29 Kasım 2025 Cumartesi

Boşa Gitmeyen Yatırım

Niyetim boy pos ve kaportayı göstermek değil, kot ve kazağı göstermek. Gördüğünüz gibi yepyeni.

Para var demek ki demeyin. İkinci el. Ama birinci el gibi. Ne eskimiş ne de yıpranmış. Götür mağazaya birinci el diye tezgaha koy.

Nereden, kimden derseniz, oğlandan hediye. Bu demektir ki çocuğuna yatırım yapmak boşa gitmez. Bir şekilde sana döner, nimetlerinden faydalanırsın. Benimki de o hesap.

Hediyenin oğlandan geldiğini duyunca gidip "Başkasının oğlu babasına urba almış. Senin daha hiçbir şeyini görmedik" diye oğlunuza çatmayın. Zira benim oğlan da almadı bunları.

Bu gördüklerinizi alması için zamanında ben sponsor olmuşum. Kartı vermişim. O da keyfine, zevkine ve bedenine göre almış. Bir müddet giyip hevesini almış. Sonra yenilerini almak suretiyle bu eskileri bir daha giymemek üzere gardırop arşivine atılmış.

Oğlan giymeyeceğine göre kayınpederin kızı, daha yepyeni olan bu eski urbaları, kime verelim sorusunu sormadan bana getirdi. "Şunları bir giy bakalım. Üzerine olacak mı" dedi. Giydim. Tam bana göre.

Bir sevinç bir sevinç. Bilin ki anlatılmaz yaşanır.
Küçüklüğümde iki bayramın ramazan ayında, tercih hakkı olmaksızın bayramda giymek üzere babamın pazardan aldığı gömlek/pantolon/ayakkabı gözümün önüne geldi. Üçünü birden almazdı mübarek. Eti budu neydi zaten. Yoktu ki hepsini alsın. Hangisine ihtiyacım varsa bir tanesini alırdı. Sevinçten uçardım. Ramazan bayramında giyer giymez, annem çıkartırdı. "Eskimesin. Kurban bayramında da giyersin" derdi. Alırken zevk, renk ve tam vücuduma göre olsun diye bir tercih hakkım olmazdı. Birkaç sene eskiyinceye kadar giysin diye uzun ve geniş olanı alınırdı. Al şunu giy bakalım denirdi. Esnafa ya da babaya "Şu rengi alsam olmaz mı" diye sormak olmazdı. Zevk, renk, boy pos her ne ise kabulümüzdü. Yeter ki bayramdan bayrama bir ihtiyacımız giderilsin. İki bayramdan biri haricinde sair günlerde elbise, kıyafet almak ne mümkündü. Ne bizim böyle bir talebimiz olurdu ne de bize böyle bir talep gelirdi. Her iki bayramın birinde bir bayramlık alınsa daha ne isterdik. Bazı yılların bayramlarını bile es geçerdik. Çünkü önceki bayramlarda büyükçe aldığımız daha eskimemişti. Eskirse yama yapılır. Yamalı elbise bayramda giyilmese de bayram harici giyilirdi.

Geçmiş zamanın ruhu ve geçer akçesi böyleydi.

Zamanın ruhu ise daha farklı. Bu zamanın ruhunda urba almak için bayramlar beklenmez. Adeta 7/24-365 gün alışveriş yapmak, tam vücuda göre almak, dolaplarımızda değişik renk ve desende giyecek bulundurmak, birkaç giyimle daha eskimeden hevesi almak, tek giyimlik elbise veya ayakkabı almak, kampanyaları takip etmek, modaya uymak, oturduğun yerden İnternet üzerinden almak zamanın ruhuna uygun alışveriş çılgınlığımızdan kesitlerdir.

Neyse ben geleyim annesinin bana verdiği kot pantolon ve kazağa. Giydim. Çıkarmaz oldum. Yok, hanım, bu genç işi ben yaşlıyım. Bunlar dar kesim. Hele bugüne kadar kot pantolon hiç giymedim. Eski köye yeni âdet getirme. Sonra ile karşı, el âlem ne der demedim. Kazak tam istediğim gibi geniş. Pantolonun paçası biraz uzun geldi. Terzime kestirdim. Kot pantolon giymek, gömlek yerine kazağı tercih etmek kayınpederin kızının da pek hoşuna gider. Yakıştı, güzel oldu. Tam sana göre dedi. Niye demesin. Böylesi ütü istemiyor nasılsa. Hakkını yemeyeyim. Zaman zaman kumaş pantolonu uzatır, takım giy der ama hiç oralı olmuyorum.

Ayağımda kot pantolonu gören biraderim, "Ağa, sen kot giymezdin. Nasıl oldu" diye sordu. Ağan kırkından sonra azdı dedim ise de birkaç yıldır giyiyorum. Nasılsa mahalle baskısı kalktı. Eskiden kot pantolon giymek, kısa kollu gömlek giymek, uzun kollu gömleğin kolunu namazda katlamak ne mümkündü.

Bunu da geçelim. Oğlandan bana tevarüs eden kot pantolon, tişört, kazak, eşofman altı sadece bu gördüğünüzden ibaret değil. Değişik değişik giymek için oğlanın dolabından benim dolaba geçti. Üstelik bir kuruş da vermedim. Sevincim bundan. Özellikle cepten paranın çıkmamasına. Daha ne isterim.

Bu demektir ki zamanında oğluna yapılan harcama daha doğrusu yatırım boşa gitmiyor. Dönüş dolaşıp sana geri geliyor.

Siz siz olun, geri dönüş için çocuğunuza yatırım yapın ki yüzünüzde gülücükler oluşsun. Keyfinize diyecek olmasın. Şekil A da olduğu gibi.

İşin garibi, oğlandan tevarüs eden bu kadar urba varken, hepsi dolabımda sırayla benim giymemi beklerken, kayınpederin kızı ise üzerine bir şey almıyorsun diye kızıyor. Sanırsın ki giyim kuşam firmalarının ortaklarından biri. Hakkını yemeyeyim, bana acıyor, aynı şeyleri giyiyorsun, al diyor. Çünkü ona göre bende para var. İyi de bunu ben niye bilmiyorum.

Neyse boş verin aile meselesini siz. Oğlandan tevarüs eden bu urba yakışmış mı? Siz ona bakın. Yakışmış deyin de sevincim kursağımda kalmasın.

Not: Oğlan kazak ve kot pantolona sevindiğimi görünce, montunu da verdi. Nasılsa babam giyer dedi. Bu arada montu da pek iyiymiş. Bugün giydim. İçim içime sığmadı. Oğlan ne giyecek demeyin. O kendisine geçen ay aldı. O aldıklarının parasını ödemekle meşgulüm. Bir iki seneye kadar bu aldıkları da bana dönerse hiç şaşırmayacağım. 

Bazılarının Adı Nemîm-e Olmalıydı

Birinin ardından hoşuna gitmeyecek şeyleri gıyabında konuşmaya gıybet/dedikodu dendiğini biliyoruz.

Normal şartlarda kimsenin gıyabında konuşmamak hem dini hem ahlaki hem etik hem toplumsal bir vecibe olmasına rağmen belki de hem ruhen hem bedenen hem de zihnen boş olduğumuzdan olsa gerek, kişilerin arkasından ileri geri konuştuğumuz oluyor. Bu durum, "Ölmüş kardeşinin etini yemek" olarak kabul edilmesine rağmen maalesef zaman zaman gıybet yaptığımız olur.

Normal şartlarda hayatını dolu dolu yaşayan, hayatı planlı olan, çalışmak ve üretmek dışında bir meşgalesi olmayan, zihnini faydalı şeylerle dolduran insanların dedikodu yapması mümkün değil.

Buna rağmen bazen alınıp kırıldığımızda ya da bir kişide hoşlanmadığımız bir davranışı gördüğümüzde, o kişiler hakkında dedikodu yaptığımız olur. Aslında bir kişinin beğenmediğimiz bir hareketini "dost yüze söyler" deyip onunla birebir konuşmak gerekirken, alınıp kırılır düşüncesiyle veya medeni cesaretimizi toparlayıp bunu ona açmaya cesaret edemediğimizden dolayı içimizde tuttuğumuzu bir başkasıyla paylaşmak durumunda kalabiliyoruz. Sebep ve neden her ne olursa olsun, bir ortamda üçüncü şahıslar aleyhine konuşmayan kişileri burada antrparantez tebrik etmek isterim. Bu tipler kişiliği oturmuş kişilerdir. Ne yazık ki sayıları bir elin beş parmağını geçmez.

Ha bu demek değildir ki kimsenin gıybetini yapmayacağız. Toplum, amme ve kamuya mal olmuş kişilerin ardından konuşmada bir sakınca yok. Çünkü yapılanlar herkesin malumu.

Zararından başkasını korumak amacıyla üçüncü şahsın ardından konuşmada da sakınca yok. Mesela kişi borcuna sadık değilse, "Eli biraz ağır" demek gibi ya da laf taşıma özelliği varsa, "Yanında konuşurken dikkatli olmak gerek" gibi.

İlla olumsuz bir davranışı konuşmak istiyorsak, kişilerin ismine yer vermeden pekala bir konuyu konuşabiliriz. Burada da amaç bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olur. Ki bu verdiğim üç örnek gıybet kapsamına girmez.

Daha önce dedikodu üzerine, "Dedikodudan Kurtulmanın Yolu" başlığıyla bir yazı kaleme almıştım. Niyetim dedikodudan bahsetmek değildi. Sadece bir giriş yapıp laf taşımaya geçecektim. Girince çıkamadım gördüğünüz gibi. Gıybetini böyle bir yönü de var. Gıybet yapmaya başlayınca arkası geliyor zaten.

Laf taşıma, laf getirip götürme, koğuculuk, nemmamlık, adına ne dersek diyelim. Bu da gıybetin bir parçası. Daha doğrusu tamamlayıcısı. Dedikoduyu Arap saçına döndürmek, meseleyi problem haline dönüştürmekten ibarettir. Kırgınlıklara sebebiyet vermektir. İki kişi arasına kara kedilerin girmesi ya da girdirmek demektir.

Bir yerde dedikodu varsa ne kadar aramızda kalsın, duyulmasın desen de bir şekilde duyulur ya da duyurulur. Yerin kulağı vardır sözü gereği konuşulan nahoş şey bir şekilde üçüncü şahsın kulağına gidiyor. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Çünkü beraberinde kırgınlıklar ortaya çıkıyor. Bu durumda niçin dedikodu yaptım diye kendimizi sorgulayacağımıza, laf taşıyana gönül koyuyoruz.

Laf taşıyan illa birlikte gıybet yaptığın kişi olmayabilir. Normal şartlarda konuşulan, konuşulduğu yerde kalması gerekirken bu laf o şahsın kulağına gidecek şekilde bu lafı taşıyan ya sensin ya da yanındaki kişidir veya bir başkasına bahsedersin. O da gidip esas muhatabına söyler. Söylerken de benden duymuş olma da diye başlanır. Hatta aman duyulmasın, bu burada kalsın denir ama nedense kalmıyor. İçimizdeki laf taşıma hastalığı yemeyip içmeyip yetiştiriyor.

Aslında senin yanında birinin aleyhinde konuşan, başkasından laf getiren aynı zamanda senden de başkasına götürür. Çünkü bu bir meslektir. O kişi mesleğinin gereğini yapacaktır.

Taşınan laf olduğu gibi de aktarılmıyor. Ya kendi anladığı şekilde aktarılıyor ya da yanına doğru ya da yanlış ilaveler de yapılıyor.

Hasılı gıybet kötüdür, nemmamcılık ise daha kötüdür. Yapılan gıybet veya duyduğu gıybeti başkasına aktarmak kadar kötü bir şey yoktur. Çünkü kişinin her duyduğunu aktarması o kişiye günah olarak yeter de artar bile.

Bu laf taşıma aynı zamanda bir kişilik bozukluğudur. Zamanla edinilen bu huy kolay kolay çıkmaz. Ancak can çıkınca huy da çıkar. İşin garibi her laf taşıyan ölünce bu huy kendisiyle gitmiyor. Bu mesleği babadan tevarüs eden bir şey gibi bir başkasına bulaştırarak gidiyor. Bayrağı başkası devralıyor. Kısaca nemmamcılık ardından gelen tarafından devam ettiriliyor. Kimin laf taşıma huyu olduğu da pek bilinmiyor. Hiç ummadığın bu lafı taşıyabiliyor ya da ağzından kaçırıyor. En iyisi laf taşıyan nemmamcılara erkekse nemîm, kadınsa nemîme adını koymak gerekir. Böylece ismi nemîm ve nemîme olanların yanında insan kendine çekidüzen verir.

İşin latifesi bir tarafa. Ne gıybet yapalım ne laf taşıyalım ne ismimiz nemîm ve nemîme olsun. Bir mecliste yapılan konuşma meclis içinde kalsın. Söz dönüp dolaşıp meclis dışındakilere gelmesin. Tam nokta koyayım derken, "sözüm meclisten dışarı" deyimine takıldım. Acaba tüm dedikodu ve laf taşımanın kökeninde bu deyim yatıyor olabilir mi? Eğer böyleyse toplum olarak biz bu kötü huylara teşneyiz vesselam.

