30 Ağustos 2022 Salı

Siyaseti Nasıl Yapmalı? *

Her biri bize yol gösteren ayetlerin yeri ve önemi ayrı. Toplumsal yasalara değinen ayetlerin yeri daha bir ayrı. Benim için Maide 105. ayet de bunlardan birisidir: "Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimseler size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir" . (Maide 105)

Bu ayeti kerimeyi bağlamında değerlendirildiği takdirde itikadi ve ahlaki konularla da ilişkilendirebiliriz. Ben biraz bağımsız düşüneceğim. İzninizle bu ayetten anladıklarımı ifade etmeye çalışayım:

Kişi ilk önce kendini düzeltmekle işe başlamalıdır. İnancında,  ibadetinde, yaşantısında,  ticaretinde,  ahlakında,  iş ahlakında,  insani ilişkilerde vs. örnek olmalıdır. Hem inandığı Allah'a hem de insanlara karşı dürüst olmalıdır. Yaptıklarıyla güven vermelidir. Çünkü insan ilk önce kendisinden sorumludur.

Kişinin sadece kendisinin düzgün olması yeterli midir? Yeterli değildir. Elindeki imkanlar ve gücü nispetinde başta ailesi olmak üzere çevresinde cereyan eden kötülüklere de engel olmaya çalışma gibi bir görevi vardır. Yani insanın nemelazımcılık gibi bir lüksü olamaz. Buna iyiliği emretme,  kötülükten sakındırma görevi diyebiliriz. Bunu yaparken de kırmadan,  dökmeden ve nefret ettirmeden yapmak gerekir. Yol,  yordam,  usul ve adap bilmeyenlerin savunduğumuz değerler namına kendini düzeltmenin dışında başka bir misyon üstlenmemesi elzemdir. Çünkü kaş yapayım derken göz çıkarma durumu söz konusu olabilir. 

Tüm içtenliğiyle çalışmasına rağmen kişinin kötülerle mücadele edebilmesi ve kötülükleri yok edebilmesi mümkün müdür? Teori olarak buna evet denebilse de pratikte bunun karşılığı yok. Çünkü iyilikle beraber kötülük insanlık tarihi kadar eskidir ve böyle de devam edecektir. Önemli olan gücü nispetinde en aza ingirgeyebilmek için çaba göstermektir. 

Her türlü çabaya rağmen kötüler ve kötülükler devam edeceğine ve bizler de hayatımızı idame ettireceğimize göre bu durumda ne yapmak lazım. İşte burada ayetin ikinci kısmı devreye girmektedir. "Siz kendinize bakın. Kendinizi düzeltmeye bakın. Etraf kötülerle ve sapık yaşantılarla devam ediyor diye kendinizi yiyip bitirmeyin. Öldük bittik,  bu sapıklar bize galebe çalacak diye endişeye kapılmayın. Unutmayın, rahat olun ve moralinizi bozmayın. Çünkü başkalarının sapıklığı size zarar veremez". 

Bir esnaf düşünün. İşini düzgün yapıyor, müşteriye malını makul fiyata veriyor, hal ve hareketleriyle müşterisine güven veriyorsa, karşısına istediği kadar rakip çıksın,  bu esnaf uzun soluklu olarak esnaflık yapar. Yani rakipleri kendisine zarar veremez. 

Buradan kötüler ve sapıklar hiç zarar veremez anlamı çıkarılmasın. Toplumda hırsızlık yaygınsa hırsızlar eve girerek eşyaya ve kişilere zarar verebilir. Yine toplumda sapıklar çoksa pekala tacize uğrayabiliriz. Bu konuda örnekleri çoğaltabiliriz. Bu tür konularda kişilerin alacağı tedbirlerin yanında devletin, caydırıcı cezalarla vatandaşın malını,  canını ve ırzını koruma görevini harfiyen yerine getirmesi lazım. 

Bu açıklamaların ardından konuyu ülkemizde izlenen siyasete getirmek istiyorum. Bizde siyaset, rakipleri kötüleme üzerine yapılır. Şu gelirse şöyle olur,  bu gelirse böyle olur. Onlar geçmişte şöyle şöyle yaptı. Şimdi gelirse böyle böyle yaparlar şeklinde tüm siyasetlerini rakiplerini öcü gösterme ya da beceriksizlik üzerine bina ederler. Seçmeni yani halkı böyle korkuturlar. Bizim seçmen de bu tür propagandayı aval aval dinler,  korkuya kapılır,  hizaya gelir. Diyelim ki rakip siyasiler kötü. Merak ediyorum,  ülkeyi onlar mı yönetiyor?  Bunca olumsuzlukların faili onlar mı? Böyle siyaset yerine herkes yaptıklarını ve yapacaklarını anlatsa daha iyi olmaz mı? Çünkü bir siyasi parti her şeyi doğru yaptığına inanıyorsa, başkasından niye korkar,  halkı niçin korkutur? Zira asıl olan kişinin yani partinin kendisinin ve icraatlarının doğru olmasıdır. Bir parti bir vesileyle doğru icraatlara imza atıyor ve doğru adımlar atmaya devam ediyorsa, bu halk yanlışa,  sapıklara,  kötülere yelken açmaz. Tekrar tekrar iyi olanları başa getirir. Çünkü aksi bir tercih maceraya girmektir. Halk ise maceraya girmez. O yüzden partiler önce kendilerine bakmalılar. Kendi icraatlarından ziyade rakiplerini öcü gösterme siyaseti ucuz siyasettir, cambazlıktır. Bu tür siyasetin bugüne kadar ülkeye fayda getirmediği gibi bundan sonra da getirmeyeceği aşikardır. O yüzden seçmen nerede rakiplerini kötüleyen bir parti görürse,  boş ver onu. Sen kendini anlat demeli ve cambaza bak siyasetinden başka bir işe yaramayan bu ucuz siyaset bu ülkede ekmek yemeye devam etmemeli. 

*10/09/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

28 Ağustos 2022 Pazar

Gülşen Vakası *

Sosyal medyaya "İmam Hatipli olmaktan gurur duyuyorum" paylaşımlarını görünce var bir şeyler, birileri yine İHL'lere saldırdı dedim. Çünkü ne zaman bu okullara bir saldırı olsa bu okullarda okuyanların gururu kalkar. Bu arada gurur, gururlanma, gurur duymak ne anlama gelirmiş, TDK'den bir hatırlayalım. Gurur: Kendini beğenme, büyüklenme, kibir; övünme, kurum, çalım; onur, şeref. Gururlanmak: Övünmek, büyüklenmek, kurumlanmak. Gördüğünüz gibi anlamı itibariyle gurur pek olumlu anlamda değil. Zannedersem, mağrur da bu kökten geliyor. Bereket üçüncü anlamında onur ve şeref gibi olumlu anlama da geliyormuş. Değilse okudukları okul itibariyle İHL'lilere kibir ve büyüklenme anlamına gelen gurur yakışmazdı. Yine de çoğu anlamı kibir içeren bu kelime yerine başka kelime bulmak lazım. Çünkü burası Türkiye olduğuna göre dün başkaları, şimdilerde Gülşen, yarın diğer birileri bu camiayı tan eden etmeye devam edecektir. 

Gelelim Gülşen'e. Gülşen benim cehaletimi ortaya koydu. Sayesinde böyle bir sanatçının olduğunu öğrenmiş oldum. Bu vesileyle sanata ve sanatçıya ne kadar yabancı olduğum da ortaya çıkmış oldu. Bu demektir ki hayat damarlarımdan biri kopuk yaşamışım bu zamana kadar. Öğrenmenin yaşı yok dedikleri bu olsa gerek.  Nev zuhur bir sanatçı olmalı diye düşündüm. Değilmiş. 46 yaşında olduğuna göre epeydir bu işi deruhte ediyor. Sanatını nasıl icra ediyor diye klibinin birini rastgele açtım. Giyim kuşamından, jest ve mimiklerinden, yatıp kalkmasından nasıl bir sese sahip olduğunu tespit edemedim. Bu kadar eziyet yeter deyip tam dinlemeden şarkıyı sonlandırdım. Bu arada üzerindeki kıyafetini de beğenmedim ama kendi bilir. Çünkü herkes kendisine yakışanı giyer. 

Gelelim tepki çeken söze. Şarkısını dinlemeden Gülşen'in tepki çeken yargısını okumuştum: "İmam hatipte okumuş daha önce kendisi. Sapıklığı buradan geliyor". Hoppala... Olamazdı böyle bir şey. Kızımız nasıl böyle bir yargıya varmış? Kendisini böyle bir yargıya iten saikler nelerdir? Kaç İHL'li kendisine veya çevresine tacizde bulunmuş? Hakkında çıkan ne kadar haber varsa her birini okudum. İlave ve eksik bir bilgiye rastlamadım. Olmayacak, videosuna bakayım. Orada bir ayrıntı vardır dedim. Karşıma çıkan her bir video 15 saniyeden ibaret. Bari, 30 Nisanda verdiği konserin videosunu bulayım. Tümden dinleyip yazının ya da konuşmanın önü ve arkası diyebileceğimiz siyak ve sibakını tespit edeyim. Böyle kanaate nasıl varmış, öğreneyim dedim. Nafile. Konuşması da okuduğum yazıdan ibaret. Böyle bir konuşmaya seyirci nasıl bir tepki vermiş dedim. Bereket bu soruma cevap bulabildim. Seyirci bu cümleden o kadar haz almış olmalı ki gülmüş ve alkışlamış. İşin vahim ve üzücü yanı da bu. Çünkü Gülşen basit Aristo mantığından ibaret bu toptancı yargısında yalnız değil. 

