNÇ dikkatimi çekti.

VNÇ ne olabilir, neyin kısaltması derken ilk aklıma gelen, vinç oldu. İyi de vinç ne alaka? Acaba mesleğe yönelsinler diye vinç okulu açılmış olabilir mi diye düşünmedim değil. Belli ki bu çocuklar vinç operatörü olacaklar. Ne de olsa ülkede istihdam daralması var ama vinç operatörüne ihtiyaç var. Çünkü herkes vinç operatörü değil.

Ben böyle düşüne durayım. İmdadıma, mahallemdeki okul geldi. Mahallemdeki okulun adı Vali Necati Çetinkaya idi. Okulu telaffuz edince, Vali'nin "V'si, Necati'nin" N"si, Çetinkaya'nın "Ç"si alınıp ortaya VNÇ çıkmış.

Meğer gördüğüm tişörtlü öğrenciler vinç operatörü öğrencisi değil de Vali Necati Çetinkaya Ortaokulu öğrencileri imiş.

Sonraki günlerde okul formasında başka ne var diye daha dikkatli baktım. Tişörtün bazısının sol, bazısının sağ omuzunda 1990 yazılı idi. Belli ki okul 1990 yılında açılmış olmalı.

Bir başka gün tişörtle uyumlu eşofmana benzer pantolon gördüm. Alt giysiye de VNÇ yazdırılmış. Kısaca okul formasının hem üstüne hem de altına VNÇ yazdırılmış.

Her ne kadar okulun baş harfleri verilmiş olsa da VNÇ kısaltması bana garip geldi. Yukarıda bahsettiğim gibi ilk etapta vinci çağrıştırıyor. Belki çocuklar da kendi aralarında vinç geldi, vinç gidiyor diye şakalaşıyordur.

Okul kendi bilir ama ben olsam okulun baş harflerini böyle kısaltma yoluna gitmezdim. Hele okul formasına yazdırmazdım. Üstelik bildiğim kadarıyla okul formalarına bu şekil logo bastırmak yasak. Öyle görünüyor ki yasaktan önce bu kısaltma tercih edilmiş olmalı.

Okulun kısaltması bir anlam ifade etse eh dersin, bir etik ya da ahlaki kuralı hatırlatıyor dersin. Ama bildiğin vinci hatırlatıyor. En azından bende öyle.

Bilmeyenler için söyleyeyim, okul Konya'da başarısını ispat etmiş bir okul. Bu yüzden sadece muhitinden değil, Konya'nın öbür ucundan öğrenci alıyor bu okul. Okul kalitesini ispat edince formaya da okulun logosunu bastıralım diye düşünmüş olmalı.

Okulun bulunduğu muhit insanı, okulda okuyan öğrenciler ve velileri VNÇ'nin ne anlama geldiğini bilse de muhit dışında her gören VNÇ ne demek diye soruyordur.

Yine bilmeyenler için söyleyeyim. Okul Havzan Mahallesinde bir ortaokul. Okul zamanın Konya Valisi Necati Çetinkaya zamanında yapılmış olmalı ki okula Valinin adı uygun görülmüş.

Sayın Vali ne zaman Konya Valiliği yapmış diye diye baktım. 1988-1991 yılları arasında görev yapmış. Bakınca Vali’nin ikinci bir isminin daha olduğunu öğrendim. Esas adı, Mehmet Necati Çetinkaya imiş. İlk defa duyduğum Mehmet' i de görünce iyi ki okula tüm ismi verilmemiş dedim. Çünkü o zaman okulun adı, Mehmet Necati Çetinkaya Ortaokulu olacaktı. Haliyle uzun isim daha da uzayacaktı.

Sayın Vali, isminin verildiği bu okulu kendi cebinden para vererek yaptırmış ya da anlamlı bağış diyebileceğimiz yüklü bir miktar bağış mı yaptı da bu okula ismi verildi? Bu kısmı bilmiyorum ama sanmıyorum Valinin kendi imkanıyla bu okulu yaptırdığını. Çünkü sadece bu Vali değil, çoğu yerde valiler ismine okullar var. Vali dışında devlette görev yapmış üst düzey kişiler adına da okullar var.

Siz nasıl görürsünüz bilmem ama ben okullara ya da kurumlara devlet adına iş yapan kişilerin isimlerinin verilmesini çok doğru bulmuyorum. İhtiyaç olan yere okul yapılmışsa, o mahalle ya da muhit adını vermek en doğrusu. Mesela bu okul Havzan Mahallesinde olduğuna göre bu okula Vali adından ziyade Havzan Ortaokulu adını vermek daha uygun olurdu. Gördüğünüz gibi okul ismi hem kısaldı hem de Havzan ismini duyan, okulun yerini, nerede bu okul demeden bilirdi.

Kısaca:
Okullar muhitinin adıyla anılmalı.

Okullara, zamanında yapıldı, aracılık etti diye vali türünden isimler verilmemeli.

Hayırsever isimleri verilmekten kaçınılmalı. İlla hayırseverin ismi verilecekse sadece soyadı okula verilmeli. Ana, baba, çift isim gibi tüm isimleri ekleyerek okulun ismini gereksiz yere uzatmamalı. İnanın öyle uzun isimler okullara isim olarak veriliyor ki öğrenci okulunu söylerken arada nefes almak zorunda kalıyor.

Okul isimleri, muhitine uygun, anlamlı, sade ve kısa olmalı.

Verilen isim de sık sık değiştirilmemeli.

Okul yaptıracak hayırsever okula illa benim adım verilecek derse, adım değiştirilmeyecek diye protokol imzalamaya kalkarsa, kusura bakmayın, okulun ismi değiştirilemez. Buna razı isen yardımını kabul ederiz denmeli. Okulun giriş kısmında herkesin göreceği yerde okulu kimin yaptırdığı, hayırseverin kısa hayatını anlatan bir bilgiye yer verilebilir. 

Okul formasında okulu çağrıştıran bir yazı bir kısaltma bir logo olmamalı. Çocuk bu formayı yeri geldiği zaman okul dışında da giyebilmeli.

25 Eylül 2025 Perşembe

Sağlıklı Yaşamanın Yolu

Göbek bu toplumun özellikle erkeklerin en büyük problemi. Her göbek ağır kilo demektir.

Göbek bu çağın bir sorunu. Çünkü bedenen çalışıldığı eski dönemlerde insan ne yer ne içerse eritirdi. Haliyle özel bir durum yoksa göbek diye bir sorun olmazdı.

Göbeğin çıkması; yememiz, içmemiz ve hareketsizliğimizin bir sonucu. Çünkü çoğumuz masabaşı ya da buna benzer iş yapıyoruz.

Göbeklileri görürüm. Çoğunun göbeğinden yana bir şikayeti yok. Göbeğinden ve kilosundan şikayetçi olan da göbeği eritmenin yollarını bilse de bazı gerekçeler öne sürerek uygulamıyor.

Fazla kilo ve göbek her şeyden önce ayaklara zarar. Çünkü kilo ve göbek arttıkça ayakların vücudu taşıması zorlaşıyor. Kişi yürürken hışmış kalıyor. Öyle zannediyorum, tuvalet ve taharet ihtiyacını da rahat halledemez. Banyo yaparken eller sırtına ulaşmadığı için düzgün bir şekilde sürtünemez.

Yol yakınken bir çözüm bulmak gerek. Sözüm kilo ve göbeğini dert edinenlere elbet. Diğerleri varsın göbekleriyle baş başa yaşamaya devam etsinler. Belki faydası olur diye göbeği eritmeye ve kilo vermeye dair tecrübelerimi paylaşmak istiyorum.

Günlük en az yarım saat hızlı ve aynı tempoda yürümek. Kısaca ter atmak.

