14 Ekim 2025 Salı

Sağ Olun Milliler

2026 Dünya Kupası Avrupa elemelerinde, belleklerde iz bırakan İspanya mağlubiyetinin ardından, deplasmanda Bulgaristan'ı, sahamızda da Gürcistan'ı güzel bir oyun ve net bir skorla yenen millilerimiz, milletçe yüzümüzü güldürdü.

İkidir galibiyeti güzel bir oyunla süslediler. Adeta her biri iki maçtır yıldızlaştılar. 2026 Dünya kupasında biz de varız dediler.

Futbolcularımızın her biri bir makinenin dişlileri gibi kendilerine verilen görevi layıkıyla yerine getirdiler.

Toplamda 11 yıldız vardı sahada. Kenarda taktik veren, efendiliğiyle göz dolduran teknik direktör de güneş görünümü veriyor. Maçın başından sonuna kadar 12. adam görevini üstlenen seyirciye de ay olmak düşer.

Hasılı, millilerimiz cumartesinin ardından salı gecesi de göğsümüzü kabarttı. Yaşattıkları sevinçle içimiz içimize sığmadı.

Zira susamıştık böyle oyuna ve skorlara. 

Harikaydı hepsi. Özellikle ilk yarı oynadıkları oyunla. 

Ne kadar teşekkür etsek az kendilerine.

Hepsi harika çocuklar olarak belleklerimizde yerini alacak. 

Emeklerine sağlık.

Helal olsun hepsine. 

Yedikleri, içtikleri, kazandıkları helal olsun. 

Ayakta alkışlıyorum hepsini. 

Hep böyle olsunlar. 

Her maça, üzerine koyarak çıksınlar. 

Yenilirken bile böyle oynasınlar. 

Nazarımızda efsane olsunlar.

Haydi göreyim sizi harika çocuklar... 

Gazze Harap Olduktan Sonra

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan İsrail- Gazze savaşı iki yılın ardından ateşkesle sonuçlandı.

Bu zaman zarfında 20’i çocuk olmak üzere 67 binden fazla Gazzeli öldü.

170 bin yaralı var.

Gazze’nin yüzde 80’i yıkıldı, oturulamaz durumda.

Hamas’ın önemli liderleri öldürüldü.

İki yıl boyunca 2,5 milyona yakın Gazzeli açlığa ve ölüme terk edildi.

Gazzeli bombalar içerisinde yaşadı, eğer buna yaşamak denirse.

Ateşkese rağmen İsrail yine beş Gazzeliyi öldürdü.

Ateşkes maddelerine bakıyorum. Gazzelinin lehine eme yarar doğru dürüst madde yok.

Tek sevincimiz Gazzeli bir nebze de olsa nefes alacak. İsrail’in izin verdiği oranda dışarıdan gıda desteği alabilecek.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) özel temsilcisi, “Gazze’de kaldırılmayı bekleyen moloz miktarının 55 milyon ton olduğunu, Gazze’nin yeniden imarı için tahminen 70 milyar ABD dolarına ihtiyaç duyulacağını” açıkladı.

Kısaca iki yılın ardından Gazze yerle bir. Ateşkes devam ederse, Gazze’nin yeniden imar edileceğinin kaç yıl süreceğini düşünmek lazım.

Gazze’nin yeniden imarı da öyle zannediyorum, başka ülkeler ve yardımlarla olacak.

En çok zoruma giden de her şey Gazzelinin aleyhine. Maalesef şu an ki hali iki yıl öncesinden daha kötü. Çünkü iki yıl öncesinde en azından Gazzelinin başını sokacağı bir evi vardı.

Gazzeli hiçbir şey kazanmadığına göre iki yıldır bu savaş niye devam etti? Gazze baştan sona harap olduktan sonra ve İsrail bedel ödemeden ben bu ateşkes anlaşmasını ne yapayım?

Ateşkes anlaşmasının maddelerinden birinin, “Gazze’nin yeniden imar işini İsrail üstlenecektir” olmasını isterdim. Çünkü Gazze’yi yerle bir eden İsrail.

Üstelik İsrail Başbakanı Netenyahu’nun savaş suçu işlediğine dair Uluslararası Ceza Mahkemesinin tutuklama kararı var. Hoş, bu karar da uygulanmıyor. Bu karara istinaden İsrail, öldürdüğü her Gazzeli için tazminata mahkum edilmesi gerekirdi.

Heyhat ki heyhat... Ben de çok şey istiyorum saf saf. Öyle ya her şey güçlünün lehine olur. Garibanın bu dünyada yüzü gülmez ve söz hakkı olmaz. Dünyanın adaleti bu maalesef. Çünkü güçlülerin adaleti hakim. Onlar ne kadar adalet bahşederlerse onunla yetinmek zorunda mazlumlar. İçine tüküreyim böylesi adaletin ben.

Hava da Benim, Duyarlılık da

Bazen şöyle düşünüyorum. Paraya kıyayım. İyi bir cep telefonu alayım. Markası da İPhone olsun.

Oldu olacak, bakkal ya da markete gireyim. Bir de Marlbroo alayım. Cebime koyayım. 

Sonra çarşıya, eş dostun yanına gideyim. 

Onların yanında o değilden cep telefonunu çıkarayım. 

Gören desin ki "Ooo, hayırlı olsun. Kaça aldın". 
Onlara bir servet ödedim diyeyim. 

Bu arada havası başka oluyor. 

Bu kadar hava yeterli mi? Oldu olacak. Biraz daha hava olsun. Sonra fazla havanın ne zararı olacak? Öyle değil mi? 

Az sonra elimi yine cebe atayım. Marlboro'yı çıkarayım. Yakabilir miyim diyeyim. Olur dediler. Bu onayı aldıktan sonra içen var mı diye şöyle uzatayım. 

Hem içelim hem de efkarlanalım. Ardından "Ulan şu gavurların ne telefonunu kullanmak ne de sigarasını içmek lazım. Ama adı üzerinde gavur ama bir şeyin en iyisini yapıyorlar. Sayelerinde ciğerlerimiz bayram ediyor. 

Az sonra ziyaret ettiğim kişi ne içersiniz desin. Az önce çay içtik ya diyeyim. O da çayın dışında başka bir şey içebiliriz desin. Ne var içecek diyeyim. İstediğin her şey var. Hatta Kola bile var. İkram edebilirim desin. 

Kola'yı duyunca, yoo, o kadar da değil. Kola içmem. Çünkü Kola'yı boykot ediyorum diyeyim. 

O da bana dünyanın parasını vererek ABD'nin telefonunu alıyor ve kullanıyorsun. En pahalı sigaradan biri olan sigarasını içiyorsun. İş Kola'ya gelince, boykot ediyorum de. Bu ne yaman çelişki böyle desin. 

Ben de tarafımı da belli etmeyeyim mi diyerek taşı gediğine koyayım. Onun ağzının payını vereyim. 

Sonra da "Sen İsrail tarafını tutuyorsun" diyerek müsaade alıp çıkayım. Bir daha da Kola duyarlılığı göstermeyen bu kişiyi ziyarete gelmeyeyim. 

Ne dersiniz bilmem ama bu konuda hâlâ düşünce safhasındayım. Yapar mıyım, yapmaz mıyım? Yaparsam ne zaman yaparım bilmem. Böyle yapınca millet nasıl karşılar, bunu da bilmem. Şu var ki hava atmak kadar duyarlı olmak da var. Bu da hayatın bir cilvesi. 

Gazoz Uğruna

Nicedir hanımla markete gitmezdim. Bir düğün sonrası birkaç kalem ihtiyaç için birlikte bir markete girdik. Listeye göre yaptığımız alışverişi alışveriş arabasına koyarken gözüm gazozlara kaydı.

Baktım, fiyatı bana uygun geldi. Kaçırmayalım, alayım şundan. Dolaba koyar buz gibi içeriz dedim.

Kola, Pepsi gibi içecekleri içmeyince, Ülker de Japonlara satıp sektörden çekilince bana kaldı ara ara gazoz içmek. Hem ucuz hem de boykot ürünü değil. Bir de üzerine yüksek fiyat yazılıp üstüne çarpı atılınca, altına daha düşük başka bir rakamı yazınca, bu tür alavereyi kaçırmam. Kendimi kâr etmiş bir zengin gibi görürüm.

Gazozu ucuz görünce, listede olmayan başka şeyler de aldık. Öyle ya gazozu ucuzsa diğer ürünlerde de uygunluk vardır.

Alışverişi bitirip kasada yüklü ödeme yapınca, biraz değil, çok moralim bozuldu ama yapılacak bir şey yok. Bilin ki aldığım gazozu buz gibi içsem bile hararetimi kesmez.

Alışverişi arabaya atıp eve yollandım. Göz gazoza kayınca listede olan bir ürünün alınmadığını eve gelince öğrendik.

Ertesi günü bir başka markete girerek burada gazozlar kaçmış demeden aradığım ürünün bulunduğu tereğe giderken, gözüme dün aldığım aynı marka ürünlerin listesi ilişti. Dünkü gazoz ayağına aldığım ürünlerden daha uygun geldi bana. Haliyle yine üzüntü yine üzüntü. Anlatılmaz, yaşanır.

Dönüşte kendi kendime dedim ki Ramazan oğlum, sen bu alışverişi bilmiyorsun. Dün gazoz uğruna aldığın ürünleri pahalı almışsın. Haliyle zarardasın. Sağda solda sakın ben alışveriş işinden anlarım diye konuşma. Çünkü bu işler bakkal ve marketten gazoz almaya benzemez.

Pişman mıyım? Değişim. Çünkü böyle böyle tecrübe kazanıyorum. Bu tecrübeyi ise kullanmadan mezara götürme niyetim var. Bir de farklı marketten, aynı ürünü farklı farklı fiyata anlamak bir çeşitliliktir. Tek markete bağlı kalmadığım gibi tek gazoza da mahkum değilim. Unutmayın ki çeşitlilik önemli. Çünkü ne olur ne olmaz. Yarın gazoz aldığım market kapanabilir ya da bana gazoz satmayabilir. 

Sosyal Devletin Neresindeyiz?

Avrupa’da yaşayanlarla karşılaştığım zaman sorarım. Avrupa’da dilencilik var mı, yardımlaşma oluyor mu diye. “Dilenci olmaz. Yardımlaşma da yoktur. Çünkü kişinin aldığı maaş yeterli değilse, ilgili kişi bulunduğu yerin belediyesine müracaat eder. Belediye o kişilerin kirasının bir kısmını, elektrik, telefon, doğal gaz faturasını öder. Kişilerin durumuna göre belediye ya hepsini ya da bir kısmını karşılar” cevabını kaç kişiden birden aldım.

Elbette her belediyeye müracaat edene ilgili belediye yardım etmiyordur. Mutlaka o kişinin geliri ve gideri incelenir. Aldığı maaşın yeterli olmadığı ortaya çıkarsa, faturaları üstleniyordur.

Üç haftalığına oğlan Avrupa’nın 6 ülkesini gezdi geldi. Ona da dilenci gördün mü dedim. “Görmedim. Yalnız bir iki ülkenin bazı yörelerinde gizli gizli isteyen tek tük kişiler gördüm” dedi.

Hem gurbetçilerin hem de oğlanın anlatımından, Avrupa’nın sosyal devletin gereğini yerine getirdiği kanaatine vardım. Belki bazılarınız özenti diyecek ama Avrupa’nın bu durumuna gıpta ettim.

Bu durum niye bizde olmasın dedim. Ne de olsa biz de sosyal devletiz. Bu durum Anayasa ile garanti altına alınmış. Devlet Anayasanın bu amir hükmünü ne derece yerine getiriyor bilmiyorum. Ama bu ülkenin cadde, pazar, sokak, park, bahçe, iş yeri, cuma namazı çıkışı cami önlerinde, şurada, burada hep dilenen insanlar görünce, devletin sosyal devlet gereğini tam yerine getirmediğine bir örnek olsa gerek.

Her bir yerde dilenen dilenene. Market içlerine girdi dilenenler. Kasada ödeme yapan birinin yanına gelip “Ben de şunu alsam öder misin” diyenler bile var.

Ülkenin her bir yerinde bu kadar dilenen insanın olması, öyle görünüyor ki devlet, sosyal devlet olmanın gereğini ve sorumluluğunu vatandaşa havale etmiş. Adeta “Ey ihtiyaç sahibi muhtaç vatandaşım, bu millet hayırseverdir. Geçimini sağlayamıyorsan, iste. Bu millet isteyeni geri çevirmez. Az, çok verir. Sen de işini böylece çıkarırsın” diyor. Ha bu demek değildir ki devlet hiç vermiyor. Belediye, kaymakamlık, vakıf ve dernekler aracılığıyla harçlık mesabesinde yardım yapılıyor. Ama bunun yeterli olması mümkün değil. Üstünü de dilenen kimsenin ya da insanımızın maharetine bırakıyor.

İhtiyacı olan ihtiyacı kadar dilense, buna da gam yemeyeceğim. Dilenmeye bir başlayınca, baktı ki işler iyi gidiyor. Dilenciliği meslek haline getiriyor bazıları. Nasılsa kimsin, necisin diyen yok.

Ya muhtaç olduğu halde isteyemeyen ve dilenemeyen ne yapacak? Bu durumda olan insan sayısı da az değil. İnanın, ölseler asla dilencilik yapmazlar.