Gelen tepkiler üzerine halkı kin ve düşmanlığa sevk ettiği gerekçesiyle Gülşen tutuklandı. Yargılamanın akıbetinin ne şekilde cereyan edeceğini bekleyip göreceğiz. 

Yazımın bundan sonraki kısmında kendimce bir değerlendirmede bulunacağım. 

Sanatından ziyade vücudunu teşhir eden bu sanatçı, boyundan büyük laf ve hakaret ederek bir camiaya iftira etmiştir ve bir tepkiyi hak etmiştir. Zira bu toptancı anlayış onun düşünce düzeyini, bilinçaltında gizlediklerini ve seviyesini gösterir. Buna ancak kem söz sahibine ait denir. 

Bir camiayı karalaması tutuklu yargılanmasını gerektirir mi? Her halkı kin ve nefret çağrıştıran kişiler tutuklanıyorsa, ilgili kişinin tutuklanması da yerinde. Değilse, bu tutuklama bu sanatçıyı daha da meşhur eder. Belki de istediği bu idi. 

Halkı kin ve düşmanlığa sevk ettiğinden dolayı Gülşen'i tutukladık. Söylediği sözden dolayı gülüşleriyle ve alkışlarıyla Gülşen'e destek verenleri nereye koyacağız? Bunları da alıp kodese koymak gerekmez miydi? 

Bir camiaya iftira ve hakaret eden Gülşen'i yargılamak için videonun önü ve arkasını dinlemek gerekmez mi? Çünkü bu konuşma 15 saniyeden ibaret olamaz. Gülşen bunu kime, hangi pozisyonda söyledi?  Burası muamma. Kısa konuşmadan anladığım kadarıyla Gülşen bunu tanıdık bir muhatabına söylüyor. Söylerken bilinçaltında biriktirdiklerini boşaltıyor. Eline mikrofonu alan nice komedyen, seyircisini coşturmak için bu şekil belden aşağı espriler yapar. O kadar hakarete rağmen seyirciden bol alkış alır. Seyirciyi güldüreceğim uğraşı içerisinde hiçbirinin dilinin kemiği olmaz. Sahnede her şeyi söylemeyi mübah görürler. Gülşen'in durumu da böyle bir şey olamaz mı? 

Gülşen bu konuşmayı 30 Nisanda yani bundan 4 ay önce yapmış. Başta sosyal medya olmak üzere sanatçıya büyük tepki gösterildi. Bu tepkiler niçin 30 Nisanda değil de 4 ay sonra veriliyor? Sonra videonun niçin hepsi verilmiyor da 15 saniyesi servis ediliyor? Bu şekil servis bana çok tanıdık geldi. Demek ki birileri 4 ay önce dinlediği bu konuşmayı ileride kullanmak üzere arşivine kaldırmış. Gün bugün denerek servis edilmiş. Biz de neden şimdi demeden vay efendim, böyle şeyi nasıl söyler deyip atlıyoruz. Sakın birileri gündem saptırmak, gündemden bir şeyler kaçırmak için böyle bildik bir yönteme başvurmasın.

Sebep her ne ise dikkatli ve soğukkanlı olmakta fayda var. Daha fazla kutuplaşmaya meydan vermemek lazım. Unutmayalım ki her bir meslek sahibinden ve okul türünden sapık çıkabilir. İşi klasik mantıkla genellemeden, faili suçun bireyselliği çerçevesinde değerlendirmeliyiz. Değilse birbirimize çamur atar dururuz. 

*31/08/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

22 Ağustos 2022 Pazartesi

Küçüklükle Büyüklük Arasındaki Fark *

—Üstadım, bazıları ben küçüklüğümde ne isem, büyüdüğümde de oyum. Dün neyi savunuyorsam, bugün de aynı görüşteyim. Bu yaşıma geldim. Geçmişe dair hiç pişmanlığım yok. Bugün geriye dönsem, aynı şeyleri yaparım. Aynı okullarda okurum vs. der. Böyle mi gerçekten?

—Böyle diyenler çıkıyor ara sıra. Bunlara boyundan büyük laf eden tipler diyebiliriz. Bu tipler ne kendilerini tanır ne olup biteni ne insanın biyolojik yapısını ne de zihinsel gelişmesini bilir. Kendisini gizleyerek hayatından memnun tablosu çizmeye çalışan bu tipler, değiştim demeyi kendilerine yediremezler. Aklı sıra kendilerini çizgisi sağlam biri göstermeye çalışırlar. Halbuki bu yaptıkları insan doğasına aykırıdır.

—Ne demek istiyorsun?

—Böyle diyenler halt etmişler diyorum. Çünkü hayat dediğin beklenti ve pişmanlıktan ibarettir. Neyse bunları boş vereyim de ben kendimden anlatayım. Zira ben hiç yerimde saymadığım gibi hayatım pişmanlıkla dolu desem, abartmış olmam.

—Lütfen!

—Küçüklüğümde hep büyümek istedim. Çünkü aklım erse bile büyüklerim çocuk muamelesi yaptı. Kahvehanelere çay içmek için giremedim. Neymiş de yaşım 18 olmamış. Ah bir 18’i bulsam da şu büyüklerim gibi kahvehaneye elimi kolumu sallayarak girip bir çay içebilsem, beni hesaba katmayan büyüklerimin karşısına dikilip ben büyüdüm diyebileyim dedim. Ayrıca büyüdükçe okulları bitirip görev alacağım, evlenip çoluk çocuğa kavuşacağım. Yanlış giden şeyleri bir bir düzelteceğim dedim durdum.

—Sonra?

—Büyüdüm herkes gibi. Ama hiçbir şeyi umduğum gibi bulamadım. En iyisi küçük kalmakmış demeye başladım. Çünkü sorumluluk başa belaymış meğer. Ne uykudan zevk alıyorsun ne gezmekten ne de tozmaktan. Ev geçindirmek seni bekliyor. Ayağını yorganına göre uzatman gerekiyor. Namerde muhtaç olmamak için hesap kitap yapmaya başlıyorsun. Bu yaşa geldim. Kendimi düzeltemedim ki çevremi ve dünyayı düzeltebileyim.

—Başka?

—Dün yaşımı büyük göstermek için girdiğim yaşı söylerdim. Bugün yaşlanmışsın denmemesi için girdiğim yaşı değil, bitirdiğim yaşı söylüyorum. Çünkü yaşlılık da başa bela. Küçüklükten tek farkı çocuklukta olmayan sorumluluk yaşlılıkta da peşini bırakmıyor. Bir diğer fark tecrübedir. Yaşlandıkça tecrübeleniyorsun. Kısaca küçüklükte sorumluluk olmadığı için huzur ve mutluluk var. Yaşlılıkta ise sorumlukla beraber mutsuzluk ve huzursuzluk var. Mesela, çoğu kimse her geçirdiği bayram için “Nerede kaldı o eski bayramlar” der. Halbuki bayramlarda bir değişiklik yok. Değişen şey sorumluktur. Dün çocuk iken bayramlardan zevk alınır. Zira çocukluğun sorumluluğu yok. Yaşlılıkta ise sorumluluk olduğu için eski haz alınmaz.

—Ya düşüncelerin?

—Düşüncelerim konusunda doğduğum yerde değilim. Her yaşın gereği olarak savunduğum fikirleri büyüdükçe yaşıma uygun bir şekilde değiştirdim. Sadece fikirleri değil, bakış açımı da değiştirdim. Üstelik bu değişimi u dönüşü olarak görmem. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğuna inanıyorum.

—Tecrübe konusunda ne dersin?

—Ne diyebilirim. “Tecrübe, kişinin yediği kazıkların bileşkesidir” sözü benim için de geçerli. Bu da nedamet olarak karşına çıkıyor. Hatta derim ki bugünkü aklım olsaydı, geçmişte bunu yapmazdım diyorum. Ama bu konuda kendimi ayıplamam. Bunların her biri bir tercih meselesidir. Tercihte isabet de edersin yanılırsın da.

—Sonuç?

—Hasılı ben dün ne isem, bugün de o değilim. Zira bu, tabiatın ve insanın biyolojik ve zihinsel yapısına terstir. Hiç değişmedim diyenler, eğer bu dediklerinde ciddiler ise hep yerlerinde saymışlardır. Bu tiplere bazıları “Ot gelmiş ot gidiyor”, “Odun gelmiş, odun gidiyor” der. Ben ne otum ne de odun. Kendini iyi tanıyan da bu benzetmeleri kabul etmez.