Ekmek, poğaça, simit türü yiyeceklerden mümkün olduğunca uzak durmak. Çünkü bunların mideyi doyurma özelliği olsa da mideyi büyütmekten başka işe yaramaz. Ne kadar ekmek o derece erken acıkmak demektir. Ekmeksiz yeme içme daha geç acıktırır.

Yemek yerken hızlı yememek. Lokmaları iyice çiğneyerek ve hazmede hazmede yemek. Bu şekil yenen yemek hazmı kolaylaştırır. Hazmetmeden ve iyice çiğnemeden yenen her yemek göbeği çıkarır. Kişiye çabuk kilo aldırır.

Bol su içmek. 

Akşam yemeklerini 5-6-7 gibi mümkün olan en erken vakitte yemek. Gecenin geç vaktine kadar meyve, pasta, börek türü yiyecekleri yemekten uzak durmak. Mide acıkmaya yüz tuttuğu zaman uyumak. Çünkü akşam ve gece yenen her şey kilo aldırmada bire bir. Mide, hareketsizlikte eritmede zorlanır. Tok uyku bol bol kabus gördürür. Kişiye enfes uyku çektirmez.

Hareketsizlikten mümkün olduğunca uzak durmak. Arabaya binmeyi en aza ve zorunlu hallere indirgemek.

Perhiz önermiyorum. Hele gündüz yiyebildiği kadar yesin.

Kısaca vücudu mümkün olduğunca hareket ettirmek lazım.

Bu tecrübelerimi uygulayan, kilo ve göbek sorununu çözer.

Kilo verdikçe ve göbek eridikçe rahatlar, daha kolay nefes alır verir, hışmış kalmaz. Kişi kuş gibi olur. Taharet sorunu ve banyo yapmada zorlanmaz. Kabızlık sorunu da kolay kolay çekilmez. Daha sağlıklı yaşarsınız. Yürüme rutine bindirilirse kişide üşengeçlikten eser kalmaz.

Haydi göreyim sizi. Geçti bizden demeden sağlıklı iken uygulayın. Yoksa iş işten geçtikten sonra zaten yürümeye mecaliniz kalmaz.

Bunları uygulayın ki göbeksiz günler ve göbeksiz vücut sizin olsun.

İyi, hoş, güzel diyorsun da yapamıyorum diyorsanız, kendinize hayrınız yoksa geride kalanlar için bir hayır yapın. Temenni edilmez ama yarının ne getireceği bilinmez. Bakıma muhtaç hale geldiğinizde bakımınızın kolay olması için bunları yapın. Öldüğümüz zaman da salınıza yapışanlar ne ağırmış demesin. Kuş gibi hafifti desin.

24 Eylül 2025 Çarşamba

Anlamadım Gitti

Bu ülkede iş bulup çalışmak, çalışırken evin geçimini sağlayacak bir ücret almak, çalışanlar arasında ücret dengesizliği, gelecek endişesi yaşamak bir problem.

Okumuş gençlerde işsizlik had safhada.

İnsan kaynağı planlaması yapamıyoruz.

İş var, çalışacak eleman bulamıyoruz.

Çalışacak kalifiye eleman var, iş veremiyoruz.

İş var ama insanımız iş beğenmiyor. Çalışacak herkese bu ülkede iş var diyoruz. İstiyoruz ki üniversite mezunu biri gidip asgari ücrette çalışsın.

Kiralar makul seviyede değil. Evi olmayanların aldıkları ücretle oturduğu evin kirasını ödemede zorlanmaması mümkün değil.

İş bulup çalışmak mesele iken çalışma hayatı sonrası emekli olmak da problem, erken emeklilik de problem. Çünkü esas geçim gailesi emeklilikten sonra başlıyor. En düşük emekli maaşı alanlar hala kirada ise aldıkları emekli maaşının üstüne para koyup kirayı ödemesi gerekiyor.

Aynı zamanda emekliler de problem. Çünkü haddinden fazla emekli var. 17 milyon emekliden bahsediliyor.

Çalışma ve Güvenlik Bakanı'nın açıklamasına göre SGK bütçesinin yüzde 67'i emekli maaşı ödemesine gidiyormuş. Yine Bakan'a göre emekliler içerisinde en düşük emekli maaşı alanların sayısı 4 milyonmuş. Emeklilerin maaşını ödemekte zorlandıklarını, şükür ki ödeyebildiklerini söylüyor.

Bu emeklilere her yıl EYT ve yaş haddinden emekli olanları da eklersek karşımızda çözüm bekleyen emekliler ordusu var. Çünkü ülke bütçesini şimdi olduğu gibi ileride zorlayacak en büyük problem emekli olanlar ve emekli ettiklerimiz olacaktır.

Durumumuz bu iken problemin altından nasıl kalkarız, ne yapıp ne edebiliriz üzerine kafa yormamız gerekirken Çalışma Bakanı Işıkhan, "Bağ-kur'lu çalışanların 9000 olan prim gününü 7200 prim gününe indirme üzerine bir çalışma başlattıklarını, üzerinde çalıştıklarını, seçim vaatlerinden biri olduğunu" açıklıyor. Bu demektir ki 9 bin prim günü için 25 yıl çalışması gereken Bağ-kur'lu 20 yılın sonunda emekli olabilecek.

Her şeyden geçtim. Emeklilerin yükünden, fazlalığından, SGK bütçesinin % 67'i emekli aylığı ödemesine gidiyor şeklinde dert yanarken prim gününü düşürme üzerine çalışma yapmak yangının üzerine benzinle gitmek demektir. Çünkü Bağ-Kur'lunun beş yıl önce emekli edilmesi erken emeklilikten ve emekli sayısını daha da artırmaktan başka bir işe yaramaz.

Biz ülkenin yarınını ve geleceğini bu şekil yok edip, mevcut problemi daha da büyütürken, Sayın Bakan aynı zamanda "Avrupa'da bir çalışan 40 yıl çalışıyor" demeyi de ihmal etmiyor.

Sayın Bakan'ın açıklamalarını hayretle okudum. Ne yaman çelişki dedim. Çünkü bir taraftan erken emeklilikten dert yanarken bir taraftan bir fabrikanın seri üretimi gibi insanları erken emekli ediyoruz. Sonra da alınan düşük emekli maaşını Mısır ile kıyaslıyoruz. Avrupa'daki uzun çalışma hayatından örnek veriyoruz, bir taraftan da habire emekli ediyoruz. Anlamadım gitti. Anlayan varsa beri gelsin.

Amma Yoğun İmajı Vermek

Gelen her telefonu ilk çalışta açma. En azından birkaç defa çalmasını bekle. Çünkü telefon elinde miydi? Birden açtın derler.

Mümkünse ilk arayışta cevap verme, sonradan dönüş yap. “Üstadım, aramışsın ama haberim olmadı. İnan çok yoğunum. Telefonu elime aldığım mı var” diyeceksin ki arayan bundan sonra ararken bir kez daha düşünecek.

Gelen mesajı da hemen açmayacaksın. Açacaksan da telefonunun ayarından “okunmadı” seçeneğini işaretle. Cevabı da hemen verme. Karşındaki ne zaman okuyacak, okumuş mu diye beklesin dursun. Nice sonra “Yeni dönüş yapabildim. Biliyorsun malum işler” de, cevap verdikten sonra.

WhatsApp ayarlarından “Hakkımda” kısmına girerek “meşgul”, “sadece acil aramalar”, “konuşamam. Sadece WhatsApp” gibi seçeneklerden birini işaretle. Öyle “müsait”, “7/24 hep müsait” gibi şeyler yazma. Çünkü “işi gücü yok. Boş ve avare” derler.

