2 Kasım 2025 Pazar

Toplumsal Hayatta Mizah ve Hicvin Yeri

Yaşadığımız hayata bakarak sanki insanoğlu bu dünyaya sıkıntı çekmek için gelmiş sanır. Çünkü hayat ağırlıklı olarak dert, sıkıntı ve stres içinde geçiyor. O yüzden yüzü gülen, mutluluk pozları veren insanların çokluğu bizi aldatmasın. Kısaca hayat fotoğraf çekinilirken verilen poz gibi değildir.

Hayat ne kadar sıkıntı ve dert olsa da 7/24, 365 gün dert içinde yaşamak hayatı çekilmez kılar. Burada mizah ve espri devreye girer. O yüzden mizahın hayatımızda ayrı bir yeri vardır. Mizaha, yemeğe lezzet veren baharat ya da tuz dense yeridir. Bir yemeği yemek yapan ve lezzet katan baharatı ve tuzudur. Yeter ki aşırıya kaçmadan kıvamında kullanılsın. Mizah da yerinde, zamanında ve kıvamında yapıldığı takdirde anlık da olsa dertleri unutturur. Yeter ki mizah anlaşılsın. Şayet mizah anlaşılmazsa, espri yapan kişiye yol, su ve elektrik olarak geriye döner. Çünkü adeta soğuk duş etkisi yapar.

Anlatmak istediğim espri, mizah, şaka, nükte adına ne dersek diyelim, esprisiz hayat olmaz, çekilmez. Çünkü hep ciddiyet ifade eden bu hayat kişileri somurtmaktan başka işe yaramaz. Tam tadında ve kıvamında taşı gediğine koyan yerli yerince yapılan espriler bir nevi hayat öpücüğüdür. Muhabbeti koyulaştırır. Kişiyi dert ve sıkıntılarından bir müddet uzak tutar. Yeter ki esprinin yapıldığı ortam ve ortam sakinleri mizaha meyilli olsun.

Het insan espri yapabilir mi? Zor. Yapmaya kalkarsa yaptığı espriden ziyade kendisi gülünç duruma düşer. O yüzden espri bir zeka işidir. Bunu herkes yapamaz. Aynı zamanda esprinin muhatapları da espriden anlayan tipler olmalı. Çünkü espriden anlamak, esprideki inceliği kavramak da bir zeka işidir. Diyorum ki espriyi zeki insanlar yapar, espriden de zeki insanlar anlar. Yalnız kastettiğim espriler zeka kokan espri olmalı. Belden aşağı yapılan esprileri kastetmiyorum. Çünkü bu tür espriyi anlamak için zekaya ihtiyaç yok.

Nükteden anlamayan sayısı bu ülkede epey çok. Adam zekidir ama düz kontak ise espriden pek anlamaz. Her söyleneni üzerine çekecek seviyede alıngan ise bu tipler de espriden pek anlamaz. Hazırında ortamı gerer. Yapılan espri sevdiklerine ince bir dokundurma ise bu espri de savunmacı tipler için ok gibi saplanır. Çünkü en incitici sözler gerçek olan sözlermiş. Bu tür hazirun da savunacağım diye esprinin içine eder. Espriden anlamayan bir başka tip de vücudu ortamda, kafası başka yerde olan dalgın ve dinlemeyen tipler. Bu tipler de dikkatini ortama vermeyince esprideki inceliği kavrayamaz.

Espri ve mizahın gerekli olduğu ve kullanıldığı yerlerden biri de Aziz Nesin'e atfedilen "İzahı olmayan şeyin mizahı olur" sözünde ifade edildiği gibi "Aklın ve mantığın kabul etmediği şeylere karşı verilebilecek en makul tepki olmasıdır. Espriyle birlikte tiye almada kullanılır. Bu yönüyle iyi ki hayatta mizaha yer var. En azından insanlar hoşnut olmadığı durumları kuş dili diyebileceğimiz mizahla ifade eder.

Hiciv ve ironi mizahın bir türü müdür bilmem ama öyle zannediyorum, mizahın içinde yeri var diye düşünüyorum.

Yazılarımda sıkça mizah, hiciv ve ironiye yer veririm. Çünkü yaşadığımız hayatta izahı mümkün olmayan şeyler çokça cereyan etmekte Ben de bunlara dokundurma için hicvi sıkça kullanıyorum. Yazılarımı takip eden çoğu okuyucu da bu hakkı teslim eder. Mizahi yönüm dolayısıyla teşbihte hata olmasın, kimi yaşayan Nasrettin Hoca'ya benzetir. İroni içerikli yazılarımdan dolayı kimi de hicvin üstadı Nef'i'ye benzetir. Bu benzetmeler gururumu okşasa da Nasrettin Hoca'nın da Nef'i'nin de eline su dökemem.