*05/10/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Arı Kovanına Çomak Sokmak (2) *

Konunun bağlamından daha fazla kopmadan kutuplaşmamızı güncel bir olayla açıklamak isterim. Prof. Dr. Üstün Dökmen’in “Başörtülüden psikolog olmaz” sözüne gelmek istiyorum.  Güya başörtülüden her şey olur ama psikolog, PDR’ci olmazmış. Olur mu olmaz mı bilmiyorum. Bilsem de içeriğine girmeyeceğim. Aslında Dökmen’in bu görüşü ilk değil, kamuoyu bunu ilk defa 2019 yılında Sakarya’daki bir seminerinde Dökmen'in ağzından duydu. O zaman bu kadar tepki çekmeyen bu sözler 2022 yılında tekrar ifade edilince kamuoyu özellikle dindar kamuoyu bu sefer daha yüksekten tepki gösterdi.

Dökmen'in niyetini bilemem ama başörtüsü bu ülkede hep kutuplaştırma aparatı olmuştur. Bu olayda da görüldüğü üzere hala olmaya devam edecektir. Dökmen'in yaptığı arı kovanına çomak sokmaktır. Tarafları germektir. Bu da siyasetin işine yarar. Bir kesim modernlik değil, çağdaş Türkiye'ye yakışmıyor diyerek seçmeninin saflarını sıklaştırırken diğer taraf da bak, bunların başörtüsü düşmanlığı yeniden depreşti. Zaten bunların genlerinde din düşmanlığı var demek suretiyle seçmenini arkasına alıyor. Hasılı nasıl mübarek ya da sihirli bir örtüymüş ki bir taraf savunarak diğer taraf karşı çıkarak başörtüsünden ekmek yiyor.  Aslında başörtülü psikolog olmaz diyenler bilerek veya bilmeyerek başörtüsünü savunanlara güçlü destek veriyor. Bunlara gizli ortak denebilir. Çünkü başörtüsü bu ülkenin kahir ekseriyetinin kırmızı çizgisidir. Ne zaman başörtüsü gündeme gelse dindar, mütedeyyin, İslamcı, muhafazakar seçmen teyakkuza geçirilir. Siyasi geçmişimize bakılırsa başörtüsünün hep siyasi bir malzeme yapıldığı görülecektir.

Kılık kıyafet üzerine aleyhte siyaset yapanlar iktidar olmak istiyorlarsa ilk önce başta başörtüsü olmak üzere bu ülke halkının hassasiyetlerini ve dini değerlerini özümsemeleri yahut bu realiteyi kabul etmeleri gerekecektir. Yani bu kuru inat ve sevdalarından vazgeçeceklerdir. Değilse hep müzmin muhalif veya mutlu azınlık olarak kalacaklardır.

Ülkenin gelişmesi de tarafların şekilciliği bırakmasıyla mümkün olacaktır. Burada şekil önemsizdir demiyorum. Elbette şekil ilk karşılaşıldığında kişi hakkında bir ön bilgi verir ama bu bilgi bazen doğru olabildiği gibi çoğu zaman kişileri yanıltır. Unutmayalım ki insanlar kıyafetleriyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır. Bu yüzden şekle takılmamayı prensip edinmemiz gerekmektedir. Rengi, şekli, şemaili, kılık kıyafeti, giyim kuşamı her ne ise herkes işine odaklanmalı. İşini düzgün yapmalı. Fikrini, zikrini, düşüncesini ve ideolojisini işine yansıtmamalı. İstersek, bu ülkede solcu dürüstler, sağcı dürüstler, dindar dürüstler, başörtülü dürüstler, başı açık dürüstler vs. olabiliriz. O zaman bizi kimse tutamaz. 

*27/08/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

21 Ağustos 2022 Pazar

Arı Kovanına Çomak Sokmak (1) *

"Arı kovanına çomak sokmak", “Bam teline basmak”, ve “Yangına körükle gitmek” deyimlerini kullanmayanımız ve anlamını bilmeyenimiz yoktur.

“Arı kovanına çomak sokmak” deyimi,

1. "Birini ya da birilerini kışkırtacak şekilde davranmak", 

2. "Birinin üstüne gitmek, onun kızacağı şekilde konuşmak ya da hareket etmek", 

3. "Sonuçlarının ne olacağını düşünmeden riskli işlere girmek" anlamlarına gelirken,

“Yangına körükle gitmek” ise,

     1. Bir anlaşmazlıkta her iki yanı da kışkırtıcı bir yol izlemek, gerginliği, uzlaşmazlığı artıracak biçimde davranmak”,

     2.“Birini kötü davranışında güçlendirici işler yapmak, onu yüreklendirmek” anlamlarına gelir.

“Bam teline basmak” ise, “Birinin kızdığı bir şeyi yapmak veya sözü söylemek” demektir.

Bu üç deyim farklı sözcüklerle ifade edilse de gördüğünüz gibi aynı anlamı içermekte ve olumsuz anlamda kullanılmaktadır. Bu üç deyimi farklı şekillerde ifade eden başka deyimlerimizin de olabileceğini düşünüyorum. Başka ülkelerde aynı anlama geldiği halde farklı deyimlerle ifade şekli var mı bilmiyorum. Varsa problem değil. Şayet yok ise bizde aynı içerikli fakat farklı sözlükle ifade edilmesi Türkçemizin çok zengin bir dil olmasından mıdır yoksa bu deyimleri biz meslek haline getirdiğimizden midir, inanın çok anlamış değilim. Türkçemizin zengin olmasını, ikinci seçeneğin olmamasını temenni ediyorum. Yalnız bu ülkede olup bitenlere bakınca sanki ikinci seçenek bu ülkenin genlerinde var gibi.

Ne demek istediğimi kısaca açıklamaya çalışayım. Malumunuz bu ülkenin kutuplaşmada üstüne yoktur. Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Laik-seküler-Siyasal İslamcılık, memleketçilik, kılık kıyafet-şekilcilik vs. Özellikle siyasetçilerimiz bu kutuplaşma sayesinde elde ettikleri seçmen desteğiyle siyasi hayatına devam ederler. Bundan da büyük haz alırlar. Bakmayın siz üzülürmüş gibi yaptıklarına. Bunun sayesinde bazen iktidara gelirler bazen de iktidar alternatifi olarak boy gösterirler. Sorsan her biri halkı kutuplaştıran biz değiliz diyerek esas kutuplaştıranın rakibi olduğunu parmağıyla gösterir. Biz de yutarız bunu. Aslında parmağıyla karşıyı veya muhatabını gösteren kişiler baş ve işaret parmağıyla karşıyı gösterirken diğer üç parmakları kendilerini işaret etmektedir.  Her biri kendini bu memleketin aslı unsuru ve bu memleketin iyilik perisi ve tek kurtarıcısı görürken karşı tarafı ise kötülüğün menşei olarak lanse eder. Bu memleket karşıt kutba bırakılmayacak kadar önemlidir onlar için. Hasılı Türk-Kürt’ten, Sünnilik Alevilikten, Sekülerlik siyasal İslamcılıktan, Doğu-Batı şeklinde memleketçilikten, başta başörtüsü olmak üzere şekilcilikten karşılıklı olarak beslenir. Bunlar birbirlerinin panzehridir. Biri olmadan diğeri yaşayamaz, yaşarsa da neşvünema bulamaz. (Devam edecek.)

*26/08/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

18 Ağustos 2022 Perşembe

Acınası Çocuklar *

Üniversite sonuçları açıklanır açıklanmaz, bazı anne ve babaların sosyal medya aracılığıyla bu mutluluklarını takipçileriyle paylaştıklarını, şayet sosyal medya kullanıyorsanız, görmüş olmalısınız. Hangi bölüm olursa olsun, üniversiteyi kazanan tüm çocuklarımızı tebrik ediyor ve hayırlı olsun diyorum. İnşallah bin bir emekle kazanıp okudukları bölümlerinden dolayı pişmanlık duymazlar. Ki kahir ekseriyetinin pişmanlık duyacağına adım gibi eminim. Belki de keşke bir yer kazanıp okumasaydım, okuduğuma eşekler gibi pişmanım diyecek. Neden böyle diyecek? Çünkü bitirdiği bölümle ilgili bir iş bulamayacak.

Malumunuz bu ülkede en mağdurlar ve iş bulamayanlar genç nüfus diyeceğimiz okumuş ordusudur. Biz ülke olarak hangi alanda ne kadar okumuş işgücüne ihtiyacımız var planlaması yapıp bu planlamaya göre öğrenci almadıkça, olur olmaz her yere üniversite ve tercih edilmeyen bölümler açtıkça, ben sadece okuma imkanı sağlarım, iş bulmak ve iş vermek zorunda değilim mantalitesini terk etmedikçe, saldım çayıra, Mevla’m kayıra anlayışına sahip oldukça, istihdam sahası her geçen gün daralan bu ülkede okumuş genç işsizlerin sayısı sürekli artacaktır.

Kahir ekseriyeti işsiz kalacağını bile bile üniversite okuma yolunu seçse de paylaşımlar arasında halihazırda istihdam sıkıntısı çekmeyecek bir bölümü kazananlar dikkatimi çekti ve içim cız etti. Tıpı kazananlardı bunlar. Anne babaları ve çocuklar adına üzüldüm doğrusu. Acınası çocuklar çıkıverdi ağzımdan. Bu acıma hissi öylesine söylenmiş bir söz değil. Çünkü itibarlarının sıfırlanmaya çalışıldığı, hiç olmadığı kadar ötekileştirildiği, beğenmiyorlarsa daha kapı orada denildiği, hastanede ne zaman şiddete maruz kalacağı ya da öldürüleceği psikolojisini yaşayacak olan bu şamar oğlanlarını kurbanlık koç gibi görüyorum.