Şu bir gerçek ki bu toplumda sosyal adalet dengesinde bir denge yok. Zenginimiz çok zengin. Fakirimiz de çok fakir. Zengin paraya para demezken fakir de evine ekmek götürmek ve ay sonunu getirmek için çabalayıp duruyor.

Zenginimizin hepsi olmasa da bir kısmı zekât, fitre ve sadakalarıyla tanıdığı ve bildiği fakirleri desteklemeye çalışıyor.

Kimimiz, ülkede ve akrabaları arasında ihtiyaç sahibi olduğunu ve yardımda en önce yakından başlanması gerektiğini bildiği halde zekât ve sadakasını yurtdışına, özellikle Afrika’daki fakirlere, yardım kuruluşları eliyle gönderiyor.

Evine et götüremeyen fakirimiz olduğu halde nicedir kurban bağışları belki de sudan ucuz olduğu için yine cemaat, vakıf ve dernekler aracılığıyla yurtdışına gönderiliyor.

Yine belli ortamlarda ihtiyaç sahibi birinin ihtiyacını karşılamak için birinin aracılık etmesiyle yardım toplandığı da bir vakıa.

Camilerde sergi zaten beş vakit namaz gibi sanki Allah’ın emri oldu. Cuma sonraları sergi açmak vakayıadiyeden oldu. Kah Kur’an kursu öğrencilerinin ihtiyaçlarını ve giderlerini karşılamak kah üniversitede okuyan öğrencilere burs vermek kah cami ve Kur’an kursu yapım ve onarım kah şuraya yardım gerekçesiyle aşağı yukarı her cuma sergi açılır oldu. Bir önceki başkan zamanında cuma sonrası yardım pek es geçmedi. Yeni başkanın ilk haftasında yardım toplanmadı. Bakalım yeni başkanın yardım sergisi konusunda tasarrufu ne şekilde olacak, bunu da yakın zamanda öğreniriz.

Yardım toplayan ve yardım yapan değişik isimlerde bol miktarda vakıf, dernek var. Hem yurtdışı hem yurtiçi faaliyetlerde bulunuyorlar.

Deprem vb. doğal afet olur, devlet de bir taraftan yardım toplama yoluna gider. Hoş, devlet öncülük yapmasa da deprem gibi durumlarda insanımız elinden gelen yardımı arkasına koymaz.

Maaş anlaşması sonucu hesabına üç beş kuruş promosyon anlaşması geçeceği anlaşılır. Hemen “Hocam, kullanmayacaksanız, bir ihtiyaç sahibi var. Ona verebilirsiniz” diye daha promosyonu almadan alt yapıyı oluşturan insanımız da var.

Hasılı, içimiz dışımız yardım toplamak, yardım vermek, yardıma aracılık etmek dense yeridir. Bir ülkede aynı amaca hizmet eden bu kadar yardım kuruluşunu çok sağlıklı görmüyorum. Cadde, sokak her bir yerde dilenen insanları görünce içim gidiyor. Nerede bu devlet diyorum. Oturduğun bir yerde, “Bir tanıdığım var. İhtiyaç sahibi. Zekatınızı, fitrenizi verebilirsiniz” şeklinde aracılık yapanları gördükçe aracılıklarını takdir etmekle beraber ülke insanının bu şekilde yardımla geçinmesini işitmek zoruma gidiyor.

Vali ile yaptığı bir toplantı sonrası üniversite kazanan bir öğrencisi için validen burs ve kalacak yer isteyen okul müdür yardımcısını da hatırlıyorsunuz. Vali hemen el koymuştu bu işe. Bu hareketleriyle hem vali hem de öğretmen vatandaş nezdinde takdir topladı.

Yardımlaşmak güzel. Bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacına destek olmak güzel. Çünkü bir şey paylaştıkça güzel olur. Bu konuda vatandaşın hamiyetperverliği takdire şayan. Bir şekilde muhtaca az veya çok derman olmaya çalışıyor.

Vatandaşın yardımseverliğini takdir etmekle beraber Anayasasında sosyal devlet olan devletimiz sosyal devletin neresinde? Tüm bu yardım, dilenme, isteme ve yardımlaşma örneklerini görünce, öyle görünüyor ki sosyal devlet olan devletimiz vatandaşı kendi haline bırakmış. Ülkenin hamiyetperver insanları bunları görür, gözetir. Benim yapmam gereken sosyal devlet görevini insanımız yerine getirir demek suretiyle vatandaşı yine vatandaşına havale etmiş görünüyor. Kısaca devlet bu görevini yapmıyor, belki de yapmak istemiyor belki de yapamıyor.

Bence istemek, dilenmek, birinin ihtiyacını gidermek için birilerinin kapısını çalmak kadar zor bir şey yok. Devlet bu görevini yapmayınca birileri aracılık ediyor, birileri dilenciliğe yöneliyor. Aşağı yukarı her türlü ihtiyaç vatandaş eliyle giderilmeye çalışılıyor.

Bu tür yardımlaşma, sadaka devleti, sadaka ülkesi ve sadaka insanı olduğumuzun ve sosyal devlet olamayışımızın bir göstergesi. Ne yapıp ne edip devlet sosyal devlet olduğunu hatırlamalı ve gereği için ne yapılması gerekiyorsa alt yapıyı oluşturmalı. Vatandaş ihtiyacını devlet eliyle karşılamalı. Vatandaş eliyle birilerinin yardım ve hasenatıyla geçinen insanların onurunu da düşünmek lazım. İhtiyacı devlet eliyle karşılanan vatandaşın başı dik olur ama eş dost aracılığı ve onların yardımıyla geçimini sağlayan kişilerin boynu bükük olur, onurları zedelenir. Tabiat boşluk kabul etmez. İşte bu boşlukları devlet doldurmalı. Vatandaşını namerde muhtaç etmemeli.

Bunu tespit yani muhtaçları tespit zor olmasa gerek. Vatandaşlık numarasıyla her bir vatandaşın geliri belli. Ülkenin asgari geçim miktarı da belli. Kimin geliri asgari giderini karşılamıyorsa, bu kişi bakıma muhtaç demektir. Vatandaş devlete başvurmadan devlet vatandaşına ulaşmalı. Senin şu şu ihtiyaçlarını ben karşılayacağım demeli. Vatandaşa destek olma konusunda devlet adaleti öncelemeli, eşitliği değil. Mesela doğal gaz ve elektriğe devlet desteği veriyor. Bu desteği zengin, fakir demeden herkese veriyor. Bu olmaz. Yine okul kitaplarını ayrım yapmaksızın her öğrenciye ücretsiz veriyor. Devletin bu eşitlikçi anlayışı zulümdür. Geliri giderini karşılamayanın kitabını karşılar, diğerlerinden ücretini alır. Yine ÖTV ve KDV dediğimiz dolaylı vergi her vatandaştan aynı oranda alınıyor. Bu da zulümdür. Halbuki yardıma muhtaç, yardım alan kimsenin ödediği oranla zenginin ödediği oran aynı olmamalı.

Devletin yapacağı çok iş var. İlk önce cadde, pazarda dilencilik yapanlara el atmalı. İhtiyaç sahibi ise ihtiyaçlarını dilenmeye ihtiyaç hissetmeyecek şekilde karşılamalı. Meslek haline getirenlere yaptırım uygulamalı.

Camilerde sergi işine son noktayı koymalı. Cami, kurs vb. yerlerin her türlü ihtiyaçlarını gidermek için ödenek ayırma imkanı yok ise gerekirse, inanç, din, cami adı altında vergi koymalı. Bu vergiyi sadece Müslümanlar vermeli. Cami, kurs yapım, onarım ve diğer ihtiyaçlar bu vergi aracılığıyla karşılanmalı. Gerekirse zekât fonu adı altında Diyanet bünyesinde bir fon kurulmalı. Zekata tabi Müslümanlar bu fona zekatlarını vermeli. Verilen bu zekatları vergiden düşmeli. Bu toplanan zekât, sadaka da tek elden toplamalı ve komisyon nezaretinde yerli yerince kullanılmalı.

İsterim ki her türlü yardım kayıt altına alınmalı. Kim, nereden, ne kadar faydalanıyor belli olmalı. Devlet kurumları aracılığıyla kimlerin muhtaç olduğunu belirledikten sonra tek elden sağlıklı bir şekilde harcamalı. Her türlü yardım dijital ortama aktarılmalı. Ülkenin yardım kaynakları yerli yerince kullanılmalı.

Kısaca ülkem sadaka devleti, sadaka ülkesi olmasın. Hiçbir vatandaş yardım gelecek düşüncesiyle başkasından bir şey beklemesin. Her şeyi devlet eliyle giderilsin. Sanırım sosyal devlet denilen bu olsa gerek.

Devlete yön verenlerden sosyal devlet olmanın gerekliliği istemek vatandaş olarak hakkımız. Çok geç kaldık. Yine de nereden başlanırsa kâr diye düşünüyorum.

13 Ekim 2025 Pazartesi

Kısa Günün Kârı

Bir akşam düğününe gitmek için hazırlandım.

Vereceğim hediyeyi koymak için komodinimi açtım. Bir zarf çıkardım. Hediyeyi içine koymak için zarfı açmaya davrandım. Zarfın ağzı yapıştırılmıştı. Sıcaktan yapışmış olmalı deyip uğraş didin zarfın ağzını yarı yırtarak açtım. İçinden bu beş lira çıktı.

Bu beş lirayı kim koymuş diye düşünürken jeton düştü.

2017 yılının Aralık ayında üç numarayı evlendirmiştik. Gelin almaya giderken ya da dönüşte yolumuzu kesen olursa verelim diye bol miktarda zarfın içine bu şekil para konmuştu. Yeterince gelin arabasını kesen olmayınca zarfların bir kısmı bu şekil kalmıştı. İşte bu para 2017 düğününden kalma idi.

Para küçük de olsa, bugün bir işimize yaramasa da damladı bu şekil.

Keşke o gün zarfların içine paranın daha büyüğünü koysak iyi olacakmış dedim kendi kendime.

Hanıma, diğer zarflarda da bu şekil para çıkabilir. Hepsine bir ara bakayım dedim. “Başka yoktur. Çünkü o zaman kalan zarfları bana vermişlerdi. Ben içinden çıkarıp almıştım. Bu bulduğun arada kaynamış” deyince moralim bozuldu ama yapılacak bir şey yok.

Artık bulduğum bu beş lira ile yetinmeliyim. Mübarek, yağmasa da 8 yıl sonra damladı. Kısa günün kârı diyelim biz buna.

Bir ara komodinimde 1000 lira bulmuştum da adeta uçmuştum. Bu para kimin, benim komodinde ne işi var dedim. Meğer ben koymuşum. Koyduktan sonra da unutmuşum. Sonradan ortaya çıkınca, haybeden gelmiş gibi oldu.

Belli ki komodin deyip de geçmemek lazım. Daha neler vardır, kim bilir.

Düşünüyorum da az veya çok bir yerden para çıkması güzel. Acaba diyorum, komodinimdeki zarflara bol bol para koyup yok kabul etsem, yıllar sonra o değilden özellikle paraya kıvrandığım zaman farenin yiyecek aradığı gibi sağı, solu ve komodini yoklasam, zarfların içine baktıkça her birinden para çıksa, deme keyfim gitsin. Herhalde daha fazla sevinirim. Bu devirde fazla sevinmek için buna değer sanki.

Bu arada aradan sekiz yıl geçmiş olmasına rağmen bir karşılığı kalmasa da paranın hâlâ tedavülde olması da güzel. Bakmayın, paramız pul oldu diyenlere. Gördüğünüz gibi bildiğimiz beş lira yine beş lira. Alım gücü kalmamış. Çok da önemli değil.

12 Ekim 2025 Pazar

Hz Ömer ve Biz

Yaşıtım olup dindar ve mütedeyyin camia içerisinde büyüyenler, Kur’an kursu, imam hatipte okuyanlar, cemaat yurdu veya evinde kalanlar bilirler.

Zaman zaman genç abilerimiz piyes çevirirler. Bizler de bu piyeslerde seyirci olarak yerimizi alırdık.

Piyeslerin konusu genellikle Hz Ömer olurdu. Kah Koca karı ile Ömer konusu işlenir, yönetim anlayışında Ömer adaletine dem vurulurdu. Piyesçi gençler, ilhamını Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerinden alırdı. Devlet yöneticisine öyle yük yüklenir öyle sorumluluk verilirdi ki “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu/Gelir de Adil-İlahi sorar Ömer’den onu” beytinin üzerine vurgu üzerine vurgu yapılırdı. Verilmek istenen, “Biz İslamcılar yönetimi devralırsak, adalette Hz Ömer’i idol kabul ediyoruz. Haydi getirin bizi. Ülke nasıl adaletle yönetilir, bir görün” mesajı idi.

Yine bir piyeste, hutbe irat eden Hz Ömer’in şu enstantanesi işlenmişti. Hutbede Hz Ömer cemaate, “Ey halkım, ben ülke yönetirken hata yaparsam beni kim düzeltir” şeklinde bir soru sorar. Cemaatten biri de “Seni şu kılıcımla düzeltiriz” cevabını verince, böyle bir cemaati olduğu için Hz Ömer Allah Teala’ya hamdü sena eder. Bu enstantaneyi izleyen biz seyirciler de coşardık. İşte biz böyleyiz. Öyle ya içimizden biri devleti yönetir, yönetirken bir hata yaparsa, biz o hatayı düzeltiriz. Devlet böyle yönetilirse, kolay kolay hata ve yanlış yapılmazdı. Halkın yönetime iştiraki, halkın devleti yönetenleri denetiminden başka bir şey değildi bu.