“Azizim, telefon açıyorum. Dönmüyorsun. Mesaj yazıyorum. Cevap vermiyorsun” diye serzenişte bulunanlara, ah, üstadım. Haklısın ama öyle yoğunum ki inan başımı kaşıyacak zaman bulamıyorum. Keşke ben de senin gibi müsait olabilsem. İnan çok özledim biraz boşluğum olmasını” de.

Bu durumu ortak gruplarda da devam ettir. Orada yazılıp çizilenlere hemen atlama. Her konuda söz söyleme. Okuyacaksan oku ama her birine cevap yazarak dolu imajını berhava etme. Geyik muhabbetlerine girme. Bir baktın, sende yazılıp çizilenlere dalmışsın. Ayak altına düşmemek için “Yazmak isterim ama durumum malumunuz. Size kolay gelsin, bol muhabbetler” deyip kenara çekilmeyi bil.

Ara ara grupta adın geçer, sizi mindere çekmeye çalışan gafiller olabilir. Sakın bu dolduruşa gelme. Seni aşağıya çekmeye çalışanların ekmeğine yağ sürme. Lütfen seviyeni koru.

Bazen gruba bakmak ya da bir şeyler yazmak istedin. “Üstadım, o kadar bildirim gelmiş ki inan hepsi birikmiş. Hepsini okumam, takip etmem ve cevap yazmam mümkün değil” de ki kiminle aşık attıklarını bilsinler.

Kısaca,

Ağır azam ol.

Seviyeni düşürme.

Statünü koru.

Olur olmaz telefon ve mesaja atlama.

Ayağa düşme.

Bu platformda uzun süre durma.

Sosyal medyayı ise hiç kullanma. Kullanıyorsan da gir, dolaş ama iz bırakma ve renk verme. Yazılıp çizilenlerden haberin yokmuş gibi davran.

Bu konuda da toptancı değilim. İstisnalar vardır elbet. Onlara sözüm yoktur.

23 Eylül 2025 Salı

Protokol Cenazeleri

Ölümlerin yüzü soğuk olsa da hayatın acı bir gerçeği. Sırası gelen herkes bu gerçeği tadar. En büyük acıyı da geride kalan eşi, dostu ve yakınları bizzat yaşar. Çünkü ateşin düştüğü yer bu hanedir.

Eş, dost ve tanıdıkları, cenaze merasimine katılarak, ardından taziyede bulunarak son görevlerini yerine getirir. Cenaze ve taziyeye katılım ne kadar çok olursa cenaze sahiplerinin çektiği acı bir nebze de olsa teselliye döner ve moral bulur. “Amma sevenimiz ve sayanımız varmış. Uzaktan yakından katılarak acımıza ortak oldular. Farkına varmadan ne çok dost edinmişiz. Sağ olsunlar, var olsunlar” derler.

Cenazeye katılım az olursa hem cenaze sahiplerinin morali bozulur hem de cenazeye katılanlar kendi aralarında “cenazeye katılım azdı, öyle değil mi” değerlendirmesinde bulunurlar.

Fırsat buldukça tanıdık ve yakınların cenazesine katılmaya özen gösteririm. Kalabalık cenazeye de katıldım, huzurevinde vefat edene de ünlü kişilerinkine de ünsüz kişilerinkine de. Sanırım katılmadığım şehit cenazesi, bir de protokol uygulanan cenazeleri var. Her ikisini de ekranlarda gördüğüm kadarıyla biliyorum. Bir de TBMM önünde kortej eşliğinde askerlerin taşıdığı sal var ki çok garip karşılarım bu görüntüyü.

Bu girişten sonra 3 Eylül 2025 günü, Kayseri’de kılınan bir cenaze hakkında vefat edenin kardeşi, aynı zamanda Konya’dan sınıf arkadaşım olan Rıza Bozdağ’ın, abisinin cenazesinde yaşadığı durumu anlatan yazısına yer vereceğim:

“Tanınmış kişilerin cenaze namazına gelen protokolün cenazeye ve cenaze sahiplerine zerre miskal saygılarının olduğunu düşünmüyorum.

Ana-baba bir öz abimin cenaze namazında en ön safta yer alabilmek için ikindi namazını kılmak maksadıyla camiye bile girmedim. Ama namazdan çıkan protokol bizi sıkıştıra sıkıştıra kenara ittikleri gibi oğlumu da amcasının cenazesinde bir arka safa attılar. Oğlum “Baba, ben arkaya geçeyim de sen sıkışma” demesine rağmen beni de arkaya atacaklardı ki oğlum “Yav bırakın da adam abisinin cenaze namazını kılsın” diye tepki gösterdi de birazcık yer buldum. Buna rağmen namazda ellerimi bağlamayı başaramadım...

Oysa bizim cenazemiz, protokol kurallarının uygulanacağı bir cenaze de değildi. Keşke şu protokoldekiler cenaze sahiplerine birazcık saygılı olsa. Keşke görünmeyi değil de bulunmayı tercih edecek bir anlayışa sahip olsalar.

Hele bir de buradan çıktıktan sonra da “Mehmet Bozdağ’ın babasının cenazesine katılım sağladık” diye hilkat garibesi “katılım sağlamak” ifadesini kullanmıyorlar mı, deme gitsin”.

Sayın Bozdağ sayesinde protokol cenazelerinin nasıl olduğunu öğrenmiş oldum. Koyun can derdinde, kasap ise et derdinde misali, protokole gelenler görünmek için ön safa üşüşmüşler. Sanki cenaze namazı sonrası omuz verip cenazeyi kabre koyacaklar. Bazıları yine görünmek için sembolik olarak sala yapışır. Hepsi bu. Keşke kabre kadar salı götürseler, hiç gam yemeyeceğim.

Protokol istenmese de protokol uygulanan bu tip cenazelerde aile fertlerine ön safta yer ayırmak gerek. Hatta cenaze yakınlarından ön safta kimse olmasa bile cenaze yakınları ön safa gelsin diye seslenmek lazım. Çünkü hem cenaze namazını ön safta kılsınlar hem bir aksaklık olursa müdahale etsinler, imamın cenaze hakkında bilgi edinmek isterse bilgi versinler hem de namaz sonrası salı omuzlasınlar.

Aslında ölen kim olursa olsun, halkın katıldığı cenaze merasimlerinde camiden çıkan, ön saftaki yerini almalı. Protokol nerede boş yer bulmuşsa orada saf tutmalı. Ötesi şekil A da olduğu gibi sıkıntıdır, gösteriştir. 

22 Eylül 2025 Pazartesi

NÖHÜ

Sayfaları karıştırırken NÖHÜ şeklinde bir haber başlığı karşıma çıktı.

Kısaltma çok garip geldi. Ülkede böyle kısaltma da var mıymış dedim. 

Haberin içeriğini açmadan bir zihin jimnastiği yaptım. 

Zihnimi zorladım da zorladım. 

Bir kısaltma olmalı ama neyin kısaltması? Başı "N", sonu da "Ü" ile bittiğine göre "N", Niğde, "Ü" de üniversite olmalı dedim. 

İkinci ve üçüncü kısaltmayı düşündüm durdum. Olmayan tüm müktesebatımı kullandım. Nafile.

Kendi kendime ömrünü boşa harcamışsın. Boş yaşamışsın. Bir de üniversite okumuşsun. Bir NÖHÜ'nün ne olduğunu bilemedin. Bir de ben her şeyi bilirim diye kendi kendine havalara giriyorsun dedim.

Böyle dedim ama bu kısaltmayı bulanlara kızmadım da değil. Tüm harfler bitmiş de çok mu uğraştılar bu harflerden ibaret kısaltmayı dedim. 

Ben böyleyim de siz ne durumdasınız? Biliyor musunuz NÖHÜ'nün ne olduğunu? Karşılaşmadıysanız nereden bileceksiniz? Benim merak ettiğim gibi siz de biraz merak edin.