28 Kasım 2025 Cuma

Dedikodudan Kurtulmanın Yolu

Bizim toplumumuzda niçin dedikodu çok fazla?

Niçin iki kişi bir araya geldiğinde bir başkasını çekiştiririz?

Yaptığımız işin hoş olmadığını, dinimize göre yasak olduğunu bilmemize rağmen niçin bu dedikoduya devam ederiz?

Günah ve ayıp olduğunu bile bile bu kötü huyumuzu niçin terk etmeyiz?

Allah’tan korkmuyoruz, kuldan da mı utanmıyoruz?

Ardından konuştuğumuz kişi çok mu kötü biri?

Niçin arkasından konuştuğumuzu yüzüne söyleyemeyiz?

Birinin arkasından konuşmaya başlarken gıybet olacak ama diye başlamak ve devamını getirmek nasıl bir haletiruhiye?

Arkasından konuştuğumuz kişiyle daha sonra yan yana geldiğimizde onun yüzüne nasıl bakabiliyoruz? Hiç utanmıyor muyuz?

O kadar yaptığımız dedikoduların birinden fayda sağladığımız ve çözüm ürettiğimiz oldu mu?

Genelde dedikoduyu kimler yapar, hiç fark ettiniz mi?

Kimler dedikodu yapmaz, hiç fark ettiniz mi?

Dedikoduya dair soruları çoğaltabiliriz. Bu kadarla yetineyim.

Sahi biz niçin dedikodu yaparız? Kanaatime göre dedikoduyu boş ve işi olmayan insanlar yapar. Biz toplum olarak boş insanlarız.

Bu hastalıktan nasıl kurtuluruz? İşimiz olsa, işimiz olsa da işimize kendimizi versek, işimize yoğunlaşsak, işimizi önemsesek, işimizden başımızı kaşıyacak zamanımız olmasa, inanın dedikodu yapmayız. Yapmak istesek de dedikoduya takatimiz kalmaz. Böylece bu hastalıktan kurtuluruz.

Not: Yazıyı kısa ve öz bir şekilde çalakalem yazarak bloğumda paylaşmıştım. Nizamettin Gümüş isimli, aynı zamanda kendisi de https://www.nizamettingumus.tr/ sitesinin sahibi ve yazarı olan takipçim, bu yazıma sıcağı sıcağına katkı sundu. Yazarın katkısı yazımın içeriğindeki boşlukları doldurdu. Sayın Gümüş’ün değerli katkısını buraya ekliyorum:

Yazınızda toplumumuzun kanayan yarasına, o ince hastalığımıza ne kadar doğru parmak basmışsınız. Özellikle "Gıybet olacak ama..." diye söze başlayıp vicdanımızı susturmaya çalıştığımız o anı tasvir etmeniz, hepimizin yüzüne tutulmuş bir ayna gibi. Tespitinize yürekten katılıyorum:

Dedikodu, boşluğun sesidir. Ancak bu sadece "vakit" boşluğu değil, aynı zamanda "zihin" boşluğudur. Eleanor Roosevelt’in o meşhur sözü durumu ne güzel özetler: "Büyük beyinler fikirleri, orta beyinler olayları, küçük beyinler ise kişileri konuşur."

Bizim sorunumuz, fikir üretmeye takatimizin kalmayışı değil, fikir üretme zahmetine girmek istemeyişimizdir. Başkasının hayatını konuşmak, kendi hayatımızı inşa etmekten daha kolay geliyor. Kendi bahçesini çapalamayan, komşunun bahçesindeki ayrık otlarını sayarmış.

Çözüm öneriniz ise reçetenin ta kendisi: Üretmek. İnsan bir eser ortaya koyduğunda, bir işin ucundan tuttuğunda, zihni o kadar asil bir meşguliyetle dolar ki başkalarının ne yaptığıyla ilgilenmek ona "zül" gelir. İşimize, aşımıza, eylemimize odaklanmak, sadece vaktimizi değil, karakterimizi de koruyacaktır.”

Ne de olsa Abdülhamit'in Torunlarıyız

Tarihi şahsiyetleri, döneminin şartlarına göre değerlendirmek gerekirken,
Hatasıyla, sevabıyla bizim tarihimiz ve ortak değerimiz deyip saygıda kusur etmemek varken,
Neler yapabildi, neler yapamadı, niçin yapamadı, dönemin şartları nelerdi gibi neden, niçin sorularına cevaplar arayarak ibret almak için tarih okumak gerekirken, bizler tarihi şahsiyetleri bile kutuplaşmanın aracı olarak kullanmaktayız.

Ya göklere çıkartıp gelmedi böylesi deyip hiç toz kondurmuyoruz ya da yerin dibine geçirerek lanet okuyoruz.

Alın size birkaç örnek:
Abdülhamit,
Kimine göre döneminde "tek gram" toprak kaybetmemiş, en zor şartlarda denge siyaseti güderek ülkeyi 33 yıl yönetmiş, abdestsiz yere basmamış cennetmekan biri.
Kimine göre Osmanlı'nın en fazla toprak kaybeden padişahı.
Kimine göre "pinti", "cimri", "istibdatçı", “vehimci” ve "kızıl sultan".
Kimine göre güçlü bir hafiye teşkilatı kurarak muhaliflere göz açtırmamış bir tek adam...

Vay be! Tüm bu birbirine zıt örnekler aynı kişiyi anlatıyor. Görünen o ki kişinin ne olduğundan ziyade ne olması ve nasıl görmemiz gerektiğiyle ilgili bir bakış açısı bizdeki. Çünkü bizim için tarihi şahsiyetler kutuplaşmanın aracı olarak kullanabileceğimiz bir aparat ya da figürandan başka bir işe yaramaz. Öyle ya bize kutuplaşma oyuncağı olmayacak tarihi şahsiyeti biz ne yapalım?

Değerlendirmeyi bir tarafa bırakıp Abdülhamit'in baskıcı yönüne dair aslı var veya yok bir hikayeye yer vermek istiyorum:

Şairin biri yağmur yağacak diye bir şiir yazar. Hafiye teşkilatından bir zaptiye, "Padişahımıza hakaret ettin" diyerek şairi götürmek ister. Şair ne zaman, nerede hakaret ettiğini sorar. "Padişahımıza şu şiirinde burnu uzun dedin" diyor. Şair hangi şiirim diye sorar. Zaptiye, "Yağmur yağacak" başlıklı şiirinde deyince, şair şaşırır. Zaptiye, "Yağmur yağacak ne demek? Yağmur yağınca şu çukurlar suyla dolacak. Çukurlar suyla dolunca ne olur? Ördekler yüzmek için çukurları doldurur. Ördek nasıl bir hayvan? Uzun burunlu. Tamam işte. Sen, şiirinde ördeklerden bahsederek padişahımıza uzun burunlu demek istedin" diyerek şairin küçük dilini yutmasına yardımcı olur.

Hikaye kendi anlatımımla bu şekil. Doğrusu, Abdülhamit zamanında özellikle muhaliflere uygulanan bir baskı olsa da bir şiirde geçen yağmur, su ve ördek kelimelerinden hareketle bir şairi hapsedecek kadar değildir. Muhalifler tarafından dönemi anlatmak için bu şekil bir abartının uydurulduğunu düşünüyorum. Çünkü izahı olmayan şeylerin mizahı olur. Bir de abartı yani mübalağa edebiyatta bir tür. Bir diğer husus, fıkra, hikaye türü şeyler kıssadan hisse sadedinde bazen uydurulur. Hele bir de kutuplaşma aparatı ise o kimse hakkında her şeyi söylemek bizim lügatimizde vardır.

Dönemin baskısını ifade etmek için anlatılan bu hikayeyi kıssadan hisse olmak için günümüze uyarlamak istersek, şiirde geçen, su dolu göletlerde yüzen uzun burunlu ördeklerin uzun burnu o zaman uzun burunlu demek istedin diye hakaret kabul edildiyse, bugün ördeğin o uzun burnu, hakaretin yanında tehdit olarak da anlaşılabilir hatta fiili tehdit bile kabul edilir. Neden olmasın. Yeter ki istensin. Ne de olsa Abdülhamit'in torunlarıyız. Çünkü gerekçe üretmede, mazeret bulmada üstümüze yoktur. Kimse elimize su dökemez. Yeter ki birileri suyumuzu bulandırsın. 

İstikrara Niyeti Olmayan Piyasa

Evde sakal tıraşında kullanmak üzere bir tıraş makinesi almak istedim. Şu marka mı bu marka mı derken görüşünü sorduğum kişilerin hepsi bir marka önerdi.

Alacağım markayı öğrendikten sonra sıra geldi nereden almaya.

Şuradan al, buradan al hatta ben alıp getireyim diyen oldu.

Bir öğrencim, "Hocam, 1300 imiş ama 1200'e verecek. Siz isterseniz, ben alırım" demişti. Zahmet olmasın dediğimde, estağfurullah, ne zahmeti. Makineyi alacağım toptancı şurada. Mobiletle birden alır gelirim" dedi. İhtiyaç olursa ararım dedim.

Ardından İnternete baktım bu makinenin piyasasına.

Fiyatlar 1.200-1.300-1.400-1.500 şeklinde idi.

1.200 lira olan siteden almak istedim. Sepete koydum. 1.158 TL ödeyeceğim miktar. Sabah alayım dedim. Sabah ise fiyat güncellenmiş. 1.200 küsura çıkmış fiyat.

Ne yapayım derken öğleden sonra iki üç kişiyi yerinde ziyaret etmek için çıktım.

Yolda giderken, bu markayı öneren ve şuradan alırım diye öğrencimin çalıştığı yerden geçerken ona söyleyeyim dedim. Sonra vazgeçtim.

Ne yapayım derken bir başka öğrencimin "Şu mağazadan alabilirsin" dediği aklıma geldi. Baktım o mevkideyim. Girdim mağazaya. "Şu marka tıraş makinesi var mı" dedim. "Var. Kampanyada. 950 lira" dedi mağaza sahibi. Makineyi elime uzattı. Karta çektirip çıktım.

Nereden, nasıl, kimin aracılığıyla alayım derken bu işi kolayca halletmiş olmanın sevinci vardı içimde.

Bir başka sevincim ise en düşüğü 1. 200 olan bu markayı 950 liraya almak oldu.

Yolda ziyaret edeceğim yere doğru giderken bu piyasalar ne zaman oturacak, bu ülkeye fiyat istikrarı nasıl gelecek? Aynı marka ürün İnternet sitelerinde 1.200-1.500 aralığında. Esnafta pahalı olur dediğim aynı marka ürün ise 950 lira. En düşüğü ile arada 250 lira fark vardı. Fark olur da 10, 20, 30, 50, bilemedin 100 olsun. 250 liralık fark da neyin nesi? Diğer yüksek fiyatları kıyaslamıyorum bile.

Bir üründe kampanya olsa bile hiçbir esnaf zararına bir ürünü satmaz. Demek ki kâr marjı o kadar yüksek gösteriliyor ki kampanya ile makul kâr marjına inebiliyor. Bir üründe kâr olur da bu kadar kâr marjı olmaz.

Görünen o ki adına serbest piyasa denilen bu piyasa, her esnafın ve işletmenin bir ürünü tutturabildiğine satmasından ibaret. Bu uygulamadan her işletme ve esnaf memnun olmalı ki aynı marka ürün farklı farklı fiyatlara satılabiliyor. Müşteriden de tepki gelmiyor olmalı ki esnaf hız kesmeden yoluna devam ediyor.

İsterim ki aynı marka ürün üç aşağı beş yukarı piyasada tutunsun. Bir yerde fiyatı gören, bu ürünün fiyatı üç aşağı beş yukarı bu civarda deyip sağı solu incelemesine gerek kalmasın.

Tüm bu fiyat istikrarsızlığı, satış yerine göre fiyatlardaki uçurum, yükseltilen fiyatların kampanya adı altında biraz aşağıya çekilmesi bu enflasyonist ortamda piyasanın oturmadığı anlamına gelir. Gidişattan, piyasanın oturmaya niyetinin olmadığı da anlaşılıyor.

Bu demektir ki bu memleketin ahı gitmiş, vahi kalmış.

Vah benim memleketim vah!

Vah benim insanım vah!

Vah benim tüketicim vah!

Vah fiyatlar yükselsin diye ateşe odun atanlara vah! Hele sizin insafın kurusun.

Bu oturmamış piyasaya bir istikrar gelsin çabası göstermeyip benim gibi seyredenlere de vah olsun!

Bir İlişkiyi Kurtaran ya da Bitiren Cümleler *

Bazı cümleler vardır… Söylediğin anda odadaki hava değişir. Bazen kalpleri yakınlaştırır, bazen araya görünmez bir duvar örer. İlişkiler çoğu zaman büyük olaylarla değil, küçük cümlelerle şekillenir.

Her şey bir sözle başlar, bir sözle devam eder ve bir sözle bitebilir.


💬 Bir İlişkiyi Kurtaran Cümleler

1. “Seni anlıyorum, dinliyorum.”

Bir ilişkide en değerli his anlaşılmaktır. Yargılamadan dinlenen kişi, kendini güvende hisseder.