Konu Hz Ömer’den açılmışken yine Hz Ömer’in her hac mevsiminde halkın önünde valilerinden şikayetçi olan insanları dinlediği ve herkesin gözü önünde kırbaçladığı tarih kitaplarımızda yazar.

Yine bir gayrimüslimin arazisine el koyan bir valiye, kemik üzerine yazdığı yazı da Hz Ömer’in adaletini göstermeye değer.

Adalete o kadar susamışız ki aşağı yukarı her ailede Ömer ya da Ömer Faruk ismi verilir. Ad aldığına çeksin, adil olsun murat edilir.

Bu yazdıklarımın çoğu piyes olarak oynandı geçmişte.

Her biri üzerinde durmayacağım. Yalnız hepsi, adalet konusunda İslami camiada çıtanın çok yükseltildiğine birer örnek olduğunu söyleyebilirim.

Bugün geçmişte piyeslerde vurgulanan adalet duygusunun neresinde olduğu üzerinde durmayacağım. Şöyledir, böyledir demeyeceğim. Yalnız ortaya konan yüksek çıtanın bu membadan su içen çoğu kimse için bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyebilirim. Kısaca adalet bizim yitiğimiz. Sadece ülkemizde değil, tüm halkı Müslüman olan ülkelerin başat sorunudur adalet. Bugün piyesleri çevrilmese de adalete olan özlemimizden olsa gerek, adalet aramaya devam ediyoruz. Çünkü adalet denen şeyin şişede durduğu gibi ya da kitaplarda yazıldığı gibi yahut piyeslerde oynandığı gibi olmadığı bir gerçek.

Yazıya başlarken adalet üzerine bir yazının ortaya çıkacağına hiç ihtimal vermiyordum. Ama çalakalem kalemim beni buraya sürükledi.

Her şeyden geçtim. Yaşadığım hayal kırıklığından dolayı adalet bile beklemez oldum. Yalnız şunu söyleyeyim. Hz Ömer’i kılıçla düzeltmeye kalkan sahabiye bir parantez açmak istiyorum. Yapılan yanlışlıkları kılıçla düzeltmekten geçtim. Yanlış, hata, huzursuzluk adına her ne derseniz, bunlara yanlış denmesine bile tahammül yok. Ne zaman olumsuzlukları ele alan bir yazı kaleme alsan, vay efendim, nasıl böyle yazar? Karşı mahalleye şirin gözükmeye çalışıyor. Yakıştı mı böyle bir yazı? İyice değişti, savruldu. Halbuki karşı taraf böyle mi yapıyor? Her türlü alavere ve dalavereye rağmen desteğine devam ederken aynı membadan su içtiklerimiz en ufak bir şeyi insafsızca eleştiriyor deniyor. Bu kafa yapısına göre Hz Ömer’i herkesin içinde kılıcıyla düzeltmeye çalışmak yanlışmış. Hz Ömer de “Böyle dedim diye herkesin içinde bana bunu nasıl söylemeye cüret edersin, dememiş.

Merak ediyorum, dava dava diye her türlü yanlışı yutmak, savunmaya kalkmak mı savrulma, yanlışları ortaya koymak mı savrulma. Bizden diye sesi çıkarmamak yakışıyor mu bize deneceği yerde seni yerden yere vurmayı marifet biliyor.

Unutulmasın ki yapılan yanlışları ortaya koymak, her mahallenin birinci görevi. Herkes mahallesini temizlemekle sorumlu. Kimsenin karşı mahalleyi düzeltme imkanı yoktur. Herkes kendine bakacak. Bunu da şöyle bir örnekle açayım. Benim çocuk ile yan komşunun çocuğu kavga ediyor. Üzerlerine ben geldim. Yapacağım şey, önce kavgayı aralamak. Ayrılsınlar diye ilk tokadı kendi çocuğuma atmaktan ibarettir. İlla tokat atılacak diye bir şey yok. Çünkü en güzeli kavgayı tokatsız aralamak. Ama öyle girmişler ki aralamak ne mümkün. Birini tutuyorsun, diğeri coşuyor. Son çare tokattır. İlk tokadı da haliyle kendi çocuğumuza vuracağız. Sonra komşunun çocuğuna. Gören diyecek ki ilk tokadı çocuğuna vurdu. Ki gücüm de çocuğuma yeter. Çocuğuma tokadı atmam, ondan nefret ettiğim, onu çizip attığım anlamına gelmez. Yok, ben ilk tokadı çocuğuma değil komşu çocuğuna vururum diyorsanız, zaten bazılarımız en iyi yaptığı bu. Bunun sonucu da ortada. Kan davasına varan bir kutuplaşma. Ben bunda yokum, bilesiniz.

Bilmem anlatabildim mi? Umarım derdimi anlatabilmişimdir. İnşallah, beni bir kişi anladı. O da yanlış anladı demem.

Coca Cola ve Pepsi'ye Dair (4)

Coca Cola, Pepsi ve diğer ürünlere yaptığımız boykotlar fayda verse, sonuç alsak, “İsrail'i desteklemek neymiş, görsün gününü. Coca Cola kiminle aşık attığını bilsin ve ayağını denk alsın” diyeceğim. Başta Cola olmak üzere Yahudi menşeli ya da İsrail'e destek veriyor dediğimiz ne kadar ürün varsa hepsi bu ülkede faaliyetine devam ettiği gibi belki de paraya para demediği için devlet bütçesinden daha güçlü bir görünüm veriyor.

Boykotlar fayda verse ve sonuç alınsa inanın hiç gam yemeyeceğim. Fayda vermediği halde ikide bir boykot çağrısını da anlamış değilim. Bazılarımızın "boykot yaparak tarafımızı belli ediyoruz. Karınca misali" dediğini duyar gibiyim. Böyle diyenlere ve elinden geldiği kadar boykot yapanlara saygı duyuyorum. Samimiyetlerinden de şüphem yok. Ama aynı saygıyı, bitmeyen ve sonuca gitmeyen boykotları ve boykot konusunda düştüğümüz çelişkiyi dile getirenlere de göstermek lazım. Fakat bu saygıyı göremiyorum. Gören de Filistin ve Gazze duyarlılığı bir bunlarda var. Sanıyorlar ki boykota eleştiri getirenler İsrail tarafını tutuyor. Böyle düşünen varsa, iftira atmaktan ve zanda bulunmaktan Allah'a sığınması gerekir. Çünkü bu ülkede fikri, zikri, düşüncesi, inancı, siyasi görüşü, yaşantısı farklı farklı olsa da Filistin konusunda bu ülke insanı Filistin'in yanındadır. Bu böyle biline.

Eleştiri getirenler, "tamam, tarafımız belli olsun. Boykot yapılacaksa tüm ABD ve İsrail ürünlerine yapılsın. Bu konuda çelişkiye düşmeyelim. En azından zorunlu olmadıkça alternatifi varsa onları alalım. Cola'ya gösterdiğimiz duyarlılığı cebimizdeki İphone'ye de gösterelim. İsrail'e en büyük desteği veren on beş şirketten biri olan Boeing uçaklarına da gösterelim. Birini görürken diğerini görmezden gelmeyelim. Biz boykot yaparken boykotu tınlamayıp ya da gereksiz görüp veya beyhude çaba deyip boykot edilmesi gereken ürün ve malı alanlara da tepkimizi ortaya koyalım" diyorlar. Yanlış mı diyorlar? Niçin böyle diyenleri, mücadele edilmesi gereken düşman gibi görüyorlar. İnanın, anlamış değilim.

Bir diğer husus, boykot edeceğimize, bu boykot ürünlerinin en iyisini biz yapsak, hangi birimiz yerli ürün varken yabancı ürünün özellikle İsrail'i destekleyen firmanın ürününü alır. İnanın, yıllardır boykotlarla uğraşırken aynı kalite ürüne kafa yorsaydık, şu ana kadar boykot ürünlerinin çoğunun alternatifi yerli ürünlerimiz olurdu. Ama işin kolayına kaçıyoruz. Kusura bakmayın ama bizim bu durumumuz, bataklığı kurutmak yerine bataklığın ürettiği sivrisinekleri öldürmeye veya kovalamaya benzer. Biliyoruz ki bataklık kurutulmadan sivrisinekle mücadele edilmez. Bataklık kurutulunca ortada mücadele edecek sivri kalmaz zaten. Gerçi biz bırakın marka değeri olan bir ürün piyasaya sürmeyi, Pepsi ve Coca Cola gibi dünyanın her bir ülkesinde çok uluslu şirket gibi mal satmayı, kendi öp öz mahsulümüz olan Cola Türka'ya bile sahip çıkamadık.

Yine Yahudi ve ABD'nin ürettiği her ürünü şu ya da bu gerekçeyle kullanmayı mubah görürken iş Cola'ya gelince aslan kesilmemiz, karnını tıka basa doyuran birinin, tabağında bir iki lokma kalınca, perhiz yapıyorum. Yemeyeceğim demeye benzer. Mübarek, o kadar yemeği yemişsin, bir iki lokma kalınca mı perhiz aklımıza geldi. O hesap, ABD sigarası, telefonu vs. her türlü ürünü kullanacağız. İş Cola'ya gelince, dur orada, ben o ürünü boykot ediyorum diyeceğiz. Lütfen boykot konusunda samimi isek ya hep ya hiç olmalı. Ötesi çelişki yumağıdır. Ne de çok seviyoruz çelişkiye düşmeyi. Ne de nefret ediyoruz bu çelişkiyi yüzümüze vuranları tu kaka yapmayı. Dikkat edelim bu savunma psikolojisi sağlıklı değildir. Acizliğimizi gerçeği haykıranlara çemkirerek geçiştirmeyelim.

Bir diğer husus, Cumhurbaşkanı'nın, bu ülkede üretilen tüm firmalar ve ürünler yerlidir" dediğini hatırlıyorum. Bugün başta Cola ve Pepsi olmak üzere yabancı menşeli ürünlerin hemen hemen hepsi bu ülkede üretim yapıyor. Yukarıda da dediğim gibi bu firmaların fabrikalarında işçi ve yönetici olarak çalışan kişilerin kahir ekseriyeti bu ülke insanı. Merak ediyorum, bu ürünleri boykot ederek diyelim ki batırdık ya da "madem istemiyorsunuz. Bu ülkedeki üretim ve satışı sonlandırıyoruz. Fabrikalarımızı falan ülkelere kaydırıyoruz" dense, bu boykot ürünlerinde çalışan insanlarımız işsiz kalınca, özellikle boykot boykot diyenler, bunlara istihdam sağlayabilecek mi? Bunun mümkün olmadığını en iyi boykot boykot diyenler bilir. Sanki bu gibi şeylerin sonunu düşünmeden bu işlere kalkışıyoruz. Burada "bekara avrat boşamak kolay" sözünü hatırlamanın tam zamanı.

Bir zaman daha var ki bölük pörçük olan bu uzun yazıyı sonlandırmanın zamanı.

Son söz, tekrar ediyorum. Boykot yapanlara saygım var. Boykot konusunda eski duyarlılığı kalmasa da evime Kola ve Pepsi almayan biriyim. Diğer ürünlerde de aynı kalite yerli ürün varsa yerli ürünü tercih ediyorum. Adeta boykot yapıyorum. Sonuna kadar Filistin davasının yanındayım. Bu durumda iken boykot konusunda içine düştüğümüz çelişkiye ve açmazı ele alan yazılarımı okuyan olursa -bu yazım da öyledir- lütfen hop oturup hop kalkmayın. Görüşüme katılmasanız da aynı saygıyı sizden de bekliyorum. Unutmayalım ki gerçekler acıdır.

Coca Cola ve Pepsi'ye Dair (3)

Buradan yavaş yavaş sadede geleyim. Coca Cola simge olmuş bir boykot ürünü. Tüm boykotlar bu ürünle başlar. Çünkü Yahudi menşeli ya da İsrail'e destek sağlıyor diye. Hatta Sumud filosuna katıldıktan sonra kendi İnstagram sayfasında canlı yayın yaparak İsrailli askerlerin nasıl davrandıklarını anlatan İkbal Gürpınar Hanım, bir konuşmasında, "İsrail askerleri bizi ellerinde Coca Cola içecekleriyle karşıladı. Gözümüzün önünde Kola içtiler. Zehir zıkkım olsun" dedi.

Aslı var ise bu hengamede İsrailli askerlerin Kola içmesi ve Kola ile karşılamalarının bir anlamı olsa gerek. Niyetlerini bilmem ama herhalde İsrail askerleri şunu demek istedi: Yahu, ambargoyu delmek için bu kadar yolu niye tepip geldiniz. Halbuki sizin yaptığınız tek şey şu içtiğimiz Coca Cola'yı boykot etmekti. Siz gidin, yine bu ürünü boykot etmeye devam edin" ya da "Siz Kola'yı içmezsiniz hatta görmeye bile dayanamazsınız. Sizi çileden çıkarmak için bakın sizi Kola ile karşılıyoruz". Artık niyetleri ne idiyse.