Neyse merakınızı gidereyim. Çünkü fazlası bezdirir. NÖHÜ, Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesinin kısaltması imiş. Söylemesi zor, karşı tarafın anlaması da zor. Ama kısaltma kısaltmadır.

Üniversitenin resmi sayfasına girdim. Adresi de "www.ohu.edu.tr" imiş. 

NÖHÜ kısaltmasını ilk etapta bilmek zor olduğu gibi üniversitenin resmi sayfasındaki "ohu" ile hangi üniversite kastedildiğini birden çıkarmak da mümkün değil. İnternette Türkçe karakterler kullanılmayınca ortaya bu şekil garip kısaltmalar çıkabiliyor. 

Biri sorsa bir gence, nerede okuyorsun diye. NÖHÜ'de dese muhatap anlamak için birkaç defa sorar. Kısaltma yerine üniversitenin tüm ismini söyleyeyim dese, isim uzun mu uzun. Üniversitenin web adresini not edeyim dese "ohu" desen, karşındaki yüzüne bön bön bakacak.

Hasılı Niğde üniversitesinde öğrenci, öğretim üyesi ve çalışanı olmak sırf bu kısaltmadan dolayı zor olsa gerek. 

21 Eylül 2025 Pazar

Hoşgörü ve Vefa Ölmemeli!

2016 yılında vefat eden Musevi asıllı bir vatandaşın defin duyurusu için cami hoparlöründen duyuru isteğinin; cami imamı, ilçe, il ve Diyanet tarafından reddedildiğiyle ilgili bir alıntıya daha önce "İnsanlık ve Vefa Ölmemeli" başlıklı bir yazı yazarak konuyu irdelemiştim. https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2025/09/insanlk-olmesin-1.html

Okuduğum bu alıntı benzer bir olayı hatırlattı. Bu yazımda da ona yer vermek istiyorum.

Bir başka gazetede müsteşar isimle yazı yazarken gazeteden aradılar. "Biri sizinle görüşmek için numaranızı istiyor. Verebilir miyiz" dediler. Olur dedim.

İlgili kişi aradı. "Bir araya gelip bir konuyu konuşmak istediğini” söyledi.

 Bir kafede buluşmak için sözleştik.

Kendini tanıttı. "Şehre ve ülkeye şu alanda hizmet ediyoruz. Aynı ürünü yurtdışına ihracat yapan bir markayız. Aynı zamanda bir cemaatin de ileri gelenlerdendim. Cemaatin birçok maddi yükünü sırtladım. Kur'an'la da hemhalım.

Türkiye çapında ün yapmış, Kur'an açıklamasına ömrünü vakfetmiş bir akademisyenin açıklamaları ilgimi çekti. Kur'an talebesi olmaya karar verdim. İlgili kişiyi konuşma yapması için kaç defa şehre getirttim. Masrafları tek başına üstlendim".

"Türkiye'nin her bir yerinde konferans veren bu akademisyene nedense şehrimizde tepki gösteren bir kesim var. Ne zaman bu hocayı getirmeye kalksam, yer sorunu ortaya çıkıyor. Daha önce yeri veren yerler de gelen tepkilerden dolayı eften püften bahanelerle salonu vermekten vazgeçiyor. İşte vazgeçen yerlerle daha önce yaptığım sözleşmeler. Ne üniversite yardımcı oldu ne belediyeden dönüş oldu. Hatta üniversite yetkilileri, 'Hocamız akademisyenmiş. Salonu ücretsiz verebiliriz' dediler. İş adamı parasız olmaz. Ücretini yatıracağım. Yalnız şehirde bu hocaya karşı bazı kesimlerde bir tepki var. Kim salonunu verse orayı topa tutuyorlar. Gelen tepkiler üzerine vazgeçiyorlar. Bu durumu bilin, ona göre salonu verin. Sonra vazgeçmeyin dedim. 'Vazgeçmeyiz, olur mu öyle şey' demelerine rağmen 'Tadilat yapılacak' gerekçesiyle salonu vermekten vazgeçtiler".

"Bütün resmi kurumlardan ret ya da iptal cevabı alınca, mecburen otellere başvurdum. Buraların salonları da çok yüksek ama yapılacak bir şey yok. Yeter ki kabul etsinler. Para problem değil. Onlardan geri dönüş bekliyorum".

"Daha önce bu hoca hakkında yazı yazmışsın, şehrin bu hocaya yanlış yaptığına değinmişsin. Şu tarihte gelmesi için hocayla anlaştık. Fakat vakit daraldı. Hâlâ salon bulamadım. Bu konuyu ele alan bir yazı daha yazabilir misin" dedi.

Yazayım yazmaya. Yalnız başvurduğun otellerden gelecek cevabı bekleyelim. Pişmiş aşa su katmayalım. Olumlu cevap alınmazsa yazı konusu edinirim dedim.

"Haklısın, öyle yapalım" dedi. O halde sizden cevap bekliyorum dedim.

Çaylarımızı içerken başından geçen bir durumu da anlattı. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle idi: "Bu hocayı çok seviyorum. İstiyorum ki bu hocadan şehrim de faydalansın. Hocanın vereceği konferansı duyurmak için elimde yazılı ve görsel medya yok. Uzun yıllar birlikte çalıştığımız cemaatin radyosu aklıma geldi. Ne de olsa radyonun kuruluşunda emeğim çok. Aynı zamanda vakıf olan cemaatte hâlâ aktif görev yapan arkadaşlara, radyoda duyurusunu yapabilir misiniz diye rica ettim. Yönetim kuruluna sunmamız lazım. Tek başına karar veremeyiz dediler. İsteğimi yönetim kuruluna sunmuşlar. Yönetimdekiler eğer bu ilan radyoda okunursa biz yönetim kurulundan istifa ederiz demişler.

Kısaca yapılacak konferansın duyurusu radyodan yapılmıyor.

Sonrasında otelin birinden olumlu yanıt gelmiş. Hocayı dinlemek için ben de katıldım. Sponsor iş adamıyla konferans bitimi ayak üstü bir kez daha görüşme imkanım oldu.

İş adamı konferansın açılış konuşmasında "Bu konferans için salon bulmada zorlandığından bahsetti. Hoca ise "Herkes kalıbına göre iş yapar. İşte salon bulunmuş. Biz işimize bakalım. Ötesini boş verin dedi. Ardından da "Şeytan bile kitap yazsa, şeytanın kim olduğunu öğrenmek için kitabını okumak, ön yargıyı ve peşin hükmü bir tarafa bırakmak lazım" demişti.

Bu ikili görüşmeden aklımda kalanlara kısaca yer verdim. Adı geçen hocaya şehirde tepki gösterilmesini hiç anlamadım. Hele radyonun kuruluşunda bin bir emeği olan birinin, konferansın gün ve yerini duyurma isteğini eski arkadaşlarının geri çevirmeleri hatta istifa ederiz restleri hiç anlaşılır gibi değil. Birlikte omuz omuza verdikleri bir arkadaşlarının isteğini yerine getirseler ne olurdu. Herhalde kıyamet kopmazdı. Hatta jest yapmış ve vefa örneğini göstermiş olurlardı. İş adamı da sağ olsun eski arkadaşlarım ricamı kırmadı derdi.

Sahi radyodan duyurunun ne zararı olurdu? Bugün kaç kişi haber ve duyuruları radyodan dinliyor. Belki bir elin parmaklarını geçmez.

Bu duruma ne denir bilmem. Ön yargı mı dersiniz, hazımsızlık mı dersiniz, hoşgörüsüzlük mü dersiniz? Takdir sizin.