Abarttığımı düşünüyorsanız, kaç yıldır ilk 20 binden öğrenci alan bu okullar 35 bine düşmüş. Bu demektir ki tıpı kazanma puanını aldığı halde tıbbı tercih etmeyenlerin sayısında epey bir artış olmuş. Böylece normal şartlarda tıp kazanamayacak çocuklar da tıp okuma imkanı elde etmiş oldular. Öyle ya, değer verilmiyorsa, en ufak bir şeyde tu kaka yapılıyorsa, emeğinin karşılığı tam verilmiyorsa, üstüne üstlük hastası tarafından şiddete maruz kalacağım endişesi yaşayacaksa niye tercih etsinler bu bölümü? İşsiz kalırım daha iyi olur diye düşünmüş olmalılar. Bu haleti ruhiye içerisinde hala hekim olmayı düşünen lise öğrencilerimiz varsa ama kazanamam endişesi taşıyorlarsa hiç üzülmesinler, bir iki seneye kadar ilk 50 binden öğrenci almaya başlarız. Sonra da diğer bölümler seviyesine indirmiş oluruz. Ki bunda çok başarılıyız. Bir zamanlar herkesin kazanmak için can attığı nice gözde meslekleri, üniversite ve bölüm sayısını ve öğrenci kontenjanını artırarak istenmeyen meslekler haline getirmedik mi? Bu başarımızı niçin tıp fakültelerinden esirgeyelim.

Hasılı, devlet ve millet olarak bu bakış açısını ve insan kaynağı plansızlığını terk etmedikçe, öyle zannediyorum, yakın bir zamanda hastanelerde bizi muayene edecek doktor, özellikle riskli bölümlerde çalışacak uzman doktor bulamayacağız. Bu sektörde artık hangi milletin çocuklarını istihdam ederiz bilmem. Mevcut doktorlarımız da hangi ülkeye hizmet ederler, bekleyip hep beraber göreceğiz.

*22/08/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

16 Ağustos 2022 Salı

Kurak ve Bitek Tarla *

Babacığım, gidişatımı nasıl görüyorsun?

Her fani gibi ölüme yaklaştığını görüyorum.

Ne alaka?

Bugüne kadar hep başkasının yaptığını eleştirerek, onları ayıplayarak ekmek yedin.

Eee, ne var bunda? Öyle değil mi?

Öyle de kaç yıllardır ne kadar ayıpladığın varsa, bugün aynısını sen yapıyorsun. Yani neyi eleştirdi isen, aynısını hatta daha fazlasını yapıyorsun.

Nereye varmak istiyorsun? Ölümümle alakası ne?

Alakası şu: Ayıpladığı başına gelmeden ölmezmiş insan. Sen de hiç olmadığı kadar ayıplanır olduğuna göre artık bir ayağın çukurda. Hepsi başına gelecek. Zira Allah’ın adaleti bu.

Ama ayıpladıklarımda haklı değil miydim?

Haklı olabilirsin ama dozajı çok artırdın. Çok abarttın. Ayrıca ayıpladığın dönemi yaşamadın. Üstelik o dönemleri yaşatanlardan hiçbiri yaşamıyor bugün. Yine eleştirdiğin kısaca ekmek yediğin dönemi bugün savunan yok. Seninki babanın suçunu oğlundan çıkarmaya benzer. Halbuki herkes yaptığından sorumlu. Baba, suçlu diye oğul da suçlu muamelesi göremez. Hukukta masumiyet karinesi var değil mi?

Failler değişmiş olabilir ama onlar bir zihniyeti temsil ediyorlar. Haliyle vuracağım.

Hakkını yemeyelim. Bu işi iyi becerdin. Zira o zihniyetle korkutarak bu piyasada çok ekmek yedin.

Ben bu işin piriyim. Kaçın kurasıyım. Becerdim ya, sen ona bak. Bu uğurda her yol mübah değil mi ayrıca. İşin ilginci, atıp tuttuğum o dönem, o zihniyeti savunanlar için kurak bir dönem olsa da benim için çok bitekti. Onlar ekti, ben biçiyorum.

Çok sevinmesen iyi olur.

Niye? Maksat başarı değil mi? Başarılım. Gerisi teferruat. Çok sevinmesen derken…

Sünnetullah gereği ayıpladıkların hep başına gelecek dedim ya.

Eee?

Bu aşamadan sonra onlar veya başkası, nice yıllar senden yani senin döneminden ekmek yiyecek. Bu ekmek yeme senin ölümünden sonra da devam edecek. Çünkü nasıl ki ayıpladığın dönem bir zihniyeti temsil ediyorsa, sen de bir zihniyeti temsil ediyorsun. Sen başkasının kurak tarlasından nice yıllar ürün aldıysan, bir başkası da oluşturduğun bu kurak tarlandan ekmek çok yiyecek. Demedi deme.

Şaka yapıyorsun.

Hiç olmadığı kadar ciddiyim ve üzgünüm. Çünkü zararın senden sonra da devam edecek.

*24/08/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır. 

Oğlum Bana İsyan Bayrağını Çekti *

—Babacığım, falana niye çok kızıyorsun? Üstelik kızmakla da kalmayıp ihanet içerisinde olduğunu söylüyorsun.

—Hain de ondan.

—Nereden hain oluyor? Senin ardından gizli-kapaklı iş mi çevirdi?

—Evet.

—Ne yaptı?

—Birlikte çalışıyorduk. Ayrıldı gitti. Gittiği yerde de benimle birlikte yaptığı işi yapmaya kalktı.

—Anlaşamadı iseniz, ayrılması ve daha önceki yaptığı işi yapması doğal değil mi? Ne yapacaktı başka? Karalar bağlayıp eve çekilip oturacak mıydı? Bu evlilik değil ki. Ki evliliklerde bile baktın geçim olmuyor. Kimsenin hoşuna gitmese de ayrılık olabiliyor. Nasıl ki evliliği bitirenler bir başkası ile yeniden yuva kurabilme hakkı elde edebiliyorsa bu da varsın, seninle birlikte iken öğrenip tecrübe kazandığı işi yapsın.

—Bilmediğin bir şey var. Olur olmaz konuşma.

—Neymiş o?

—Senin o tecrübe dediğin şeyi bana borçlu. Bugün meşhur biri ise sayemdedir. Zira onu o makamlara ben getirdim.

—Getirdiysen, ehil biri olmalı. Ya değilse getirmezsin.

—Doğrusunu söylemek gerekiyorsa, ehil biri değildi. Sayemde oldu hepsi. Kısaca varlığını, tanınırlığını, her şeyini bana borçlu. Nankörlüğü de bundan.

—Bir dakika. Sen onu ehil biri değilken mi o kadar sorumlulukları verdin?

—Evet.

—Üstüme iyilik sağlık. Sen değil miydin, emaneti ehline verin fermanını bize sık sık hatırlatan, Ömer’in adaletle ilgili uygulamalarına atıf yapan, zaman zaman Ömerler arayan? Gerçekten ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin?  Ne oldu sana böyle? Hele liyakati yokken onu oraya ben getirdim demen itirafı gaftan da öte bir şey. Buna özrü kabahatinden büyük denir. Yakışır mı bilmem ama buna “Şecaat arz ederken merdi Kıpti sirkatin söyler” de denebilir. Suçüstü yakalanmadır bu. Ayrıca “İş, ehli olmayana verildiği zaman kıyameti bekle” hadisini nereye koyacağız bu durumda?

—Oğlum, nereden bilebilirim böyle hain olacağını. Hem ben onu bulup getirmeseydim, onu kim tanırdı? Onun bu yaptığına yediği kaba pislemek denir.

—Hep diyorsun ki onu ben getirdim, değilse o bir hiç idi. Buradan gidersek, bir zamanlar sende bir hiç değil miydin? Tanınıyor muydun? Geldiğin yerlere, aldığın sorumluluklara seni biri getirmedi mi? Üstelik sen de seni bir yere getirenleri bırakarak onların işini nicedir yapmıyor musun? Çırak bile ustasından öğrendiğini ayrı dükkan açarak rızkını temine çalışır. Ustam beni nankör görür deyip çırak usta olduktan sonra da mı ustasına çalışacak? Sen yaparken iyi, başkası yaparken kötü değil mi? Bırak aynı işi yapsın. Müşterisi olmazsa kapatır tezgahı. Tamam, bir O, bir ben varım. Bir başkası nazarımda benim marabam diyorsun. Yahu şu etrafına bir bak. Kırıp döktüklerin yüzünden başım öne eğik. Kimsenin yüzüne bakamıyorum. Kimi görsem, babam buna ne yaptı psikolojisini taşır oldum. Halbuki dün başım eğikken sayende başım dimdik olmuştu. Bugün yine sayende başımı kaldıramıyorum utancımdan.

—Ben ne yaptığımı biliyorum. Sen de nankörlük yapma.

—Beni boş ver de diyelim ki insanları bir yere ehil olmadığı halde iyilik olsun diye getirdin. Sonra nankörlük yapıp çekip gittiler. Çekip giden olduysa, işine yoğunlaman gerekmiyor mu? Giden insanın ardından konuşmak, yaptığın iyiliği başa kakmak da ne oluyor? Sen ne ara böyle başa kakar oldun. Sana göre kim senden ayrılmışsa, kim seni desteklemiyorsa katıksız nankör.