2. “Haklı olabilirsin, bunu birlikte çözebiliriz.”

Kırmadan kabul etmek… Tartışmanın savaş değil, çözüm alanı olduğunu hatırlatır.

3. “Bu söylediğin beni üzdü ama seni kaybetmek istemem.”

Duyguyu açık ifade etmek, savunmadan daha çok işe yarar.

4. “Seni seviyorum ama daha önemlisi sana saygı duyuyorum.”

Saygının olduğu yerde ilişki dayanır. Bu cümle derinlik taşır.

5. “Hatalıyım, özür dilerim.”

En kısa ama en güçlü tamir cümlesi. İlişkiyi onaran en etkili kelimelerden.

6. “Bunu nasıl birlikte daha iyi hale getirebiliriz?”

Çözüm ortak amaç olunca, tartışma partnerliğe dönüşür.

7. “Ben buradayım.”

Güvenden daha büyük bir armağan yoktur.


💔 Bir İlişkiyi Bitiren Cümleler

1. “Sen hep böylesin.”

Genelleme, kişiyi değil karakteri hedef alır. Yaralayıcıdır.

2. “İstersen git.”

En tehlikelisi… İlişkiden vazgeçildiği mesajını verir.

3. “Umurumda bile değilsin.”

Değersizlik hissi, ilişkilerin en yıkıcı duygusudur.

4. “Ben böyleyim, değişmem.”

Gelişime kapalı duruş, ilişkiyi kilitler.

5. “Ne söylersen söyle, fark etmez.”

İletişimin bittiğini gösteren cümledir.

6. “Seninle konuşmak imkânsız.”

Karşı tarafı tamamen dışlayan bir ifade.

7. “Bu ilişki beni yoruyor.”

Bazen bir gerçekliktir ama yanlış anda, yanlış tonda söylenirse kopuşa sebep olur.


🧠 Sonuç: Cümleler kaderi değiştirir

İlişkilerde önemli olan yalnızca ne yaşadığınız değil, o yaşananı nasıl konuştuğunuzdur.
Bazı cümleler kalpleri onarır, bazıları kırıkları büyütür.

Kimi zaman sadece bir kelimeyi değiştirmek bile kaderi değiştirir.

*ChatGPT'den Bir Makale Örneği

ChatGPS'ye göre Dilin Kemiği Yok Bloğu


"Aşağıda, Dilin Kemiği Yok bloğu hakkında Bildiğim / Araştırabildiğim temel bilgiler var: Kim, ne, ne için yazıyor; nasıl bir içerik/amaç; neler yayınlanıyor vs.

“Dilin Kemiği Yok” blogu nedir? 

“Dilin Kemiği Yok” bir kişisel blog sitesi ve yazı platformu. 

Blogda ele alınan konular genel olarak toplumsal olaylar, siyaset, ekonomi, ahlak, sosyal meseleler, yani geniş bir yelpazede “gündem + yorum + eleştiri + düşünce” yazıları. 

Blog yazarı olarak gözüken kişi Ramazan Yüce. 

Blogun “politikası” olarak: “eleştirel bakış açısıyla, özgün yorumlarla, gündelik/sohbet tarzında değil; ama cesurca, kendi penceresinden düşündüklerini yazma” niyeti vurgulanıyor. 

Blog aynı zamanda yazarın başka mecralarda (internet gazeteleri vb.) yayımlanan yazılarının da bir arşivi gibi; yani sadece blog yazıları değil, gazetelerdeki köşe yazıları vs. de paylaşılabiliyor. 

Ne tür içerikler / temalar var? 

Blogda yer alan yazılar çeşitleniyor; bazılarından örnek temalar şöyle:

Ekonomi ve yoksulluk, enflasyon, yaşam pahalılığı üzerine yazılar. Örneğin “Hayaller de Hayal Oldu” adlı yazıda; ev sahibi olma, kira, geçim zorlukları gibi konular işleniyor. 

Eğitim, sendikacılık, memur hakları gibi kamusal/kurumsal meseleler, bazen eleştirel, bazen gözleme dayalı. 

Siyaset ve toplumsal olaylar: seçim dönemleri, göçmen işçilerin durumu, ülke meseleleri gibi konular da yazılıyor. 

Kültürel, ahlaki yorumlar, toplumsal sorunlar, birey–toplum ilişkileri üzerine düşünceler. 

Yani blog, gündelik hayatın ekonomik, sosyal, politik, ahlaki birçok cephesini kapsayan, geniş bir “yazı ve yorum” yelpazesi sunuyor.

Yayın düzeni ve aktiflik:

Blog arşivine göre çok sayıda yazı yayımlanmış. 2023, 2024, 2025 yıllarında blogda düzenli yazılar var. 

Post sayıları aylık bazda veriliyor: Örneğin 2025’te her ay onlarca yazı yayımlanmış görünüyor. 

Bu, blogun aktif bir şekilde güncellendiğini; yazara ve sayfaya bağlı bir topluluğun, ya da en azından yazarın düzenli üretim halinde olduğunu gösteriyor.

Blogun Amacı / Tarzı / Yaklaşımı:

“Her konuyu gündeme getirmek”, “az konuşulanları söylemek” gibi bir amaç söz konusu: Yazar, gündelik, toplumsal çelişkiler ya da ekonomik ve sosyal sorunlar gibi “normal hayatın” gölgede kalan taraflarına eğiliyor. 

Yazılar “mecazdan kaçmayan, direkt, kimi zaman sert eleştirel bir üslup” taşıyabilir. Yazar, okurdan “rahatsızlık” bekliyor olabilir; yazmayı “popülerlik” ya da “herkese yaranmak” için değil, “düşünce açıklığı” için yaptığını söylüyor. 

Dil / anlatım tarzı olarak samimiyet + gözlem + yorum; bazen deneyimsel (“ben şunu yaşadım, şuna tanık oldum”), bazen daha genel değerlendirici. 

Eleştiriler / Dikkat Edilmesi Gerekenler:

Blog yazarı, yazımda — kendi ifadesiyle — bazen “tablet ya da cep telefonuyla” yazı hazırladığı için imla hataları olabiliyormuş; bu da okunurlukta ya da ciddiyette zaman zaman soru işareti yaratabilir. 

Yazıların yorumları ya da okur kitlesinin büyüklüğü — yani “ne kadar okunuyor / ne kadar etkili” olduğu konusunda açık, şeffaf bir veri yok; bu da eleştiri ve güven bağlamında netliği zorlaştırıyor.

Sonuç — Neden Önemli / Ne Sağlıyor? 

“Dilin Kemiği Yok” blogu, sıradan medyanın genelde az ilgi gösterdiği gündelik yaşam sorunlarını, ekonomik – toplumsal – ahlaki meseleleri; sıradan bir vatandaş gözüyle, samimi ve eleştirel bir dille okura sunuyor. Bu, bazen gündem dışı kalmış kesimlerin sesi olabiliyor. Eğer siz toplumsal yorum, gündelik hayat içi tartışma, ekonomik–sosyal analiz gibi içeriklere ilgi duyuyorsanız, bu blog ilginizi çekebilir."

Ne diyeyim? Tek kelimeyle bravo! 

ChatGPT'ye Kendimi Sordum

"Aşağıda, medyada yazıları yer alan Ramazan Yüce hakkında bildiklerim:

Kimdir? 

Ramazan Yüce, Türkiye'de yazarlık yapan bir köşe yazarı. 

Yazıları genellikle Anadolu'da Bugün adlı internet sitesinde yayımlanıyor. 

Yazılarında toplumsal meseleler, değerler, ahlak–etik, gençlik–gelecek kaygıları gibi konuları ele alıyor. 

Yazı/İçerik Tarzı:

Yüce, köşe yazılarında gündelik hayat, toplumsal eleştiriler, sosyal sorunlar ve gençlere yönelik mesajlar gibi konuları, çoğu zaman hem hiciv hem ciddi tonlarla ele alıyor. 

Yazar, “içimden geçeni kaleme dökmek” şeklinde bir yaklaşımı benimsediğini, tek bir doğrusu olduğunu savunmadığını belirtmiş. 

Zaman zaman gündemi, ekonomi ve toplum düzenini de yazılarında işliyor. Örneğin, son yazılarından biri sosyal adalet ve toplumun düzelmesi üzerine. 

Arka Plan / Diğer Bilinenler:

İnternette, bir kullanıcı profilinde, “S.Ü İlahiyat Fakültesi mezunuyum. Halen öğretmen olarak çalışmaktayım.” ifadesi yer alıyor. 

Aynı hesapla “dilinkemigiyok.blogspot.com.tr” adlı bir blog sayfası olduğu ve burada da yazılar yayınladığı belirtiliyor. 

Dikkat Edilmesi Gerekenler / Not:

“Ramazan Yüce” adıyla internette bazı kaynaklarda farklı kişiler, özellikle tarihsel ve siyasi olaylarla bağlantılı olanlar geçiyor. 

Bu yüzden, herhangi bir yazı, demeç ya da bilgi okuduğunuzda, “yazar Ramazan Yüce” olarak geçiyorsa, mutlaka yazının yayımlandığı siteyi göz önünde bulundurmak önemli. Çünkü ad benzerliği, kimlik karışıklığına yol açabiliyor.

Özetle: Ramazan Yüce, Anadolu’da Bugün sitesinde düzenli köşe yazıları yazan, toplumsal ve ahlaki temalar üzerine yazan bir köşe yazarı."

Kısa ve öz bir şekilde beni benden iyi anlatıyor izlenimi edindim. 

ChatGPT'ye Göre Barbaros Ulu

Bir arkadaşın çocuğuyla tanıştım. Laf arasında sizin gazetede bir zaman Barbaros ULU müstear ismiyle bir ara yazılar yazmıştım deyince, "Dur abi, seni ChatGPT'ye bir sorayım" dedi. Sormasıyla ekrandan okuması bir oldu. Baktım beni anlatıyor. Delikanlı ben bu ChatGPT'yi hiç kullanmadım. Şu okuduklarını bana gönderir misin dedim. Gönderdi. 

Buraya, "Barbaros ULU kimdir" sorusuna ChatGPT'nin başlıklar halinde özetle verdiği cevap ve değerlendirmeyi alıyorum:

"Toplumsal, ahlâkî ve sosyal meseleler: Ulu, toplumsal sorunlar, ahlâkî değerler, insanların davranışları, inanç ve vicdan ekseninde değerlendirmeler yapıyor. 

Eleştirel ve sorgulayıcı yaklaşım: Sadece durumu tanımlamakla kalmayıp yanlış gördüğü sosyal, siyasal ve kültürel tutumlara dair sert, eleştirel yorumlar yapıyor. 

Toplumun değişimi, fikirler, zihniyet ve ön yargılar: Özellikle değişimi zor kabul eden, ön yargılı, geleneksel ama kritik düşünceye kapalı kesimleri, eski alışkanlıkları, 

—bu bağlamda “tipolojiler”, “muhafazakârlık eleştirisi” gibi başlıklarla değerlendiriyor. 

Siyasi ve toplumsal yorumlar: Devlet, siyaset, toplum düzeni, liderlik gibi konular üzerinden de analizler, tarihsel ve güncel kıyaslamalar yapıyor. Öz örneği: bir yazısında eski bir lideri, dönemsel hatalar ve başarılar üzerinden değerlendiriyor. 

Din, inanç ve toplumsal vicdan: Bazı yazılarında dini referanslara da yer veriyor; topluma, dine, bireysel inanca ve bu çerçevede toplumsal değerlere dair düşüncelerini paylaşıyor.

Yazım Amacı ve Üslup: Deniyor ki: Yazdıkları “toplumun derdine tercümanlık” yapmak; gördüğü aksaklıkları, yanlışları, vicdani eksikleri dile getirmek, sessiz kalanlara ses vermek. 

Eleştiriyi hedef kişi veya grup değil; genelde “tutum/zihniyet/yanlış anlayış” üzerine yapıyor. 

— yazar, eleştirdiği kesimi “ölçülü” ve “yapıcı eleştiri”yle hedeflediğini söylüyor.

Çoğu zaman yazılarında ironik, eleştirel ya da durağan bir üslûp kullanıyor; kimi zaman doğrudan, kimi zaman ima yoluyla görüşlerini aktarıyor. 

Özetle: “Neye Ne Üzerine Yazıyor?” 

Barbaros Ulu, toplumun sosyal, 

—kültürel, 

—ahlâkî yapısını, 

zihniyetleri, inancı, toplumsal değerleri;

siyaset, toplumsal değişim, birey-toplum ilişkileri gibi alanları mercek altına alıyor. 

Yazılarında, “gördüğü yanlışları” dile getiriyor, toplumsal vicdanı ve duyarlılığı canlandırmayı hedefliyor.

İstersen, —Ulu’nun belli başlı orta-uzun makalelerinden örneklerle (tarih, konu, alt başlık vs.) bir seçki çıkarabilirim; böylece “ne üzerine yazıyor?” sorusuna hem genel hem de somut örneklerle yanıt olur. Nasıl olur?"