Burada şunu da söylemek isterim. Konferansa getirilen hocanın en büyük özelliği, Kur'an ayetlerini Kur'an ayetleriyle açıklamaya çalışması, hadislere fazla yer vermemesi. Hocanın bu metodu bazılarınca hadisleri inkar ediyor şeklinde pompalanıyor. Halbuki hoca, hadisler konusunda defalarca "Ne süpürüp alanlardanım ne de süpürüp atanlardanım" der. Üstelik o konferansını baştan sona bir hadise yer vererek işlemişti. Ne diyelim, adın çıkmaya görsün.

Radyoda ilana karşı çıkılması da bundan olsa gerek. Hocanın konferans duyurusu radyodan yapılırsa, cemaat mensupları, 'Nasıl olur da bizim radyomuzdan, bir hadis düşmanının konferansını duyurusunuz' tepkisinden çekinmeleri.

Bu yazı farklı fikirlere hoşgörüsüzlüğümüzün bir göstergesi. Aynı kitap ve peygambere inandığımız halde şu konuda seçici diye tavır alıyoruz. Ne konferansına izin veriyoruz ne de radyoda duyurusuna tahammül ediyoruz. Biz bize böyle isek Musevi asıllı esnafın cenaze merasimi duyurusunu cami minaresinden nasıl duyurabiliriz, öyle değil mi?

İnsanlık ve Vefa Ölmemeli!

“Adı Yosef Hobe. Musevi bir vatandaşımız. 78 yaşında.

İzmir Konak’ta 50 yıldır esnaf. Basmacı Yusuf diye tanınır. Dükkanı Hisar Caminin yanında.

Sevilir, sayılır, hürmet edilir.

Sabah erkenden dükkanını açar. ‘Selamünaleyküm’ diyenlere, ‘Aleykümselam’ der.

Bu ülke için 36 ay askerlik yapmış.

Devlete vergisini kuruşuna kadar ödemiş.

Kendisi Müslüman olmamasına rağmen, her Cuma günü dükkanının önüne kartonlar koyar, camiye sığmayan cemaat orada namaz kılsın diye.

Müslümanlar gelir, o kartonların üzerinde ibadetini yerine getirirdi. Herkes ‘Allah razı olsun’, o da herkese, ‘Allah kabul etsin’ derdi.

İleri yaşına rağmen namazdan sonra kartonları tek tek toplar, bir sonraki Cuma kullanılması için dükkanına geri taşırdı.

Önceki gün (14 Nisan 2016) vefat etti.

Yıllarını geçirdiği çevre esnafı çok üzüldü.

Ölüm haberi duyulsun, sevenleri son görevini yapsın diye Hisar Cami’den bir anons yapılmasını rica ettiler.

Minareden sadece şu metin okunacaktı: ‘Çarşımızın esnaflarından Yosef Hoba vefat etmiştir. Cenazesi saat 16.00’da Altındağ Musevi mezarlığında defnedilecektir’.

Cami imamı Konak İlçe Müftülüğüne sordu. Hayır dediler. İzmir İl Müftülüğüne başvuruldu. Yine hayır dediler. Son çare Diyanet İşleri Başkanlığı oldu. Ankara’dan gelen haber de ‘Hayır’dı’.”

Yukarıda bir kısmına yer verdiğim yazı bir alıntı. Alıntıdan anladığıma göre olay 2016 yılında olmuş. Bundan da sosyal medya aracılığıyla yeni haberim oldu. Olayın aslı var mı, yok mu bilmiyorum. Birileri algı oluşturmak için yazıp servis etmiş olabilir. Temenni ederim ki bu yazının aslı ve astarı olmasın.

Alıntıda; ilçe, il müftülüğünün ve Diyanet İşleri Başkanlığının da adı geçiyor. Acaba ilgili kurumlar bu yazıya cevap vermiş, yazıyı tekzip etmiş mi diye Google üzerinde arama yaptım. Herhangi bir tekzibe rastlamadım. Yalnız anons izni için ilçe ve il müftülüğünün aranması anlaşılır da DİB’e de sorulması ilginç görünüyor. Çünkü Diyanet’ten haydi deyince birden cevap gelmez. Cevap gelinceye kadar da cenaze beklemez. Çünkü cenazelerin makul bekletilme süresi var.

Yazının aslı var diyelim. Ölen Müslüman olsun veya olmasın, mahalle camiinden duyuru yapmada bir sakınca olmaz. Dinî yönden cevazından ziyade insani bir şeydir. Çünkü ezan ve salanın dışında cami hoparlörleri çoğu muhitlerde önemli duyurular için de kullanılır:

“Falanın düğün yemeğine tüm mahalleli davetlidir”,

“Bir miktar para bulunmuştur”,

“Bir miktar para kaybolmuştur. Bulanların insaniyet namına getirmesi rica olunur”,

“Falan mevkide yangın çıkmıştır. Traktörü olan vatandaşların yardıma gelmesi” gibi.

O hesap, İzmir’i mesken edinmiş, Musevi vatandaş için de cami görevlisinin inisiyatif alıp “Mahallemiz sakinlerinden Basmacı Yusuf lakaplı Musevi vatandaşımız vefat etmiştir. Cenazesi şuradan kalkacaktır. Sevenlerine duyurulur” anonsunu yapabilirdi. Böyle bir anons çok da güzel olurdu.

Nedense bazen bağnazlığımız tutar ya da dinen caiz olur mu diyerek her şeye dini yönden bakmaya kalkar ve çoğu zaman da caizdi, değildi demek suretiyle işin içinden çıkamayız. Şu var ki insanlık dinden ve inançtan önce gelir. İnsanlığımız olmadan din ve inanç toplumsal barışa hizmet etmez. Bu tür anonslar aynı zamanda bir jest olur. Sevgi, saygı ve ülfete katkı sunar.

Hasılı, işin içine ölüm ve cenaze girince akan sular durmalı. Din ve inançtan önce insanlık ve vefa ön plana çıkmalı.

Sizi bu konuya benzer başka bir anekdota götürmek istiyorum. Yalnız sayfam doldu. Buna da bir başka yazımda değineyim.

20 Eylül 2025 Cumartesi

Anlama ve Anlaşılma Sorunumuz

Pek az istisna hariç toplum olarak çok konuşan bir toplumuz.

Pek muhatabı dinlemeyiz. Hemen araya girerek sözü keseriz.

Kazara dinlesek de dinler gibi görünürüz. Dinler gibi görünürken cümle biter bitmez söyleyeceklerimizi hazırlarız. Muhatap daha cümlesini bitirmeden lafı ağzına tıkıyoruz.

Haliyle konuşulan şeyin mesajını ve özünü kaçırırız.

Bir muhatap bir sen. Konuş Allah’ım konuş.

Hatta öyle zaman oluyor ki o konuda muhatapla aynı şeyleri söylediğin bile güme gidiyor. Ama doğru dürüst dinlenilmediği için farklı düşünülüyormuş gibi tartışmalar ortaya çıkıyor.

Kendi konuşmamızda mantık buluyoruz. Muhatabınkinde mantık bulamıyoruz. Acaba mantık olabilir mi diye düşünme gereksinimi bile duymayız. Çünkü kendimizden çok eminiz.
Bir bizim dediğimiz doğru ve önemli diye düşünüyoruz.

Bundandır ki körler ve sağırlara oynar gideriz. Ne anlıyoruz ne anlamaya çalışırız.

Anlamak kadar anlaşılmak da bir sorun. Muhatap sana karşı ön yargılı olunca, didin dur kendini anlatmak için.

Evet, günümüzün en önemli problemi anlamak ve anlaşılmak sorunu. Kişi anlamadığını bilse yine problem olmaz. Çünkü tekrar anlatırsın. Anlamasa dahi anladım der. Böylesine deveyi hendekten atlatsan dahi fayda etmez.