—Nankörler tabi. Zira her şey sayemde oldu. Kadir kıymet bilmeyene böyle haddini bildireceksin.

—Yahu sen değil miydin, iyilik yap, denize at diyen? Sen değil miydin, zekat ve sadaka verirken bile insanların onurunu korumak için sağ elin verdiğini sol el görmeyecek diyen?

—Şu konuştuklarına bak. Nasıl oğlumsun anlayamadım. Demek ki seni iyi yetiştirememişim diyeceğim ama bende bir hata yok. Zira ben hata yapmam. Neyse, bunu da geçtim. Merak ediyorum, sen kimden yanasın?

—Oğlun da olsam, ben haktan ve doğruluktan yanayım baba. Senin bir zamanlar emaneti ehline vermek lazım, sağ elin verdiğini sol el görmeyecek, halka hizmet Hakka hizmet sözlerini düstur kabul ediyorum ama görüyorum ki dil başka söylüyor, uygulamaların başka. Hasılı, senin bir zamanlar doğru olduğuna inandığım doğrularını savunacağım ama gittiğin yoldan gitmeyeceğim. Zira ele verir talkını, kendi yutar salkımı seninkisi. Ben Ömer aramayacağım, Ömer olacağım. Ben elimde imkan olursa emaneti ehline vereceğim. Görev verdiğime de nankör demeyeceğim. Benden ayrılanın ya da ayrıldığım kimselerin aleyhine konuşmayacağım. Öküz öldükten sonra da ortaklığı bozmayacağım. Ayrı kulvarlarda rakip bile olsam, geçmiş iyi günlerin hatırına dostlarımın aleyhinde konuşmayacağım.

—Son sözün bu mu?

—Sana son sözüm, durmadan başa kakacaksan, ne olur iyilik yapma. Seni her bırakıp gidene hain diyeceksen, ne olur, kimseyle çalışma. Nasılsa sende Allah vergisi bu yetenek var. Bir başına didin dur. Başka da ne diyeyim? Son olarak bir de şunu söyleyeyim. “Allah’ı ve peygamberini seviyorsan, ya hayır konuş ya da sus. Ne olursun, Allah rızası için sus. Zira konuştukça batıyorsun. Her konuşman bir önceki savunduklarını nakzedecek şekilde çelişkilerle dolu. Durum bu iken bir de benim kitabımda geri dönmek yok demen yok mu? Deme bari. Çünkü gördüğüm kadarıyla dilinin kemiği yok. İstediği tarafa dönüyor. Bari, fikrimi değiştirdim de.

—Ama bu çelişkilerime kimse bir şey diyemiyor?

—Nasıl desinler mübarek babam. Çelişkini içinden geçirmeye kalkan, başkası duymuş olabilir mi diye sağına soluna bakıp suspus oluyor. Yani ekmeğimi keser korkusudur onları susturan. Sanki rızkı veren sensin…

*19/08/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır. 

Tanıdık Bir Alışveriş *

İş çıkışı eve geçmeden çarşı içine girdim. Kadınlar Pazarının önünden geçerken iri iri şeftaliler gördüm. 10 lira yazıyordu fiyatına. Evde de dünden marketten aldığım şeftali vardı ama gözüm kaldı şeftalide. Albeni diyordu kırmızı iriliği ve fiyatı. Büyüklüğüne aldırma kardeşim, tadı yoktur hem eziktir dedim, yürüdüm gittim.

Geçip gitsem de olmayan aklımın bir köşesinde kaldı şeftali. Almalıydın, nereden bulacaksın böylesini, bir daha bu fiyata dedim. Bir pişmanlıktır yürüyorum ama ayaklarım geri geri gidiyor.

Kuzey girişine gelince kalabalığın içinde yine iri iri şeftaliler gözüme ilişti. Oradan almadın, gel buradan al. Bak son pişmanlık fayda vermez dercesine.  Yavaştan yaklaştım. Fiyat yazmıyordu. O değilden kaça dedim. 12’ye verdik ama 10’a düşürdük dedi. Hem de yarma imiş. Fiyatının yanında yarma olması da benim için bir artı idi. Dün daha küçüğüne ve yarma olmayanına 13 vermiştim. İki kilo ver dedim. Bir taraftan da cebimden 20 lira bulmaya çalışıyorum.

Para çıkarıncaya kadar elinde açılmış poşetle bekledi satıcı. Yüzüme bakmadan elimdeki 20 liraya uzattı elini. Demek ki para peşin kırmızı meşin dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Parayı alıp arka tarafta tartan kişiye uzattı. Ardından poşete şeftali koymaya başladı. Öndeki kasadan sırayla almadı. Biraz o kasadan biraz bu kasadan sonra önümde en önde duran iki üç tane daha koydu. Tartıya uzattı. Uzatılan kaç kilo kaç gram geldi bilmiyorum. Çünkü müşteri göremeyecek şekilde bir tezgah kurulmuş. Poşeti teraziye koydu. Ne eksik deyip ilave etti ne fazla deyip çıkardı ne de içinden büyüğünü alıp kasadan küçüğünü aradı. Boşu boşuna tarttı hasılı. Mübareğin eli terazi imiş. Aslında teraziye bile gerek yok. Poşete doldurup al iki kilo diyecek böyleleri. Tarttığını sandığım kişi poşet parasını hesaba katmadan ikinci koyu bir poşete daha koydu şeftaliyi. Karlı bir kazanç için feda olsundu ikinci bir poşet. İçindeki poşeti kördüğüm yapacak şekilde bağladı. Ardından bana uzattı.

Tüm bu olup bitenleri sesimi çıkarmadan manidar bir şekilde bir güzel izledim. İçimden, evde olduğu halde iriliğine, yarmalığına aldanarak almaya kalktığın bu şeftali aşkı seni üzecek dedim. Çünkü seyyar satıcı veya tablacılardan kalma bu alavere bana tanıdık geldi. Bir esnaf, aldığın meyvenin ağzını o kadar işinin arasında bir güzel bağlıyorsa, sen o meyvenin hayrını görmezsin. Belli ki ezik şeftaliler var içinde dedim. Belli ki kadınlar pazarında dükkan açmadan epey bir tablacılık yapmış olmalı beyefendi. Çoğu seyyar satıcının bile bu ucuz numaraları terk ettiği günümüzde bu esnaf hala bu işlere yelteniyorsa, demek ki dünyasını epey kurtarmış olmalı. Ötesini bilemem. Aman, neyse ne. Aldığım ihtiyaç fazlası iki kilo şeftali idi şunun şurasında.

Kalbimi daha fazla bozmadan poşeti elime aldım, evimin yolunu tuttum.

Yemekten sonra haberi eşimden aldım. Şeftaliler güzel görünüyor ama iki-üç tanesi ezik dedi. Kötü haber tez yayılır dedikleri bu olsa gerek. Sanki sordum. Ben o şeftalileri görmeden ezik olduğunu anlamıştım zaten. Zira bağlamasından belli idi. Hasılı eski tanıdık alışverişlerden birini daha bu şekilde akşam akşam yapmış oldum. Kısa günün kârı.

Aslında bu alışveriş bana yabancı değildi. Ta ortaokul talebesi iken ilçeme gideceğim zaman Eski Garaj civarında yine bir tablacıdan böyle şeftali almıştım. Kardeş, ilçeye gideceğim, çok yumuşaklarını verme dedim. Tamam dedi ve ağzını bağlayıp vermişti. Elime alınca parmağımın dokunmasıyla birlikte şeftalinin vahametini öğrenmiştim. Poşeti tablaya koyarak para da kalsın şeftali de senin olsun deyip çekip gitmiştim. Hasılı bu benim ikinci sokuluşum oldu.

Siz siz olun, bir esnaf ürününü seçtirmiyorsa uzak durun. Tamam kendi versin dediniz. Verdiğinin ağzını bağlıyorsa ürün de para da sen de kalsın deyin, ardınıza bakmadan uzaklaşın oradan. Giderken de şeytan görsün böylesinin yüzünü deyin. Yok, ben eziğini, beni böyle kandıranı seviyorum diyorsanız, yanlış esnafa gitmemek için bir telefon kadar yakınım size.

*07/09/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

15 Ağustos 2022 Pazartesi

2008 ve 2022 Brent Petrol Fiyatları *

Görülmemiş bir hayat pahalılığı ile karşı karşıya olduğumuz ve bir hiperenflasyon yaşadığımız aklıselim sahibi herkesin malumu. Bakmayın futbol takımı tutar gibi parti tutan bazı trollerin bu durumu görmezden gelip "Dünyada da böyle. Biz yine iyiyiz. Avrupa gıda sıkıntısı çekiyor, bizden pahalıya alıyor" dediklerine. Bu işin hiç lamı cimi yok. Hayat pahalılığında ve enflasyonda başı çekiyoruz. Enflasyonu en yüksek ülkeler yüzde 10 civarında bir enflasyona maruz kalıyorlar. Yüzde 10 nere, yüzde 80 enflasyon nere. Savunmacı reflekslerini bir tarafa bırakıp biraz makul düşünseler, hayat pahalılığında açık ara önde olduğumuzu kabullenirler. Hele bir de yok öyle değil diyenleri nankörlükle suçlamaları yok mu? Akılları sıra güneşi balçıkla sıvamaya çalışıyorlar. 