İsrailli askerlerin aktivistler karşısında Kola içmesi aklıma İhsan Doğramacı'yı getirdi. Doğramacı YÖK başkanı iken biliyorsunuz, başörtüsü yasaklarına paralel olarak protestolar da eksik değildi. İşte böyle bir zamanda ellerinde Zaman gazetesi olduğu halde Doğramacı'yı protestoya gelen öğrencilere, Doğramacı'nın, "O elinizdeki gazete ismini tersinden okuyun. Namaz demektir. Siz bu eylemi bırakın, gidin evinizde namazınızı kılın" dediği söylenir.

Yazıyı dağıttığımın, daldan dala atladığımın farkındayım. Ülkemizde hız kesmeyen Kola boykotuna geleyim. Evet, ne zaman İsrail, Filistin ve Gazze'de katliam yapsa bizde hemen Coca Cola boykotu başta gelir. Ardından boy boy İsrail ürünleri yayımlanır. “Alma, aldırma, satma” türünden şeyler söylenir.

Bizim boykotumuz sadece İsrail ürünleriyle sınırlı değil. Bazen ABD'ye kızarız. ABD ürünlerini boykot ederiz. Bazen Fransa'ya kızarız. Fransız ürünlerini boykot ederiz. Şu firmanın otobüsü namaz molası vermiyor. Boykot edelim deriz. Şu halı, çalışanlarını cumaya göndermiyor. Bu halıyı boykot edelim deriz. Hatta hızımızı alamayarak üç harfli marketleri bile boykot listesine dahil ediyoruz.

Bugüne kadar ömrümüz boykot ile geçti, hala da öyle geçiyor diyebiliriz. Kimi boykotlar konjonktür gereği bir kızgınlıkla başlar. Bir bakmışsın bitmiş. Kimi de Pepsi ve Coca Cola'da olduğu gibi aşağı yukarı her daim devam ediyor. İşin garibi, bugüne kadar boykot edip de batırdığımız, sinek avlayan, ürün ve tezgahını satıp ülkeyi terk eden ürün ve firma görmedim. Her biri tereklerde ve sofralarda yerini almaya devam ediyor. Hatta sabah akşam boykot ettiğimiz Coca Cola A Milli Takımının sponsoru olur çoğu zaman. (Devam edeceğim) 

Coca Cola ve Pepsi'ye Dair (2)

Geçen hafta bir sınıfa girdim. Yoklamayı alıp derse geçeceğim. 

Bir öğrenci söz aldı: "Hocam, geçen hafta arkadaşlar benden Cola ikram etmemi istediler. Getirdim. İzin verirsen herkese birer bardak verebilir miyim" dedi. Gencin önünde iki adet 2,5’luk pet şişe vardı. Cola mıydı, Pepsi miydi, dikkat etmedim. Haydi, dökmeden, hızlıca ikram et dedim. Genç, "Sizde içmek şartıyla" dedi. İyi, tamam olsun dedim. İki elden pet bardaklara doldurularak 30 kişilik sınıfa ikram edildi. Benim masaya da koymuşlar. 

Herkes içip bitirdikten sonra delikanlı, kesene bereket. Cömertliğin daim olsun. Yalnız bu içecek yerine alternatif içeceklerimizden ikram etseydin daha iyi olurdu. Bir de bu iki içeceğin içinde ne varsa bağımlılık yapıyor. Kendinizi bu içecekten uzak tutmanızda fayda var. Üstelik anlık içimin dışında vücudunuza olumlu bir katkısı da yok dedim. "Tamam, hocam, teşekkür ederiz" dedi. Ardından derse geçtik.

Konuyu dağıtma niyetim yok. Üstelik daha sadede gelmedim. Konu anılara geçince bir anım daha aklıma geldi. Bunu da paylaşmak isterim. 2002 yılında Adana'ya tayinim çıktığında il emrine verilmiştim. Çünkü o zamanlar nokta tayin yapılmıyordu. Şurası mı olur, burası mı derken Allah vere de Pozantı olsa da Konya'ya yakın olsam diyordum. Bir arkadaş, “Pozantı'yı boş ver. Adana merkez olsun. Ben birini ayarlayayım” dedi.

Ağustos ayı idi sanırım. Bindim otobüse, Adana'ya vardım. Beni gençten biri karşıladı. Pepsi'de üst düzey bir yönetici imiş. Beni arabasına aldı. Daha önce randevuyu ayarlamış. Seyhan İlçe Milli Eğitim Müdürü ile görüştürdü. Durumumu anlattı. Müdür de tayinleri biz yapmıyoruz. İldeki falan müdür yardımcısı yapıyor. Onunla görüşeyim dedi. Yanımızda iken il müdür yardımcısını aradı. İsmimi ve branşımı verdi. "Bu arkadaşı il merkezinde değerlendirebilir miyiz" dedi. Müdür yardımcısı, "mümkün değil. O branşa il merkezi dolu" dedi.

Müdürden müsaade alıp çıktık. Çıkarken "Atamalar ağustosun ikinci haftasından sonra yapılır. O zaman bir daha uğrayın. Tekrar rica edeyim sizin için" dedi. Teşekkür edip ayrıldık. Benim için randevu, görüşme, sağa sola getirip götürme işiyle uğraşan Pepsi yöneticisine teşekkür edip ayrıldım.

Yeri değil ama antrparantez söyleyeyim. Benim tayin Adana merkez oldu. Tabii araya birilerini koyarsan, olur, niye olmasın dediğinizi duyar gibiyim. Öyle olmadı. Zira torpil falan işlemedi. Çünkü ben Ağustos ayında torpil ararken meğerse ildeki güzel bir okula benim tayinim 4 Temmuzda yapılmış. Nasıl olduysa artık. Yani ben haybeye Adana'ya gidip görüştüm. Yerim belli iken Adana merkez olsun diye uğraşmışım. Benim torpil böyle. Torpil isterseniz, ben buradayım.

Araya anılarımı da katmamın sebebi ister Coca Cola ister Pepsi ister Cola Türka olsun söylediğim içeceklerin menşei ABD ve Japonya da olsa bu içecekler ve türevleri bu ülkede üretiliyor. İnsanımıza az veya çok istihdam sağlıyor. Çünkü işçisinden yöneticisine varıncaya kadar bu fabrikalarda bu ülkenin insanı çalışıyor. Her biri de bu fabrikalardan aldığı maaşla geçimlerini sağlıyor.

İş bulmak, bulduğu işte çalışmak bu ülkede zor. Özellikle genç nüfusta işsizlik had safhada. Özellikle Pepsi ve Coca Cola şirketlerinde çalışanların çoğunun elinde imkan olsa bu fabrikalarda çalışmaz. Çünkü bu iki ürün bizde boykot listesinin en başında yer alır. Belki bu şirketlerde çalışan insanlar içerisinde bu içecekleri boykot ettiği için içmeyenler de var. Ama eli mahkum burada çalışmaya. Sadece buralarda değil, bankada, bar, meyhane ve içki fabrikasında bile çalışan insanımız var. İçki içmediği halde Hollanda'da bir içki fabrikasında çalışan asker arkadaşım bir gurbetçimiz var. (Devam edeceğim) 

Coca Cola ve Pepsi'ye Dair (1)

Coca Cola 1886, Pepsi ise 1893 yılında kurulmuş. Her ikisi de ABD menşeli.

Coca Cola, 1964’te Türkiye'ye de adım atıyor. Türkiye'de ulaştığı fabrika sayısı 11'dir. 16 markasıyla ülkede üretim ve satış yapıyor. Ankara, Bursa, Çorlu, Elazığ, Hazar, İzmir, Köyceğiz, Mersin, Sapanca, Isparta'da fabrikaları var. "Ortalama yıllık 47 bin kişiye sanayi ve hizmet sektöründe doğrudan ve dolaylı olarak istihdam sağladıklarını" söylüyor firma.

Pepsi ise 1962 yılında ülkemizde faaliyetine başlamış. Araştırmalarıma göre Türkiye'deki fabrika ve depo sayısı, yanlış saymadıysam 10 tane. Bunlar da İstanbul, Manisa, Ankara, Kocaeli, İzmir, Mersin, Konya, Tekirdağ, Antalya ve Adana'da. Yetkililerinin açıkladıklarına göre 3 bini doğrudan, 40 bini de dolaylı olarak toplam 43 bin kişiye iş imkanı sağlıyor.

Kola'nın ortakları, % 40'ı Anadolu Efes Biracılık, % 20'si The Coca Cola, % 10'u Efes Pazarlama, % 30'u halka açık ve diğer.

Pepsi'nin ortakları, hep yabancı gözüküyor. Küçük küçük oranlarla değişik firmaların elinde.

Her ikisi de aşağı yukarı dünyanın her bir ülkesinde üretim ve satış yapan, girdiği ülkede en büyük pay sahibi diyebileceğimiz çok uluslu şirket. Coca Cola dünyada en fazla tüketilen ürün.

Bu iki içecek de 130 yılı geçen köklü bir geçmişe sahip. Kuruluşundan bugüne, kendisini geliştirerek hâlâ faaliyetlerine devam ediyor. Bunlara alternatif olarak çıkan çoğu içeceğin ömrü ülkemizde pek uzun olmamış. Ya kaliteyi tutturamamış ya küresel ölçekli marka oluşturamamış ya rekabete dayanamamış ya da cezaya maruz kalmış.

Bu iki içeceğe alternatif olarak üretilen Kola Türka ise vatandaş nezdinde "Kola ve Pepsi'nin yerini tutmasa da yerli üretim" deyip her eve girdi. Galiba bu marka tutacak. Yakında Pepsi ve Coca Cola'nın ülkemizdeki tahtını sallayacak derken bir duyduk ki bu yerli üretim içecek markası Japonlara satılmış. Bugün tereklerde yerini almaya devam etse de Cola Türka da tıpkı Cola ve Pepsi gibi yabancı üretim. İsterdim ki Cola Türka yerli üretim ve Türkiye menşe olarak raflarda yerini almaya devam etsin.

Cola Türka, Ülker grubunun 2003 yılında ürettiği ve markasını verdiği bir içecek idi. Bir ara Murat Ülker açıklamıştı: "Bir bakan aradı. ABD büyükelçisinin baskısıyla size küçük bir ceza vereceğiz" demiş. Küçük denilen ceza da 35 milyon lira. Değeri 10 milyon olan bir içeceğe 2006 yılında 35 milyon ceza hiç de azımsanamaz. Ceza gerekçesi de "kota fazlası nişasta bazlı şeker kullanmak". Ülker devleti mahkemeye verir. Mahkeme 7 sene sonunda Ülker'i haklı bulur ama "7 sene bu ceza tepemizde sallanınca, bu işe nasıl yatırım yaparsın" diyor Murat Ülker.

Kısa sürede Coca Cola'dan sonra en fazla tüketilen ikinci içecek türü olan bu yerli ürüne ABD baskısıyla ceza kesmek garip. Nasıl ülkeyiz anlamış değilim.

Niyetim ABD menşeli Cola ve Pepsi'nin ve Türk menşeli iken Japonlara geçen Cola Türka'nın geçmişini anlatarak reklamlarını yapmak değil. Bunları övme gibi bir düşüncem de yok. Bunları içen biri de değilim, evime de özellikle Pepsi ve Coca Cola'yı bastırmam. İlla almak zorunda kalırsam, satılmış olsa da tercihim Cola Türka olur. Cola ve Pepsi ikramlarını da başka seçenek varsa tercihimi diğer içeceklerden yana kullanırım. Cola ve Pepsi içen tanıdığım gençleri görürsem, bağımlılık yapar. Başka alternatif içeceklere yönelin demek suretiyle telkinlerde bulunurum. (Devam edeceğim) 

10 Ekim 2025 Cuma

Aktivist mi Olmak İstersiniz, Etkinci mi?

Dünyanın farklı ülkelerinden Sumud filosuna katılan aktivistlerin görüntü ve konuşmaları ekrana yansıyınca, konuşmalarda sık sık aktivist kelimesi de kullanılınca, yanımdaki oturan, aktivist ne demek dedi. "Dünyanın her bir yanında yapılan bir zulmü dünyaya duyurmak ve haksızlığın önüne geçmek amacıyla düzenlenen eylemlere gönüllü katılanlara aktivist denir. Bildiğim kadarıyla Türkçemize Fransızcadan geçmiş bu kelimenin Türkçe karşılığına ne denir bilmem dedim.

Ardından aktivistin Türkçe karşılığını öğrenmek için TDK sözlüğünü açıp baktım. Dediğim gibi Fransızcadan dilimize geçen aktivist kelimesinin Türkçe karşılığı, etkinci imiş. Anlamı da "Toplumsal veya politik değişim meydana getirmek, belirli sorunlara dikkat çekmek için özel amaçlı etkinlik gerçekleştiren kimse; aktivist".

Ne yalan söyleyeyim, Türkçe etkinci bana Fransızca aktivistten daha yabancı geldi. Çünkü aktivist yerine önerilen etkinci kelimesi zihnimde hiçbir anlam ifade etmedi. Aktivist kelimesini duyunca kimlere denir, bunların amacı nedir gibi kitabi olmayan bilgiler zihnimde belirir ama etkinci kelimesini izah için mutlaka TDK sözlüğüne bakmak gerekir.

Güya TDK aktivist yerine etkinci kelimesini önermiş. Aktivist bize öyle işlemiş ki Sumud filosu üzerine izlediğim o kadar canlı yayın ve videoda, bir kişinin dahi aktivist yerine etkinci kelimesini kullandığına şahit olmadım. Her konuşan ve haber yapan aktivist dedi durdu.