Anlaşılmak da anlamak ile yakın ilişkili. Ne sen onu anlarsın ne de o seni.

Kimse anlamak için çaba sarf etmiyor. Anlaşılmak için kendini paralayan da beyhude bir çabanın içinde.

Aynı dil konuşulmasına rağmen durum bu.

Kısaca aynı havayı teneffüs ederiz aynı yerde yan yana ve karşılıklı otururuz aynı şeyleri yer içeriz aynı şeyleri okuruz. Anlamadan ve anlaşılmadan birlikte yaşayıp gidiyoruz.

Anlamak için çaba sarf etmiyoruz. Çünkü çok konuşuyoruz. Sadece konuşmayı düşünen ise kimseden bir şey alamaz.

Tek Partinin Faydaları

İnsanımız oturduğu yerden ahkam keser, mangalda kül bırakmaz, bir kendisinin doğru düşündüğünü sanır. Kendi düşüncesinden başka doğru olabileceğine kat’a inanmaz. Buna kendi aklına hayran hatta aşık demek lazım.

Mesela bu tipler tek partiye karşı çıkar. Demokrasinin gereği olarak çok parti olmalı. Partiler arasında rekabet olmalı ve eşit şartlarda yarışmalı, biri diğerinin alternatifi olmalı türünden şeyler söyler durur.

Bu tiplerin demokrasiden anladıkları, içki şişesinin şişede durduğu gibi durduğunu sanmaları. Halbuki göze, kulağa ve gönle hoş gelir demokrasi. Hele bu topraklarda demokrasi bir numara büyük gelir.

Durum bu iken bilmiyorlar ki en tehlikeli yönetim şeklinin demokrasi olduğunu. Kısaca demokrasi demek problem demektir. Çünkü, demokrasi çok sesliliktir. Her kafadan bir ses çıkar. Çıkan her ses ise kafa ağrıtmada ve ütülemede birebir. Önüne gelen ülkeyi ben yöneteceğim diye parti kurmaya kalkar. Eğer bir ülkede birden fazla parti varsa o ülkede o kadar ayrışma var demektir. Her ayrışma bölünmeye ve gruplaşmayı beraberinde getirir. Zira parti demek hizip demektir. Hizipçilikte ise huzur ve barış olmaz. Çünkü o bu partili, bu şu partili olur. Hepsi de benim partim daha iyi diye yarışır durur. Seçimlere girer. Sandıkta önüne bir metre uzunluğunda bir oy pusulası gelir. Oy verme yerinin loş ışığında vereceğin partiyi ara dur artık.

Halbuki tek partide ayrışma, bölünme ve gruplaşma olmaz. Herkesin tek partisi olur. Kimse kimseye sen şucusun, bucusun demez. Kimse dışlanmaz. Sandıkta uzun oy pusulası olmaz. Böylece en büyük kamu tasarrufu sağlanmış olur. Oy verme yerine giden epey oyalanmaz. Oy pusulasını zarfa koymak için uğraşmaz. Girdiğiyle çıktığı bir olur. Çünkü tek kişi oylanacaktır. Oy verme işlemi erkenden biteceği için sonuçlar aynı gün öğle vakti açıklanır. Böylece zaman tasarrufu sağlanmış olur.

Kazanan aday baştan belli olduğu için kimse seçim sonuçlarını merak etmez. Siyasete bel bağlamaz. Şu bizi kurtaracak demez. Herkes koşa koşa sandığa gitmez. Katılım düşer ama demokrasi daima kazanır.

Tek parti olduğu için 7/24, 365 gün siyaset konuşulmaz. Konuşacak konusu olmayan vatandaş işine kendini verecek. Böylece ülke ekonomisi çağ atlayacak. Cari açık cari fazlaya dönecek. Ülkenin enflasyon diye bir derdi olmayacak.

Kısaca tek partinin faydası say say bitmez.

Yine de demokrasinin gereği olarak her şeye rağmen birileri alternatif olacağım, ben de ülkeyi yönetmeye talibim diye parti kurmaya kalkar. Bunun önüne geçmek için tek partinin dışında kurulan diğer partileri kapatmak çözüm değil. Çünkü kapatırsın, bir başka adla yeniden kurulur. Öyle bir şey yapacaksın ki diğer partileri anasından doğduğuna pişman edeceksin. Kapatmaktan beter edeceksin. Eski askerlikte askeri oyalamak için mantık dışı yollara başvurulduğu gibi onları içişleriyle oyalayacaksın. Birbirine düşüreceksin. Sakın, ne yapabilirim deme. Zira sen bir şey yapmayacaksın. Maşa varken elini ateşe sokmayacaksın. Yeter ki iste. Değişik yollara tevessül edeceksin. Birinden sonuç alamazsan diğerini devreye sokacaksın. Onlar birbiriyle uğraşırken sen keyif çatacaksın. Böylece her seçimi kazanacaksın ve bu demokrasiden hiç ümidini kesmeyeceksin. İyi ki demokrasi var diyeceksin.

Nasıl Bilirdiniz?

Tayyar Altıkulaç (1978-1986), Mustafa Sait Yazıcıoğlu (1987-1992), Mehmet Nuri Yılmaz (1992-2003), Ali Bardakoğlu (2003-2010), Mehmet Görmez (2010-2017), Ali Erbaş (2017-2025), Safi Arpaguş (2025).

Görev yılları itibariyle hatırladığım Diyanet İşleri Başkanlarını yazdım. Son yeni atanan Safi Bey'i bilmiyorum. Nasıl bir başkanlık ve iz bırakacak, bunu da zaman gösterecek. Hayırlı olmasını temenni ediyorum.

Diğer yazdıklarım hakkında üç beş kelam edeceğim. Baştan söyleyeyim. Bunlar benim kendi gözlemlerim ve değerlendirmem:

Altıkulaç'tan pek haz almazdım. Ekranlarda gördükçe soğuk bulurdum kendisini. Başkanlık sonrası başkanlığı dönemiyle ilgili yaptıklarını ve yapamadıklarını anlatan bir ropörtajını okuyunca, kendisini samimi buldum. Bilmeden ön yargılı yaklaştığıma kanaat getirdim. 12 Eylül ihtilalinin tüm baskısını çekmiş, Kenan Evren'i bazı konularda ikna etmek için az dil dökmemiş. Zor bir dönemde süreci iyi yönetmiş noktasına geldim.

Mustafa Sait Yazıcıoğlu nelere imza attı, hatırlamıyorum ama bende olumlu bir kanaate sahip. Koltuğun hakkını verdiğini düşünüyorum. En azından tartışmaların odağında değildi. 

Mehmet Nuri Yılmaz'ı ise hiç başkanlığa yakıştıramadım. O kadar hükümet değişmesine rağmen hepsinde koltuğunu korumuş, uzun süre görev yapmış olmasına rağmen bende hiç iz bırakmadı.

Ali Bardakoğlu, başkanlıkta iz bırakanlardan. Yanlış hatırlamıyorsam, Diyanet'in teşkilat yasasının çıkmasını sağladı. Hem personeli arasında hem de kamuoyunda ağırlığı olan biri idi. Döneminde koltuğuna ve makamına saygınlık getirdi. Diyanet tartışılan kurumlar arasında yer almadı. Görev süresinin uzatılması teklifine, "Yapacağımı yaptım. Bundan sonra burada kalmak kendimi tekrar etmek olur" deyip teklifi reddettiğini biliyorum. 

Başkanlığı bıraktıktan sonra Ali Bardakoğlu unutulmayanlar arasında yerini aldı. Makamı bırakmasına rağmen aktif bir şekilde çalışıyor, dinliyor, dinletiyor, birikimine, tecrübesinden, güzel üslubundan çeşitli platformlarda kitleler faydalanmaya devam ediyor. Nazarımda iyi başkanlık yaptı. Makam sevdalısı değildi. Ağırlığını makamından almadı. Makamına ağırlığını verdi. Koltuğa yapışıp kalmadı. İz bırakanlardan oldu. 