Hayat pahalılığını kabul edip biraz makul gibi görünenler de yönetilemez mevcut durumu, bazı gerekçelerin arkasına sığınarak bu durum normal demeye getiriyor. Kah bizdeki ürünü dolar veya EURO ile kıyaslıyorlar. Bak bizde daha ucuz diyorlar. Efendim, "Esnafımız fırsatçı" diyorlar. Tamam, esnaf fırsatçı olabilir. Bu halk mı verdi esnafa bu fırsatı. Unutmayın ki kurt puslu havayı sever. Hızlarını alamıyorlar, Brent petrol yükseldi. Haliyle bize zam olarak yansıyacak diyorlar. Tamam, Brent petrol 135 dolara kadar yükseldi. Elbette zam olarak bize yansıyacak. Yalnız Brent petrol ilk defa 135 dolara yükselmedi. 2008 yılında 141 dolara kadar çıktı. O zaman benzinin litresini kaça almışız? Bilgileri bir tazeleyelim isterseniz. 3,61 lira imiş. Brent petrolün varilini gerekçe göstererek 2022 yılında benzin bir ara 30 liraya kadar çıktı. Aradaki uçurumu takdirlerinize bırakıyorum. Demek ki mesele sadece Brent petrolün yükselmesi değil. Sıkıntı TL'nin döviz karşısında erimesi ya da eritilmesi. Çünkü 2008 yılında dolar 1,25 seviyesinde idi. Burada üzerinde düşünülmesi gereken paramızın değerinin hiç olmadığı kadar düşmesidir. Değilse biz 2008 yılında da benzini bugünkü fiyatlara almamız gerekirdi. 

2007, 2008, 2009 dünya ekonomik krizini yabana atmamak lazım. Dünya hala o krizin etkisinden kurtulamadı. Burada sorulması gereken soru şu: 2008’de Brent petrol 141 dolara kadar yükselmiş iken biz o zaman benzini niçin şimdiki gibi pahalı almadık? Çünkü paramız pul olmamıştı ve değerliydi. TL neredeyse dolarla başa baş idi. Merkez Bankası rezervlerimiz iyi seviyede idi. Hükümet iyi bir mali disiplin izledi. O zamanın Başbakanı Erdoğan, bu kriz bizi teğet geçecek demişti. Gerçekten uygulanan sıkı para politikası ve mali disiplin sayesinde teğet geçti.

Bir zamanlar teğet geçen kriz şimdi niye hep bizim ülkemizde cirit atıyor? Demek ki krizin diğer gerekçelerinin yanında en büyük sebep izlediğimiz para politikasıdır. TL’miz pul olmasa biz bu krizi bu kadar derinden hissetmeyecektik. Çünkü hayat pahalılığını ve enflasyonu azdıran paramızın dolar karşısında değer kaybetmesidir. O zaman izlediğimiz para politikasında bir problem var. Yedek akçeye varıncaya kadar Merkez Bankası rezervlerini şu ya da bu şekilde kötü günleri hesaba katmadan har vurup harman savurursak, orta yerde TL diye bir para kalmaz ve piyasaya zam olarak yansır.

Salgınla beraber derinden hissedilen bu enflasyonlu hayatı ve hayat pahalılığını değerlendirirken işlemeye çalıştığım bu hususun da göz ardı edilmesini isterim. Hoş, biz salgından önce de zaten bir ekonomik krize girmiştik. İzlediğimiz yanlış para politikası da bize bu şekil pahalıya mal oldu. Sözün özü budur. Lütfen başka gerekçelerin ardına sığınmayalım.

*17/08/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Gözlük Maceram

Gözümle derdim ilkokul 4 ya da 5.sınıfta iken başladı. Gözümün ağrısından iki gün boyunca okula gidemedim. 

İlkokuldan sonra verdiğim üç yıl aranın ardından 17'den gün almış biri olarak orta 1'e başladım. 

İlk sınıfım, bir ara 69 mevcuda çıksa da 66 kişilik ince uzun bir sınıftı. Her sırada üçer kişi otururduk. Akranlarıma göre büyük olduğumdan en arka sıraya otururdum. 

Oturunca anladım ki tahtadaki yazıları okuyamıyorum. Bir süre yanımdaki arkadaşın yazdıklarından tahtayı defterime geçirdim. 

Bir akrabamın aracılığıyla özel bir göz doktoruna gittim. Yine onun sayesinde eskiden yaşlı insanların yakın gözlüğü olarak kullandığı siyah bir gözlüğüm oldu. Bu gözlük seçiminde bir tercihim olmadı. 0,75 idi ilk göz numaram. 

Gözüme takıp dışarı çıktığımda az önce geldiğim yollara hendek açılmış zannına kapıldım. Ne ara açtılar bu çukuru deyip gözlüğü çıkarınca kaldırımlarda herhangi bir değişikliğin olmadığını gördüm. Ayrıca doktor nasıl muayene etti ise takındığım bu gözlükle de çok iyi göremedim. İyi-kötü böyle alışacağım ama nasıl alışacaktım? Çünkü herkesin bana baktığı zehabına kapıldım. Bir başka sorun, beni gözlüksüz tanıyan sınıf arkadaşlarım ne diyecekti? Zira o zamanlar gözlük herkeste olmazdı. Gözlük takan için de ya dört göz deyip dalga geçecekler ya da gözün kör mü oldu diyeceklerdi. Ki bir tanıdığım, bismillah demeden dedi bile. Çekemezdim bunu. 

Ani bir kararla bu gözlüğü takmama kararı aldım. Gözlüğü ceketin cebine bir koydum. Bir daha kullanmadım. 

Yine arka sırada oturuyorum. Gözlerimi kısarak tahtadaki yazılanları okumaya çalışıyorum. Bir kısmını bu şekil okuyabilsem de çoğunu okuyamazdım. Son çare yanımdakinden tahtayı deftere geçiriyorum. 

Sanırım, bir arkadaşın söylemesiyle duvar tarafında oturmam şartıyla sınıf öğretmenim önden üçüncü sıraya oturttu beni. Böylece tahtayı görür oldum. 

Orta sınıfı bu şekil gözlüksüz bitirdim. Lise bire gelince hastaneye nasıl gidilir, nasıl muayene olunur bilmem. Meşhur birkaç göz doktoru vardı özel muayenesi olan. Özel muayene ücretini ve gözlük bedelini öğrenip parayı temin ettim. Muayene sonucu yeni göz numaram 1,25 olmuştu. 

Lise 1'den beri kesintisiz uzak gözlüğü kullandım. O günden sonra sabah kalkar kalkmaz ilk işim gözüme gözlük takmak oldu. Adeta vücudumdan bir parça oldu. Nere gittiysem, gözlük de benimle birlikteydi. 

Birkaç senede bir muayene olmak suretiyle göz numaram yüksele yüksele 2,75'e kadar çıktı. Belli bir yaştan sonra kontrol için doktora da gitmedim. Uzun yıllar bu numarayı kullandım. 

Yaş geldi 60'a. Halen bu 2,75 numaralı uzak gözlüğünü kullanıyorum. Ama eskisi gibi ihtiyaç hissetmiyorum. Sadece uzağa bakmam gerektiğinde gözlüğe ihtiyacım oluyor ama yine de gözümde duruyor. Yazı, çizi işim olursa bu gözlüğü çıkarıyorum. Kah başıma kah yanıma koyuyorum. Yakın gözlüğü kullanmadan çıplak gözle okuyorum. 

Gel zaman git zaman yataktan baş ağrısı ile uyanır oldum. Bu ağrı geçsin diye hap dışında daha önce uyguladığım tüm tedavi yöntemlerini uyguladım. Belli ki önceki baş ağrılarından farklı idi. İnce bir sızı gibi gün boyunca sızladı durdu. Bir gün böyle beş gün böyle derken galiba bende tansiyon var deyip hastaneye giderek ölçtürdüm. Daima 12-8 olan tansiyonum hipertansiyon seviyesinde yüksek çıktı. Daha önce tansiyonu bir yerde tutma ve koruma amaçlı doktorun yazıp kullandığım en hafif seviyeli tansiyon ilacımdan doktora yazdırdım. Bir hafta boyunca ilacı kullanmama rağmen tansiyonum yine düşmedi. İnişli-çıkışlı bir seyir izledi. Gözlerim de eskisi gibi net görmez oldu. Kafamdaki ağırlık da cabası.

Bir akşam beyin emarı çektirdim. Nöroloji uzmanı beyinde bir sorun görmedi. Beyne giden damar yolları açık mı diye ultrasyon çektirdim. Damarlarda bir tıkanma yoktu. Kardiyolojiye gittim. Daha önceki EKO filmindeki gibi idi kalbim. Kalp cidarlarında başlayan kalınlaşma aynen devam ediyordu. Tansiyon ilacını değiştirelim, bir ay boyunca kullan, ardından yeniden kontrole gel, faydasını görürsen bu ilacı raporlarız dedi. 