Halkta zaten karşılığı yok etkincinin. Biri, bunlar ne yapıyor, bu katılanlar kimler dese, "Bunlar etkinci" desen, bu ne demek diye yüzüne bakar. İşin yoksa açıkla dur. Sonunda nereden ağzımdan çıktı bu kelime diye pişmanlığını duy.

O kadar da abartma demeyin. Denemesi bedava.
Ben bu yazıyı yazarken üniversiteyi bitirmiş Z nesli oğlum giyinmiş, dışarı çıkmak için haber vermek amacıyla odama girdi. Fark etti iseniz müsaade almak için demedim. Haber vermek için dedim. Çünkü ne oğlanın böyle bir âdeti ne de benim böyle bir beklentim var.

Üzerindeki kıyafetler de yakışmış. Oğlum, tam bir etkinci olmuşsun dedim. Bir iki defa ne diye sordu. Oğlum, etkinci etkinci dedim. "O ne ya" demez mi? Aktivist aktivist. Sende mi bilmiyorsun yoksa?" dedim.” İlk defa duydum” dedi.

Gördüğünüz gibi ben denedim. İsterseniz bir de siz deneyin.

Şu var ki Türkçemin bu halde olmasına üzüldüm. Ne yazık ki Türkçemizin hali bu. Yabancı kelime istilasına uğramış. Yabancı kelime bize daha Türkçe geliyor. TDK de dostlar alışverişte görsün diye ya tutarsa deyip öylesine kelime üretip öneriyor. Üretilen kelime de gördüğünüz gibi kullanılmıyor. Kullanmaya kalkan olursa da benim çocukta test ettiğim gibi hepimiz öp öz Türkçe kelimeye Fransız kalıyoruz.

TDK'nin halkta karşılığı olmayan, üretip önerdiği buna benzer o kadar çok kelime var ki Büyük Türkçe Sözlüğün sayfaları arasında Türkçe kelime olarak yer kaplıyor. Hepsi bu.

Ben ne yapayım kullanılmayan ve tedavülde olmayan, halkın kullanmadığı ve halkta karşılığı olmayan, sadece TDK sözlüğünde yer kaplayan bu şekil kelimeyi. Vah güzel Türkçem vah! Vah ki vah!

Bir de oturur kalkar, Türkçemize zengin bir dil deriz. Böyle zenginliği ne yapayım ben? Türkçemizin bu zenginliği, parası var ama harcamayan kimseye benzer. Öyle ya bu zenginlik neye yarar.

Bu durumda olmamızın sebebi üzerinde düşünmek lazım. Sanki üreten bir toplum olmayışımız en önemli sebep bence. Çünkü bir şey üretmeyen bir toplum kelime de üretemez.

Aktivist Var, Aktivist Var

İsrail’in Gazze’de uyguladığı ablukayı kırmak, Gazze’ye insani yardım koridoru açmak amacıyla, 46 ülkeden 497 aktivistin yer aldığı Sumud filosu, meşakkatin çokça olduğu uzun bir yolculuğun ardından ülkelerine döndü.

İsrail, her gemiye el koyup içindeki aktivistleri günlerce insani olmayan yöntemlerle hapishanelerinde tutmuş olsa da aktivistler amacına ulaştı. Gazze dramını tüm dünyaya duyurmuş ve dünya devletlerinin yapamadığını bu aktivistler yapmış oldular.

Rengi, cinsiyeti, ırkı, inancı ne olursa olsun, bu yolculukta yerini alan ve olası her şeyi göze alan tüm aktivistlere bir teşekkür borcumuz var. Sağ olsunlar, var olsunlar. İyi ki varlar. İnsanlık ölmemiş dedirttiler adeta.

Sumud filosunda görev yapanların görevleri bu yolculukla sınırlı kalmadı. Ülkelerine döndükten sonra yaptıkları basın açıklamasıyla Gazzelilere yapılan insanlık dramını tüm dünyaya duyurmaya devam ettiler. Bu yaptıkları da takdire şayan.

O aktivistlerden bir tanesi de İsveçli aktivist Greta idi. Daha önce iklim değişikliğiyle savaşılmaya hemen başlanması gerektiği ile ilgili eylemiyle dikkat çeken bu aktivist, Yunanistan’da yaptığı açıklamayla da adından söz ettirmeye devam etti. Trump’ın tepkisini çeken Greta, İsrailli askerlerin kendilerine yaptığı eziyetten ziyade İsrail’in Gazze’ye uyguladığı soykırımı ön plana çıkardı açıklamasında. Kızdaki vakur duruşa ve ciddiyetine hayran kaldım. Aktivist dediğin böyle olmalı dedim.

Greta’nın takındığı durum çoğu aktivistte de gözden kaçmadı. Çoğu, İsrailli askerlerin nasıl davrandığı sorusuna, “Bize yapılanı anlatarak Gazze’nin geri planda kalmasını istemiyoruz” şeklinde cevaplar verdiler.

Basından izlediğim kadarıyla ülkemizden aktivist olarak filoya katılan 56 Türk’ün içinden iki kişi, çektikleri video, yaptıkları canlı yayın ve canlı yayında takındıkları yılışık tavırla, izleyenlere, olamaz böyle dedirtti. Bunlar İkbal Gürpınar ile Bekir Develi idi. Bu ikisini izledikçe aman ya Rabbi, keşke bu ikisi aktivist olarak bu insani yardım filosunda olmasaydı dedim. Çünkü her yönüyle su koydular. Maalesef nazarımda sınıfta kaldılar.

Mutlaka sizin de önünüze gelmiştir bunların özellikle İkbal Hanım’ın videoları. Gören de bu ikisini düğünden geliyor sanır. Bu ikisi diğer aktivistlerin aksine adeta şov yaptılar. Yaptıkları şovda adeta bir oynamaları eksik kaldı. İzledikçe biraz ciddiyet dedim. Ey vakur, neredesin, şu ikisinin semtine de biraz uğra dedim ve tiksindim.

İsrail gibi sınır tanımaz bir ülkenin karasularına girmek, onlarla karşı karşıya gelmek herkesin harcı değil. Çünkü bu yola baş koymak aynı zamanda canlarından olmayı göze almak demekti. Ama gel gör ki her aktivist böyle değil. İçlerine nasılsa İkbal Hanım ile Bekir Bey de aktivist olarak katılmış. Nazarımda her ikisi de aktivist olmaya yakışmamış.

Ne diyeyim, Greta gibi aktivistler var, İkbal ve Bekir gibi aktivistler de vardı. Ne edersiniz ki her yönüyle tepki çeken bu iki aktivist de bizden çıktı. Keşke bunları tanıyan ve bilen, onlara, Allah rızası için her şey olun ama asla aktivist olmayın. Aktivistlik kim, siz kim deseydi.

9 Ekim 2025 Perşembe

Paylaşımlarıma Dair

Kendi halimde nicedir bu alemde yazar çizerim.

Kendimce dert edindiğim bir meseleyi kendi penceremden, o anki haletiruhiye içerisinde çalakalem yazarım.

Yazarken bu konuda başkası ne düşünür, yazdığımdan dolayı birileri hakkımda ne düşünür diye düşünmem. İçimden geldiği gibi yazarım. Yazdığım illaki doğrudur, tek doğru bundan ibarettir diye bir iddiam hiç olmadı, olmaz da.

Yahu ben yazıp çiziyorum ama bu konuda mahallem ne düşünür diye de düşünmem. Çünkü fikir ve vicdan hürriyetine inandıklarını düşünürüm. Öyle ya Allah vermiş bu özgürlüğü. Kulu niye vermesin? Sonra kulun ne haddine...

Kısaca kim ayıplar kim yeter ki mimler diye düşünmem.

Öyle ya bu ülkede herkes her şeyi söyleme hakkına sahip.

Yazarken kendimi çok bilgili ve kültürlü de görmem. Dağarcığımda ne varsa onu yansıtmaya çalışırım.

Buna ister cehaleti deyin ister başka bir şey. Yaptığım koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler misali Abdurrahman Çelebi olmak.

Yine yazarken yazdığım her bir şey kendi özgün düşüncem ve cümlelerim.

Başkasını etkileyeyim diye bir iddiam yok. Ki zaten böyle bir gücüm de yok. Zira herkesin fikri ve zikri kendisine.

Sayfalara içimi dökmek, o konuda kafa yormak benimki.

Yazdıklarımın bir kısmını da sosyal medyada paylaşıyorum ki ben bu konuda böyle düşünüyorum. Siz ne dersiniz demek istiyorum.

İlla siz de böyle düşüneceksiniz diye bir iddiam yok.

Görüşümde olan olursa, bu konuda yalnız değilim. Demek ki benim gibi düşünen de var diyorum.

Düşünceme katılmayan da olur. Bu da doğaldır. "Bu görüşünüze katılmıyorum. Şundan dolayı. Ben böyle düşünüyorum" diyenden hiç gocunmam hiç de gücenmem.

Yazılarımı isteyen beğenir isteyen beğenmez isteyen yorum yazar isteyen yazmaz. No problem.

Yazılarıma yorumla olumlu olumsuz katkı sunan herkese cevap yazmayı saygının gereği görürüm.

Ama yazılarıma yorum yaparken bana ayar vermeye çalışanlara,

Niyet okuyuculuğu yapanlara,

Nem kapanlara,

Nasıl böyle yazarsın, senden hiç beklemezdim diye ayıplayanlara,

Birilerinin temsilciliği görevini üstlenenlere,

Karşı mahallenin ağzı gibi yazıyorsun, onlara şirin görünmeye çalışıyorsun diyenlere,

Yazılarımı ön yargılı okuyanlara,

Yazımdan çıkarılmayacak anlam çıkaranlara,

Kutuplaşmanın tarafı rolünü üstlenenlere,

Yazılarıma tepeden ve üstenci bakanlara, dudak bükenlere,

Özellikle kaba ve bozuk üslupla suçlayıcı yazanlara,

Yazarken saygı ve nezaketi elden bırakanlara...

Rezervim var.

Bu tipler yazılarımı ne okusun ne de sayfamda boza pişirsin. Akıl vermeye kalkmasın. Uzak dursunlar benden.

Bilsinler ki onlar gibi düşünmek zorunda değilim.

Kimseye şirin görünme gibi bir niyetim hiç olmadı.

İyi niyetle yazımı okuyup dostane uyarıda bulunanlara saygım her daim var. Ama kendisi gibi düşünmediğim için saygıyı elden bırakanlara, hop oturup kalkanlara hiç saygım yok.

Hele bozuk ve kaba üslubuyla, benim sayfamda bana ayar vermeye kalkanlara tavsiyem şudur: Sayfamı kirletmeyin. Sayfamda boza pişirmeyin. Bunun yerine kendi sayfanızda istediğiniz görüşü, istediğiniz üslupla yazın. Ama yazınız kendi öz mahsulünüz olsun. Bir de benimle olan sanal arkadaşlığınızı da sonlandırın. Kısaca beni bana bırakın.

7 Ekim 2025 Salı

Emeklilik Ne Zaman Düşünülmeli?

Doğada insan dışında emekli olan yok. Bir insanoğlu var emekli olan.

Emeklilik diye bir hak olduğuna göre emekliliğini hak eden emekli olabilir.

Emekliliğini hak ettiği halde zorunlu emeklilik yaşına gelinceye kadar çalışmak isteyen de bu hakkı kullanabilir.

Durum bu iken nerede bir çalışmaya devam eden birini görsek, "Emekliliğin gelmiş. Daha ne çalışın. Emekli ol artık. Emekli ol ki yeni gençlere yol açın. O kadar işsiz var değil mi" türünden akıl veririz.

Böyle akıl vermeye kimsenin hakkı yok. Böyle diyenler bilsinler ki mevcut çalışanların hepsi emekli edilse, yerine gençler alınsa, mevcut işsizlik yine bitmez. Yine birçok genç açıkta kalır. O yüzden bilir bilmez konuşulmasın.

Ayrıca ülkenin bugün en büyük sıkıntısı -ki bu sıkıntı ileride daha da artacaktır- emeklilerin çokluğu. Bugün emekli sayısı neredeyse çalışan sayısına yakın. SGK emekli maaşı ödemede zorlanıyor. Her yeni emekli SGK üzerine yüktür. SGK bir taraftan emekli olana emekli parası verirken diğer taraftan yerine aldığı kişiye de maaş vererek bütçesini daha da açıyor. O yüzden emekliliği istemekten ziyade çalışmayı teşvik etmek lazım.

Bir diğer husus, bugün emekli olanların çoğu geçim sıkıntısı çekiyor. Çünkü özellikle memur emeklilerinin maaşları yarı yarıya düşüyor. Emekli ol diyenler bu tür geçim sıkıntısı çekenlerin geçim sıkıntısını çekme garantisi mi veriyorlar da emekli ol diyorlar?

Ben onu, bunu bilmem. Çarşı, pazar emekli dolu iken, emekli bolluğu ülkenin belini bükerken insanlara emekliliği telkin etmek yerine uzatmayı, en azından kanuni yaşına kadar çalışmasını telkin etmek gerek. Çünkü emeklilik meselesi salt emeklilikten ziyade bir ülke sorunu olmaya doğru hızla ilerliyor.