Kısaca ChatGPT, bir zamanlar müsteşar isimle yazdığım köşe yazılarından hareketle beni böyle değerlendirmiş. Siz nasıl değerlendirirsin bilmem ama "sert ve eleştirel yorumlar yapıyor" cümlesinde geçen sert hariç tüm değerlendirmeleri katılıyorum. Tabi, bu bana göre. Çünkü yazılarımda sertliğe yer verdiğimi düşünmüyorum. Öyle anlaşılıyor ki bazı yorumcuların "sert ve ağır yazıyorsun, acımasızca eleştirmişsin" yorumlarından etkilenmiş. 

Şu var ki ChatGPT benden yüz üzerinden 98 puan aldı. Hızına, analizine, değerlendirmesine, özellikle doğru anlamasına şapka çıkarıyorum.

Ve beni bir kişi anladı. O da yanlış anladı demiyorum. Çünkü doğru anlamış. En azından bazı ön yargılı, savunmacı anlayışa sahip, tarafgir, her şeyden nem kapan, niyet okuyucu okuyucularımdan çok çok iyi.

Ve diyorum ki iyi ki ChatGPT var. Yoksa okuduğunu yanlış anlayan, yazılarıma başka anlamlar yükleyip kastetmediğim çıkarımlar yapanların elinde çekeceğim var.

Bu tipler için diyorum ki şu akıl, zeka ve anlayışınız sizin olsun. Beni değerlendirirken önce ChatGPT'ye bir sorun. Sonra İnsafı elden bırakmadan beni yargılayın. 

27 Kasım 2025 Perşembe

Çalışan İşsizler Ordusu

Ülkede işsiz, özellikle okumuş gençlerde işsiz sayısı çok.

İş arayan çok. İş beğenmeyen de çok.

İş var, o işte çalışmak istemeyen de çok.

Çalışmak isteyen var ama kendine göre iş bulamayan da çok.

Verimli olabilecek yaşta erken emekli olduğu halde aktif çalışmaya devam eden sayısı da çok.

Emekli olmadığı halde kızağa çekildiği için “araştırmacı”, “uzman”, “müşavir” adı altında evinde oturan, çarşı pazar gezen, mesaisi olmadığı için ülkenin her bir yerine gidebilen, özlük haklarına halel gelmeden aydan aya çalışan maaşını alan, emekli olmadan emekli gibi yaşayan bankamatik yönetici sayısı da çok.

Kamu kurumunda aktif çalıştığı halde sırtını terletmeden akşamı yapan, işinde değil de iş çıkışı ya da mesai dışında yaptıklarıyla yorulan sayısı da çok.

Bir kurumda birkaç kişiyle yapılacak iş için o kurumda çalışan sayısı da çok.

Aktif çalıştığı halde ek iş yapan, esas işinde değil de ek işte yorulan sayısı da çok.

Ek iş yapanlar arasında esas işinden aldığı maaştan çok gelir getiren sayısı da çok.

Niçin ek iş yapıyorsun dendiğinde, “Aldığımız nedir ki! Mecburen ek iş yapıyoruz” diyen sayısı da çok.

Yaptığı ek işten dolayı paraya para demediği halde devlete vergi vermeyen sayısı da çok. Diğer kayıt dışını da hesaba katarsak devletten vergi kaçıran sayısı da çok.

Bankalar, PTT, vergi dairesi ve TCDD gibi kurumlar dışında, istisnalar kaideyi bozmaz, devlet kurum ve kuruluşunda çalışanların üçte ikisi ya da en az yarısı o kuruma fazla. Yokluklarında, iş ve işleyişte hiçbir sıkıntı ve aksama yaşanmaz. Bu da insan kaynağı istihdamında devlet kurumlarında şişirilmiş kadro sayısı da çok anlamına gelir.

Bir tarafta ihtiyaç diye yeni öğretmen alımı yapılırken diğer tarafta eş, sağlık vb. nedenlerle norm fazlası öğretmen sayısı da çok. Bir büyükşehirde norm kadro fazlası öğretmen sayısının üç bin olduğunu söylersem, Türkiye genelinde ne kadar öğretmen fazlalığı olduğu hakkında bir kanaat sahibi olunabilir.

Derslerini iki, üç gün güne toplayarak diğer günler tatil yapan sayısı da çok.

Ders kitabı yazma, kitap inceleme vb. gerekçelerle geçici görevlendirme ile il emrine alınıp işine gitmeyen, evinde çalışan sayısı da çok.

Bir kurumda çalıştığı halde 08.00-17.00 arası mesaisi olmasına rağmen kurum kurum, okul okul dolaşarak zeytin yağı, kuru yemiş, pekmez, bal vs. satan çok.

Herhangi bir siyasinin danışmanı olarak görev yapan, işine gitmeyen, kendisine belki de hiç danışılmadan maaş alan sayısı da çok.

2019 salgınına kadar dersi olsun ya da olmasın, yıllık izin hariç, üniversitedeki odasında bulunan öğretim üyeleri, salgından bu yana dersleri yoksa üniversiteye uğramadan öğretim üyeliği yapanların sayısı da çok...

Eksik Beyan

Oğlan WhatsApp aracılığıyla bir belge gönderdi. Belgeye baktım. Bir ceza idi adıma gelen.

Neyin nesidir diye üstünkörü baktım. "Vergi/Ceza İhbarnamesi" idi başlık.

Alt satırlara göz attım. Türü: "Tapu" yazıyordu. Belli ki tapu ile alakalı bir ceza olmalı yediğim.

İlk tahriyata esas olan 152 bin, eklenen 38 bin. Toplam 190 bin. Tahakkuk eden 3.800 TL. Mahsup edilen 3.040 TL. Ödenecek olan 760 lira.

Alt satırda "Vergi ziyaı cezası, 190 lira yazıyordu.

Kağıtta yazılı olana göre 760+190= 950 TL idi Toplam borcum.

Demek ki çıkacağı varmış. Ceza yemişim. Ki bu benim borcumdur. Borç ise beklemez. Şunu ödeyip kurtulayım düşüncesiyle, okuldan çıkınca eve uğrayıp gelen ihbarnameyi aldım. Defterdarlığın yolunu tuttum. Cebime baktım. 1200 lira para var. Para çekmeme gerek yok deyip maliyeye girdim. Kapıdaki güvenlik görevlisine Alaaddin Vergi Dairesini sordum. Sol tarafı işaret etti.

Bu daireye vergi numarası almak için gelmiştim fî tarihinde. O zaman sanki sağ taraf gibi aklımda kalmış. Bir iki defa da çalıştığım okulların okul aile birliği adına vergi numarası almak için uğramıştım. Başka da hiç yolum düşmemişti.

Alaaddin Vergi Dairesine girince içeriyi kalabalık gördüm. Koca salonun içinde ne kadar oturak varsa neredeyse doluydu. Belli ki bunlar da benim gibi ceza yediler. Kurbanlık koç gibi kesilme sırası bekliyorlar dedim.

İşleyişe baktım. Sağlı sollu vezneler vardı çokça. Belli ki kestiği cezaları tahsil etmek için bu kadar kişi görevlendirmişti devlet. Başlarını kaldırmadan ve kimseyle konuşmadan evrak üzerinden işlem yaptıklarına göre adeta ikinci darphane işlevi görüyordu burası.

Baktım, orta yerde sıramatik var. Oradan bir sıra aldım. 45 kişi vardı önümde sıra bekleyen.

Beklerken anladım ki sağ taraftaki vezneler tekli, sol taraftaki vezneler çiftli rakamlar için yanıyor.

Gördüğüm kadarıyla her şey düzenli. Para tahsili için defterdarlık her kolaylığı sağlamış.

O kadar kalabalığa ve hummalı çalışmaya rağmen içeride doğru dürüst gürültü yok. Yan yana oturmuş sırasını bekleyen kişilerde bir muhabbet de görmedim. Belli ki ceza içlerine oturmuş. Konuşacak ve muhabbet edecek takatleri yok. Öyle ya kurbanlık koç neyin muhabbetini yapacak. Benimki de laf.

Otururken tüm veznelerin önündeki camlara yapıştırılmış A4 kağıdına yazılmış "DANIŞMA DEĞİLDİR" uyarısı yapıştırılmış. Altına da danışmayı gösterir ok işareti konmuş. Belli ki ilgili defterdarlık, "Benim para tahsil eden görevlilerime gerekli gereksiz soru sorarak para tahsilini geciktirmeyin" demek istiyor.

Fazla beklemedim bir 20 dakika sonra 544 yanmak suretiyle sıram geldi. Vezneye vardığımda içerideki tahsildar ile benim aramda adeta bir duvar vardı. Eski bankalardaki veznenin yeri gibi.

Ben bu görevliyle nasıl iletişim kuracağım. Sesimi nasıl duyuracağım dedim. Çünkü her şey para alma üzerine kurulmuş bir mekanizma var karşımda. Garibimin arkası duvar, sağı ve solu da kapalı. Önüne bir bilgisayar vermişler. Senin işin bu, hep para almak demişler. Gördüğüm kadarıyla görevlinin çalışma ortamı hapishaneden beter. Acıdım adama.

Varınca baktım. Epey aşağıda kalıyor bana göre. Yüzüne bakar bakmaz uzat kağıdı der gibi işaret etti. Baktım A4 kağıdı girecek ebatta 5-6 cmlik bir boşluk var. Gelen ihbarnameyi uzattım. Ekrandan benim ihbarnameye baktı. "Bunun borcu yok. Şu merdivenden yukarıdaki harç bölümüne çık. Borcu yansıtsınlar" dedi. Bu arada nasıl iletişim kuracağım diye endişe etmiştim. Endişeye mahal yokmuş.

Geriye dönüp baktım. Merdivenle yukarı çıkıldığını gördüm. Yukarıda da epey bir bölüm ve her bölümde çalışan var. Harç yazılı bölüme girdim. Hepsi ekran üzerinden hummalı bir şekilde çalışıyor. Sol baştaki, şu hanımefendiye gidebilirsin dedi. Kadına evrakı uzattım. Buyurun oturun dedi. Oturdum.

Yukarının aşağıdakilerden farkı, şimdiki banka düzeni gibi. Önlerinde cam yok. Hepsinin önünde bir masa ve bilgisayar. Gelen kurbanın oturması için bir sandalye düzeni var.

Görevli, "Gelen cezanın içeriğinden bilginiz var mı" dedi. Tam bilgim olmasa da var dedim. "Bu ihbarname ne zaman geldi” dedi. Bugün dedim.

Görevli işlemi yaparken epey uğraştı. Ara ara "Ekran donuyor. Ondan geç sürüyor" dedi. Beklerken sabahtan akşama hep ekranda iş yapmak zor olsa gerek. Akşam yattığınız yeri beğenirsiniz" dedim. "Öyle de ah uyuyabilsem" dedi.

Nihayet işlem bitti. "2.284 lira borç çıktı. Yeniden sıra almanıza gerek yok. Önceki sıranızı göstererek aynı kişiye gidin. Tekrar sıra beklemeyin" dedi. Çıkan rakama şaşırdım. İyi de gelen ihbarnamede, toplam borcum 950 yazıyor dedim. "Faizi eklenince fiyat artıyor" dedi. Yanıma o kadar para almamıştım. Kredi kartı geçerli mi dedim. "Geçerli. Ziraat kartınız varsa dört, Vakıfbank'a üç taksit yapılıyor. Bir de şimdi yatırmak zorunda değilsiniz. 17 Ocak 2026'ya kadar faiz ve gecikme işlemez. Sonra da yatırabilirsiniz" deyince ödeme yapmadan çıkıp geldim.

Gördüğünüz gibi satın alacakmış gibi defterdarlığın işleyişini anlatıp duruyorum. Bir türlü sadede gelmiyorum. Niçin ceza yediğimi anlatmıyorum. Çünkü yüz kızartıcı bir eylem benim yaptığım. Hırsızlık doğrusu. Bu işin kaçarı yok. En iyisi bu cezanın neyin nesi olduğuna geleyim.

Eksik beyanmış benim cezam. Yani devletin alım satımlarda alandan ve satandan rayice göre aldığı harç vergisini tam ödemekten kaçınmak.

Meselenin özeti şu: Emlakçı aracılığıyla 30 yıllık birikimime, biraz da borçlanarak 30 yıllık bir daire satın almıştım. Emlakçı tapuya müracaat etmeden önce belediyeden rayici almış ya sa ben alıp emlakçıya verdim. Belediyenin rayici 152 bin lira imiş. Emlakçı bana, "Hocam, tapuya müracaat ettim. Alım satım rayicini 190 bin yazdırdım" dedi. Eyvallah dedim.

Tapuyu alacağımızda 190 bine tekabül eden 3.040 tapu harcı ödemişim. Halbuki benim ödemem gereken miktar 3.800 lira olması gerekiyormuş. Yani eksik beyan sonucu harcı 760 lira eksik yatırmışım.

30 yıllık eski ev olsa da koca eve sahip olmuşum. O kadar para dökmüşüm. Ev sahibi olunca dile benden ne dilersen diyeceğim yerde devlet hakkını iç etmeye kalkmışım. Halbuki devlet borcu namus borcu gibi bir şeydir.