Kardiyologdan çıkışta iyi de gözlerim niye net değil o zaman dedim ve  göz doktoruna göründüm. Yıllardır benden bir parça olan uzak gözlüğümle doktorun gösterdiği harfleri okuyamadım. Başka cam taktı. Tüm harfleri bir çırpıda okudum. Dedi ki senin göz numaran 2'ye düşmüş. Şaşırdım doğrusu. Başka tahlil ve tetkiklerin ardından  yeni göz numaramla ilgili reçeteyi yazmadan önce bir de tetkik odasına giderek bilgisayardan gözünüzü ölçtürün dedi. Ölçtürdük. Benim 2,75 olan göz numaram 1,5'a gerilemiş. Doktor, her ne kadar 1,5 çıksa da ben 2 numara vereceğim dedi ve reçetesini yazdı. Akşama doğru yeni camları gözlükçüye taktırdım. Daha önce puslu gördüğüm hayat cam gibi oldu. Hasılı uzak gözlüğü takmaya yine devam ama daha düşüğü ile talim ediyorum artık. 

Siyasetimizin Senaristleri Kimlerdir? *

Aramızda Türk filmi izlemeyenimiz yoktur. Filmi izlemeden başrol oyuncularına bakarız. Beğendiğimiz aktörler ise daha bir dikkatli izleriz filmi. Kendimiz iyi veya kötü olsak da filmin diğer aktör ve figüranlarından ziyade başrol oyuncusunun rolüne kaptırırız kendimizi. Zira gönlümüz ondadır. Çünkü toplumsal olaylar işlenir filmde. Başrol oyuncumuz da problemi çözmek için film boyunca koşuşturur. Bizi kah korkutur kah heyecanlandır kah duygulandırır. Başta ne kadar sıkıntı çekerse çeksin, filmin sonunda kötülere karşı galip gelen başrol oyuncusudur ve ne güzel film çevirmiş diyerek bizden alkışı alır.

Tüm iltifat ve takdirler başrol oyuncusuna olsa da aslında takdiri hak eden filmde görünmeyen oyunun senaristidir. Çünkü filmde işlenen konunun yazarı odur. Bizim film boyunca alkışladığımız başrol oyuncusunun rolü, rolünü içten oynaması, rolünü iyi becermesidir. Üstlendiği bu rolden dolayı parasını alır, geçimini bu şekilde karşılar. Anlatmak istediğim, başrol oyuncusu filmde her ne kadar oyun kurucu aktör gibi görünse de aslında kendisi de bir figürandır. Yani oyunun gidişatına ve sonucuna bir dahli yoktur. Ona yön veren senaristtir.

Film ve dizilerin senaristinden siyasilerimize gelmek istiyorum. Acaba siyaset sahnemizde parti ve genel başkanı olarak görev alanlar birer aktör mü yoksa bunlara da yön veren bir akıl hocaları yani senaristleri var mı? Yaptıkları icraatlarında, aldıkları kararlarında ne kadar inisiyatif kendilerine ait? Kısaca ne kadar yerliler? Acaba birileri bizim siyasetimizi ve siyasilerimizi dizayn ediyor olabilirler mi? Bir partiniz var, bu partinin fanatiği iseniz, partinize ve genel başkanınıza laf söyletmezsiniz. Bizim genel başkanımız öp öz bu toprağın insanı ve yerli, rakip parti genel başkanını ise dış güçlerden emir alan biri olarak görürsünüz. İktidarıyla, muhalefetiyle bu ülkede siyaset yapan her genel başkanın, hatasıyla sevabıyla bu toprağın insanı olmasını, aldığı kararların ülke menfaatine olmasını, kısaca fikir babasının yani senaristinin genel başkanları ve partilerin MKYK'si olmasını temenni ediyorum. Böyle de görmek istiyorum. Zira hiçbir siyasi partiyi ve genel başkanını da bu şekil bir töhmet altında bırakmak istemem ama şüphelerim olduğunu da belirtmeden edemeyeceğim. 

Bu temennimin ardından soru sorarak, örnek vererek kulaklarımıza biraz kar suyu kaçsın istiyorum. Çünkü bu ülke -her ne kadar biz büyük ve güçlü bir ülkeyiz desek de- büyük bir ülke değil, birçok yönüyle bağımlı bir ülkeyiz. Ekonomik bağımsızlığı olmayan bir ülkenin kendi kararlarını kendisinin alması mümkün değil. Kısaca oyun kurucu bir ülke değiliz. Oyun kurucu ülkeler de ülke yönetimini bize bırakacak değiller. Çünkü dünyaya onlar yön veriyorlar. Hep merak etmişimdir, 1. Dünya Savaşının ardından yenilmiş ve ülkesi İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmiş ve paylaşılmış bir ülke durumunda iken İtalyan'ı, Fransız'ı, Rusya'sı niye çekip gider? İstanbul'a yerleşmiş İngilizler niçin tek kurşun atmadan uğurlanır? Manidar değil mi? Öyle zannediyorum, işgal ettikleri devleti yönetmek kendilerine daha pahalı geldi. Uyumlu çalışabilecekleri veya çıkarlarını koruyacak bir ekibi bularak çekip gittiler. Ben büyük ve oyun kurucu bir devlet olsam, tıpkı bunların yaptığı gibi yaparım. Zira polisiye tedbirlerle bir ülke yönetilmez.

Geçmiş örnekten günümüz siyasetine dair bir örnek verelim. Malumunuz halihazırda iki ittifak var. Bu ittifaklardan Millet İttifakı için altı birbirine benzemez deniyor. Ki haklılık payı da var. Çünkü iç ve dış politikada bir araya gelmemesi gerekenler bir araya gelebiliyor. Burada sormak gerek. Bunlar şartlar öyle gerektiği için mi bir araya gelebiliyor yoksa bunları bir araya getiren hepsinin üzerinde bir başka irade mi var? Haydi diyelim ki bunlar muhalefet, iktidara gelmek için böyle bir strateji geliştirdiler. Ya Cumhur İttifakına ne diyelim? Bunlar birbirine çok mu benziyor? Daha 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 seçimlerinde birbirlerine karşı kanlı bıçaklı idiler. Erdoğan ile Bahçeli ağza alınmayacak söz ve hakaretleri birbirlerine karşı söylediler. 7 Haziran seçim sonuçlarına göre kurulması düşünülen koalisyona bile yanaşmadı Bahçeli. Dünün düşman kardeşleri bugün canciğer kardeş. Bu ülkede “Cumhurbaşkanı olamayacak tek kişi Erdoğan” söylemini bıraktı Bahçeli. Daha Erdoğan adaylığını açıklamadan bizim Cumhurbaşkanı adayımız Erdoğan deyiveriyor.

İttifakın içinde resmi olarak yer almamakla beraber Erdoğan’ın her icraatını öve öve bitiremeyen Perinçek’e ne demeli? Dün Erdoğan’a karşı konuşurken ağzından ateşler püskürten Perinçek, bugün hükümetin en büyük destekçisi durumunda. Bu durum manidar değil mi? Dünyada bir araya gelemeyecek üç kişi sayın dense, bunlar; Erdoğan-Bahçeli-Perinçek olurdu. Aralarından maşallah su sızmıyor. Perinçek Erdoğan’dan daha Erdoğancı, Bahçeli Erdoğan’dan daha Erdoğancı. Bu üçlüye de tıpkı birbirine benzemez altılı dendiği gibi birbirine benzemez üçlü dense yanlış olmaz. Beni düşündüren, bu üçlü kendi iradesiyle mi bir araya geldi yoksa bunları bir araya getiren bir başka irade mi var? Normal şartlarda bir araya gelmeleri muhal olan bu üçlünün bir araya gelmesi, sorunsuz ittifakı yürütmesi açıkça bana manidar geliyor. Kendi iradeleriyle bir araya geldilerse demokrasimiz adına sevindiricidir. Çünkü siyaset demek, hata ve yanlışlarla yüzleşip asgari müştereklerde anlaşabilmek demektir. Yok, başka bir iradenin güdümünde iseler, işte o zaman vay halimize.

Yazımı, yazımın başında değindiğim film senaristi ile bitirelim. İzlediğimiz her bir filmde rol alan aktörlerin aslında birer figüran olduğunu, esas aktörün filmin senaristi olduğunu biliyorsak, Türk siyasetinde aktör olarak yer alan siyasetçilerimizin senaristleri -varsa- kimler?

*20/08/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

13 Ağustos 2022 Cumartesi

Bidon Kafalı, Hain ve Nankör Seçmen *

Bidon kafalı” ya da “cahil” hakaretini, CHP’ye oy vermeyen ve CHP’yi iktidara getirmeyen seçmenler için geçmişte bazı CHP’li kalemşörler yapardı. Bu ithamlar işe yaradı mı? Yaramadığı gibi bir bidon kafalı olarak bidon kafalıları ardı arkasına iktidara taşıyarak bu partiye iktidar yüzü nasip etmedi. Öyle ya kendisine hakaret edilen bir seçmen gidip bunlara niye oy versin, değil mi? Üstelik oy vermediği gibi bugün kendisine bu şekil hakaret edilmemesine ve aradan yıllar geçmesine rağmen seçmen kendisine yapılan bu hakaretleri unutmadı. 

