6 Nisan 2025 Pazar

Güç Zehirlenmesi Yaşayanların Dünyasından

Sandığı severim. Çünkü demokrasinin olmazsa olmazıdır.

Siyasi rakiplerimi severim ama hep ben kazanmak şartıyla. Çünkü ben kaybetmek için gelmedim bu dünyaya. Hep ben kazanmalıyım.

Karşımdaki aday alt edebileceğim düşük profilli biri olmalı. İşte o zaman araç olarak gördüğüm demokrasinin tadına doyum olmaz.

Genel başkanlığım asla sorgulanmamalı, kongrede karşıma aday çıkmamalı. Delege sadece beni oylamalı. Bir formaliteyi yerine getirmeli.

Kırar dökerim. Bedel ödemem. Ancak bedel ödetirim. Kime ne?

Dilimin fermuarı olmaz. İstediğimi söylerim. Bu, bana verilmiş demokratik bir haktır. Ama biri beni eleştirirse işte ben buna gelemem. Dünyayı dar ederim ona. Çünkü kimse bana hakaret edemez. Öyle ya ben kim eleştirmek kim? Herkes yerini ve haddini bilecek. Had bilmeyene itina ile had bildirilir.

U dönüşü yapar. Zikzak çizerim. Çünkü benim işim bu. Dün dündür, bugün de bugün.

Kim zikzaklarımı sorarsa, efendim, daha önce şöyle söylemiştiniz derse onu düşman bellerim.

İstediğimle dost olur istediğimle düşman olurum. Sonra dostu düşman, düşmanı dost edinirim.

Dostlukları da ben başlatırım düşmanlıkları da.
Kimse bana hesap soramaz ama ben hesap sorarım. Çünkü benim işim hesap sormaktır.

Gündem oluşturmada, gündem değiştirmede üstüme yoktur.

Karşımda kuzu gibi olanı ihya ederim. Karşıma çıkanı da imha eder, anasından doğduğuna pişman ederim.

Pireyi deve yapar, deveyi de pire.

Herkes bana saygı göstermeyi, saygıda kusur etmemeyi bilecek.

Bükemedikleri elimi öpecekler. Değilse ben ne yapacağımı bilirim.

İnadım inattır.

Kinciyim aynı zamanda. Sadece zaman kollar. Zamanı gelince hıncımı alırım.

Bu ve daha fazlası güç zehirlenmesi yaşayanların dünyasından bir kesittir sadece.

İnsanı Terbiye Etmenin En Etkili Yöntem

Ekmeğini verdiğin biri, senin görüşüne aykırı bir beyanda mı bulundu.

Bu durumda ne yapacağını sana söyleyeyim.

Hiç gözünün yaşına bakma. İşine son ver, ekmeğini elinden al, kapının önüne koy.

Böylece bu kimseyi bu şekil terbiye edersin.

Bu yaptığın aynı yolun yolcusu olma potansiyeline sahip diğerlerinin de kulaklarına küpe olur. Ekmeğimizden olmayalım diye hepsi kuzu kesilir. Böylece bir taşla iki kuş birden vurmuş olursun. Ortalık sütliman olur.

Ortalığın sütliman olmasını kim istemez. Her bir yere huzur gelir huzur. Üstelik kimse ekmeğinden olmaz. Herkes evine ekmek götürmeye devam eder. Öyle ya bu dünyada ekmeğimiz için yaşamıyor muyuz?

Burada aykırı görüşü var diye elinden ekmeğini alıp kapının önüne koymayı çok insafsızca göreniniz olabilir. İnsafsızlıkla hiç alakası yok. Hatta az bile yapılmış olur. Aslında böylelerini yaşatmayacaksın.

Çünkü ekmek yediği kaba pisleyene nankör hatta hain denir. Hangi biriniz bir nankör ve haine ekmek vermek istersiniz?

Sen onu besleyeceksin o da senin gözünü oyacak. Oh oh, ne güzel oydu mu diyeceksin. Buna ne âlâ memleket diye kargalar bile güler.

Kargaya bile gülünç olmaya gerek yok. Hain ve nanköre tepki vermemek ve haddini bildirmemek ciddiyetle bağdaşmaz. Hatta vatana ihanetle eşdeğer olur.

Ekmeğine son vermek yeterli mi? Yetmez. Bu kişilerin başka yerde de iş bulmasını engellemek gerek. Kim bunlara iş ve aş verirse, onları da kara listeye almak gerek.

İlgili kişiler kapı kapı dolaşıp iş arayacak. Hepsinden olmaz cevabı alacak ve yokluğa terk edilmiş olacak.

İşsiz ve kalan eldeki birikimi bitirdikten sonra yiyecek ekmeğe muhtaç olacak.

Geri kalan ömrünü vara aykırı görüş yazmasaydım diye pişmanlıkla geçirecek.

Son pişmanlık fayda vermeyecek elbet.

Bu dediklerimi deneyin. Hiç başınız ağrımaz.

Algılar Dünyası

Adına ister sanal alem ister sosyal medya ister dijital ortam ister İnternet diyelim. Bunlara ilaveten bu aleme algılar dünyası ismini de ben vermek istiyorum. Çünkü bu alem tamamen algı oluşturmaya yönelik kurulmuş bir platform. Bu amaçla kurulmadıysa bile bugün bu amaçla kullanılıyor.

Bu algılar dünyasının neresindesiniz bilmiyorum. Hiç işim olmaz diyen bile WhatsApp kullanıyor. Burada da eş dost ile haberleşmenin dışında belli bir el tarafından hazırlanıp servis edilen yazı, çizi dolaşımda.

Esas algının oluşturulduğu platform ise herkese açık sosyal medya alemidir.

Bu alem trol kaynıyor. Bu yönüyle bu aleme trol dünyası dense de yanlış olmaz.

Bu alemin ne ayarı var ne kuralı ne denetimi ne haber kaynağı ne ahlakı ne de etik değeri.

Bu alemi kullanan ve kendi özgün fikirlerini yazıp çizmenin dışında büyük çoğunluk, başkasının algı oluşturmaya yönelik masa başında oluşturup servis ettiği şeyi paylaşıyor.

Paylaşım yaparken de ben bu paylaşımı yapacağım ama bu yazı ve çizinin aslı var mı demiyor. Aslı olsa da olmasa da işine yarayıp yaramadığına bakıyor. Bu ya da bunlardan her şey beklenir, yaparlar, yapmıştır deyip paylaşım yapıyor. Kısaca çoğunluk, tarafgir olduğu tarafın borazanlığını yapmaya adamış bu alemde kendisini. Nasılsa bedenen çalışıp yorulma durumu yok. İşi de yok. İçindeki açlığı nasıl giderecek? Önüne düşen paylaşımı paylaşarak tarafının yılmaz savunucusu olacak, karşı tarafın da amansız düşmanı.

Bu alemin trolleri, oluşturulan gündemi paylaşarak adeta yangına körükle gidiyor. Aynı amaca yönelik o kadar paylaşımı gören, ilk başlarda olamaz dese bile sonradan bilerek veya bilmeyerek algıya teslim olmuş oluyor. Bu, kendi söylediği yalana kendisinin inanmasından başka bir şey değil.