Bu yazıyı ele almamdaki sebep son günler ve aylarda yazdığım baştan sona hiciv içerikli çoğu yazılarım okuyucularım tarafından pek anlaşılamadı. Kendi başımdan geçmiş gibi anlattığım bazı hususlar sanki başkasını değil de beni anlatıyor şeklinde anlaşıldı. Sosyal medyada paylaştığım yazıların altına yapılan yorumlardan anlıyorum bunu. Sonunda yazım yüksek ironi içermektedir notu düşmek zorunda kalıyorum.

Eskiden leb demeden leblebiyi anlayan okuyucularıma ne oldu? Onlar mı nazara geldi yoksa ben mi? Acaba ben hiciv ve ironi yapmayı mı unuttum? Dikkat çekmesin, tepki görmeyeyim diye çok mu kapalı yazmaya başladım? Okuyucularım da benim gibi gündemi pek takip etmez mi oldu? Gündem takip edilmezse ironi içerikli yazılarım pek anlaşılamaz. Zaman zaman aynı durumu ben de yaşıyor, ironi ya da mizaha Fransız kalabiliyorum. Yoksa ciddi ciddi cevap vererek okuyucularım tecahülüarif sanatını mı icra ediyorlar? Umarım böyledir. Ya da sıkıntı ve dertler o kadar arttı da bünyeleri hicvi kaldırmaz mı oldu?

Neyse ne? Yalnız bu meselenin bir vuzuha kavuşmasında kendi adıma fayda mülahaza ediyorum. Umarım yorum yazan okuyucularım beni bu konuda çok merakta bırakmaz.

Sahi, sorun sizde mi, bende mi ya da başkasında mı?

İtirafçıların Beyanı

Kadının beyanı esastır" ilkesi gereği, uzaklaştırma alan erkek sayısı az değil. Yeter ki kadın, kolluk kuvvetlerine ya da savcılığa giderek "Eşim bana şiddet uyguladı" desin. Erkeğin, eşine şiddet uygulamadığını ispat edinceye kadar çok uğraşması gerekir.

Aynı şekilde bir kız çocuğu veya kadının, "Falan beni taciz etti" demesi erkeğin sorgusuz, sualsiz derdest edilerek polis nezaretinde cezaevine konması hiçten değil.

Her ne kadar 6284 sayılı kanunda, cinsiyet ayrımı yapılmaksızın şiddet ve tacize maruz kalan herkesin beyanı esas dense de şiddete maruz kalmış bir erkeğin polis veya savcılığa giderek böyle bir beyanda bulunması çok zor. İçine atar, yine de gidip şikayette bulunmaz. Çünkü işin ucunda karizmayı çizdirme durumu söz konusu.

Hanımından şikayetçi olan erkek pek nadir bulunur. Bir tanıdığım erkek, hanımından şiddete maruz kalmış. İleride delil olarak kullanırım düşüncesiyle hastaneye gidip üç günlük darp raporu almış. Alıp cebine koymuş. Fakat polis eve gelip ifade vermesi için savcılığa gideceğiz deyince, tanıdığım ne yapacağını şaşırmış. Beni aradı. Savcılığa git, şikayetçi olmadığını söyle dedim. Bu konu böylece kapandı.

Beyan esastır ilkesi, genelde kadın lehine işleyen bir ilke. Çünkü erkekler şiddet konusunda potansiyel suçlu. Adı çıkmış bir kere.

Bu durum sadece günümüzde değil, belki de eskiden beri böyle. Nitekim Yusuf peygamber de aynı evde kaldıkları azizin hanımının iftirasına maruz kalmış. Suçsuz olduğu bilinmesine rağmen yıllarını hapishanede geçirmiştir.

Şiddete maruz kaldım diye beyanda bulunup da eşine uzaklaştırma verilen evliliklerin ne kadarı devam eder, bu aşamadan sonra evlilik ne derece sağlıklı devam eder bilmiyorum. Ama basına düşen haberlerden anlaşıldığına göre iş cinayete kadar gidebiliyor.

Buradan gizli tanık ve itirafçı konusuna gelmek istiyorum. Çünkü son yıllarda Ergenekon ve FETÖ soruşturmalarında, belediyelerle ilgili yolsuzluk operasyonlarında gizli tanık ve itirafçıların verdiği bilgilerle soruşturmaların gerekli gereksiz ya da ilgili ilgisiz kişilere uzandığı ve soruşturmaların sulandırıldığı da bir vakıa.