Ali Bardakoğlu'ndan sonra kimse koltuğu dolduramaz. Bardakoğlu'nun altında ezilir derken yerine gelen Mehmet Görmez Ali Bardakoğlu'nun aratmadı. Bu da koltuğun hakkını verdi. Gücünü koltuktan almadı. Koltuğa gücünü verdi. Bardakoğlu gibi entelektüel birikime sahipti. Tıpkı selefi gibi naif biri idi. Güzel bir başkanlık yaptı. İkinci dönem başkanlığı devam ederken daha süresi varken bir şeylere, bazı şeylere kırılmış olmalı ki emekliliğini isteyip başkanlığı bıraktı. Başkanlığı bıraktıktan sonra da birikimlerini tıpkı selefi gibi değişik platformlarda aktarmaya devam ediyor. Makam elden gittikten sonra da Bardakoğlu gibi unutulmayandan ve hayırla hayırla yadedilenlerden. 

Çalışmalarıyla göz dolduran, ufuk açan halef ve selef olan Görmez ve Bardakoğlu duruşlarıyla, oturuşlarıyla makamın hakkını tastamam veren muhteşem ikili olarak belleklerde daima yeri olmaya devam edecektir. Hele Görmez zamanında hutbelere gelen kalitenin hakknı vermezsek Sayın Görmez'e haksızlık yapmış olurum. Bir de Görmez zamanında camilerde cuma sonrası yardım sergileri alabildiğine azaltılmıştı. 

Görmez'den sonra gelen halef Ali Erbaş ise atama hatası, belki de yol kazası olarak belleklerde yerini alacak. Çünkü önceki iki selefine göre koltuğun ve makamın hakkını vermedi ya da veremedi. Belki birilerini memnun etmiş olabilir ama büyük çoğunluk kendisinden, duruşundan, hal ve hareketlerinden hiç haz almadı. Çok itici görüldü. Bir duruş sergileyemedi. Gel Ali. Geldi. Git Ali. Gitti. Kendisinden önce iki başkanın oluşturduğu saygınlığı yok etti. Diyanet'i tartışmanın odağı haline getirdi. Görev süresi boyunca her yaptığı, her sözü eleştiri konusu oldu. Çok orta yerde göründü. Elinde kılıçla Ayasofya Camisinin minberinde poz vermesi çok itici bulundu. İticilik benden bir parça dercesine bu pozu defalarca verdi. Audi 8 kiralamasıyla ön plana çıktı. Tasarruf tedbirlerine takılınca geri verdi. Keşke bununla kalsa iyi. Adeta her hareketi fauldü. Koltuğa ağırlığını veremedi, Konuşmasını büyük çoğunluk pek samimi bulmadı. Gidişine pek üzülen olacağını sanmıyorum. Selefleri iki ağır toptan sonra böyle birinin başkan yapılması kamuoyunda çok garip karşılandı. O kadar eleştirilmesine rağmen ne istifayı düşündü ne af talebinde bulundu ne de atayan irade görevden almayı düşündü. Ben de kendisini hayırla yad etmeyeceğim. Hutbe konularını eskiye döndürmesi en büyük icraatı. Bir de döneminde aşağı yukarı her cuma sonrası sergi açtırması da facia. Kısaca kendisinden önce saygın kurum hale getirilen Diyanet, dönemi boyunca hafif kaldı. Öyle ki Mehmet Nuri Yılmaz'ın başkanlığını bile aradı çoğunluk. Çünkü ona bile rahmet okuttu. Siyasetle arasına mesafe koyamadı. Belki de tek olumlu yanı, bazılarına moral ve umut vermesi. Çünkü bunun başkanlığını gören, bu bile başkan olduysa biz hayli hayli başkan oluruz moral ve umudu. 

Çiçeği burnunda Diyanet İşleri Başkanı olan yeni başkandan selefinin olumsuz imajını silmesi en büyük icraatı olacaktır.

19 Eylül 2025 Cuma

FB ve GS'ye Kayyum

Her ne olursa olsun, kayyum atanmamalı. Bunun yerine başka yol ve seçenekler değerlendirilmeli.

Biz başka yol ve yordam bilmeyiz. Biz kayyum görevlendiririz. Ölmek var, dönmek yok denirse,

Oldu olacak Süper Lig futbol kulüplerine de kayyum atamak lazım. Özellikle dört büyükler diye bilinen FB, GS, BJK ve TS'ye öncelikli olarak kayyum ataması yapılmalı.

Dördüne birden kayyum dikkat çeker denirse, ilk iki sıraya FB ve GS'yi koymak, bu iki kulübün başına kayyum atamak gerek.

Kayyumluk neyi var bu iki güzide ve köklü kulübün denebilir.

Bir defa kötü yönetiliyor.

Her iki kulüp de transfer zamanı dünyanın parasını harcayarak hoca ve futbolcu transferi yapıyor.

Transfere her yıl dünyanın parası harcanmasına rağmen Şampiyonlar Liginde ve diğer Avrupa kupalarında hiç başarıları yok. Yenilip yenilip geliyorlar. Yenilmelerinden geçtim, rezil olup geliyorlar. Ya Şampiyonlar Ligine kalamıyorlar ya da direk katılıp dünyanın golünü yiyip annelerinin ligine geri dönüyorlar.

Her ikisi de borç batağı içinde.

Her ikisinin de gelir ve gider dengesi yok.

Aldıkları futbolcu ellerinde kalıyor. Çünkü gelecek vadeden genç futbolcu alma yerine jübilesi gelmiş futbolcu transferi yapıyorlar. Aldıklarından çoğu zaman para kazanamıyorlar. Transferden 1 kazanıyorlarsa yüz harcıyorlar.

Bu iki kulübe para nereden geliyor, para nereye gidiyor belli değil.

Her ikisinin de tek amacı var. Süper Lig şampiyonluğu.

Süper Lig bu iki kulübün çiftliği.

Top oynak yerine birbirleriyle didişip dururlar.

Alt yapıda futbolcu yetiştirip milli takıma futbolcu verelim, kendi takımlarının omurgasını yerli oyuncu oluştursun diye bir dertleri yok. İki kulüp de yabancılarla dolu.

Her iki kulübün de yenilgiye, şampiyon olamamaya tahammülleri yok. Yenilgi sonrası açıklamaları, hakeme suç bulmaları kaçınılmaz.

Birbirleriyle Filistin-İsrail gibiler. Birbirlerini hiç çekemezler. Birbirlerinin onmasını istemezler. Aynı kazana konsalar kaynamazlar. Dırdırlarından ve itişip kakışmalarından kazan pes eder. Dünya kuruldu kurulalı, böyle eziyet görmedi der.

Ligde ikisi korunur. Buna rağmen hep mağduriyet edebiyatı yaparlar. Kendilerine ne oynadıklarını bakmazlar. Rakibin korunup korunmadığı takip ederler.

Şımarık mı şımarıklar.

Diğer kulüpler bu ikisini şampiyon yapmak için var.

Kısaca başta FB olmak üzere iki kulüp de her yönüyle kötü yönetiliyor. Özellikle FB daha kötü yönetiliyor.

Süper Ligin birbiriyle rekabet edebilmesi ve ülke futbolunun gelişmesi için bu iki kulübe ayar vermenin zamanı geldi geçti. Bu iki kulübün şımarıklığına son vermek için bu iki kulübe özellikle FB'ye bir süreliğine de olsa kayyum atamada yarar görüyorum. Bu iki kulübe de sizin diğer kulüplerden hiç farkınız ve üstünlüğünüz yok denmeli. Bir hakem bu iki kulübü korur ve tüm pozisyonları bu iki kulüp lehine verirse, hakemliğine son verilmeli.