Yine emekliliği gelmiş insanların çalışmasını ayıplayıp emeklilik telkin edenler, bu telkini biraz da yaşı 60-70-80 olduğu halde siyasetle uğraşan, ülke yöneten ya da ülke yönetmeye talip siyasilere yapsınlar. Çünkü onlar da yaşını başını aldığı halde hâlâ çalışıyorlar. Ne de olsa ülkede siyaset yapmak isteyen o kadar genç insanımız var. Yoksa siyasilere böyle bir telkini yapmaya cesaretimiz yok mu? Gücümüz insanımıza mı yetiyor sadece?

İnsanlar ne zaman emekli olmalı, emekliliği ne zaman düşünmeli? Bu yazıya başlarken esas niyetim bu idi. Ama üzerine vazife olmayanların emeklilik telkini yazımı saptırdı. Şimdi geleyim emeklilik vaktine.

İnsanlar faydalı ve verimli olduğu ve sağlığı el verdiği müddetçe çalışmalı. Çünkü erkenden el etek çekmek kişiyi daha erken yaşlandırır. Vücut erkenden çökmeye başlar. Boş insan durmadan kendini dinler durur.

Ne zaman ki çalıştığı kurumda bir kat merdiveni çıkmaktan aciz duruma gelip asansörle inip çıkmaya başlamışsa,

Aşırı kilodan nefes nefese kalmışsa,

Organlarından bazısı iflas etmiş, sürekli hastaneye gidip geliyorsa,

Ne dediği anlaşılmaz bir noktaya gelmişse,

Sık sık unutuyor, işinde hata ve yanlışı artmışsa,

Ne idrarını tutuyor ne de çenesi durmuyorsa,

Herhangi bir yerden destek almadan lavaboda ayağını yıkayamıyorsa, tek ayakla durarak çorabını giyemiyorsa,

Kuruma, iş yerine, okul ve sınıfına hakim olamıyorsa,

Ayakta durmakta zorlanıyorsa, güç bela yürüyorsa...

Hiç durmayıp hemen emeklilik dilekçesini vermeli.

5 Ekim 2025 Pazar

Mirasta Paylaşım Sorunumuz

Türkiye'de miras paylaşımı genellikle problemlidir. Hiç sorunu olmayan kardeşler iş miras paylaşımına gelince, herkeste aynı olmasa da çoğunda sorun çıkar. Küskünlüklere ve dargınlıklara sebebiyet veriyor.

Aslında sorunun çözümü, vefat edenin geride hiçbir şey bırakmamasıyla çözülür. Bu da mümkün olmadığına göre bu sorun er veya geç karşımıza çıkacak demektir. Gerçi eşi Alman olan bir okuyucum, kardeşler arasında sorun ne zaman çıkar içerikli bir yazımın altına, "İki çocuğum var. Daha küçükler. Şimdiden anlaşamıyorlar. Yazınız beni endişelendirdi. Gerçi Almanlarda miras bırakma diye bir şey yok. Aynı zamanda evlatların anne babaya bakma diye bir sorunu olmaz" türünden yorum yazmıştı.

Okuyucumun bu yorumu dikkatimi çekti. Anlaşılan o ki miras bırakmayarak Almanlar bu işi çözmüşler. Anne baba bakıma muhtaç olduğunda da bu sorunu çözmüşler. Görünen o ki Almanya sosyal devlet olmanın gereğini yerine getiriyor. Öyle zannediyorum, herkese iş veriyor, herkes karnını doyuruyor. İş veremediğine işsizlik parası veriyor. Durum böyle olunca, anne baba niye miras bıraksın. Kazandığını yer, içer, gezer.

Anne baba bakıma muhtaç hale düşmüşse öyle zannediyorum, devletin yaşlıları rehabilite edebilecek ortamları var.

Bizde ise aşağı yukarı her evde bakıma muhtaç bir hasta var. Kardeşler ya sırayla hastanın evinde ya da her kardeş kendi evinde bakıyor. Kimi bakıcı buluyor.

Bakıma muhtaç hasta uzun süre yatağa bağlı kaldığında, hastaya bakanlar mecburen işini aksatma durumunda kalıyor.

Miras konusuna dönersem. Konu netameli bir konu ve uzun bir mesele. Öyle yazıyla falan çözülmez. Ki Medeni hukuk bir oran belirlemiş. Aynı şekilde İslam hukuku da bir oran belirlemiş. Her ikisinin de kaydı, küreği var. Yazılı metin olmasına ve paylaşım açık olmasına rağmen vereseler anlaşamıyor.

Bildiğiniz gibi Medeni kanun erkek olsun, kız olsun, eşit paylaşımı emreder. Aynı zamanda rıza taksimini de kabul eder. Yeter ki biz aramızda anlaştık diye vereseler imza atmış olsun.

İslam hukuku ise kız ve erkek kardeşler arasında erkeğe iki, kıza bir şeklinde bir taksimi emreder. Gerçi İslam da rıza taksimine bir şey demez.

Bir ara Diyanet mirası hutbe konusu yaptı. Kız kardeşlerinizin miras hakkını verin şeklinde bir hutbe idi. Güzel bir hutbe idi ama orana değinmedi. Yani kıza bir, erkeğe iki vereceksiniz demedi. İsterdim ki bu orandan bahsetsin. Ama orana giremez. Çünkü günümüz Türkiye’sinde miras da bugünkü Müslümanların yumuşak karnı. Haydi deyince ulu orta konuşulmaz. Pek dillendirilmese de İslam'ın miras paylaşımı kardeşler arasında kırgınlığa ve küskünlüğe sebebiyet veriyor. Erkek 1/2 paylaşacağız dese, kız kardeş olmaz, eşit paylaşacağız dese daha paylaşım yapılmadan oranda sorun çıkıyor. Tabi, her aile için bu durum söz konusu değil. Gündeme pek gelmese de alttan alta bu sorun kaynıyor.

Ne alaka diyebilirsiniz? Bakmayın ortaya saçılmadığına. Geçen gün şimdilerde kendi isteğiyle vaizliğe geçen eski bir müftüyle karşılaştım. Selam, kelam, hal ve hatırdan sonra değişik camilerde vaaza çıktığını, haftada bir fetva hattı için müftülükte nöbetçi olduğunu söyledi. Ne tür fetva soruları dedim. Boşanma ve miras hakkında dedi. Telefonla mı cevap veriyorsunuz dedim. Hayır, yüz yüze görüşüyoruz dedi.

Hazır müftüyü bulmuşken sorulara devam etmek isterdim ama ayaküstü bekletmek istemedim. Şayet soru sorsaydım, genelde fetva için gelenler kimler desem, öyle zannediyorum, kadınlar diyecek. Çünkü hem boşanma hem de miras konusunda günümüz meri hukuka göre kadın daha mağdur oluyor. Kadın İslam hukuku ile meri hukuk arasında ikilem ve git gel yaşıyor. Bir nevi işin aslını astarını öğreneyim diye müftülüğe kadar gidiyor.

Bu konu çok su götürür. Sayfam bitti. Bu konuya daha sonra başka yazılarımda devam etmek isterim. 

Kaliteyi Düşürmenin Garanti Yolu

29.09.2014 tarihinde sosyal medyada yazıp paylaşmışım. Anılar bölümünde yeniden karşıma çıktı: "BİR ŞEYİN SAYISINI NE KADAR ARTIRIRSANIZ KALİTEYİ O KADAR DÜŞÜRÜRSÜNÜŹ.

ASIL OLAN NİCELİK DEĞİL NİTELİK  OLMALIDIR.

DUYGULAR AKLIN ÖNÜNE GEÇMEMELİDİR.

UNUTULMAMALI Kİ CEHENNEMİN YOLU İYİ NİYET TAŞLARIYLA DOLUDUR.

NEFRET ETTİĞİNİZ İNSANLARIN YAPTIKLARININ TERSİNİ YAPMAK HER ZAMAN DOĞRU YOLA GÖTÜRMEZ İNSANI.

İFRAT VE TEFRİTTEN UZAK DURMAK GEREKİR.

YAPTIKLARINIZIN ACI SEMERESİNİ 20 YIL SONRA GÖRÜRSÜNÜZ.

BİZDEN SÖYLEMESİ..." demişim.

Büyük harfle yazmak hiç prensibim değil. Nedense büyük harfle yazmışım. Belki dikkat çeksin diye belki kızgınlığımı ifade etmek için belki de telefonumun tuşlarının marifeti. Çünkü bazen yazmaya başlıyorsun. Geriye dönüp bir baktığın zaman klavyenin büyük harfle yazmak üzere ayarlandığını öğrendiğin zaman yazmada epey mesafe kat ettiğini anlıyorsun. Telefon üzerinden bir de büyük harfi küçük harfe dönüştürme maharetin yoksa silip yeniden yazmak üşengeçliğime gelmiş olabilir. Bir de çalakalem yazarken silip aynı yazdığımı yazmam her zaman mümkün olmayabiliyor.

Büyük harflerle yazıp paylaştığım bu yazı her durum için genel geçer bir kural ise de ben bu paylaşımı İHO ve İHL'ler için yapmıştım.

Biraz geriye dönüp olup bitene bakarsak bu okullarla ilgili ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. 

Malumunuz 2012-2013 öğretim yılından itibaren zorunlu eğitim 4+4+4 şeklinde 12 yıla çıkarılmıştı.

12 yıl mecburi eğitim yanlıştı. Bir çırpıda oldu bittiye getirildi. Özellikle lisenin zorunlu tutulması her yönüyle hataydı. Eleştirilere kulak tıkandı. Üstelik kademeli geçişten ziyade aynı anda okuyan tüm öğrenciler 12 yıl zorunlu eğitim kapsamına alındı.  4+4+4 denince sanıldı ki dört dörtlük bir eğitim olacak. Olmadı. Aradan 13 yıl geçti. Şimdi lise kaç yıl olsun anketleri yapılarak lise eğitim kademesinin aşağıya çekilmesi düşünülüyor.

8 yıl zorunlu eğitimle birlikte had safhaya ulaşan ara eleman ihtiyacı 12 yıl ile birlikte iyice belirginleşti. Devlet kaç yıldır sanayinin ara eleman ihtiyacını karşılamak için Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) aracılığıyla teşvik veriyor. Teşvik denilen rakam da az değil. 15 yaşından gün almış, liseyi MESEM'de okumak isteyen her öğrenci için 2025 rakamıyla 6630 lira aylık teşvik veriyor. Bu miktar 12.sınıfta yarı asgari ücrete çıkıyor. Bu rakamlar her yıl ocak ayında yeniden güncellenmekte. Kısaca dün bedava denecek bir maaşa yani harçlığa kalfa ve usta yetiştirilirken şimdi üste para vererek kalfa ve usta yetiştiriyoruz. Bu konu ayrı bir konu. Ben esas sadede geleyim.

2012-2013 öğretim yılıyla birlikte imam hatiplerin orta kısmının da açılmasına imkan verildi. Diğer okul türlerinin önünde ortaokul açmalarının önünde bir engel yoktu ama ticaret ve endüstri mesleklerin bile orta kısmı açılmadı.

İmam hatip ortaokulları (İHO) ve imam hatip liseleri çok sayıda ve bol miktarda açıldı. İşte bu uyarıyı büyük harflerle yapma gereğini de o zaman duydum. Sadece yazmakla kalmadım. Eş, dost ve bulunduğum ortamlarda dile getirdim. Yapmayın. Bu kadar bu okulları açmayın. Hazır katsayı engeli de kalktığına göre bir yere makul sayıda bu okullardan açın. Kaliteyi yakalayın. Yerine yenisini açın. Her yere mantar biter gibi bu okullardan açarsanız, yarın bu okullar genel lise işlevi görür, her tip öğrenci buralarda okur, bu okullara leke getirecek öğrenciler mezun olur. Böyle olunca halkın gözünde bir yeri olan bu okulları ayağa düşürürsünüz. Çünkü bir şeyin sayısının çok olması, kaliteyi düşürür. Yapmayın dedim.

Hak verenler sessiz kaldı. Sesi gür çıkanlar ise "Bu adam ne diyor? Üstelik hafız, imam hatip mezunu. Bir de ilahiyatçı. İmam hatip sayısından şikayetçi. İmam hatip düşmanı bu" dediler.

Kısaca, bunların gözünde imam hatip düşmanı oldum. 

Geldiğimiz noktada daha aradan 20 yıl geçmedi. 13 yıl olmuş. Sayılı pek az imam hatip dışında çoğu imam hatiplerde istenen kalite yakalanmadı. Bazı İHL'ler öğrenci kaydı olmadığı için başka okul türüne dönüştürülmek zorunda kalındı. Kapatılmayan bazı İHL'lerde ise öğrenci sayısı her geçen yıl daha da düşmektedir. Proje ve sınavla öğrenci alan İHL'lerde mevcut sayısında bir sıkıntı yaşanmazken sınavsız öğrenci alan bazı İHL'lerde mevcut sorunu var.

Olacağı belliydi. O zamanlar sakalım yoktu ki onları ikna edebileyim. Hoş, şimdi de yok sakalım. 

Ne edelim ki biz buyuz. Yarını ve geleceği düşünmeden, bir şeyin önünü ve arkasını hesaba katmadan karar veriyoruz. Uygulamaya geçiyoruz. Sonuç ise malum.

Ah şu imam hatip düşmanları yok mu? 

Kendilerini Karalar Bağlamış Tipler

Hayata ve olaylara ön yargısız ve objektif bakan, kafasını kumdan çıkaran, bir grubun fanatik ve trolü olmayan herkesin malumudur ki bu ülkede çoğu işler doğru gitmiyor.