Nicedir iktidarda açık farkla dünkü dışlanan ve horlanan bu bidon kafalılar var. Bir zaman iyi de çalışıp hizmet ettiler. 

2023 seçimlerine hazırlanan Türkiye'de durum nasıl, bu seçimleri kim alır derseniz, kim alır bilemem. Bu, ancak sandıkta ortaya çıkar. Burada seçim sonucundan ziyade bir başka hususa yani seçim sonuçlarını etkileyebilecek bir faktöre değineceğim. 

Bugün kimseye bidon kafalı denmiyor idiyse de hakaretler hız kesmedi. Seçmene "hain, nankör" gibi sözler söyleniyor. Kim söylüyor bunu? Bazı AK Parti savunucuları, trolleri ve sempatizanları yani dün kendisine bidon kafalı denen kesim söylüyor. Kime söylüyorlar? Bir zaman kendilerine hakaret edenlere mi? Hayır. Bilakis dün belki de beş dönemdir AK Parti'ye oy veren ama yavaş yavaş oy verdiği partiyi eleştiren ve desteğini çekmeye hazırlanan AK Partili seçmene söylüyorlar. 

Bugün kararsız, parti arayışına giren veya AK Parti’ye verdiği desteği çeken ya da desteğini çekmeye hazırlanan seçmen kesimi nankör ya da hain mi? Hain ve nankör olduklarını bilemem. Daha doğrusu bu ithamı kimseye yapmam. Çünkü serbest seçimlerde istediği partiye oy verme özgürlüğü olan seçmenin parti değiştirmesini de nankörlük ve ihanet olarak görmem. Zira seçmen bunu hak etmiyor. Bu seçmen ne dün bidon kafalı ve cahil idi ne de bugün nankör ve haindir. 

Nedense bu nankör ve hain söylemleri son yıllarda artmaya başladı. Niye şimdi söyleniyor? Çünkü dünün bidon kafalıları hiç olmadığı kadar bu seçimlerde oya muhtaç. Anketler çoğunluğu sağlayamayacaklarını gösteriyor. Burada şu soru sorulmalı? Çoğunluğu yeniden sağlamanın yolu, seçmenine nankör ve hain demek midir? Daha doğrusu bu hakaret ve ithamlara maruz kalan seçmen, "Doğru söylüyorsunuz. Bizim bu yaptığımız tam bir nankörlük" deyip AK Parti'ye ya da Cumhur İttifakına oy mu verecek? Verir veya vermez demiyorum ama hiçbir seçmen kendisini nankör görmez ve kendisine nankör denen bir partiye de gidip oy vermez. Bunu nereden biliyorum? Seçmenin geçmiş tecrübesinden. Bu seçmen, kendisine bidon kafalı diyenleri nasıl iktidara getirmedi ise bugün kendisine nankör ve hain diyenleri de iktidarda tutmaz. O yüzden Ak Parti adına konuşanlar, partimizi savunuyoruz diye seçmene nankör diyenler bir durum değerlendirmesi yapmalı. Seçmenden ziyade kendilerine bakmalılar. Unutmasınlar ki bu halk her şeyi hoş görür ama kendisine yapılan hakareti affetmez. O yüzden Cumhur İttifakı adına konuşanlar ve bu ittifakı savunduğunu sananlar, daha vakit varken ayrıştırıcı söylemler yerine birleştirici ve toparlayıcı bir üslup kullanmalılar. Değilse, bugünleri ve bu oyları çok ararlar.

*15/08/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

11 Ağustos 2022 Perşembe

İptal Edilen KPSS Üzerine (2) *

İptal edilen 2022 KPSS ile ilgili kopya çekmeyi önlemek amacıyla ÖSYM tarafından alınan tedbirlere dünkü yazımızda değinmiş, bu yazımda da ihtimaller üzerine beyin jimnastiği yapacağımı yazmıştım. İhtimaller:

*ÖSYM’nin içinden birilerinin para karşılığı yayınevlerine soru vermiş olması ya da soruların basılması aşamasında matbaadan birilerinin soruları alması söz konusu olabilir.

*Soru hazırlama komisyonunda olan akademisyen, zihninde ürettiği soruları yayınevine vermiş olabilir ya da yayınevinin daha önce hazırladığı soruyu aklında tutarak orijinal soru gibi yazdırmış olabilir. Yayınevi sahibinin açıkladığına göre KPSS’nin bazı sorularıyla birebir aynı ve benzerlik gösteren soruları 2021 Eylül ayından itibaren MEB’in soru bankasından esinlenerek hazırlayıp denemelerde sorduğu doğru ise yayınevinin bu soruları alması muhaldir. Ancak öğretim üyesi almış olabilir. Bir akademisyen de başka yayınevinin sorduğu bir soruyu motamot sormaz. Bunu değil akademisyen, akıl seviyesi düşük biri bile yapmaz. En azından kelimelerin ve seçeneklerin yerlerini değiştirir.

*Taraflardan biri veya üçüncü bir el, motamot bir sorunun KPSS’de sorulmasını sağlayarak merkezi sınavlarda kopya çekiliyor, işte bu da onlardan biri, algısını oluşturmak isteyebilir. Böyle yapmak suretiyle siyasi bir rant elde edilmesi murat edilmiş olabilir. Bu iddianın üzerinde durmaya değer. Çünkü rakiplerini alt etmek için siyaseten kullanılacaktır.

Biliyorsunuz, 2023 seçimlerine tüm partiler ittifaklarla hazırlanıyor. Bu seçim de tıpkı diğer seçimler gibi hayat-memat meselesi. Bu seçimin diğerlerinden farkı, önceki seçimlerde seçimin hangi ittifak tarafından kazanılacağı üç aşağı beş yukarı belli iken bu seçimde ittifaklar en fazla yüzde 40’a ulaşabiliyorlar. Parti bazında en yüksek oy alan siyasi partilerin yüzde 30’un altında kaldığı, Türkiye’nin halihazırdaki en büyük partisinin “hiçbiri” seçeneğini işaretleyen yüzde 30’luk kararsız bir seçmen kitlesi olduğu dillendiriliyor. 2023 seçim sonuçlarını da bu kararsız seçmen belirleyecektir. Bu kararsız seçmenin kahir ekseriyeti de “Z nesli” denilen kesim yani gençlerdir. Yeknesak olmayan bu gençleri ne yapıp etseler de hiçbir siyasi parti halihazırda yanına çekememiştir. Hoş, siyasi partilerin bu gençlerin ne istediğini çok iyi analiz edebildiklerini de düşünmüyorum.

Sadede gelirsem, KPSS sınavına giren gençlerin çoğunluğu “hiçbiri” seçeneğini işaretleyen yani siyaseten güvenilir bir liman arayan kesim. Burada aklıma şu soru geliyor. Acaba siyasete yön vermek isteyen birileri, siyaseten kullanmak ve gençleri yanlarına çekmek amacıyla burada bir rol oynamış olabilir mi? Amaç bir algı oluşturmak ve algı üzerinden siyaset yapmak, birilerinin lehine veya aleyhine çalışmak. Biraz daha açayım. Hepimizin bildiği gibi bu ülkede yapılan her merkezi sınavın ardından kopya iddiaları gündeme gelir. Biraz konuşulur, ardından unutulmaya yüz tutar. Gençlerin dikkatini çekmek amacıyla siyasi partilere malzeme lazım. Bunun için de KPSS sınavına giren gençler yani kararsız seçmen seçilmiş olabilir. Nasıl ki siyasiler için seçimi kazanmak hayat memat meselesi ise gençler için de bu sınav hayat memat meselesidir. Birileri, bu sınavın içine daha önce bir yayınevi tarafından deneme sorusu olarak sorulan bir soruyu aynen yerleştirtelim. Bakalım siyasiler bunu leh ve aleyhlerine nasıl kullanacak? Hangi siyasi gençlerin yanında duracak? Fark etti iseniz, daha önce çıkmış sorular ve yayınevinin adı sınavın hemen ardından sanal alemde servis edilmeye başlandı. Ne ara bu kadar sorunun benzer veya aynı olduğunun tespiti manidar. Burada muhalefet, “Bak, her sınavda olduğu gibi bu sınavda da kopya var. Ey gençler, hakkınız yendi. Sizin haklarınızı ancak biz koruruz” şeklinde eleştiri getirerek gençlerin yanında olduğu mesajını verecek. Kopyanın nasıl olduğu netleşmeden hükümetin sınavı iptal etmesi de “Ey gençler, bakın en ufak bir kopyaya dahi müsaade etmedik, gereğini yaptık, sınavı iptal ettik. Sizi ancak biz koruruz” diyecek. Daha işin başında hükümet ÖSYM başkanını görevden alarak ve sınavı iptal ederek sınavla ilgili şayiaların önüne geçmiş oldu.

Hasılı bu sınav ve sınavın iptal edilmesi sınava giren gençleri ve ailelerini derinden etkileyecek. Bakalım iptal edilen ve yeniden yapılacak olan bu sınav siyasete nasıl yansıyacak? Etki edip etmediğini de ancak 2023 seçim sonuçlarında görebiliriz. Absürt bir iddia ama burası Türkiye olunca bu da ihtimaller arasında düşünülebilir. Umarım inceleme çok sağlıklı yürütülür ve gerçek ortaya çıkar.

*13/08/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.