Hiç olmayacak kişileri yücelten, aynı zamanda kişi ve grupları hedef tahtasına oturtarak itibar suikastı yapılan bu alemi dikkatli kullanmakta fayda var. Birilerinin oluşturmak istediği algıya teşne bir pozisyona girmemek lazım. Her gördüğünü, her önüne düşeni alıp paylaşmamak lazım. Farklı düşünce sahiplerinin de insan olduğu, onların da itibara ihtiyaçlarının olduğu empatisini yapmak lazım. Bu bana yapılırsa razı olur muyum demek lazım.

Bu alemde birilerinin trolü olup algı oluşturmaya çanak tutmaktansa bu tip kişilerin bu alemi hiç kullanmamasında fayda var. Çünkü algı deyip de geçmeyelim. Algı, yalan ve iftiradan daha tehlikelidir. O yüzden birileri adına ne trollük yapalım ne algı oluşturmaya yönelik bir çalışmanın içine girelim.

Bu alemi kullanıp paylaşım yapacaksak neyi paylaştığımızı, paylaşımın kimin işine yarayıp yaramadığını, kimi yaralayıp yaralamadığını hesaba katmakta fayda var. Kısaca araştıralım diyorum. Yok yere kimsenin vebaline girmeyelim.

Yağmur ve Zekât Kıyası

Ramazan bayramı tatiline denk gelen cuma namazını bir arkadaşla beraber Larende caddesindeki bir camide kıldım.

Ezana yakın camiye girdik. Cami ortasındaki minberin sağındaki bir yere oturduk. Ezan da başladı bu arada. Aynı zamanda kendisini görmesem de bir vaizin konuşması geldi kulağıma. "Bu gece Kadir gecesi olabilir. Yarın da arife gününü idrak edeceğiz" diyordu.

Yanımdaki arkadaşa, bu ne iş dedim. "Konuşma banttan olmalı" deyince, jeton düştü.

Ezanın bitimi sünnetleri kıldık. Hatip hutbe irat etmeye başladı. Hutbe, “çocuğun yetişmesinde ailenin rolü" konulu bir hutbe idi.

Hutbenin sonunda hatip yağmur kıtlığından bahsetti ve zekât vermenin önemine işaret etti. Ardından peygambere atfettiği bir hadis okudu: "Hangi millet mallarının zekâtını vermezse mutlaka gökten yağmur kesilir. Hayvanlar da olmasaydı tek damla yağmur düşmezdi" dedi. Hutbeyi bitirdi.

Çıkışta, başı ve sonu farklı olan hutbe metnine İnternetten baktım. Metinde zekât ve yağmur ilişkisinden bahseden bir parantez yoktu. Belli ki hutbe metninin sonuna hatip ekleme yapmıştı.

Yolda yürürken arkadaş konuyu açtı. İmamınki de iş. Avrupa'da zekât mı var ki her gün yağmur yağıyor neredeyse" dedi. Ben de ah bu kıyası imam da yapabilseydi dedim.

Öyle ya zekât bildiğim kadarıyla İslam dininde var. Diğer dinlerde oranı ve şartları belli böyle bir ibadet ve yardımlaşma yok. Yani zekât vermemelerine rağmen dünyanın çoğu yerine yağmur yağıyor.

Bizim Karadeniz'e de durmadan yağmur yağar. Karadeniz halkı eksiksiz zekâtını veriyor da ondan mı yağmur yağıyor?

Tüm bunları ve daha fazlasını hutbeye çıkıp yüzlerce kişiye metinden veya irticalen konuşan hatibin düşünmesi gerekir. Biraz sorumluluk sahibi olması lazım. Mikrofonu ve sessiz cemaati görünce, doğru-yanlış içindekini boşaltmaması gerek. Lafın nereye varacağını hesap etmesi lazım. Sorumluluk bunu gerektirir.

Hurafe ve duyumların hutbe ve vaaza taşınması, herhangi bir kaynakta da olsa görüp okuduğunu aktarması, buna da peygamberi alet etmesi olacak şey değil. Bu yaptığı peygambere de en büyük iftiradır.

İmamın derdi hepimizde olduğu gibi yağmur yağmaması ise "Susuzluk kapıda. Suları tasarruflu kullanalım" diyebilirdi. Zekât eksikliğini hissediyorsa, "İmkanı olan kardeşlerimiz, ihtiyaç sahiplerine zekatlarını vererek onları sevindirsin" diyebilirdi.

Bunları usulünce dile getirmek varken yağmurun yağmamasını zekât vermemeye indirgemesini ne akıl ne mantık ne din kabul eder. Çünkü yağmurun yağma şartları bellidir. Yağmurun zekatla bir bağı yoktur.

Kimse, efendim, okuduğum bir hadis. Falan kaynakta yazıyor. Ben kendimden bir şey katmadım gibi bir savunma yapmaya kalkmasın. Nasıl ki her duyduğunu aktarması kişiye günah olarak yeterse, her yazılanı akıl süzgecinden geçirmeden aktarması da kişiye günah ve vebal olarak yeter de artar bile.

Nedense herhangi bir olumsuzlukta insanımızı suçlamayı marifet biliyoruz. Ayıptır ayıp. Mesela bir insan tanırım. Elinden Kur'an düşürmeyen, ibadetlerine devamlı biri. Bunun da oğlu hastalanmıştı. Yaşı büyük olmasına rağmen idrarını kaçırıyordu. Adam bunun neyi var deyip çocuğunu doktora götüreceği yerde "Ne olacak? Beynamaz olunca işte böyle hasta olur" dedi. Bu sözleri duyunca pes doğru diyebildim kendi kendime.

Bir diğer husus, bu imam daha önceden yapılmış bir konuşmayı banttan verdi diyelim. En azından bu vaazı ezanla birlikte kapatsaydı, hatibin Kadir gecesi ve arifeden bahsettiği kısmı kimse duyup şaşırmazdı. Ciddiyetten uzak gördüm imamın bu tavrını da.

Aman, kime ne diyorum. Yağmur ile zekât bağlantısını kuran birinden ben ne hassasiyet bekliyorum.

Diyanet, bu şekil sapla samanı karıştıran, az bir mantık dahi yürütemeyen personeli için gönderilen metnin dışına çıkılmaması talimatı vermesinde fayda var.

5 Nisan 2025 Cumartesi

Nil Bebek

Bugüne kadar ne kız çocuğumuz vardı ne de kız torun.

Dört oğlan, dört erkek torundan ibaret, hepsi oğlan oğlu oğlan bir aile idik.

Bugün bir torunum daha dünyaya geldi.

Sıralamada ailenin beşinci torunu oldu.

Ailenin ilk kız torunu.

Cinsiyeti belli olduktan sonra daha doğmadan Nil kondu adı.

Üç harften ibaret, telaffuzu kolay olan Nil, son yıllarda konan popüler isimlerden.

İsim konurken ad aldığına çeker denir.

Bakalım Nil denince akla ne geliyormuş.

Arapça bir isim olan Nil, "Yunanca 'nehir yatağı' anlamına gelen Neilos sözcüğünden geldiği" belirtilmekte. (Wikipedi)

İlk anlamı çivit otu demekmiş. "Bedenin herhangi bir yerindeki iltihaplanmayı azaltma, iltihap kurutan özelliği olan çivit otu, oldukça eski zamanlardan beri kullanılmakta. Saç dökülmelerine karşı etkili olduğu, sürekli kullanımda, saçların ölü hücrelerden kurtulmasına yardımcı olduğu belirtilmekte. (Wikipedia)

Mavi ve lacivert anlamına geliyor.