Olumsuz giden her şeyi ele almam mümkün değil. Zaten hepsinden de haberim yok. Haber izlemeyen ve gündemi takip etmeyen biriyim.

Bu demek değildir ki olup biten her şeyden haberdar değilim. Az da olsa kulağıma çalınır. Dikkatimi çekerse olayın aslı astarını küçük bir araştırma yapmak suretiyle yazı konusu edinirim.

Bunu yaparken de kırmadan dökmeden yapmaya çalışırım.

Konu haliyle olumsuz olunca ister istemez eleştirel yaklaşırım.

Benim bu eleştirel yaklaşımıma bir davanın ya da bir zihniyetin yılmaz savunucuları, trolleri veya fanatikleri kolay kolay tahammül etmez. Yaptığın eleştiri doğru olsa bile o konuda söyleyecek sözü olmayan bazıları, senin bu yaptığını zil takıp oynamak olarak görür. Böyle derken kendisini karaların bağladığından haberdar değil tabi. Haberdar ise de tecahülüarif sanatının mimarları oldukları için kendilerini gizlemeyi marifet sanırlar. İnanmadıkları halde olayın aslı astarının öyle olmadığını sana bir güzel anlatırlar. Yutturabilirlerse kendilerinin mutluluğuna diyecek olmaz.

Çünkü sosyal medyada köşe başlarını tutmuş bu kimseler kendilerine bu işi misyon edinmişler. Bu alemde gezindikleri müddetçe kendilerine bir zihniyetin temsilcisi rolünü biçmişler. Kim, sevdiklerine halel getirecek bir hadsizlik yaparsa ona haddini bildirecekler. Kendilerine böyle bir görev veren var mı? Hayır. Savundukları zihniyetin böyle bir beklentisi var mı? Hayır. Savundukları zihniyet, futbol takımı tutar gibi kendilerini tutan, bunun için eşini dostunu kıran, savunurken üslubunu bozan bu trollere maaş ya da maddi destek sağlıyor mu? Hayır. Yaptıkları bu avukatlıktan dolayı CMUK kendilerine iş başı bir ödeme yapıyor mu? Hayır.

Ölümüne her yanlışı savunan sesleri gür çıkan bu zihniyet, yaptıkları bu trollükten dolayı bir menfaat sağlasalar, kendilerini mazur göreceğim. Ne de olsa ekmek teknesi. Oradan besleniyorlar diyeceğim.

Bu trollerin sevdiklerini amasız, fakatsız desteklemelerine bir şey demiyorum. Kendi sayfalarında çalıp oynasınlar. Körler ve sağırlar olarak birbirlerini ağırlayıp dursunlar.

Fakat gel gör ki eski efendiliklerini bozdular gördüğüm kadarıyla. Hırçınlaştılar. İşte bu hırçınlıklarını anlamaya çalışıyorum.

Sanırım hırçınlıklarının temelinde işlerin eskisi gibi iyi gitmediğinin farkındalar. Güç kaybettiklerini biliyorlar. Eskisi gibi her şeyi göğüslerini kabarta kabarta savunamıyorlar. Sanki hata yapıyoruz, düzelmezsek gerisin geri gidiyoruz demeyi bile kendilerine yediremiyorlar. Kolay değil hep kazanmak. Kaybetme endişesi bile onları yiyip bitiriyor. Ne olacak halimiz diye kendi kendilerine karalar bağlamış dururken birilerinin olup bitene eleştiri getirmesi zorlarına gidiyor. Yapacak bir şeyleri de olmayınca en azından zil takıp oynuyorsunuz demek suretiyle konuyu kapatma yoluna gidiyorlar. Sanıyorlar ki güneşi balçıkla sıvayacaklar. Böyle bir şey de mümkün değil. En azından aykırı sesleri susturalım ki moralimiz bozulmasın istiyorlar.

Hasılı işleri zor. Düştükleri durum vahim. Ama bilsinler ki işleri rast gitmeyenler eleştiriye gelmezler. Kendi savunduklarına ve yapıp ettiklerine güvenmeyenler de eleştiriye gelmezler. Değilse niye niyet okuyup dursunlar. Halbuki eleştiriye kulak veren kendine çekidüzen verdiği gibi ömrünü de uzatır. Değilse kendilerini bulunmaz Hint kumaşı gören çokları gibi yok olup giderler.

4 Ekim 2025 Cumartesi

Neredesin Güzel Üslup!

Tüm meslek hayatını belediyede geçirmiş ve üst düzey görev almış emekli bir belediyeci ile geçen gün bir çay ocağında iki arkadaşla birlikte çay eşliğinde sohbet ettik.

Söz döndü dolaştı. Geçmişte devlette üst düzey görev yapmış kişilere. Arkadaş dedi ki "Bir video izledim. (ya da yüz yüze dinledim de demiş olabilir).

Konuşmacılar arasında Mehmet Görmez ve Ali Bardakoğlu vardı. Önce Görmez konuştu. Arkasından Bardakoğlu’na söz verildi.

Hoca söze, ‘Görmez Hocamın anlattıklarının çoğuna katılıyorum. Sadece bazı izahlarına katkı babından ilavede bulunacağım’ dedi. Ardından sunumunu yaptı. İlaveden ziyade Görmez Hocanın bazı görüşlerinden farklı ve zıt bir görüş ortaya koydu. Konuşmasını bitirdi.

Görmez, Bardakoğlu’nu ayakta tebrik etti. “Üstadım, benim görüşlerime ilaveden ziyade bu konulara farklı bir açılım getirdin. Bu açılımlarına aynen katılıyorum. Çok müstefit oldum” demiş.

Arkadaşın bu anlattığını biz dinleyenler ağzımız açık dinledik. Özellikle farklı görüş serdedilmesine rağmen birbirlerini taltif etmeleri, saygı göstermeleri, bunu kırıp dökmeden yapmaları...

Hem Görmez hem de Bardakoğlu, donanımlı, birikimi, oturaklı, faydalı kişiler. Gittikleri her yerde topluluklar bunları can kulağıyla dinlerler. Çünkü hem dinletirler hem yeni şeyler söylerler.

Geçmişte her ikisi de DİB başkanlığı yaptı. Başkanlıklarını çok iyi yaptılar. Bugünkü hükümet geçmişte bu tip ağır insanlarla çalıştı.

Bugün her ikisi de emekliliklerinin ardından faydalı olmaya devam ediyorlar.

Görmez ve Bardakoğlu denince benim aklıma güzel üslupları gelir. Anlattığım anekdot da bunun en güzel örneği.

Bu tür bir üsluba toplum olarak ne de çok hasretiz. Çünkü hiçbir konuyu ön yargısız ve sözü kesmeden konuşamıyoruz. Konuşurken birbirimizi doğru dürüst dinlemiyoruz. Sesimizi yükselterek hatta belden aşağı vurarak muhatabımızı susturmaya çalışıyoruz.

Çok önem vermediğimiz üslup bence her işin başı. Üslup olmadan hiçbir şey olmaz. Hatta üslup asıldan önce gelir.

Üslup olmadan söylediğimiz her şey boştur ve güme gider. Küsmece, darılmaca arkasından gelir. Çünkü kötü üslubumuzla kırar geçiririz muhatabımızı.

Üslup her adamın harcı değil. Söyleyecek sözü olan, bu konuda birikimi olan, kendisini tekrarlamayan, muhatabına saygıyı esas alan, güç zehirlenmesi yaşamayanlar güzel üsluplarıyla tebarüz ederler. Söylediklerinin altı dolu olmayan, tüm bildikleri yüzeysel olan kişiler ise güzel üsluptan bihaber olurlar. Nasıl bir punduna getirip de bu konuşmayı sabote edeyim düşüncesine sahip olurlar. Allah var, bunu da becerirler. Çünkü kötü üslubu hayat felsefesi edinmişler.

İnanın, güzel üslup gibisi yoktur. Bizler güzel üslubu temel felsefe edinsek, aramızdaki farklılıkları zenginlik kabul eder, birbirimizin görüşüne katılmasak bile iletişimi kesmeden gül gibi geçiniriz. Birbirimizi ön yargısız dinlesek, savunma psikolojisini çalıştırmadan konuşsak, birilerine şirin gözükmeye çalışmasak, birilerinin adamı olmasak, inanın görüşümüz ne kadar farklı olursa olsun, aramızda hiç niza çıkmaz. Böylece birbirimizin görüşlerinden faydalanmaya çalışırız. Bu da bizi geliştirir.

Ah neredesin güzel üslup. Özledik seni. Gel de adam et bizi. En azından birbirimizin yüzüne bakacak yüzümüz olsun.

Hediyelikte Konya

İlçeye yeni bir kaymakam gelmişti. Bir toplantıda, "İlçenizin tanınmış, yöresel bir şeyi var mı" diye sordu. Toplantıdakiler, etli ekmek, bulgur pilavı türünden örnekler verdi. “Etli ekmek Konya'nın tüm ilçelerinde zaten meşhur. Bulgur pilavı ise evlere mahsus. Kastettiğim şu: İlçenizden transit geçen biri 'Şu ilçeye gelmişken bu ilçenin şusu meşhur. Tadıp da gideyim ya da buradan hediyelik alayım veya ilçenizde marka olmuş şeyi almak için ilçenizde gelen var mı" dedi. "Öyleyse yok" dendi.

Ne diyor bu, kendinde mi diye düşündüğümüz kaymakam doğru söylüyordu. İlçeler, iller veya bazı yörelerin kendine özgü bir şeyleri olmalı ki oraya insanımızı çekebilsin.

Mesela Gaziantep dendi mi akla Antep fıstığı ve baklavası gelir. Hatta Gaziantep'ten gelecek birileri olursa, Antep fıstığı getir" denir şakasına. Bu siparişi duyan da Antep baklavası ve fıstığının kilo fiyatını yazar. Şakayı severim ama Antep fıstığının ve baklavasının yanına varılmaz. Lütfen isterken cebimi yakmayacak bir şey isteyin, biraz insaflı olun. Bu yüzden şimdiden söyleyeyim. İsteğinizi yerine getiremeyeceğim der ki kimse beklenti içine girmesin.

Kahramanmaraş dendi mi Maraş dondurmaları meşhur. Hatta Kahramanmaraş dışında her yerde Maraş dondurmaları satılır.

Kayseri dendi mi, sucuk ve pastırması meşhur. Yolu düşen tadımlık da olsa alır.

Aynı şekilde Bursa dendi mi havlusu ve kestanesi meşhur.

Afyon dendi mi Afyon kaymağı, Afyon lokumu ve Afyon sucuğu ile ön plana çıkar.

Şehirlerimize ait şehirlerimizle özdeşleşmiş, o yöreye özgü yiyecek ve ürünlere ait örnekleri çoğaltabilirim. Yalnız çok örnek vermeye niyetim yok.

Konya'ya getireceğim işi. Konya'nın da etli ekmek, fırın kebabı meşhur. Dışarıdan gelen mutlaka tadar.

İnsanlar gidip gezdikleri yörenin o yöreye özgü yiyeceklerini yer içer. Yalnız yiyip içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat derler Anadolu'da.

Ya giderken o yöreye özgü ne götürürler? Öyle ya dönüşte çam sakızı çoban armağanı hediyelik almak ister insanımız.

Pahalı-ucuz, tadımlık da olsa insanımız Gaziantep'ten ayrılırken Antep fıstığı alır. Bursa'dan ayrılırken havlu veya kestanesini alır. Afyon'dan ayrılan Afyon lokumu, çok ucuz demezse sucuğunu alır. Kayseri'den ayrılan pastırmasını alır.

Konya'yı gezip etli ekmeğini ve fırın kebabını yiyen biri giderken hediyelik ne götürür? Düşünüp taşınıyorum. Aklıma, Mevlana şekeri ve Konya sarması dışında bir şey gelmiyor. Konya sarması gördüğüm kadarıyla çoğu illerde var. Geriye, Konya'ya özgü bir Mevlana şekeri kalıyor.

Konya'dan ayrılan, giderken hediyelik olarak götürse götürse Mevlana şekeri götürür. Mevlana şekeri dediğimiz de bildiğimiz kaba şeker.

Konya'dan giden, tüm sülalesine yarım ya da birer kilo şeker alsa bütçesini sarsmaz. Çünkü çok ucuz.

Bildim bileli hediyelik olarak rafları süsleyen Mevlana şekerinin ne doğru dürüst şekli değişti ne de ambalajı. Yarım ya da birer kg'lık şeffaf naylon içinde müşteriye sunuluyor.

Konya esnafı ya da imalatçısı, Konya'ya özgü bu şekeri biraz farklı üretelim, içine fındık, fıstık koyalım, dışını süsleyelim ki albeni oluştursun demiyor. Sağ olsun, bu şekeri kim çıkardı, adını Mevlana şekeri diye kim koyduysa Konya imalatçısı orijinali bozmuyor. Koca şehirde bunu zamanında biri düşünüp piyasaya sürmeseydi, hediyelik eşya olarak Konya'nın satacağı bir ürün olmayacaktı. Tamam, orijinallik korunsun ama bu şekeri biraz cazip hale dönüştürmenin zamanı geldi geçiyor.

İnanın, şehir dışına çıkarken ne alayım, ne hediye götüreyim diye hediyelik eşya satan dükkanlara girerim. Hediyelik ne önerirsiniz diyorum. Gösterdikleri şeyler ya Konya'ya özgü değil ya da Mevlana şekerinden başka bir şey göstermiyorlar.