Haydi gizli tanıdığı anladım. Bir konuyu aydınlatmak için bildiğimi aktaracak ama güvenliği açısından kimliği gizli kalacak. Ya itirafçıların beyanına ne demeli? Her itirafçı adı üzerinde suçlu. Bunlara dişe dokunur bilgi ver ve bu işin içinde kimler var, bunları söyle. Şayet söylersen cezadan kurtulursun ya da çok az ceza yersin deniyor. Bundan sonrası jurnalcinin ya da itirafçının maharet ve insafına kalıyor. Üzerine atılı suçtan yırtmak için çenesi açılıyor. Olur olmaz iddialarda bulunabiliyor. Suçlu veya değil, isimler veriyor. Verilen bu isimler neticesinde yargı tutuklama verebiliyor. İsmi verilen suçlu ise eyvallah. Ya suçsuz ise. İşte o zaman nezarete atılabiliyor ve hakkında iddianame hazırlanınca kadar suçsuz yere içeride yatabiliyor.

Burada yargının, gizli tanık ve jurnalcinin verdiği bilgi ve isimleri, ilgili kişinin bilgisi olmadan ciddi bir şekilde araştırması gerekir. Böyle olduğuna inanmak istiyorum. Yoksa sadece gizli tanığın ve itirafçının beyanıyla kişileri derdest edip içeriye tıkmak çok adilane olmaz.

Hasılı kadının ve çocuğun, gizli tanık ve jurnalcinin salt beyanıyla insanları mağdur etmemek gerek. Zira her beyanda yalan, yanlışlık ve iftira olabilir. O yüzden her beyan ispata muhtaçtır. Unutmayalım ki beyan ve itirafla adalet sağlanmaz. 

Emekliliğe Neşter

Bir önceki yazımda, sosyal güvencesi olan birinin vefatıyla, kişinin emekli maaşının kesilmediğini, miras gibi babadan kızına, kocadan hanımına, farklı statüde emekliliği hak ettiği için hem babasından hem de kocasından iki farklı emekli maaşı alındığına, hatta dededen torununa emekli maaşı almaya devam ettiğine dair örnekler vermiştim. Bu yazımda da bu tür emekliliğe bir neşter vurulması gerektiğine değineceğimi ifade etmiştim.

Önce SGK'nin durumuna kısaca değinerek hepinizin bildiği bir durum tespiti yapayım. Hem Çalışma Bakanı'nın hem de SGK Genel Müdürü'nün açıklamalarına göre sosyal güvenlik sistemi SOS veriyor. SGK bütçesinin yüzde 67'i maaş ödemelerine gidiyormuş. Eskiden 50-55 yaşında vefat eden insanımızın hayat standartları iyileştiğinden ve iyi sağlık hizmeti aldığından dolayı ölüm yaşının 78-79'a çıktığını, EYT ile birlikte 3 milyon kişinin daha emekli olmasıyla emekli yaşının arttığını söyledi Genel Müdür. Kısaca müdür ölmüyor bu emekliler demek istedi. Emeklilerimiz erken ölüverse, SOS veren sosyal güvenlik sistemi biraz rahat nefes alacak.

Anlayacağınız emekli geçim şartları dolayısıyla ha acaba bize bir iyileştirme yapılır mı beklentisi içerisinde iken Genel Müdür'ün bu açıklamaları, "Düşük ve yetmiyor dediğiniz maaşın kıymetini bilin. Ötesini de beklemeyin" anlamına gelir.

Genel Müdürün adeta fazla yaşamayın, ölün, anlamına gelen açıklaması, bir anne ve babanın yaşlanıp bakıma muhtaç hale gelince, evlatlarının ne zaman ölecekler diye gözüne bakmasından farklı bir şey değil.

Emekli fazlalığından dolayı maaş ödemede zorlandıklarını ifade etseler de sosyal güvenlik sistemiyle oynamanın şakasının olmadığı ortaya çıkmasına rağmen seçim vaadimizde var diye Bağkur’luların 9 bin olan prim gününü 7200 güne indirme çalışması da ayrı bir garabet.

Şu anlaşılıyor ki bizde emekli sayısı fazla. Bunda SGK sistemiyle sürekli oynayan siyasilerin payı büyük. Ayrıca emeklinin ölmesiyle birlikte hanımı ya da kızı çalışan biri değilse bu emeklinin maaşı kesilmeyerek ödemeye devam ediyor. Bu da SGK'nin yükünü artırıyor.

Şimdi gelelim emekliliğe neşter vurmaya.

Emekli maaşı kişiye özgü olmalı. Kişinin vefatıyla birlikte emekli maaşı ödemesi son bulmalı. Bu maaşı ayrıca kızının ya da hanımının almasının önüne geçilmeli. Çalışmayan eş ya da kızı nasıl geçinecek denebilir burada. Bunun için 18 ya da 25 yaşını dolduran kadın-erkek herkes sosyal güvenlik kapsamına alınmalı. Devlet her bir vatandaşına iş vermeli ya da bulmalı. İş veremediğine işsizlik parası vermeli. İş bulduğu kişi işi beğenmezse, ödenen işsizlik maaşı düşürülerek kişi çalışmaya teşvik edilmeli. İşsizliğin özellikle okumuş genç işsizlerin olduğu bir ortamda bu kararı uygulamaya almak zor olmaya zor. Ama bir emekli maaşının kendisinden sonra ikinci, üçüncü emekli eder gibi ödenmeye devam etmesinden daha iyidir.