Yine Nil denince 6650 km uzunluğa sahip dünyanın en uzun nehri akla gelir. Mısır'dan geçip Akdeniz'e dökülmekte.

Nil isminin analizine gelince;

Nil ismine sahip olan kişiler narin ve zarif bir yapıya sahip olurlar.

Dengeli ve dikkatli hareket edebilen bu kişiler hayatları ile ilgili söz sahibi olurlar.

Başlarına buyruk olmayı sevdikleri için kendi bildikleri yoldan ise asla şaşmazlar.

Düşünceleri ve merhametli yapıları ile daima ön planda olurlar.

Çevrelerinde bulunan insanları kendilerini riske atmak pahasına sahiplenir ve yardım ederler.

Hızlı ve girişken oldukları için risk almaktan kaçınmazlar.

Kolay ve pratik düşündükleri için başladıkları işi kolayca bitirirler.

Eğlenceli ve zarif bir kişiliğe sahip olurlar.

Azimli yapıları ile daima ön plana çıkarlar.

İş hayatında kolaylıkla başarı sağlarlar.

Yetenekleri çok gelişmiştir.

Bu isme sahip kişiler yazı yazmayı ve kitap okumayı da çok severler.

Geleceğe dair önemli öngörüleri de ileri görüşlülükleri mevcuttur". (CNN TÜRK)

Maşallah, yok yok üç harften ibaret Nil isminde. İnşallah adına çeker.

Analizi yapılırken geleceğe dair öngörü sahibi olduğu dikkatimi çekti. Kız torunumun doğumunu da hacı yolu bekler gibi bekledik. Çünkü geciktikçe gecikti. Var gör, bir ileri görüşte bulunarak “Dünya sıkıntılı. Ülke enflasyon ve hayat pahalılığı ile boğuşuyor. Aynı zamanda gerilim yüksek. Herkes patlamaya hazır. Kutuplaşma almış, başını gitmiş. Ülke aynı zamanda bayram tatilinde. Herkes bir güzel tatilini yapsın. Sonra geleyim. Acelem yok” demiş olmalı.

Her ne ise bu ülke insanının çektiğini torunum Nil de çekecek. Umarım bahtı güzel olur. Ülkenin önü açılır, sıkıntı ve dertleri gider. İyi bir gelecek tüm çocuklarımızı bekler bir ülke görürüz. Ülkemiz huzur ve sükunet bulur.

Allah torunuma hayırlı, bereketli ömürler versin. Nil nehri gibi ömrü uzun ve Nil’in geçtiği yerlerde bereket olduğu gibi ömrü de hem uzun hem de bereketli olur.

Bu arada ilk kızımız olduğu için kıza nasıl davranılacağına aile olarak yabancıyız. Ama yavaş yavaş alıştıracağız kendimizi. İlk etapta da ağzımızı hep oğlum diye alıştırmıştık. Herhalde kızım demeye kendimizi alıştıracağız.

Hoş geldin Nil bebek. Sefalar getirdin Nil torun. İyi ki doğdun kızım.

3 Nisan 2025 Perşembe

Patolojik Bir Vaka

Yenildiği zaman suçu hakeme bulan, hakeme veryansın eden, rakip takımın sert oynadığından dert yanan teknik direktörler gördüm de FB Teknik Direktörü Mourinho kadar edepsiz, itici, kibirli ve hazımsızlık olanını görmedim.

Prensibi olmayan, anlık anormal tepki veren bir kişiliğe sahip.

Geçmiş başarılarının altında ezilen ezik bir tip. Başarısını gölgeleyecek rakip direktörü karşısında yenilgiyi hazmedemiyor. Belli ki nasıl olur? Halbuki ben başarılı olmalıydım diyor.

Görünen o ki Mourinho'nun geçmiş başarıları dışında futbol adına verebileceği bir şey yok.

Adamın denge ve sağlık sorunu var. Ne zaman ne tepki vereceği, nasıl davranacağı bir muamma.

Sanıyor ki geçmiş başarıları ilanihaye devam edecek. Olmayınca da nasıl çirkinleştiririm hesabı yapıyor.

Boşta kalana dünyanın parasını verirsen, kendisine açık çek verirsen, hesap sormazsan, var bir bildiği dersen, ben parayla her şeyi çözerim dersen, çıkan tabloya da katlanırsın.

Maç sonu açıklamalarında hiç mantık bulmuş değilim.

Bakışıyla, oturuşuyla, süzüşüyle, jest ve mimikleriyle tam bir kibir budalası. Ben bulunmaz Hint kumaşıyım. Kendimi ispatlamış biriyim. Baştan sona kaliteyim görüntüsü veriyor.

Rakip teknik direktöre alaycı bakışı, rakibin elini sıkacağı yerde burnunu sıkması, maç sonu basın açıklamasına katılmaması, bunu da ben o kadar bekleyemem şeklinde açıklaması, maç öncesi ve maç sonrası açıklamalarıyla hep GS teknik direktörünü hedef tahtasına koyması ve maymuna benzetmesi ilk aklıma gelen herzeleri.

Bir başka terbiyesizliği de bir maç sonrası basın açıklamasında gazetecinin soruyu uzatması üzerine uyuma moduna geçmesi.

Yabancı basına, Türkiye'de sadece futbol oynanmıyor. Başka şeyler dönüyor. Biz bununla mücadele ediyoruz. Zaten buranın futbolu dünyada izlenmiyor gibi açıklamaları...

Ağzının ayarının olmadığını gösteriyor. Son burun sıkma da gösterdi ki elinin de ayarı yok. Ahlak zaten yok.

Geldiği andan itibaren yediği herzeleriyle Mourinho psikolojik hatta patolojik bir hasta görüntüsü veriyor.

Bu hali ve yediği son halt ile bu ülkeden kovulmayı çoktan hak etti. Bu hasta ile çalışıp çalışmayacağını FB yönetimi bilir ama ben olsam bir saniye bu topraklarda durdurmam. Takımla ilişiğini keserim.

Ali Koç, saha içinde ve saha dışında kendisi gibi kendi adına mücadele edecek, kavga edecek, ortamı gerecek böyle birini çok mu aradı?

Asırlık kulübe böyle sinsi bir tip yakışmıyor.

2 Nisan 2025 Çarşamba

Kamuya Tatil Cenneti Ülke

Birinci günü pazar olan ramazan bayramının pazartesi ve salı ile birlikte üç gün olması gerekirken, her ne hikmetse haftanın geriye kalan üç günü de tatil yapılmak suretiyle bayram tatili dokuz güne çıkmış oldu.

Tatiller arasında kalan bir ve iki mesai gününün tatil yapılmasını anlarım da üç iş gününün tatile eklenmesini hiç anlamış değilim.

Tatil cenneti ülke dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Belki de onmadığımızın sebebi bol tatil yapmamız olsa gerek. Çünkü herkes çalışıyor, biz ise yatıyoruz.

Yapılan tatili, kamu ve özel tüm çalışanlar yapsa eh hep birlikte yattık, birlikte tatil yaptık diyeceğim. İstisnalar hariç özel sektörün hepsi üç günlük tatilin ardından mesaiye başlarken kamu tatil yaptı.

Adeta kış uykusuna yattı.