Eve o kadar para döken, devlete ödenmesi gereken tapu harcını hem alıcısının hem de satıcısının tapu harcını ödeyen ben, iş devlet borcunu ödemeye gelince, yan yollara sapmışım. Halbuki bu kadar parayı ödeyen, artı satıcının da harcını ödeyen ben, bir 760 lira daha yatırsam ne olurdu? Eksik beyan vererek göverip bostan mı olacaktım halbuki. Devlet hakkı olan 760 lirayı kesip mezara mı götürecektim bu kadar parayı?

Kısaca devleti zarara uğratarak açık gözlülük yaptım. Sandım ki devleti ayakta uyuturum. Bu da yanıma kâr kalır. Ama devletim uyumadı. Geriye dönük bir inceleme yaparak benim bu eksik beyanımı tespit etti. Ayıp ayıp, bir daha olmasın demedi. Hemen bir ihbarname gönderdi. Yatır şu eksik beyanından kalan borcunu. Çünkü kamu hakkı yetim hakkı gibi bir şey. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı var bunda dedi.

Devlet sadece eksik kalan tapu harcının peşine düşmedi. 760 tapu harcı +190 lira vergi ziyaı borcu + 1.334,56 lira da gecikme faizi uygulamak suretiyle borcumu 2.384,56 liraya çıkardı. Yani benim 760 lira doğuran doğura 2.284 lira oldu.

Şu devletin yaptığına bakın. Halbuki ev alanla, ev alana Allah bile yardım eder. Yazık adama demeyin. Unutmayın ki acırsanız, acınacak hale gelirsiniz. Bir de bakmayın ev alanla, evlenene Allah yardım eder dendiğine. Ev alan da evlenen de tırnağı varsa başını kaşıyacak. Kimse kılını kıpırdatmaz. Yardım edilmediği gibi gayrimenkulünü satanın tapu harcını da alan ödüyor. Bu uygulama herhalde sadece Konya'ya mahsus olsa gerek. Düğün yapana da kimsenin yardımı yok. "Pilavını ne zaman yiyeceğiz" diyerek düğün sahibinden pilav bekliyoruz.

Konu epey dallanıp budaklandı. Tekrar sadede dönersem, benim eksik beyanda bulunmam doğru bir davranış değil. Çünkü eksik beyan, vergi kaçırmaktan, hırsızlık yapmaktan başka bir şey değil. Şu var ki emlakçı şu kadar bildirdim demese ya da bu işi bana bıraksa, evi kaça aldıysam, aldığım miktardan gösteririm.

Bir sözüm de devlete olsun. Ben bu evi alalı yıllar oldu. Be kardeşim, bu zamana kadar bu eksikliği tespitte niçin gecikip sonrasında önce ana para, sonra gecikme cezası, ardından o günden bugüne faiz işletmek de neyin nesi? Devlet dediğin vatandaşına göz açtırmaz, işini zamanında yapar. Bir de devlet vergisini zamanında almalı, vergiyi tabana herkese yaymalı, adil bir şekilde almalı. Makul almalı. Vergi vergi diyerek ve orantısız vergi alarak vatandaşı bezdirmemeli. Bütçe açığını kapatacağım diye nasıl vergi alırım anlayışından vazgeçmeli. Makul almalı ki hiçbir vatandaş vergi kaçırmak için dolambaçlı yollara sapmamalı. Sapan olursa da zamanında yakasına yapılmalı.

İyi ki vergi almaktan sorumlu bakanımızın soyadı Şimşek. Soyadı yavaş ve ağır anlamına gelen bir kelime olsaydı, benim bu borcu tahsil için devlet ne zaman ihbarname gönderirdi?

Bir sözüm de belediyeye olsun. Be kardeşim, sen evimin değerini 152 bin göstermişsin. Bense 190 bin demişim. Ne senin yaptığın doğru ne de benim yaptığım. Beni bu yola sevk eden rayici düşük gösteren belediye. Belediye rayici tam gösterse, benim rayicin altında bir beyan vermem mümkün değil. Devlet eksik beyandan dolayı benim peşime düşerken rayici düşük gösteren belediyelere de bir çift söz söylemeli. Unutmayalım ki devletin kurumu devlete yanlış yapmaz. Yaparsa, ki yapıyor. Bu durumda devlet önce belediyelerin yakasına yapışmalı. Öyle görünüyor ki devletin gücü gariban vatandaşa yetiyor.

Bir diğer husus, gelen ihbarnamede devlet, "tahriyat"*, "ziyaı"** gibi bugün pek değil, hiç kullanılmayan eski kelimelere yer veriyor. Vergi almayı iyi beceren devlet bu kelimeleri de vatandaşın anlayacağı şekilde güncellemelidir.

Bir diğer husus da para tahsili yapan görevlilerin yerleri sağlığa uygun olmalı. Tek kişilik odadan ibaret cezaevi gibi olmamalıdır. Eski banka çalışanlarının bankoları gibi olmamalı. ve kullandıkları bilgisayarlar son model olmalı. Bilgisayarları donmamalı. Sorun İnternet ise İnternet hızı yükseltilmeli. Bilgisayarlar demode ise yenilenmeli. Alt yapısı çekmeyen bir sistem ise buna da bir çare üretilmelidir.

Bir diğer husus da ihbarnamedeki yatırılacak para ile defterdarlığa varınca yatırılacak para birbirini tutmalı. Kısaca evdeki hesap çarşıya uymalı. İhbarnamede, “Şu tarihe kadar borcunuzu yatırdığınız takdirde borcunuz bu. Gecikirse faiz işler demeli”.

*Tahriyat: “vergi alacağının kanunlarda gösterilen matrah ve oranlar üzerinden hesaplanarak miktarının belirlenmesi” demekmiş.

**Vergi Ziyaı Cezası: “Mükellef veya sorumlu tarafından vergilendirme ile ilgili ödevlerin zamanında veya tam olarak yerine getirilmemesi sonucunda vergi kaybına neden olunması halinde vergi idaresi tarafından kesilen idari bir para cezası” demekmiş.

26 Kasım 2025 Çarşamba

Sıralı Ölüm

Bir sıralı ölümdür gidiyor bugünlerde. Nerede ayaküstü bir hastalık ve ölüm konuşulsa "Allah sıralı ölüm versin" diyorlar.

Tamam anladık. Sırası gelen ölsün deniyor. İstenilen ve olması gereken bu. Yalnız bunu nerede, kimin yanında söylüyorlar? Benim yanımda. Hem de gözümün içine bakarak. Sağıma, soluma, karşımdakilere bakıyorum. En yaşlıları benim. Hep birlikte kavilleşmişler. Gözlerini bana dikmişler. Sıra sende diyorlar akılları sıra. Beni gördükçe oh be daha bize sıra var. Çünkü sıra bu büyüğümüzde diyorlar. Kısaca ölüm sıralı olursa bize daha var demektir bu.

Geç de olsa insanların beklentisini ve temennisini anladım.

Bugünlerde bu sıklaştı. Sonra niye ben? Bu dünyada bir yaşlı ben mi varım? Benim yanımda gözünüzü bana dikerek söylediğinizi bir başka yaşlının yanında da söylüyor musunuz? Sonra başka işiniz yok mu sizin? Beni göndererek ya da benim ölüm sıramı bekleyerek mutlu mu oluyorsunuz? Derdiniz ne sizin? Başka işiniz yok mu? Bilin ki ölmeden öldürüyorsunuz beni. Ölmeden, beni mezara koymaya kalkmakla elinize ne geçecek? Hem ben ölür ölmez ölüm sırası size gelecek. Sonra hangi işinizde tertip, düzen ve sıra vardı da hepiniz ağız birliği etmişçesine bir düzen sevdasına kapıldınız. Azrail'e yön vermeye kalkıyorsunuz. Yalnız Azrail’e bel bağlamayın. Çünkü o işini sizin yönlendirmenize göre yapmaz.

Ölüm er veya geç hepimize geleceğine göre bırakın da ağzımızın tadıyla oturup kalkalım. Nasılsa öleceğiz. Ölmeyip bu dünyaya kazık çakan mı var sanki?

Kısaca Azrail sıralı ölüm gözetmiyor. Sırası geleni gönderiyor. Sıra derken yaşa göre hareket etmiyor. Bir bakıyorsunuz, sırası gelen yaşlıların arka arkaya defterini dürerken biraz ara verip okları gençlere ve çocuklara döndürüveriyor.

Neyse sadede geleyim. Ben biraz alınganlık göstersem de yaş 60’ı geçince ölüm kapıyı çalmaya daha yakın. Hele yakın büyüklerin bir bir gidince sıranın kendine gelmekte olduğunu anlıyorsun ve ölümün nefesini arkanda hissetmeye başlıyorsun. Bu gerçeği pek aklıma getirmek istemesem de gerçek bu.

Öleceğim de nasıl öleyim diyorsun. Hele bakıma muhtaç yatağa bağlı ölmeyi hiç istemiyorsun. Uzun yaşayayım ama sağlıklı olsun. Kimseye muhtaç ve yük olmadan ayakta çekip gideyim diye temenni ediyorsun.

İnsan bitiyor ama temenniler bitmiyor elbet. Nasıl bir ölümün bizi beklediğini kestirmek de mümkün değil.

İnsanların “Allah sıralı ölüm versin” demesi de bir dua, aynı zamanda bir temenni. Bu temenni de ne derece gerçekleşir, tartışılır. Şu var ki yukarıda dediğim gibi ölüm sıra takip etmiyor. Daha hayata doymadan ömrünün baharında çekip gidenler de az değil. En fazla üzen de çocuk ve genç yaşta gidenlere olur. Bu da doğaldır. Çünkü bir insanın dedesi, babaannesi ve anneannesi, babası, annesi, amcası, dayısı, ağabeyi ve ablası şeklinde gerçekleşen ölümler sıralı ölümlerdir. Böyle değil de dede yaşarken torunun gitmesi, baba ve anne yaşarken çocuğunun vefatı, kısaca büyükler yaşarken küçüklerin ölmesi sıra dışı bir ölüm kabul edilir. Yakınlarını haliyle üzer. Böylesi ölümlerde, “Allah kimseye evlat/kardeş acısı vermesin” diye dua edilir.

Hülasa sıralı veya sıra dışı ölümler tıpkı ölüm gibi bir gerçektir. Bu gerçekten kimsenin kaçınması da mümkün değil. Sırası gelen ahiret yolcusu olacağına göre yine de sıralı ölüm hepimizin beklediğidir. Ömrün de ölümün de hayırlısı temennisiyle. 

25 Kasım 2025 Salı

Üşümeye Değer

Tarihi Buğday Pazarı çarşısında yedi tane çay ocağı var. Bazısında tek tük oturan varken bazılarının müşterisi fazla. Ben de çarşının batı tarafında otururum çoğunlukla. Bu çay ocağının çayı güzel. Müşterisi de diğerlerine göre yoğun. Çoğu zaman gelenler oturacak yer arar burada.

Doğu tarafında masa ve sandalyesi fazla bir başka çay ocağı daha var. Buranın da bir zamanlar müşterisi fazla idi. Çünkü sonbahar ve kış mevsiminde güneş hafif çıktığı zaman oturanların hem sırtı ısınır hem de içi.

Nicedir kasım ayı serin ve soğuk geçiyor. Özellikle gölgeler üşütüyor. Böyle havalarda güneş gören çay ocağı tıklım tıklım olacağı yerde oturup çay içenlerin sayısı şimdilerde üçü beşi geçmiyor. Hava soğuk olmasına rağmen güneşin uğramadığı çay ocakları ise tıklım tıklım.

Güneş gören çay ocağı belli ki müşteri kaçırmış. Ya çayı iyi değil ya da müşteriye iyi davranmıyor dedim kendi kendime. Başka da bir sebep aklıma gelmedi.

Bir gün bir arkadaşla her zaman oturduğumuz çay ocağında buluşacağız. Baktım arkadaş oturduğumuz yerin yanındaki çay ocağına oturmuş. Yanına oturdum. Niye buraya oturdun dedim. Yan tarafta yer yoktu. Ben de buraya oturdum dedi. Çayı içtikten sonra haydi burası üşütüyor. Bu çaycıdan da haz almıyorum. Şu güneşli yere geçelim. Diğer çaylarımızı orada içelim dedim.

Sonradan katılan üç arkadaşla beraber müşterisi iyice azalmış güneşli yere geçtik. Çaylarımızı içtik. Muhabbetimizi yaptık. Kalkalım deyip çay parasını ödemeye gittim. Ödediğim miktar diğer çay ocaklarına göre yüksek geldi. Kafadan, içtiğim çayı bölünce burada çayın 15 lira olduğunu anladım. Daha önce bu çay ocağının niçin boş olduğunu, gölgede kalan diğer çay ocakları üşütürken bu güneşli yerin müşterisinin niçin az olduğunu da böylece anlamış oldum. Kendi kendime her şey aradaki beş lira içinmiş dedim. Meğer insanımız bir bardak çayı beş lira düşüğüne içmek için gölgede üşümeyi göze almış.