Emekli yaşı seçimlerde siyasi malzeme olarak kullanılmamalı. Emekli yaşı 65-67 kaç ise hiçbir siyasi oynamamalı. Hatta emekli yaşı dolduğu halde sağlığı yerinde, işinde faydalı olanların çalışmaya devam etmesine izin verilmeli. Belediyeler emekliliği hak etti diye yerine başkasını almak için çalışanlarını emekli etmeye zorlamamalı.

Araştırmacı ya da uzman statüsüne alınıp geri plana çekilen kişiler bir şekilde iş hayatına kazandırılmalı. Bankamatik memuru diyebileceğimiz kimseye, çalışmadığı halde maaş verilmemeli.

Tüm kurumlarda ve Milli Eğitim Bakanlığında aile birliğini sağlamak ya da yerine birini atamak suretiyle istifası beklenen ne kadar kızağa çekilmiş norm fazlası kişi varsa bunlara bir şekilde iş verilmeli. Bunlar çalışma hayatında tutulmalı. Birini bir yere sürerek yerine biri alınmamalı. Aynı makam için iki kişiye maaş verilmemeli. Şehrin bir yerinde bir branşa ihtiyaç olduğu halde bir başka yerde norm fazlası öğretmen olmamalı. Norm fazlası karı kocaya ihtiyaç olan üçüncü bir yerleşim yerinde iş verilmeli. Şehirlerde norm fazlası öğretmen varken şu şehirde ihtiyaç diye yeni öğretmen alımı yapılmamalı. Öğretmenlik beklediği halde atanamayan öğretmenlere başka alternatif iş önerilmeli. Öğretmenlik gibi başka alanda çalışma imkanı olmayan branşlar için insan planlaması yapılmalı. İhtiyaç kadar ya da ihtiyacın yüzde yirmi fazlası kadar kişilerin fakültelerde okuyabilmesinin planlaması yapılmalıdır. Bu durum sadece öğretmenlik değil, her türlü insan kaynağı planlaması yapılmalıdır. Herkes bir yerde okurken gelecek endişesi taşımamalı.

İşi ve maaşı olduğu halde üst kurullarda ek görev alarak imza parası ya da huzur hakkı adı altında birden fazla maaş almaların önüne geçilmeli. Hangi maaşı daha yüksek ise onu almalı. Senede üç beş defa mesai saatleri içerisinde imza atmanın dışında fiili olarak çalışmayan üst düzey, müdür, genel müdür, daire başkanı, akademisyen, siyasi, belediyeci vb. ayrıca maaş almamalı. Eğer ilgili kişi mesai saatleri dışında ve hafta sonu bir işe fiili olarak emek sarf ediyorsa yani esas işini aksatmıyorsa bu durumda emeğinin karşılığını alabilmeli.

Devlet her türlü kazancı makul vergi kapsamına almalı. Kayıt dışı kazanca göz açtırmamalı.

Bir kişinin bakmasına bağlı iyileşmesi mümkün olmayan bakıma muhtaç yaşlı ve çocuk hastalar, devletin belediyeler aracılığıyla yaptıracağı rehabilitasyon merkezlerine alınarak evde hastaya bakan kişiler işine bakmalı. Devlet ayrıca her hastaya bakana maaş bağlamamalı. Belli bir ücret karşılığında devlet iyileşmesi mümkün olmayan tüm bakıma muhtaç hastalarını yaşam şartları düzgün yerlerde toplamalı. Bir hastaya bakana bir maaş vereceğine belli merkezlerde hastalara bakan profesyonel kişiler hastalara bakmalı. Burada kısaca rüşt çağına gelmiş herkes çalışmalı demek istiyorum.

Mevcut ev hanımlarının, yetiştirip büyüttükleri çocuk sayısına göre aylık belli bir oranda para yatırması şartıyla, belli yıldan sonra emekliliği hak etmesinin önü açılmalı.

Kısaca emekli kişinin vefatıyla kişinin maaşı kesilmeli. Herkes de çalışacağına göre kendi çalıştığının karşılığı olarak maaşını almalı. Emekli olduktan sonra da kendi maaşını almalı. Emekli ettiğimiz kişiye de geri kalan ömründe geçim gailesi yaşamayacak, insanca yaşayacak, kendi kendine yeten bir emekli maaşı vermeli.