Kamu çalışanı ile özel sektör çalışanı arasında bu kadar uçuruma pes. Halbuki kamu-özel yatacaksak hep beraber yatalım. Çalışacaksak hep beraber çalışalım.

Özel sektör çok acımasız. Belki olması gereken budur.

Kamu ise çok merhametli ama bu merhamet hep maraz doğurmakta.

Öyle görünüyor ki bu ülkede özel sektör çalışanı üvey, kamu çalışanı ise öz evlat.

Hoş, kamunun bazı kurumları hariç tüm kurumları dokuz gün değil, doksan gün de tatil yapsa pek bir fark ve değişiklik olmaz. İşler de aksamaz. Belki de daha çok tatil devletin lehine bile olur. Çünkü kamunun bazı işkolları hariç çoğu kurumu bir şey üretmiyor.

Devlette genelde hizmet sektörü var. Bu hizmet de tatil de yapılsa mesai de yapılsa pek akşama. Çünkü verim yok. Nasılsa çalışırken de bir katma değer yok, tatil yaparken de.

Üretimde ve verimde özel sektörün çok gerisinde kalan kamunun, zaten mesai yaparken sırtı terlemiyor. Mesaide iken tatil yapıyor. Ayrıca tatile gerek yok. Çoğu kamu çalışanı mesaide değil, mesai dışında daha çok yoruluyor.

Durum bu iken eğer ilave tatil yapılacaksa özel sektör çalışanına tatil yapmak gerek. Çünkü bu ülkede üretim de verim de özel sektörde. İş riski onlarda, iş garantisinin olmaması onlarda, yorulup terleme onlarda. Buna rağmen çoğu kamu çalışanı özel sektör çalışanından daha fazla ücret alıyor. Özel sektör çalışanlarının çoğu ise asgari ücrete çalışıyor. Buna az iş çok maaş ve fazla tatil, çok iş, az maaş ve az tatil desek yanlış olmaz.

İçinde çelişkiler yumağını barındıran bu duruma artık şaşırmıyorum. Çünkü bu ülkede olup biten çoğu işte zaten mantık bulmak mümkün değil.

Güya bir zamanlar hükümetler ya da hükümet alternatifi olan partiler, parti programlarında personel rejiminden bahsederek kamu ile özel sektör arasındaki maaş, çalışma ve diğer özlük haklarla ilgili uçurumu kaldırma vaatleri vardı. Şimdilerde kimse ağzına almıyor. Görünen o ki bu uçurum böyle geldi, böyle gidecek.

Hususi Toplu Taşıma Araçlarımız

"Dünyanın en birinci petrol üreticisi ülke bizmişiz gibi herkesin altında bir otomobil!" tespiti Yenişafak yazarlarından Fatma Barbarosoğlu'na ait.

Eski bir yazısından bu cümleyi not etmişim.

Sayın Barbarosoğlu'nun bu tespitinin sağlamasını yapmak için cadde ve sokaklara, tıkanan yollara, otoparklara ve meskûn mahallerin her bir köşesinde sıra sıra park edilmiş ve park yeri arayan araçlara bakmak yeterli.

Bindiğimiz araçlar da son model.

Çoğumuzun da sürekli model yükselttiği bir gerçek.

Toplu taşıma yerine kullanıyoruz. İşyerlerinde, resmi dairelerde bol miktarda araç var. Kahir ekseriyet işten eve, evden işe özel oto kullanıyor. Bunu mesai başlarken ya da mesai bitiminde caddelerin tıkanmasından da anlayabiliriz.

Bir caddeye durup trafiği durma noktasına getiren bu kadar araçta kaç kişi var diye bir baksan, yüzde 95'inde tek kişinin olduğunu görmek mümkün. Çünkü kişiye özel araç bizdeki. Bakmayın dört kişilik araç kabul edildiğine.

Toplu taşıma vasıtalarıyla işimize gitmek veya yürüyüş mesafesindeki işimize yürüyerek gitmek adeta ayıplanılır hale geldi. Az sayıda toplu taşıma kullananlar da adeta topa tutuluyor. “Araban yok mu senin? Varsa niye binmiyorsun? Evin önünde aracı niye bekletiyorsun? Arabanın hakkını vermek lazım. Binmeyip çoluk çocuğa miras mı bırakacaksın? Mezara da götüremediğine göre bin, rahatına bak. Senin gibi adamın otobüs, dolmuşta ne işi var? Ne gerek var toplu taşımaya sıkış mıkış binmeye? Değer mi bunların saatini beklemeye” türünden neler söyleniyor neler.

Kazara işine toplu taşıma ile gitmek isteyen de bir gün epey dolmuş beklemiştir. Aracıyla gittiğinden daha fazla zaman harcamıştır. Aman aman bir daha tövbe deyip tekrar özel otoya dönüyor.

Bu kadar oto hangi ülkede var? Varsa da ne kadarı işine özel aracıyla gidip geliyor bilmem. Ama bizim ülke kadar aracı ve tek kişinin seyahat ettiği bir başka ülke herhalde yoktur.

Çok mu zenginiz? Paramız çok mu? Ülkenin gayri safi milli hasılası sürekli fazla mı veriyor? Eğer böyle ise varsın herkes binsin. Bildiğim kadarıyla devletinden vatandaşına varıncaya kadar çok az mutlu azınlık hariç herkes borç batağı içinde. Herkes akar yakıt fiyatlarından muzdarip ama herkes aracın içinde. İnan, anlayabilmiş değilim.

Hoş, sadece vatandaş değil, kamuda çalışan, makamından dolayı altına makam aracı verilen nice makam sahibi var ki çoğu da aynı lojmanda kalmasına rağmen her birine şoför gelip her biri bir başına aynı kuruma gidiyor. Gel arkadaş, birlikte gidelim. Yazık bu araca ve harcadığı yakıta demiyor.

Hem vatandaşın hem de aynı kurum ve lojmanda çalışan kişilerin bu yaptıklarına görgü desem, değil. Tasarruf hiç değil. Aksine müsriflik. Acaba sonradan görme gök görmediklik hali olabilir mi diye aklıma gelmiyor değil. Özenti, rahatına düşkünlük, bencillik, hava atma, caka satma da olabilir. 

Diyelim ki çoğu makam sahibine verilen makam aracı, kişinin oturduğu koltuğa saygının bir gereği. Yağma Hasan’ın böreği de devreye girince eh diyelim. Tek başına özel otoyla işe gidip gelen vatandaşa ne demeli? Bunun adını da siz koyun. Ha ulaşımı keşmekeş ve iki vasıta değiştirmek isteyene sözümüz olmaz. Bir de zamanla yarışan, iş yerinde iken de başka yerlere gitmek zorunda olan kimselere de. 

Boykot Furyası

Bir boykot furyasıdır gidiyor. Kim, kimi, niçin boykot ettiğini de anlamış değilim.

Olup bitenden tek anladığım, boykot adı altında suni gündem oluşturuyor birileri. Bir milli üretim, yabancı üretimdir gidiyor. Kayıkçı kavgası yapıyorlar. Rol kapmaya çalışıyorlar. Birileri kıvılcımı atıyor, diğerleri ateşe dönüştürüyor. Tüm hesap bunu nasıl lehimize tahvil ederiz çabası. Başka da bir anlamı olduğunu sanmıyorum.