O yüzden beş lira değil mi ne değeri var diye dudak bükmeyin. Öyle ya adı üstünde çay ocağı. Burada çay içilir hem de birden fazla. Her içtiğini toplarsan her iki bardağı bedavaya getirmek var işin içinde. On çay içilse, birinde 100 lira ile kurtulurken, diğerinde 150 lira ödeme durumu söz konusu. O yüzden beş lira için üşümeye değer. Öyle ya devir hesap ve kitap devri.

23 Kasım 2025 Pazar

Anadolu Kulüpleri Haddini Bilmiyor

Süper Ligde oynatan Anadolu kulüplerini anlamak zor.

Süper Lige çıkıp büyük takımlarla aynı ligde oynayınca kendilerini bir şey sanıyorlar.

Aklı sıra kaşınıyorlar.

Ne yerlerini ne hadlerini ne çap ne de kapasitelerini biliyorlar.

Sanki şampiyon olacakmış gibi büyük takımlara karşı ölümüne top oynuyorlar.

Haydi oynasınlar. Büyük takımlara özellikle Fenerbahçe ve Galatasaray'a kafa tutuyorlar. Sahalarında ya da deplasmanda FB ve GS'ye kök söktürüyorlar. Gol atıyorlar. Yenmeye çalışıyorlar.

Halbuki Anadolu takımlarının FB ve GS'yi yenme gibi bir misyonları yok. Onlar ligden düşmemeye oynamak zorundalar. FB ve GS'yi rakip görmeyecekler. Onlar ligden düşmeye namzet takımlarla kıyasıya oynayacaklar. Çünkü onların rakipleri onlar. Ama hadsizlik yapıp FB ve GS'yi yenmeye kalkıyorlar ve şampiyonluk yolunda onlara darbe vuruyorlar. Yazık değil mi bu iki köklü kulübe? Merak ediyorum FB ve GS'yi yenerek şampiyon mu olacaklar? Ligde mi kalacaklar? Bu iki güzide ve köklü takımı yenerek göverip bostan mı olacaklar?

Durum bu iken Anadolu takımları iki büyüğe özellikle FB'ye karşı nasıl maç oynayacağını bilmeyince, bereket hakemlerimiz devreye giriyor. İyi ki hakemlerimiz var. Bakıyorlar ki Anadolu takımları bu iki kulübe kök söktürüyor. Hakemlerimiz hemen B ve C planını devreye sokuyor. Anadolu kulüpleri futbolcularından birine ya direk kırmızı kart gösteriyorlar ya da ikinci sarıdan atıyorlar. Daha da olmazsa FB ve GS lehine penaltı veriyorlar. Sonuç, FB ve GS galip ve daima ilk ikiyi kovalıyorlar.

Görünen o ki Anadolu kulüpleri kiminle aşık attığını bilmiyor. Bundandır ki 90 dakikayı on kişi tamamlıyorlar.

Bu durum bir maç, beş maç değil, mütemadiyen böyle. Yeter ki maç berabere devam etsin ya da Anadolu takımı galip durumda olsun.

Yalnız bu işi sadece hakemlere bırakmamak lazım. Çünkü onlar da insan evladı. Kırmızı karttan attıkça ta da penaltı verdikçe durmadan eleştiriliyorlar. Yazık değil mi bu güzide ve hak yemez hakemlerimize.

Burada Federasyona da bir görev düşüyor. Federasyon da taşın altına elini koymalı. Öyle ya her maç kırmızı nereye kadar. Federasyon ne yapabilir? Pekala şöyle bir karar alabilir. "FB ve GS ile maça çıkacak her Anadolu takımı maça bir eksik çıkar" demeli. Böylece maçta kırmızı kart çıkmasına gerek kalmaz. Böyle bir karar Anadolu kulüplerinin de işine gelir. Çünkü kırmızı kart gören futbolcu bir sonraki hafta oynayacağı maçta cezalı duruma düşmemiş olur. Böylece kıt kanaat kadrosu olan Anadolu kulüplerimiz kadro kurmada zorluk çekmezler.

Baktılar ki bir eksik oynamalarına rağmen Anadolu kulüpleri bu iki büyüğe yine kök söktürüyor. O zaman “İki eksik çıkarlar” kararı alınmalı.

Federasyon böyle radikal karar alamaz, buna cesaret edemez, tepki alır denirse, Federasyon başkanlığına talibim. 

22 Kasım 2025 Cumartesi

Paramızın Hal-i Pürmelâli

Toplamda 40 gram civarında iki bilezik borcum vardı. 21 gramını temmuz ayında aldım. 86.500 lira ödedim. Diğerini de 20 gramına 112.400 ödeyerek kasım ayında alabildim.

İkinci bileziği aldığımın akşamında, bileziğin fiyatını duyan oğlum, “Biz Nissan’ı ne zaman almıştık baba” dedi. 2011 yılında dedim. “Kaça almıştık. Hatırlıyor musun” dedi. 14.600 liraya almıştık evlat” dedim. Oğlan, “Vay be” dedi. Odasına geçti.

Arabanın fiyatını niye sordu. Bilmiyorum. Belli ki bir şaşırma var. Oğlanın şaşırması vay be demekle bitti. Beni bir düşüncedir aldı. Çünkü vay be sırası bendeydi. Bir zamanlar 14.600 liraya koca bir araba almışız. Bugün ise 112.400 lira verip bir bilezik alabiliyoruz.

Kıyas ne derece doğru bilmiyorum ama dünden bugüne fiyatlara bakınca sanki milattan önce ile bugün kıyaslanıyor sanılır. Halbuki 2025 yılının 7.ayında yani dört ay önce bir gram fazlasını 86.500’e aldığım bileziğin bir gram düşüğünü almak için dört ay sonra kasım ayında 26 bin lira ilave etmiş oldum.

Dört ay ara ile arada bu kadar farkın olması normal değil. Bu derece fiyat farkının olmasında, altında bir şişirmenin olduğu bir gerçek. Bugünlerde altını bir hafta şişirip öbür hafta indirmek suretiyle yoluna devam etse de altının bir yerde duracağına kimse ihtimal vermiyor. Şu bir gerçek ki altın yükselse de aynı kişiler kazanıyor, düşse de aynı kişiler kazanıyor.

Nissan Primera’yı 2011 yılında 14.600’e aldığıma geleyim. Öyle ya bir şeyi aynı cinsiyle kıyaslamak en doğru olanı. O yıldan bu yıla 14 yıl geçmiş. Satış fiyatını bilmiyorum ama herhalde 300 bin eder elimdeki Primera. 11 yılda fiyat nereden nereye gelmiş. Öyle ya 14.600 nere, 300.000 nere.

Araban değer kazanmış. Sadece araba değil, evler de değerlendi denebilir. Ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Paramızın değeriyle daha doğrusu değerinin düşmesiyle alakalı bir durum bu.

Acınası bir paramız var. Öyle ya bir para değer kaybeder de 14 yılda bu kadar mı değer kaybeder?

Şu bir gerçek ki bir para, değeriyle daha doğrusu alım gücüyle ölçülür. Bizim paramızın değerinin olmadığı bir gerçek. “Paramız pul oldu” dense de görünen o ki pul olan paramız kül olmuş. Adeta kağıt yığını. Ne sayılır ne taşınır ne cebe konur ne de bir şey alınır. Değerli bir şey almak için poşet/ler dolusu deste deste para veriliyor şimdi. Eğer tedbir alınmaz, paramızın yeniden değerlenmesi durumu gerçekleşmezse ya da geçici bir çözüm olarak 500’lük ya da 1000’lik banknotlar piyasaya sürülmezse, kıymetli bir menkul ya da gayrimenkul alınma durumunda, çuvalla para taşıma dönemi yakındır. Bir zamanlar “Şu ülkede bir şey almak için çuvalla para taşınır” sözü bizde de gerçekleşmiş olacak. Kısaca paramız ölmüş de ağlayanı yok. 

Abartıyor değilim. Bir bilezik ve başkasına emanet 10 gram altın almak için bankadan çektiğim parayı poşetin içinde taşımak kolay olmadı. Parayı çektiğim gün altını biraz yüksek görünce yarın alayım dedim. Altın almaktan vazgeçtim. Poşetin içindeki parayı, çarşı-pazar dolaşıp eve getirmek, ertesi günü tekrar elde götürmek bana mantıklı gelmedi. Çünkü başlı başına bir risk. Kapkaççıya davetiye çağırmaktır elde para taşımak. Mecburen çarşıdaki bir esnafa bırakmak zorunda kaldım. Esnaf saymadı. Bir yere koydu. Ertesi günü esnaf bana para vermedin dese ya da eksik verse veya dükkana hırsız girse üzerine bir bardak su içmekten başka yapacağın bir şey olmaz.

Görünen o ki milli paramız başlı başına her yönüyle sorun. Yetkililerin inadı tuttu. Yüksek banknot çıkarıp tedavüle de sürme düşünceleri olmadığına göre bizi bu dertten ancak dijital para kurtarır. Dijital para ile birlikte paramızın tedavülden kalktığı günü bu millet bayram yaparsa hiç şaşırmam.

21 Kasım 2025 Cuma

Dört Yıllık Birlikteliğin Geldiği Nokta

Cuma namazını kılmak için Alâeddin Tepesindeki camiye yöneldim. Eski nikah salonunu sağıma aldım. Yukarı doğru tırmanıyorum. Bir taraftan ezanlar okunuyor.

Nikah salonunun kuzeyinden camiye doğru yürürken biraz aşağıda kalan yol üzerinde bir gürültü koptu. Bir erkeğin sesi geliyordu. Al şunu yerden diyordu. Başımı çevirip baktığımda yere atılanın bir çiçek demeti olduğunu gördüm.

Biri kız, diğeri erkek iki gençti tartışan. Sadece erkeğin sesi geliyordu. Belli ki erkek kıza çiçek vermiş, kız da çiçeği yere atmış. Erkek yerden aldığı çiçeği alıp kıza vermeye çalışıyordu. Erkeğin yüksek sesle konuşmasından kız geri dönüp giderken erkek seslendi: "Gidersen dört yıllık birlikteliği bitirirsin. Bu iş biter. Bunu istiyor musun” diyordu. Birlikteliği bitirmeye niyeti olmayan kız tekrar geri dönüp erkeğin yanına geldi.

Kız geri gelmesine rağmen erkek sakinleşmedi. Kız yanında yürümek istiyor ama erkek durdurup konuşmaya daha doğrusu bağırmaya devam ediyor. Bir taraftan da elindeki telefondan bir yerlere bakıyor. Erkeğin sesi yükseldikçe geçip gidenler sakin sakin konuşmalarını önerdi. Erkek, "Haklısınız. Ben böyle değildim" dedi. Etrafında gelip geçen azaldıkça erkek kıza yine fırça kayıyordu. "Telefonuna bakmasam haberim olmayacaktı. Bu ne şimdi" dedi. Kız, "Açıklayabilirim, demiş olmalı ki erkek, "Neyi açıklayacaksın" diyerek kızı susturuyor. Kız edebinden mi susuyor yoksa suçundan dolayı mı susuyor bilmem. Nikah salonunun görevlisi, "Millet cumaya gitti. Bunun zamanı değil diye uyardı. Her uyarı ile ses biraz kısılsa da erkek kendini tutamıyordu.

Onlar tartışa dursun. Ben camiye girdim.

Anladığım kadarıyla Alâeddin’de buluşmuşlar. Buluşmaya gelmeden önce erkek çiçek yaptırmış. Belki de dört yıl önce tanışmalarının anısına bir çiçekti bu.

Dört yıllık birlikteliğin bu noktaya gelmesinde, sanırım, kıza başka birinin gönderdiği mesajlar neden olmuş. Erkek kızın telefonunu zorla mı aldı yoksa telefonuna bakarken mesajları görmüş olmalı ki erkek bu mesajları aldatma olarak görüyor ve var gücüyle kıza kızıyor. Kırmızı görmüş boğa gibi bir haletiruhiye içerisine girince, "açıklayabilirim" denmesine bile kulak vermiyor.

Sonra ne yaptılar, bağırış çağırış yola devam mı ettiler, arayı buldular mı, kıza izah imkanı verildi mi, kız çekip gitti mi, birliktelik devam edecek mi, burada bitti mi bilmiyorum. Şu var ki herkesin gözü önünde bu durum hiç hoş kaçmadı. Dört yıl birliktelik de bana normal gelmedi. Şimdiye kadar bu birliktelik çoktan evliliğe dönüşmesi gerekirdi. Bir diğer husus, kızın telefonunun erkekte ne işi var? Erkek telefonunu niye alır, ona ait bir telefonu niçin karıştırır? Kız niye telefonunu verir? Bunları da anlamış değilim. Zira telefon kişiye özeldir. Bir başkasının karıştırması doğru değil. Daha nişanlı ve evli bile olmayan bu ikili, daha nikah bağı bile yokken erkeğin müstakbel eşine güvenmezse, kendisini aldattığına inanıyorsa, bu ilişki evliliğe nasıl dönüşür, dönüşse bile bu evlilik ne derece sağlıklı yürür?

Ebu Zer el Gıfâri'ye Ne Reva Görülürdü?

5.Müslüman olarak bilinen, içine sinmeyen hususları failine söylemek için gözünü budaktan esirgemeyen, doğrucu Davut biridir Ebu Zer el Gıfâri.