Yanı başımızdaki komşumuz Afyon bile hediyelikte Konya'yı solladı. Biz hâlâ yerimizde sayıyoruz. Ayak altındaki Afyon'a her uğrayan Konyalı, en azından Afyon lokumu alıp geliyor. O kadar meşhur ki müşteriler bu lokumdan almak için sıraya giriyor. Maalesef Konya, hediyelik eşya konusunda çok geride kaldı ve sınıfta kalmış görünüyor.

Sesimi duyun, Konyalı imalatçı ve üreticiler. Hediyelik eşya satan Konyalı esnaf sizin de mi derdiniz yok? Bari imalatçıya bir öneri götürün. En azından Konya'ya özgü hediyelik bir şeyler üretilsin. Hiçbir şey aklınıza gelmiyorsa, Mevlana şekerine bir ayar verilsin. Şekerimiz, gören müşteriye, albeni desin. Yahu bir şeyler deneyin. Denedik ama olmadı deyin.

Kaza Değil, Bir Cinayet

Trafik kazası gördüm de 03.10.2025 Cuma günü öğle saatlerinde Konya Antalya çevre yolundaki trafik kazası gibisini görmedim.

Kazadan, oğlanın haber vermesiyle haberdar oldum.

Videoyu izleyince, oğlana, babam, trafik kazası değil, cinayet bu dedim.

Çünkü bildiğimiz trafik kazalarından biri değildi bu kaza.

Kurallara uygun bir şekilde kırmızı ışıkta duran bir sürücüye, arkadan süratli bir şekilde gelen araç, adeta öndeki aracı biçmiş.

Surat, aşırı surat falan çok masum kalır. Arkadaki canavar öyle bir hızla gelmiş ki o hızla öndeki araç un ufak olmuş.

Bu yolda bildiğim kadarıyla TEDES var ve hız sınırı da 70 olmalı. Ama bu aracın hızı ne 70 ne 80 ne 100 ne de 120 olmalı. Bu hızla değil bu yolda, otobanda bile gidilmez. Belli ki bu araç sürücüsü eğer cinnet geçirmediyse eğer sarhoş değilse eğer bir hastalık geçirmiyorsa eğer öndeki aracın sahibini taammüden öldürmeyi kafaya koymamışsa eğer aklı yerindeyse eğer intihara kalkışmadıysa, o yolda bu hızla gitmez. Bu hızla bir araca arkadan vurduğu takdirde bu kazadan kendisinin de sağ çıkamayacağını bilen biri olmalı. Belki intihara kalkıştı. Gerçi intihardan kişi kendine zarar verir. Burada ise başkasına zarar vermiş.

Hep belki ile konuşuyorum. Çünkü aracın hız sınırını bilmiyorum. Derdi neymiş de bu kadar hız yapıyormuş, bunu da bilmiyorum. Gördüğümü anlamaya çalışıyorum.

Kazaya daha doğrusu cinayete sebebiyet veren ise yaralı kurtulmuş. Ölmez de sağ kalırsa bu hızla derdinin ne olduğunu öğrenmiş olacağız.

Yalnız bir gerçek var ki bu anlamsız hız, birinin ölümüne sebebiyet verdi. 40 yaşında, iki çocuk babası bir öğretmen hayallerini geride bırakarak darı bekaya uçtu.

Cinayete sebebiyet verenin kim ve haletiruhiyesinin ne olduğunu bilemem. Belki de çok masum bir gerekçesi vardır. Yalnız ne kadar masum olursa olsun, bu hızın masumluğu olamaz. Eğer sağ kalır da mahkemeye çıkarsa, trafik kazasına sebebiyet vermekten değil, cinayetten yargılanmalı.

Çünkü bu ülkede adam öldürmekten ceza almamanın yolu, birini trafik kazasıyla ortadan kaldırmaktır. Üç beş ay yatar, ardından çıkar. O yüzden bu kişi taammüden cinayetle yargılanmalı. En ağır cezayı almalı ki hiç suçu olmayan bir masuma ve ailesine dünyayı dar ettiği gibi kendi hayatı da zindan olmalı. Müebbet almalı. Ölünceye kadar gün yüzü görmemeli.

Kinci ve intikamcı değilim. Ne ölen benim kardeşim ne de öldüren benim düşmanım. Her ikisini de tanımam. İsterim ki babasız kalan iki çocuğun baba acısı belki bu şekilde dinebilsin. Herkes işte şimdi adalet yerini buldu desin. Bundan sonra da kimsenin yaptığı yanına kâr kalmasın.

Arabaya binen, bir başkasının hayatını tehlikeye atacak ve başkasının hayatını yok edecek şekilde araba sürmesin. Kurallara uysun. Bu ülkede kurallara uyanın ve kırmızı ışıkta duranın, kurallara uyduğu için hayatı bu şekil heba olmasın. Kurallara uyumanın bedeli bu şekil ağır olmamalı. Kendi eliyle, bilinçli bir şekilde ölüme giden, ölüme giderken de peşine birini takanın yaptığı yanına kâr kalmasın, başkasının hayatını kaydıranın hayatı da kaysın, eden bulsun, eden çeksin.

Dürüstlük Temel Felsefemiz Olmalı

Konya’nın yakın bir ilçesinde 2005-2010 yılları arasında beş yıl görev yaptım. Konya’daki liseleri kazanamayan öğrenci ve veliler yakın diye ilçedeki okulu tercih ederlerdi. Okulun 200 öğrencisi varsa 150 tanesi Konya’dan gelirdi.

Hiç zorlama ve baskı altında kalmadan ilçe okulunu tercih eden velileri pek memnun etmek mümkün değildi. Kayıt için geldikleri zaman ahiret soruları gibi sorular sorarlardı:

“Okulunuzda öğle yemeği çıkıyor mu”,

“Okulunuzda dört yıllık fakülteyi kazanan kaç öğrenci var?”,

“Okulunuzda tıp fakültesini kazanan öğrenci var mı?”,

“Okulunuzun servisi var mı?”,

“Servis falan bölgeden geçiyor mu?”,

“Servis ücreti ne kadar?”,

“Siz olsanız, çocuğunuzu bu okula verir miydiniz?”,

“Öğretmenleriniz nasıl?”,

Türünden evde kalmış kız muamelesi görür, böyle sorulara muhatap olurdum.

Her bir veliye dilimin döndüğünce cevap verirdim.

Ben olsam çocuğumu bu okula vermezdim. Çünkü servis parasını göz önünde bulundururdum. Gider mahallemdeki okula verirdim. Bu okul ilçenin sınavla öğrenci alan okulu ise il merkezinin sınavsız öğrenci alan okulu gibidir. Okulu ve öğretmenleri nasıl diye soruyorsunuz ama çocuğum nasıl sorusunu sormuyorsunuz. Çocuğunuz çok iyi, Konya’daki okulu kazandı da buraya getirmiş değilsiniz. Talep olursa, öğle yemeği veririz. Daha önce öğle yemeği verdik. Zamanla talep düştüğü için yemek vermeyi bıraktık. Servisimiz var. Şu şu güzergahları takip ediyor. Fiyatı şu kadar. Dört yıllık fakülteyi kazanan şu kadar öğrencimiz var. Bu oran yüzde 60’a tekabül ediyor. Çocuğunuz iyi ise öğretmenlerimiz iyi bir terzi. Kumaşa göre elbise dikerler. İşte önümüzdeki masada hangi öğrenci nereyi kazanmış listesi var. Buradan bakabilirsiniz. Bugüne kadar bu okuldan mezun olup da tıp fakültesini kazanan bir öğrencim var. Bu da bir yıl bekledikten sonra kazandı. Niçin tıp fakültesi fazla çıkmıyor? Çünkü gelen öğrencilerin çoğu sözel ve Türkçe Matematik öğrencisi. Haliyle tıp kazanan fazla çıkmıyor. Bu arada çocuğunuz Meram Anadolu Lisesini kazanmış olsa, o okula gidip bana sorduğunuz soruları soracak mıydınız? İsterseniz kaydı yaptırın. Baktınız memnun kalmadınız. Konya’daki sınavsız okullara nakil alırsınız şeklinde izahlar getirirdim.

Okulumun fotoğrafını olduğu gibi yansıtırdım. Yansıtırken okulu olduğundan farklı göstermedim. Her veliye ben her şeyi söyleyeyim ki sonradan, hocam, okulunuz dediğiniz gibi çıkmadı diye bana gönül koymayın, şok da geçirmeyin derdim.

Tek tük kayıt yaptırmaktan vazgeçen veli olsa da büyük çoğunluk kaydını yaptırırdı. Hatta bir öğretim üyesi, hocam her şeyi açıkça söylediniz. Çok dürüst davrandınız. Çok teşekkür ediyorum. Buna rağmen ben çocuğumun kaydını yaptırıyorum diyen de oldu.

Öğretim üyesi sonraları okul aile birliği başkanı da oldu. Okula sıkça geldi gitti. Yine bir uğradığında masada bir önceki yıl fakülte kazanan öğrenci listesini görünce, eline alıp okudu. Listede tıp fakültesini kazanan öğrencinin bir önceki yıl mezun olduğu bilgisine açıklamada yer verdiğimi görünce, “Hocam, yanlış yapıyorsun. Bu kadar şeffaflık doğru değil. Ne diye bu öğrencinin karşısına mezun yazdın. Böyle yaparsan olmaz, hep kaybeden olursun. Okulun reklamını yapamazsın” dedi. Kendisine, ama işin doğrusu bu. Doğrunun bir kısmını söyleyip bir kısmını söylememezlik yapamam. Varsın reklamımız ve okul tanıtımımız eksik olsun. Benim doğruluk anlayışım bu. Çünkü doğrunun bir kısmını söyleyip bir kısmını söylememek ya da doğrunun bir kısmını gizlemek yalanın kardeşidir. Bu da yalandan başka bir şey değil. Ben bunda yokum dedim.

Sonraları okul hakkında “Bu okul iyi değil” diyen öğrencilerimle de karşılıklı konuşmuşluğum olurdu. Söyleyin bakalım, neyiniz var derdim. “Bu okul iyi bir okul değil derlerdi. Onlara, diyelim ki fen lisesi öğrencileri bu okulda bu öğretmenler önünde okusa, başarılı olurlar mıydı dediğimde, evet başarılı olurlar. Peki, sizler fen lisesinde okusanız, onlar gibi başarılı olur muydunuz derdim. Bu soruma da hayır, başarılı olamayız derlerdi. Durum bu. Yalnız sizler zeka yönünden fen lisesinde okuyan öğrencilerden farklı değilsiniz. Sizi buraya atan, bir program dahilinde düzgün çalışmadığınızdandır. Aynı şekilde bugün fen lisesinde okuyan çocuklar çok zeki olduğu için o okulda değiller. Planlı ve tertipli çalıştıkları için o okuldalar. Şayet bir plan dahilinde tertipli çalışırsanız, pekala aradaki açığı kapatabilirsiniz. Yeter ki kendinize güvenin derdim.

Daha önce 12 Anadolu Lisesi arasında hep 11.sırada yer bulmuş bu okulu bıraktığımda, okul, üniversite yerleşmesinde Konya’daki okullar arasında sözelde dördüncü, eşit ağırlıkta beşinci, sayısalda ise sekizinci ya da onuncu sıraya yükselmişti. Bu başarıda kendime hiç pay çıkarmadım. Çünkü başarı öğrenci ve öğretmenlerin başarısıydı. Özellikle öğrencilerin. Çünkü okulu okul yapan öğrencinin kendisiydi. Okul sadece yol gösterir ve disiplini sağlar.

Başımdan bu anekdota kısaca değinip sadede gelecektim. Gel gör ki anekdota bir girdim. Gördüğünüz gibi çıkamadım. Gelmek istediğimi anlatmak için bazen bu şekil anekdotlara yer veririm.

Buradan devlete gelmek diyorum. Devlet derken kastım hem devlet hem de devleti yönetenlerdir. Her ne kadar devlet ayrı, devleti yönetenler ayrı olsa da devleti yönetenler devlete hakim oldukları için devletle devleti yönetenlere ikisine birlikte devlet diyorum.

Sadede gelirsem, devleti yönetenlerin, devleti yönetmeye talip olanların vatandaşına doğru söyleme gibi bir görevleri vardır. Seçim meydanlarında konuşurlarken, bir şey vadederlerken olup biteni olduğu gibi aktarmalılar. Bir şeyi olduğundan farklı göstermemeliler. Seçim kazanacağız diye her şeyi mubah görmemeliler. Bir şeyin bir kısmını söylerlerken bir kısmını gizlememeliler. Doğruluktan hiç ayrılmamalılar. Doğru sözü seçim kaybetmeye yeğlemeliler. Kaybedeceksek, varsın böyle kaybedelim demeliler. Biraz daha açık yazarsam, bir şey yüzde yüz yerli değilken yüzde yüz yerli denmemeli. Bulduğumuz petrol ve doğal gazın bugünkü akıbeti belirtilmeli.

Kısaca dürüstlük siyasetin ve devlet yönetmenin temel felsefesi olmalı. Siyaset kurumu ve devleti yönetenler daima halkına güven vermeliler. Çünkü güvenin olmadığı ve güven kaybının olduğu yerde güvensizlik baş gösterir. Kimsenin kimseye güveni kalmaz. Buna da kimsenin hakkı yoktur.