Bir kaşık suda fırtına koparıldığına göre boykotun vatandaş nezdinde bir karşılığı var mı?

Gördüğüm kadarıyla bir avuç trol dışında boykota kulak veren de yok, destek veren de.

Bakmayın seslerinin çok çıktığına.

Vatandaşın boykot diye bir gündemi yok. Olamaz da. Çünkü vatandaşın derdi geçim derdidir. Geçim derdi ile uğraşan ise ayağını yorganına göre uzatma hesabı yapar. Bütçesine göre alışverişini yapar. Günlerini bu ay şunu alayım, bunu almayayım hesabıyla geçirir.

Bir diğer husus yerli olsun, yabancı olsun, bu ülkede üretilen, vatandaşın hizmetine sunulan hangi ürün olursa olsun, boykot listesinde adının bile geçmemesi lazım. Çünkü bu ürünler bu ülkede üretiliyor, buralarda bizim insanımız çalışıyor ve evine ekmek götürüyor. Şu ürünü ya da ürünleri boykot çağrısı yersiz bir çağrıdır. Kendimizle çelişen bir durumdur. Gerçi çelişme denince bu ülke akla gelir. Çelişmeyen yönümüz mü var sanki.

Üstelik bugüne kadar boykot edilip de iflas bayrağını çeken bir firma bilmiyorum. Şayet iflas etmiş olsaydı, bu ülkede üretilen Yahudi menşeli ürünlerin şimdilerde hiç esemesi okunmaması gerekirdi. Çünkü bildim bileli bu ülke insanı İsrail ürünlerini boykot eder ama bir şey var ki hepsi dimdik ayakta. Hala gözde ve aranan ürün hepsi. O yüzden her türlü boykot beyhude çabadan ibarettir. Ya gündem değiştirmek ya kamuoyunu kanalize etmek ya da hiçbir şey yapamıyoruz, bari boykot yapalım da dostlar alışverişte görsün murat ediliyor olsa gerek.

Ayrıca bu ülkede üretimine devletin izin ve onay verdiği bir ürünü boykot etmeyi çok etik bulmuyorum. Çünkü bu ürünü boykottan ziyade devlet o işletmenin izin ve onayını sonlandırır, olur biter. Sonuç alan boykot olduğu için en güzel boykot olur. Devletin izin ve onay verdiği firmayı boykot bataklıkta sivrisinek avlamaya benzer.

Haydi yabancı ürünleri boykot halkın gazını almak ve onları oyalamak için bir ihtiyaç diyelim. Yerli ürünleri boykotu hiç anlamıyorum. Halktan kopuk, zamanın ruhuna yabancı bir tasarruf.

Bir diğer husus, her boykot reklamın kötüsü olmaz sözünde olduğu gibi firmaların ürünlerini bedava reklam etmektir. Çünkü boy boy listeler bir nevi reklamdır. Birilerine inat vatandaş gider alır.

Bir diğer husus, her boykot aynı zamanda bir ürünü kara listeye almaktır. Firmalara itibar suikastıdır. Buna da kimsenin hakkı yoktur.

Benim için boykot ne anlam ifade eder? Bir zamanlar özellikle Yahudi ürünlerine karşı almama hassasiyetim vardı. Baktım ki her boykot o ürünü daha da güçlendiriyor. Faydadan hali değildir. Faydası olmayan deliğe ikinci, beşinci kez girmekten, hepsinden de farklı sonuç beklemekten kendi adıma gına geldi.

Şimdi ne yapıyorum? Alacağım ürün ihtiyaç mı? Hangi marka üründen daha fazla yararlanıyor ve ihtiyacımı gideriyorum? Yerli ve yabancı ürünün kalitesini karşılaştırıyorum. Aynı kalite ise yerli ürünü tercih ediyorum. Düşük kalite yerli ürünü almıyorum. Gerekirse yabancı kaliteyi tercih ediyorum. Fiyatına da bakıyorum. İşime ve bütçeme hangisi uygunsa onu alıyorum. Ne yerli ürün babamın oğlu ne de yabancı ürün. Hoş, biri babamın oğlu da olsa fark etmez. Çünkü kimse karnımı doyurmuyor.

O yüzden gidin boykot kavganızı ötede yapın. Halkı kayıkçı kavganıza alet etmeyin. Suni gündem oluşturarak halkı oyalamayın ve kutuplaştırmayın. Çünkü her kutuplaştırma adımı toplumda nefret tohumları eker. Bu halkı seviyorsanız, yapmayın bunu. Sevmiyorsanız, kim tutar sizi. Kalıbınızın ve meşrebinizin gereğini yapın.

Yaşlılık Başa Bela

Her yaşın ayrı bir güzelliği var dense de eve bacaya bastırılmayacak yaş grubu yaşlılık devresidir.

Çünkü bu yaş grubunda tüm organlar iflasın eşiğinde.

Dişler dökülür. Yeni taktırdığın orijinal dişin yerini tutmaz.

Kabızlık sorunu ayrılmaz bir hastalığın olur.

Kilo sorunun başlı başına bela.

Ayaklar vücudu çekmez. Ha düştüm düşeceğim derken düşer bir tarafını kırarsın.

Hareketsizlikten bir köşede esaret yaşarsın. Bir yere gidemezsin. Merdiven inemez ve çıkamazsın. İki adımda hışmış kalırsın.

Fazla su içemezsin. Çünkü tuvaletin gelir.

Kilo sorunundan taharetini doğru dürüst yapamazsın.

Göz pek görmez.

Kulak ağır duyar.

Tansiyon, şeker, nefes darlığı vs. tüm hastalıklar bir bir sökün eder.

Günlük sabah, öğle akşam önüne bir poşet ilaç yanı başında durur. Saati geleni atar durursun. Ne ile yarayacaksa artık.

Kireçlenme dolayısıyla vücudunun her bir yeri üzerinden kamyon geçmiş gibi ağrır. Ağrılarımı geçirecek diye ağrı kesici krem sürer durursun.

Tüm bu hastalıklarla cebelleşirken, iyileşeceğim diye bir sürü hapa bağımlı hale gelmenin ardından kör kötü işini yaparken bir de bakıma muhtaç hale gelir, bir başkasına muhtaç olursan, geri kalan hayat çekilmez olur. Yaşayan bir ölü olursun.

Ben bu hale düşecek biri miydim, ben bakıma muhtaç hale gelecek miydim derken sevdiklerine yük olmanın mahcubiyetini yaşamaya başlarsın.

Hele bir de sevdiklerinin ne zaman ölecek diye gözünün içine baktığını hissedersen, vay haline. İşte o zaman kara toprak daha iyi dersin.

Ne edersin ki nasıl ki doğarken kimse sana sormadı. Ölürken de sormuyor. Öleyim dersin, ölemezsin. Sürünür durursun bir vakte kadar.

Yine bu hastalıklarla mücadele dönemi yaşlılığı yaşayınca dünyanın boş olduğunu, bir anlamı olmadığını, safi çile ve eziyet olduğunu anlıyorsun ama anladığınla kalıyorsun. Bir gerçek var ki düşe kalka bu yaşlılık çekilecek. Ta ki vücut benden bu kadar deyinceye kadar.

Öldü ile Geberdi

Gündelik hayatta hem öldü hem geberdi fiilleri kullanılır. Kullandığımız bu kelimelerin anlamlarını bir hatırlayalım.