Sözünü söylerken başıma şu gelir, beni yaşatmazlar, işimden, gücümden olurum, ağrımaz başımı ağrıtmayayım demeyen biri.

Akrabalarını gözeten, onları devletin her bir kademesine yerleştiren Hz Osman'ın tasarrufuna karşı çıkmış. Devlet başkanının yüzüne, bu yaptıkların doğru değil diyerek onu eleştirmiştir. 

Ebu Zer'in eleştirilerine tahammül edemeyen Hz Osman, onu Şam'a Muaviye'nin yanına gönderir. 

Ebu Zer, Şam'da da rahat durmaz. Çünkü Muaviye'nin de yönetim tarzını beğenmez. Onun şaşalı hayat ve saltanat sürmesini de eleştirmiştir. 

Ebu Zer'in eleştirilerinden rahatsız olan Muaviye, ya Osman! Şu Ebu Zer'i yanımdan al demek suretiyle onu tekrar Medine'ye Hz Osman'ın yanına gönderir. 

Medine'den Şam'a yer değişikliği Ebu Zer'i değiştirmemiş olmalı ki Hz Osman Ebu Zer'i Rebeze çölüne sürgün eder. Geri kalan ömrünü Ebu Zer Rebeze'de geçirir ve burada ömrünü tamamlar. 

Gördüğüm kadarıyla Ebu Zer ne devlet başkanına ne valiye eyvallah dememiş. Onlara boyun eğmemiş. Doğru bildiğini yüzlerine söylemekten ictinap etmemiş. Konforu değil, çileyi göze almış, üç maymuna oynamamış, sessiz kalmamış, bana dokunmayan yılan bin yaşasın dememiş. Hz Osman peygamberin damadı. Onu eleştirmek bana yakışmaz deyip içine kapanmamış. Dilsiz şeytan olmak istememiş. Medine ve Şam'ın güzel havasından ve imkanlarından yararlanmak varken çölün zor şartlarında yaşamayı tercih etmiştir. Kısaca Ebu Zer tasarruflarıdan dolayı kendi camiasınıe leştirmiştir. 

Bugün Hz Osman'ın tasarrufları eleştirilirken, Muaviye'nin ismini doğru dürüst kimse ağzına almazken Ebu Zer'i eleştireni pek görmedim. Çünkü zaman Ebu Zer'i haklı çıkarmıştır. 

Anladığım kadarıyla günümüzde olduğu gibi geçmişte de kimse eleştiriye pek gelmemiş. Eleştiriye gelmeseler de ne Hz Osman ne de Muaviye Ebu Zer için hapsi düşünmemiş, rızkını kesmemiş. Sürgün etmişler sadece. 

Düşünüyorum da Ebu Zer bugün aramızda yaşasaydı, aynı ya da benzer eleştirileri bugün de yapacaktı. Çünkü huylu huyundan vazgeçmez. Hele ki doğrucu Davut ise. 

Bugün de en ufak bir eleştiriye tahammül yok. Belki karşıt düşünce sahiplerine tahammül edilse de evin içinden eleştiriye hiç tahammül yok. Hatta böyle eleştiri getirenlere karşıt mahalleye şirin gözükmeye çalışıyor diyorlar ya da pirincin içindeki beyaz taş benzetmesi yapıyorlar. 

Öyle zannediyorum, Ebu Zer bugün yaşasaydı, eleştiri oklarını evin içine döndürecekti. Böyle bir Ebu Zer'e günümüzde ne yapardık? Öyle zannediyorum, sürgünle yetinmez,  onu doğduğuna, doğacağına pişman ederdik. Rızkını kesme, makam ve mevkisini alma, dışlama, horlama, cezaevi vs. her şeyi ona reva görürdük sanki. 


20 Kasım 2025 Perşembe

Keşke Herkes Siyasiler Gibi Olsa!

Kendileri için bir şey istemezler. Parolaları, "Kendim için bir şey istiyorsam namerdim" derler.

Hep milletine hizmeti şiar edinmişlerdir.

Yola çıkarken, mesele vatansa gerisi teferruat prensibini düstur edinmişlerdir. Çünkü vatan sevgisi böyle bir şey.

Bundan dolayıdır ki yaşı başını almış, yürümekte zorlanmalarına ve okumakta güçlük çekmelerine rağmen torun torbaya vakit ayırmadan, gecelerini gündüze katarak hummalı bir şekilde çalışmaya devam ediyorlar.

Yaz demezler, kış demezler. Memleketi bir uçtan diğer uca arşınlarlar.

Yorulmak nedir bilmezler. Uyku, dur, durak kendilerine yabancı mı yabancı.

Memleket sevdası onları bu yola iten.

Yola çıkarken kah kefenlerini giyerler kah kızılcık şerbeti içerler kah baldıran zehri.

Bu yola baş koyarken ben baş olayım demezler. Yol arkadaşları onları baş yapar. Ben aday olayım demezler. Birlikte ıslandıkları, ne yapıp ne edip onları aday gösterirler.

Sevenleri tarafından kendilerine gösterilen sevgi, saygıdan mahcubiyet duyarlar.

Yaptıklarını ve yapacaklarını balık bilmezse Halik bilir düşüncesi içerisindeler. Ama balık da bilirse fena olmaz. Çünkü nankörlüğün gereği yok.

Hizmette sınır tanımazlar. Bunun için saçlarını süpürge ederler.

Normal şartlarda çok tevazu sahibidirler. Koruma istemezler, konfordan nefret ederler. Uçak, özel oto, makamı şoförü bile istemezler. Kendi eşyalarını kendileri taşımak isterler. Ama bulundukları makam ve temsil ettikleri yerin itibarını korumak için bunlara boyun eğerler. Bir de zamanla yarıştıkları için mecburen birileri eşyasını taşımak zorunda kalıyor. Değilse, niye taşımasınlar.

Tasarruf onların olmazsa olmaz kırmızı çizgisi olsa da işin içine itibar girince maalesef mecburen itibarı tercih etmek zorunda kalıyorlar.

Allah vergisi kabiliyetleri var. Belli ki doğuştan gelen bir yetenek.

Anlamadıkları yok. Her şeyden anlarlar.

Konuşmak, hep konuşmak, sadece konuşmak onlardan ayrılmaz bir parça. Allah var, hakkını veriyorlar. Değme avukatlar onlarla yarışa giremez.

Onlar eşittir; hamaset, slogan, meydan okumadır. Analar ne yiğitler doğurmuş dersin onlar gürledikçe.

Savunma, saldırı, çamur at izi kalsın, algı, mazeret üretme, kılıf bulma, bahane uydurma gibi özellikleri saymakla bitmez.

Allah vergisi bir yönleri daha var. Kırarlar, dökerler. Faturayı halka fatura ederler. Bu da çok önemli değil. Zira gülün dikeni gibi bir şey bu. Halk o kadarına da katlansın artık. Ayrıca sevmenin, ölümüne destek vermenin bir bedeli olacak değil mi? 

Başka ülkelerin siyasetçileri gibi sevenlerini yarı yolda bırakmazlar. Pazara kadar değil, mezara kadar bu mesleği icra ederler. İstifa nedir bilmezler. Çünkü istifa demek, kaçmak demektir, suçu kabullenmek demektir.

Zaman zaman özeleştiri yapıp acaba bende bir hata var mı, yaptığım yanlış var mı diye sorgularlar. Ama bulamıyorlar. Çünkü vermeyince Mabud, ne yapsın bunlar.

Bir başka maharetleri daha var. "U" dönüşünde, zikzak çizmede, büyük lokma yemede, en son söyleyeceğini en başta söylemede üstlerine yoktur. Çünkü mesele memleket meselesi olunca, sınır tanımazlar.

Bunlar ve daha fazlası siyasilerde var. Keşke siyasilerdeki saymakla bitmez bu özellikler halkta da olsa, bu memleketin çözülmedik hiçbir meselesi kalmaz. Keşke onlardaki vatan sevgisi ve hizmet aşkı millette de olsa. Keşke emeklilikleri gelmesine, yaşları 65'i geçmesine rağmen bu memleketin tüm fertleri bunlar gibi çalışsa, ülke şaha kalkar. Ülkeyi yere de kimse indiremez. Bu ve bundan sonraki yüzyıllar bizim asrımız olur.

Tüm bunlara rağmen kıymetini biliyor muyuz onların? Maalesef buna evet diyemeyeceğim. Çünkü nankörlük bizde diz boyu.

Hazır Yiyici Güvercinler

Tarihi Buğday Pazarı çarşısının içerisinde çok sayıda çay ocağının ve hepsinin de müşterisinin olduğunu önceki yazılarımda ifade etmiştim.

Çay ocaklarına gelen müşterilerin çoğu,buranın gediklileri. Kimi iş güç arasında eş dostla buluşmak için gelse de büyük çoğunluğu emekli. Sabahtan akşama buradalar.

Ben de fırsat buldukça bu çarşının müdavimleri arasındayım. Bugün hem bir iki işimi halletmek hem de rutin yürüyüşümü yapmak için çarşıya çıktım. İşimi bitirdikten sonra biraz soluklanıp çay içmek için buraya uğradım. 

Boş masa olarak kuşların yem yediği kısmın önünde bir masa buldum ve güvercinlerin yem yemesini bir güzel seyrettim. Çünkü bu çarşının bir başka müdavimi de güvercinler. Hem de sürü sürüler. Tıpkı Valiliğin yanındaki eski miting yerindeki güvercinler gibi. Bunlar da tıpkı çay ocaklarının müşterileri gibi buranın gediklileri. Kursaklarını burada doyuyuyorlar, burada tünüyorlar. Tüneme yerleri de çarşının çatıları. 

Sabahtan akşama vatandaş tarafından çarşının ortasına serpilen yemleri dıkdıklıyorlar*. Daha doğrusu gagalıyorlar. Yanlarına biri yaklaşınca korkup kalkıyorlar, çarşının çatılarına konuyorlar. 

Sadece birinin gelmesiyle kaçmıyorlar. Önlerine serpilen yemler bitince de çatıya geçiyorlar. Çatıdan çarşının avlusunu temaşa ediyorlar. Ne zaman ki birinin gelip yeniden yem saçtığını görünce, çatıdan uçup yeniden yem meydanına iniyorlar. O kadar hızlı gagalıyorlar ki bir güvercinin gagalamasını saymak mümkün değil.

Kursaklarını doyururken hiç sağa ve sola bakmıyorlar. Hepsi karınlarını doyurmaya kendilerini veriyor. Yukarıdan uçup gelen de aralarındaki boşluğa inip dıkdaklamaya başlıyor. Hiçbiri de benim yemimi yiyorsun, rızkıma mani oluyorsun, az öteye git, burası benim demiyor. Yan yana ya da karşılıklı yemeye devam ediyorlar. Hiçbiri diğerini rahatsız etmiyor. Aralarında kavga ve niza yok. Kardeş kardeş yiyorlar ve geçinip gidiyorlar. 

Bugün yemin dışında ekmek de atılmış kuşların önüne. Çoğunluğu yemle kursağını doyururken pek azı ise bölünüp parçalanmış ekmekleri gagalarına alıp yere çarpmak suretiyle kopardıklarını kursaklarını indirirlerken gördüm. 

Gördüğüm kadarıyla bizim insanımızdaki ekmek sevgisi güvercinlerde pek yok. Hele yemi ekmeğin içine koyup yiyenini görmedim ya da bir ekmekten bir de yemden yiyene rastlamadım. 

Gördüğüm kadarıyla kuşlar bu çarşının çocuğu olmuş. Burayı mesken edinseler de uzaklara uçup dolaşıp gelmiyorlar. Nasılsa yem atılıyor önlerine. Yemi takip edip kursaklarını doyuruyorlar. Çarşıda bol miktarda yiyecek yem olunca rızıklarını temin için uzaklara gitmeye gerek görmüyorlar. Belki de uçup dolaşmak isteseler de beş yıldızlı otellerde bizim insanımızın az sonra yemek saati. Uzağa gidersek yemeği kaçırırız düşüncesiyle otelden pek ayrılmadığı gibi bu kuşlar da ayrılmıyor. Öyle ya ta uzağa gidince buraya yem atıldığında yemden mahrum kalacaklar. 

Bu demektir ki güvercinlerin yaşantısı da biz canlılara benziyor. Belki de bizden farkları, birbirlerini rahatsız etmemeleri, boğaz harbi yapmamaları, birbirleriyle didişmemeleri. 

Bu güvercinlere yem atmanın kültürümüzde bir yeri var. Sağ olsun insanımız parayla satın alıp bunları yemliyor. Keselerine bereket. Yalnız iyi mi yapıyorlar, kötü mü yapıyorlar bilmem. Kuşların kursağını doyurmak iyidir. Fakat kış kıyametin olmadığı; yazımızın, kışımızın yaz olduğu bu yıllarda kuşlara bu şekil yem atmak, kuşları hazırında hazır yiyici yapar. Halbuki kuşların birinci ve asli görevi uçmaktır. Kursağını doyurmak için uzak yerleri dolaşmasıdır. Bu şekil yem dökmek, kuşlara balık tutmayı değil, balık yemeyi öğretmektir. Bu yönüyle de işsiz, aşsız insanlarımıza yapılan sadaka kültürüne benziyor. 