Kısaca, ülke futbolunun gelişmesi, bu iki kulübe haddini bildirmekten geçiyor.

Ya Hep Ya Hiç

Bir yerdeyiz. 7-8 kişi varız aynı ortamda. Aramızda miras paylaşır gibi paylaşım yaptık.

Bir ara dışarı çıkıp geldim.

Dediler ki on fazlalık var. İkiniz de fazlalığa talipsiniz. Aranızda pay edin.

Kolaydı aramızda pay etmek. Tam eşit bir şekilde bölünemezse de altı birimiz, dört öbürü alabilirdi.

Birbirimize bakıştık. Gönlümden geçen, dört ben alayım, altı da siz alın. Ama benim gönlümden geçen ne ki esas önemli olan onun gönlünden geçenmiş. Daha ağzımı açmadan ya hep ya hiç dedi.

Garibime gitti bu üslup ve istek. Ama erkekliğe halel gelsin istemedim. Hepsi senin olsun dedim. Böylece hep ona gitti, hiç ise bana kaldı.

Belli ki paylaşımdan yana değil. Ya hep onun olacak ya da hiç onun olacak. Hoş, hiçe razı olacağına sanmıyorum. Böylelerine fedakarlığı sen yapacaksın. Sen hiçe razı olurken o da nimete konacak.

Ne belli? Niyet okuma demeyin. Az buçuk bilirim böylelerini. Ya hep ya hiç derken “Rabbena hep bana” olsun niyetini güderler. O yüzden ya hep ya hiç dendi mi bilin ki bahtınıza hiç kalır.

Ya hep ya hiçten devam edelim. İki ortak vardır. Birlikte ortaklaşa bir yer açarlar. İşe başlarken anca beraber kanca beraber derler. Bunlar enişte-kayın, kardeş, dayıoğlu-halaoğlu veya iki arkadaş ya da iki tanıdık olabilir.

Bir zaman gelir ki işler pek iyi gitmez. Birbirlerinden soğurlar. İçlerinden imkanı ve de bu işten anlayan biri, “Böyle gitmeyecek. Ayrılalım. Birbirimize devredeyim. Ya sen al ya da ben” der. Ortağı bakar ki istenmiyorum. Sen al der. Zaten almak istese de alacak imkanı yok. İmkanı olsa da öbürü gibi atılmaz. Tüm dükkanı ortağına bırakır, alacağını alır, çeker gider.

Bu ortaklıktaki ya al ya ver de bir nevi ya hep ya hiçten başka bir şey değil.

Devam edelim. Adam aşıktır ya da evlenmişlerdir. Cicim ayları bir süre sonra başka aylara dönüp, kız, ben seni istemiyorum ya da ayrılalım dediği zaman, bizim Türk erkeği burada devreye girer: Ya benimsin ya kara toprağın”. Kısaca aba altından sopa gösterilir. Çünkü Bburadaki kara toprak mezardır. Seni başkasına yar etmem. Eğer bu sevdadan vazgeçmezsen ölümün benim elimden olacak demektir.

Başka örnekler de verilebilir. Ama bu kadarı kafi.

Hasılı,

Ya hep ya hiç,

Ya al ya ver,

Ya benimsin ya da kara toprağın...

Demek, “Rabbena hep bana demenin Türkçesidir. Bu tiplere kendine Müslüman dense nasıl olur.

Şu var ki böylelerini yola getirmenin yolu;

Hep, benim olsun,

Al, benim olsun,

Kara toprak senin olsun demektir sanki.

Tiksinti Veren Bir Hareketimiz

Cuma için mahalle camimize girdim. Şuraya, buraya oturayım derken imamın cumanın ilk sünnetini kıldığı minberin önündeki üçüncü safa kadar ilerleyip oturdum.

Önümde, sırtını minbere dayamış hutbe dinleyen 12 yaşlarında küçük bir çocuk var.

Kendi halimde hutbeyi dinlerken önümdeki çocuğun sağ elini hareket ettirdiği dikkatimi çekti. Allah vere de burnuyla oynamasa bari dedim. Kendi kendime, her neyse ne. Ramazan! Ne olur başını kaldırma dedim. Bir güzel kendimi dinledim. Ama nereye kadar. Çocuk durmadı bir türlü. Gözlerim yarı açık yarı kapalı neler oluyor diye başımı kaldırdım. Vara kaldırmaz olsaydım. Çocuk burnundan çıkardığını eliyle bir güzel topladı. Sonra şehadet parmağıyla halının üzerine fırlattı.

Bu eziyet, bu mide bulandıran hareket çekilir mi, ne yapmam lazım. Az sonra namaza kalkınca bu çocuk ön safta yer bulur. Onun boşalttığı yere de ben geçerim. İyi de nasıl olacak bu? Ya çocuğun kendi emeği, kendi mahsul, secdeye varınca alnıma gelirse... Ramazan, aklına böyle şeyler getirme dedim.

Hutbeyi dinlemekten vazgeçtim. Çünkü önümdeki çocuk hutbenin önüne geçti.

Ben bu durumun kendi içimde mücadelesini verirken burnunun sağ tarafının temizliğini yapan çocuk bu sefer sol tarafın temizliğine kalktı. Parmağını burnunun sol tarafına girdirdi. Çöp sepeti gibi karıştırmaya başladı. Ben ne yapıyorum, şu işi biraz gizli yapayım da demedi. Aman ya Rabbi, çekilir mi bu cuma vakti bu çile derken, orta ikinci sınıfta sosyal bilgiler dersinde dersi işlerken, kafasını hafifçe yukarı kaldırarak, "Oğlum, çöp sepeti gibi burnunu karıştırma" uyarısını aşağı yukarı her derste yapan Recai Gümüş zihnimde belirdi. Bir kez daha hak verdim Hocama. Garibim, ne çile çekmiş demek ki dersi işlerken burnuyla oynayanlardan. Kimin oynadığını da söylemezdi. Kimseyi rencide etmezdi. Gözleri yumulu, kafasını kaldırır, ortaya söylerdi. Ne kadar faydası olurdu bilmem. Kim karıştırıyor, diye sağa sola bakışlar olunca, “Önümüze bakın, kimse değil” derdi. Kulakları çınlasın.

Olmayacak böyle deyip kafamı arkaya çevirdim. Hutbe okunurken herkesin bakışları arasında arka saflardan boş bulduğum bir yere geçtim. Hutbenin geri kalan kısmını orada dinledim.

Biliyorum mideniz bulandı. Bu da yazılır mı dediniz ve bu yazdıklarımdan tiksindiniz. Kusura bakmayın ama bu yazdığım toplumsal bir yaramız. Bu çocuk daha küçük ama bu toplumun çoğu büyüğü de bu çocuktan farklı değil. Alenen burnuyla oynayan insanımızın sayısı az değil; otobüste, çarşı, pazarda...

Küçük, büyük toplumun bu burnuyla imtihanı ne zaman sona erecek bilmem. Ya her şeye burnumuzu sokarız ya çöp sepeti gibi alenen burnumuzu karıştırırız. Toplumun içinde elinde mendil olmadan sümkürüp burun temizliği yapanları, bu haltı işledikten sonra lavaboya el yıkamaya gitmeyenleri saymıyorum bile.

Bizim bu çilemiz ne zaman bitecek? Bu burnuyla oynayanlar mide bulandırıcı bu hareketleri nasıl terk edecekler bilmem. Bilinen bir şey varsa tiksindirici. Ve biz bu tiksinti veren kişilerin içinde yaşamak zorundayız vesselam.