Ölmek: 1.Yaşamaz olmak, hayatı sona etmek, can vermek; cavlamak. II. Gitmek, göçmek, gümbürdemek, kakırdamak, kıkırdamak, yürümek, zıbarmak, cartayı çekmek, zartayı çekmek, mortlamak.

2. Solmak.

3.Bazı sebeplerle çok sıkıntı çekmek (mecaz).

4.Değerini, geçerliliğini, gücünü yitirmek, kullanılmamak.

Gebermek: 1. (Argoda) sevilmeyen biri için ölmek. 2. Bir kimseye aşırı ilgi ve istek duymak.

Ölmek ve gebermek fiillerinin dışında ölenler için "hakka yürüdü", "hak vaki oldu" deyimleri ile "kaybettik” fiili de kullanılır.

Gördüğümüz gibi hem ölmek hem gebermek fiilleri biri argo olmak üzere aynı anlamlara gelmekte.

Her ne kadar aynı anlama gelse de hangisini kullanırsak kullanalım, ölümün yüzü soğuktur. Pek temenni edilmez.

Her ikisi de haber anlamı taşır.

Yalnız öldü fiili ile geberdi fiili kullanılırken bu fiili kişiden kişiye farklı kullanırız. Mesela sevdiklerimiz için kaybettik, öldü derken sevmediklerimiz için geberdi fiilinin kullanıldığını görüyoruz.

Ölmek ve gebermek aynı sonuca çıkmasına rağmen öldü fiili kulağa daha hoş gelirken gebermek fiili çok itici gelmekte. Çünkü bu fiil hem argo hem nefret dilini içinde barındırıyor. Bir kişi hakkında içte biriktirilen kin ve intikam duygusunun dışa vurumu söz konusu.

Öldü fiili gibi herkese kullanılabilecek ve aynı anlama gelen nötr bir fiil varken argo geberdi fiilini tercih etmek hiç olacak şey değil. Olsa olsa bir akıl tutulması, birinin ölümüne sevinmek, zil takıp oynamak ve kavganın fitilini ateşlemek gibi bir şey.

Ölen her kim olursa olsun, nazarımızda değeri olsun veya olmasın her ölenin sevenleri vardır. Ölene saygı göstermek istemesek bile sevenleri saygıyı hak ediyor olabilir. Mesela ata ne kadar kötü olursa olsun, hangi evlat babası için geberdi fiilinin basında yer almasını ister? Öyle zannediyorum, kimse istemez.

Sonuç olarak, mahalleleri ayırıp kutuplaştığımız gibi bunu ölüme kadar götürmeyelim. Empati yapalım. Argo tabir kullanmaktan kaçınalım. Cenaze yakınlarını incitmeyelim. Verdiği zararlardan dolayı ölüye sevineceksek bu sevinci içimizde tutalım. Dışa açık etmeyelim. Rahmet de dilemeyelim. Cenazesini de kılmayalım. Bırakalım her mahalle cenazesine karşı son görevini vakur bir şekilde yerine getirsin. Birbirleriyle acılarını paylaşsın. Biz sessiz kalalım. Kavgamızı sıcağı sıcağına daha cenaze kalkmadan devam ettirmeyelim. Unutmayalım ki yorgan gider, kavga biterse, bir insan öldü mü, onunla ilgili kavga da biter. Edep, ahlak, etik, örf ve âdet bunu gerektirir.

Sahi, nereye gömdük bu edep ve ahlakı ve de insanlığımızı?

1 Nisan 2025 Salı

Dindar ile İslamcı

Dindar, mütedeyyin ve İslamcı kavramları birlikte bazen birbirinin yerine kullanılmakta. Genellikle aynı kişiler için ifade edilmekte ise de arasında benzerlikler ve dağlar kadar farklılıklar var.

Dindar- mütedeyyin ve İslamcı aynı kaynaktan beslenir. Her ikisi de Kur'an ve sünnet yolunun yolcusudur. Belki de tek benzerlikleri budur.

Dindar ve mütedeyyin kişi, dininin gereklerini yaşamaya çalışır. İbadetlerini yerine getirir. Yaşayamadığının üzüntüsünü yaşar. Benim tek eksiğim şu var. Ah bir de şunu yapabilsem der. Dinini daha iyi yaşayanlara gıpta eder. Günah işlediği zaman tövbe eder. İslamiyet’i tam yaşayamadığının pişmanlığını samimiyetle yaşar. İyi bir kul olmaya çalışır. İnandığı dini kendi hayatında yaşar. Dinini yaşayamayanlara üzülür. Onlara hidayet bulması için bol dua eder. Tüm bu yaptıklarından dolayı cennete gitmeyi ümit eder.

İslamcı ise slogancıdır, bol hamaset yapar. İnsanlara ayet ve hadisle ayar vermeye çalışır. Yaşamayanlara parmak sallar. Her kim ne yaparsa ilgili ayet okur. Kim İslam, Müslümanlar ve İslami değerler hakkında ne demişse zamanı gelince yüzüne vurmak için hepsini not eder. En ufak bir şeyde kişileri cehenneme göndermekten zevk alır. Şunu dedin, kafirsin. Bunu dedin, münafıksın şeklinde insanları damgalar durur. Hele bir de sırtını bir güce yaslamışsa ağzını bozar. Beddua ve lanet ağzından eksik olmaz. En ufak bir şeyde devleti göreve çağırır. Üslubunu bozar. Bunu da “geçti o pısırık Müslümanlık. Bunlara ağzının payını vereceksin” der. Daima sureti haktan görünür. Kısaca kavgacıdır, huzur bozmada üstüne yoktur. Kutuplaşmayı ve kutuplaştırmayı pek sever.

Karşı mahalleden biri ölmüşe, İslamiyet hakkında bir şeyler söylemişse, artık o kimseyi ne camiye kabul eder ne İslamiyet dairesinde tutar. Cenazesi kılınmaz fetvası vermeye başlar. Kötü bilirdik, geberdi gitti. Şimdi öbür dünyada yanacak, ateşi bol olsun kefere der.

Yani İslamcılık bir yaşamdan ziyade bir felsefedir. Bir söylemden ibarettir. Dindarlık bir hal ise İslamcılık kâldir.

Hayatı kendisi gibi düşünmeyenlere zindan etmede, toplumu germede üstlerine yoktur.

Her konuda da bilgileri var. Her konuda söz söylerler. Üzerine gelirken ayet ve hadisle gelirler. Ya kabul edip İslam dairesinde kalırsın ya da bu dinden çıkarsın bu İslamcılara göre.

Lafı çok uzatmadan dindar ile İslamcı arasındaki farkı daha iyi ifade etmek için şu anekdotu paylaşayım:

Şeyhin oğlu büyümüş. Şeyh, oğluna haydi sabah namazını kılmak için camiye gidelim demiş.

Baba oğul camiye giderlerken oğlanın gözü mahalledeki evlere kaymış. Bakmış ki hiçbir evin ışığı yanmıyor. Hemen dönüp babasına, “Baba! Mahallede tek bir ışık yanmıyor. Hiç kimse sabah namazına kalkmamış deyince, şeyh:

Evlat, daha ilk defa sabah namazına gidiyorsun. Hemen mahalleliyi yargılamaya başladın demiş.