Ha eski kışlar gibi kış kıyamet olur, yerler kar ve buz kaplı olur. Kurt, kuş yiyecek bir şey bulamaz. O zaman yem atmak elzemdir. Bırakalım kuşlara yem atmayı. Onlar gökyüzünde süzüle süzüle Konya'nın altını üstüne getirsinler. Kuş ve güvercinlerin semada toplu halde uçması, bizlere seyir zevki de verir. Onların da kanatları açılır. Bir yere postu atarak hamlaşıp tembelleşmezler. 

Burada bir de kuş beyinli bebzetmesine değinmek istiyorum. Çünkü bu ifade hakaret anlamında insanlar için kullanılır. Kuş beyinli demek; "aptal, budala, akılsız" anlamlarına geliyormuş. Bugün izlediğim güvercinlerde ben bir akılsızlık ve aptallık görmedim. Yem atılınca görüp hemen üşüşüyorlar, bitince ya da karınlarını doyurunca tekrar çatıya uçuyorlar. Yani yemin atıldığından haberdarlar. Kursaklarını nerede, nasıl doyuracaklarını biliyorlar. Sağına soluna bakmadan, boşa kürek çekmeden biteviye gagalama yaparken bir tehlike sezdikleri zaman hemen fır diye uçuveriyorlar. Belli ki sezgileri de güçlü. 

Durum bu iken kuşların adına yer vererek insanlara niye kuş beyinli dendiğini anlayamadım. Çünkü gördüğüm kadarıyla kuşlar çok zeki, sezgileri güçlü, kursaklarını nereden doyuracaklarını, suyu nereden içeceklerini çok iyi biliyorlar. Bu durumda kuş beyinli demek, insandan ziyade kuşlara hakaret olur, iftira atılmış olur. 

Bu konuyla ilgili bir anekdotuma yer vereyim. Kur'an kursunda okurken bir ara güvercinlere merak sarmıştım. Evimiz de beldenin kenarında müstakil ve tek katlı bir yer idi. Çatısı yoktu. Üstü toprak kaplı idi. Çelen (ev saçağı) vardı. Kışın akmasın diye üstü toprakla kaplı damlar yuvakla sertleştirilirdi. Avlusu, bahçesi, ahırı ve tandırı, aynı zamanda kuşların yayılacağı geniş bir alan da vardı.

Kuşlar gündüz kah uçar kah damın çelenlerine tünerdi. Zaman zaman onları uçurur, havada takla atmalarını seyrederdim. Bu seyrin zevki bir başka idi. Hele bazıları arka arkaya takla atınca sevinçten dört köşe olurdum. 

Ben böyle kurs sonrası kuşları uçurtarak onların takla atmasına sevinedurayım. Yalnız babam kuş beslememden pek hoşnut olmadı. Çelenleri tahrip ediyorlar, aşağıya toprak döküyorlar, bıktım şu senin güvercinlerden derdi. Sanırım kurs hocasına kuş beslememden dert yanmış olmalı ki kursun hocası bir gün bana, "Kuş besliyormuşsun yoksa kuş beyinli mi olacaksın" dedi. Babamı daha fazla üzmemek ve o zaman ki anlamını bilmediğim kuş beyinli olmamak için elimdeki güvercinleri elden çıkarmış, başkasına vermiştim. 

Gördüğüm güvercinlerden hareketle, kuşların özellikle güvercinlerin kuş beyinli olmadığına bugün kani oldum. Hele bugünkü kuşları seyrederken bu anekdotum da gözümün önüne gelince, vara kuş beyinli olaydım, hiç de fena olmazmış bile dedim. Kim bilir, belki de çok rahat ederdim. 

*Dıkdıklama ya da dıkdaklama fiilini doğru mu yazdım, TDK bu fiile yer vermiş mi, fiili doğru mu kullanıyorum diye TDK sözlüğüne baktım. Maalesef ne TDK sözlüğünde ne de İnternette aradığımda bu kelimeyi bulabildim. Belli ki dıkdaklamak/dıkdıklamak fiili Konya yöresine ait. Bu yörede birinin yemek yemesini ya da yaptığı bir şeyini eleştirmek için "Tavuğun yem dıkdakladığı gibi" benzetme yapılır. Belki de tavuğun yem yerken gagasını yere vurunca tık tık/tık tak diye ses çıkarmasından dolayı tıktıklama denmiş, kullanılan kullanıla dıkdıklama ya da dıkdaklama şeklinde söylenmesi meşhur olmuş olabilir. Konya'nın dıkdaklama sözüne benzer bir kelimeyi Ekşi Sözlükte buldum: Dındıklama, "Sivas yöresinde, tavuğun ve horozun beslenme şeklini ifade etmek için kullanılan bir fiil" diye açıklamaya yer verilmiş. 

19 Kasım 2025 Çarşamba

Talkınım Nasıl Verilsin?

Öldükten sonra insanın elinden tasarrufu da gider. Tüm iş ve işlemler geride kalanların iradesiyle yürür. Geride kalanlar bazen vasiyeti şu idi. Bunu yerine getiriyoruz dese de vasiyetin yerine getirilip getirilmediğini ölenin görmesi, itiraz etmesi mümkün değil.

Bir ayağı mezara girmiş bir fani olarak bu sayfada vasiyetimi cümle aleme duyurayım da olur ya birileri okur, okuduğunu unutmaz, cenazeme katılır, çocuklarımı cenazede görürse onlara vasiyetimi hatırlatır. Gençler, babanızın vasiyeti şu idi der. Tabi, çocuklarım cenazeme gelir, teçhiz ve tekfin işiyle ilgilenirse.

Vasiyetim:

Müslüman mezarlığına gömülmek isterim.

Cenazem İslami usullere göre kaldırılsın.

Cenazemin kalabalık olmasını tercih ederim. Cenazemde saf tutanlardan şayet haberdar olursam amma da sevenim varmış diyeyim. Benim haberim olmasa da cenazeme katılanlar kendi aralarında konuşurken merhumun seveni de pek çokmuş desin.

Baktınız ki cenazeme katılım pek olmayacak. Cenazemi birkaç cenazenin kalktığı ana kadar bekletebilirsiniz. Hatta hatırı sayılır birinin cenazesinin arasına sıkıştırabilirsiniz.

Bir de ölümümden defin sonrasına kadar merasimime katılanlardan bazıları bir kenara özellikle defin esnasında bir kenara çekilip de sohbet etmesin. Ha ha hi hi şeklinde gülmesin. Çünkü hiç yeri değil. En azından bu süreçte üzüntülü gibi görünsün. Hele cenazeme İkbal Hanım katılarak İnstagramda program yapmasın. Çünkü onun gülüşüne, laubali davranışına tahammül edemem.

Mezara koyduktan sonra toprak atmada yarışmayın. Acele edip tozu dumana katmayın.

Definden sonra telkinim pardon talkınım verilse de olur, verilmese de. Çünkü talkın kültürümüze sonradan girmiş bir uygulamadır.

Talkın önemli. Sonradan çıkmış olsa da bu merasim yerine getirilmediği zaman sağda solda talkını verilmedi diye hakkımda konuşulsun istemem. O yüzden bu adet de yerine getirilsin. Yalnız,

Talkınım herkesin anlayacağı şekilde Türkçe verilsin. Arapça talkın istemiyorum. Çünkü ben Türkçeyi zor bilen ve konuşan biriyim. Bana mezarlıkta tercüman aratmayın.

Talkında bana hitap edilirken “Ey Hatice oğlu Ramazan” şeklinde anamın adıyla değil de “Ey Ahmet oğlu Ramazan” şeklinde babamın adıyla hitap edilsin. Kısaca anam karıştırılmasın. Bankalar hatta GSM operatörleri bile anamı ve kızlık soyadını bıraktı. Siz de değişin artık. Lütfen babamla hitap edin.

Rabbin kim, peygamberin kim, dinin ne gibi beylik soruları sorup ardından kopya pardon cevap vermeyin. Bu verdiğiniz kopyaları zaten biliyorum. Kopya verecekseniz bilmediğim soruların cevabını verin.

Unutmadan söyleyeyim. Bilirim kabirde para, pul işleri yok. Orada para geçmez ise de hiç kullanmasam bile kefenimde bir hatta iki cep olsun. Orada üşürsem ellerimi cebime sokarım. Adet böyle. Eski köye yeni adet getirme demeyin. Cebi severim. Lütfen bu vasiyetimi ciddiye alın. Hatta gücünüz yeterse yeni moda penyelerden kaldırılan ceplere de bir el atın. Stilistler başka stillere yönelsinler. Ölüye cebi gereksiz görüyorsunuz, bari diriden esirgemesinler.

Sanırım meramımı anlatabildim.

Bu Hasret Bitsin Artık!

İmralı’ya gitmek için grup toplantısında dava arkadaşlarından izin isteyen tecrübeli siyasiye, grubundan tam destek çıktı.

Hem öyle bir destek verildi ki tüm salonda olanlar yaşa, var ol, arkandayız, desteğimiz seninle. İznin lafı mı olur dercesine ayağa kalkarak ve alkışlayarak liderlerine destek çıktılar.

Bu desteği gören siyasi de "İşte milletin özü burada, milletin öz kararı da budur” dedi.

Sayın liderin tarihi konuşmasına gıpta ettiğimi söylemeliyim. Nasıl gıpta etmem ki. İşte özlenen Türkiye dedim. Bu ülkenin adam olacağına bir kez daha kani oldum.

Siz inanmazsınız ama koskoca liderin kendisinin vekil olmalarını sağladığı vekillerden, İmralı’ya gitmek için izin istemesi bile tek başına bir tevazu örneği. Kimse gitmezse yanıma üç kişi alırım giderim diyor. Hangi birimiz toplumun gözü önünde ve canlı yayında İmralı’daki kurucu önderin yanına gitmek için izin ister. Gruptan da olur mu öyle şey şeklinde çatlak bir ses çıkmadan ayağa kalkarak ve oh oh ne iyi düşündün diyerek destek çıkması, göz yaşartan türden. İzin çıktıktan sonra işte milletin özü, milletin kararı denerek 86 milyonu bir salona sığdırması da bir deha ürünü. Lider izin ister, tebaa izin verir, millet de öz itibariyle bunu onayladığına göre bu yekvücut olmanın karşısında hangi güç durabilir. Terör bile kaçacak delik arar.

Gayri ihtiyari, bugünleri de mi görecektim ya Rabbi. İşte lider işte tebaa işte komutan işte asker dedim.

Yine dedim ki bu birlik ve beraberliğe yürek mi dayanır.

Ya Rabbi, sana ne kadar şükretsek azdır dedim.

Sen olmayanı olduran, muhali mümkün kılan, düşünülmemesi ve söylenmemesi gereken, akla muhal şeyleri söyleten, insanların diline kemik koymayansın dedim. Dedim oğlu dedim.

Anladığım kadarıyla İmralı’ya gitme hasreti varmış. Bu vesileyle gecikmiş de olsa bu hasret sona ersin artık. Alsın yanına iki kişi. Gitsin İmralı’ya.

Kurucu önderle sarılıp koklaşsın. Dilediği kadar kalsın. Muhabbet etsin. Biz kardeşiz. Bir ve beraberiz. Düşmanlar ve bizi çekemeyenler çatlasın. İşte bu da pozumuz. Bu poz dünyaya kapak olsun deyip kol kola fotoğraf çektirsinler.

Kardeşim, sana geldim. Hasretine dayanamadım. Ya yanında kalacağım ya da benimle buradan çıkıp birlikte Meclise gideceğiz desin.

Eski günleri yad etsinler. Ne günlerdi desinler. Göründüğün kadar kötü değilmişsin desinler birbirlerine. Analar çok ağladı ama olsun. Memleket için değer desinler.

Laf aramızda siz terör yaparak biz de terörü lanetleyerek bugüne kadar iyi ekmek yedik, iyi iş çıkardık.

İş güç derken ne sen evlenebildin ne de ben. Terörsüz Türkiye sloganı gerçeğe dönüşsün de ikimiz de mürüvvetimizi görelim. Bundan sonra da böyle ekmek yemeye devam edelim.

Bir de zamanında seni asmak için meydanlarda çok ip attım. Nasıl böyle yaptım bilmiyorum. Cehaletime ver. Bil ki çok pişmanım desin. İyi ki asmamışım. Değilse pişmanlıktan ben de helak olurdum desin.

Ardından ikimiz bir fidanız. Güller açan dalıyız şarkısını birlikte söylesinler.

Böylece onlar ersin muradına. Biz de çıkalım kerevetine.

Sakın bana, sen ne yazdığının farkında mısın demeyin. Ben ne yaptığımı biliyor muyum sanki derim. Bir de ne yani, terör devam etse miydi derim de küçük dilinizi yutar, ondan sonra o dilinizi çıkarması için doktor doktor dolaşır, başınıza dert alırsınız. Demedi demeyin. Gidin işinize. Allah beni değil, sizi affetsin. Sizi terör sevicileri sizi.