Sunucu Mehmet Akif Ersoy'un kısa bir videosundan dinlemiştim bu anekdotu. Kendi dindarlığıyla meşgul olana Müslüman, başkasının Müslümanlığıyla meşgul olana İslamcı denir diyordu videosunda. Bunun üzerine söz söylemeye gerek olmaz sanırım. Çünkü tüm farkı ortaya koyuyor. 

Adı Üzerinde Şov

Volkan Konak isimli sanatçının vefatının ardından bir kesim yasa boğulurken bir kesimin yakışmayacak bir şekilde tavır alması dikkatimi çekti. Tanımadığım sanatçı hakkında hiç yazı yazma gibi bir düşüncem yok iken bir kısım İslamcının sanatçı hakkında ileri geri şeyler yazdığını görünce sanatçı hakkında “Volkan Konak’ın Ardından” ve “Karşı Mahalleden Biri Ölmeye Görsün” başlıklarıyla iki yazı kaleme aldım.

Sanatçı hakkında en büyük vaveyla da “Öldükten sonra cesedinin yakılıp küllerinin Karadeniz’in üzerine serpilmesi” vasiyeti.

Nedir, ne değildir, sanatçının böyle bir vasiyeti var mı, varsa da hangi ortamda ne niyetle söylemiş olabilir, bu işin aslı astarı nedir arayışı için sanal aleme girdim. Turan Büyükyılmaz isimli tanımadığım birine ait bu konuya dair şu yazıyı bulup okudum. Yazım ve imla yanlışlarını düzelterek yazıyı aynen bilginize sunuyorum:

DİN ADINA İŞLENEN EN BÜYÜK GÜNAH

Kıbrıs’ta verdiği konser sırasında hayatını kaybeden Volkan Konak’ın ardından yapılan tartışmalar üzücü bir şekilde devam ediyor.

Kendisine Müslüman diyen bir kesim bir röportajda “Ben ölürsem beni yakın. Küllerimi Karadeniz’e savurun” sözlerinden hareketle onun kafir olduğunu söyleyerek son derece çirkin ifadelerde bulundu.

Benim paylaşımımın altına yorum yazan Hürriyet Gazetesi Temsilcisi onunla yapılmış bir röportajı yayımlayarak, Volkan Konak’ın bu sözü nasıl ve hangi gerekçe ile söylediğini anlattı.

Ona hakaret edenler bu röportajı okuduktan sonra pişmanlık duyup tövbe eder Allahtan af dilerler mi bilmem.

Volkan Konak’ın röportajı şöyle;

“KÜLLERİMİ DENİZE SAÇIN”

Volkan Konak'ın ani vefatının ardından, usta sanatçının yıllar önce sahnede yaptığı vasiyet konuşması gündeme geldi. Hani özeti: Yakın beni küllerimi Karadeniz'e saçın olan… Konak, o dönemde de günlerce konuşulan vasiyetiyle ilgili televizyonlarda ve Hürriyet gazetesine verdiği röportajında şunları söylemişti:

“GAZİNO MÜŞTERİLERİNE VASİYET OLMAZ, O ŞOV”

"Vasiyet yok. Vasiyet yapacaksam da kendi aileme yaparım. Gazino müşterisine yapmam. O bir sahne şovudur. Sahnedekileri ciddiye almasın arkadaşlarım. Sahnede bazen argo da konuşuyoruz. Ferman yazıcılar var. Onlara gün doğmuş oldu. Ya bu insanlar hiç konsere gitmemiş, tiyatroya gitmemiş, hiç sahne şovu seyretmemiş. Bu röportajda söylediklerim beni bağlar ama sahnedeki sözler şov."

“Yatacağım yeri de şimdiden ayarladım. Maçka’da babamın yattığı yerde bizim sülale mezarlarında incir altında yatacağım. Dolayısıyla oradan kopmam mümkün değil.” Turan Büyükyılmaz

Sonuç olarak sanatçı bu sözleri gazinoda şov amaçlı söylediğini verdiği ropörtajda söylemiş. Sizi bilmem ama bu roportajta söyledikleri beni ikna etti. Bir de kişinin en son söylediğine bakmak lazım diye düşünüyorum. Öyle ya gazino vasiyet yapılacak yer değil. Üstelik vasiyet yakınlara yapılır. 

Kardeş Değil, Kara Taş

Babasından kalma bir evde oturan bir öğretmen yıllarca aynı evde hem hasta annesine bakar. Bir de boyundan aşağısı tutmayan abisine.

Bir köşede annesi yatmış, diğer köşede abisi ya da kardeşi yatmış.

Diğer kardeşleri ne anneye bakmış ne de ağabeylerine.

Zamanı gelir her iki hasta da vefat eder.

İki vefatın da ardından kardeşleri mahkemeye dava açarlar: "Ağabeyimiz (ya da kardeşimiz) şu kadar yıldır mirasçısı olduğumuz evde kalmıştır. Kaldığı yıllara ait birikmiş kira bedelini muhitin rayiç kirası üzerinden tarafımıza ödemesi".

Yanlış okumadınız. Mahkemeye açılan dava bu içerikte.

Hem yatalak annesine hem de yatalak abisine yıllarca bakan bu öğretmenle bir arkadaş vasıtasıyla oturup iki defa çay içmişliğim ve sohbet etmişliğim var. Sağdan, soldan, havadan ve sudan konuştuk. Hiç kardeşlerim bana şöyle yaptı demedi.

Kardeşleri tarafından mahkemeye verildiğini de aynı okulda çalışan bir arkadaşım söyledi.

Siz böyle bir dava ile karşılaştınız mı bilmiyorum ama ben ilk defa duydum. Haliyle şaşırdım. Ne kardeşler varmış. Olmaz olsun böyle kardeş dedim.

Annelerine ve ağabeylerine bakmayan bu kişilerde gerçekten mide varmış. Aynı evde yaşayıp bakımlarını üstlendiğinden dolayı kardeşlerine: "Abi, biz anne ve ağabeyimize bakamadık. Bütün yük sendeydi. Biz bakamadığımız gibi maddi destek de sağlayamadık. Sana karşı mahcubuz. Biz sana çok teşekkür ediyoruz. Biliyoruz bunun için bakmadın. Emeğini de karşılamaz ama babadan kalma bu ev senin. Biz hiç hak iddia etmiyoruz. Hemen tapuya gidelim. Evi senin üzerine devredelim" demeliydiler. En azından ben böyle beklerim. Ki olması gereken de bu.

Beyefendi ve hanımefendiler, bırakın böyle demeyi. Geçmişten günümüze biriken kira bedelini istemişler. Yazıklar olsun gerçekten.
Böyle paragöz kardeşlere kardeş denmez, dense dense kara taş denir.

Sonrasını bilmiyorum. Öyle zannediyorum, dava devam ediyordur. Görünen o ki kardeşlerin gözü hem kirada hem de evde. Çünkü kira isteyen o evdeki payını hayli hayli ister. Hakimin kararını bilemem ama öyle zannediyorum kira isteyen bu kardeşler haklı bulunur. Çünkü kimse annesine baktı, ağabeyine baktı demez. Belki de bakmayaydı denecek.

İşin garibi bu öğretmen emekli olmasına rağmen hala evi yok. Emekli olmadan önce evini alamayan emekli olduktan sonra hiç ev alamaz. Görünen o ki ölünceye kadar emekli maaşı ile kirada kalacak. Belki de daha çalışacaktı. Emekli olayım da anne ve kardeşine bakayım diye emekli oldu. Çünkü daha zorunlu emekli yaşında değil.

Ne diyelim, böyle kardeşler de varmış. Kardeş değil, kara taş. Olmaz olsun böyle kardeş. Evden, gönülden, ortamdan ırak olsun.

Burada bir hakkı daha teslim edeyim. Evde yıllardır hem kaynanasına hem de kayınbiraderine bakan bu öğretmenin eşinin eli öpülür. Helal olsun kadına. Hem öğretmenin hem de eşimin ismini örnek olsun diye altın harflerle yazmak lazım.

Bu arada bu ailede üveylik, özlük vardır diye aklınıza gelebilir. Sizden önce ben sordum arkadaşa. Üveylik yokmuş aralarında. Bu öğretmenin anne ve babası yaşasaydı, bu öğretmen sizin öp öz oğlunuz mu yoksa kira isteyen diğer çocukların mı öz derdim. Çünkü her ne kadar beş parmağın beşi de bir olmaz ise de aynı ailenin çocukları arasında bu kadar uçurum olmaz. Çünkü biri hasbi diğerleri çıkarcı. Acaba doğumları esnasında hastanede değiştirilmiş olabilirler mi? Değişti ise hangisi? Paracı kardeşler mi, bu hasbi öğretmen mi? Hepsi hastanede değiştirilemeyeceğine göre herhalde bu öğretmen hastanede değiştirilmiş olmalı. Başka da aklıma bir şey gelmiyor.

Allah iyi kardeşlerle karşılaştırsın.

Karşı Mahalleden Biri Ölmeye Görsün!

Nasıl bir ülke olduğumuzu yıllar geçtikçe daha iyi anlıyorum.

İyiyken herkes iyilik meleği. Araya niza girdi mi elimizden geleni ardımıza koymuyoruz.

Karşı mahallelere bölünmüşüz. Diğer mahallelerle hiç diyaloğumuz yok. Herkes birbirine sağırlara ve körlere oynuyor. Uzaktan ayar veriyor, had bildiriyoruz.

Karşı mahalleyi düşman belleyerek ayakta duruyoruz.

Karşı mahalleden bizim gibi düşünmeyen biri öldü mü, sağlığında selam vermediğimiz kişiye tüm içimizi boşaltıyoruz.

Mahallenin ileri gelenleri ve akıl hocaları her bir şeyini zamanında not etmiş. O zaman bir şey dememiş, mücadelesini vermemiş biri olarak ilgili kişinin tüm beyanlarını ortaya döküveriyor. Biz de vay anasına. Adam ne kafirmiş. Cenazesi kılınmaz bunun deyip Diyanet'i göreve çağırıyoruz. Adamın gömülüp hesaba çekildiğini beklemeden yani yargılamadan cehenneme gönderiyoruz. Halbuki adaletin yok dediğimiz, adaletini beğenmediğimiz bu zalım dünyanın adaleti ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, adam suçüstü yakalansa bile adalet önünde zanlıdır. Yargılanıp hüküm giyinceye ve tüm yargı yolları bitinceye kadar masum kabul edilir. Beratı zimmet asıldır prensibini hatırlar ve hatırlatırız.
İnancımıza göre öldükten sonra kişiyi Allah yargılar, hesabı o sorar, ona hesap verilir. İnandığımız Allah da kimseye haksızlık etmez.

Acaba böyle olduğuna inanmıyor muyuz da daha gömülmeden sıcağı sıcağına adamı ila cehenneme zümera deyip cehenneme gönderiyoruz. Bırakalım ihsası reyde bulunmayı da o inandığımız makam kişiyi yargılasın. Unutmayalım ki savunma hakkı da kutsaldır. Suçluya bile kendini savunma hakkı verilmeden ceza verilmez. Merak ediyorum, yargısız infaz yetkisini bize kim verdi? Allah mı diyor, bana gelmeden bunları yargılayın yetkisini?

Zahire göre hüküm verip Aristo mantığıyla kıyas yaparak insanları özellikle karşı mahallenin insanlarını cehenneme göndermeyi ne de çok seviyoruz? Acaba, ne kadar kişiyi cehenneme gönderirsek, Cennet bize kalır diye mi düşünüyoruz? Allah bizi koymayıp da kimi koyacak hadsizliğini mi yaşıyoruz?

Ölen kimse dinimize yabancı olabilir, dinimizi alaya alabilir, dinimize düşmanlık yapabilir. Tamam, bu durumda bizim elimiz armut toplamasın. Edebimizle, kavli leyyine ile cevap verelim. Bunun önünde ne engel var? Musa ve Harun peygamberleri Firavun'a gönderirken yumuşak söz söyleyin fermanına yakışıyor mu bizim ileri geri konuşmamız, hakaret etmemiz? Sonra öldükten sonra neye yarar? Amacımız üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi?

Ha o mahalleden ağzı bozuklar varmış. Onlar hakaret ediyor. Biz de onlara anladığı dilden konuşuruz diyorsak, sormazlar mı adama, ne ara onları kendimize öğretmen kabul ettik diye? Unutmayalım ki süiamel misal olamaz.

Herkesin dini, inancı kendisine. Bizim inancımız da bize. Din ve inanç bizi ayrıştırmamalı. Kem söz sahibine ait olmalı. Din ve inanç elimizde ayrıştırma aracı olarak kullanılmamalı. Her ne kötülük yapılırsa yapılsın, din adına söz söyleyenler kötülüğü iyilikle savmalı. Gören demeli ki bunların dini böyle emrediyor. Bunların iyilikleri dinlerinden. Ne güzel dinleri var desin.

Merak ediyorum, bu kaba saba ve kişileri cehenneme gönderen üslubumuzla Müslüman yaptığımız bir Allah'ın kulu var mı? Eğer varsa faili ellerinden öperim ama bu takındığımız üslupla bir Allah'ın kulu Müslüman olmaz. Zaten böyle bir derdimiz de yok. Tek derdimiz ne kadar kişiyi cehenneme gönderirsek, Cennet bizim olur. Ama çok bekleriz. Unutmayalım ki herkes kalıbına göre iş yapar. 

Volkan Konak'ın Ardından

Kendisini zaman zaman önüme düşen kısa videolarda ismini bilmeden birkaç defa izlemişliğim var. Genelde de ekranına çıkardığı kişilerle konuşmasına şahit oldum. Sanatını ne derece icra ettiğini ve başarılı bir sanatçı olup olmadığını bilmem.

Volkan Konak'mış adı. Sanatçı imiş. Kuzey'in olarak şu diye nam salmış. Türk halk müziği üzerine sanatını icra etmiş. Kıbrıs'ta sahnede iken geçirdiği kalp krizi sonrası vefat etmiş.

Sonrasını sosyal medyadan öğreniyorum. Bir grup, sanatçının ölümü üzerine üzüntülerini ifade ediyor. Bencileyin sanatla yakından uzaktan alakası olmayan bir grup ise Volkan Konak'ın daha önce söylediği sözleri ve vasiyetini ön plana çıkarıyor. "Öldükten sonra gömülmek istemediğini, cesedinin yakılıp Karadeniz'e savrulmasını" vasiyet etmiş.

Bu vasiyeti ön plana çıkaran bir kesim cenazesi kılınmamalı gibi şeyler yazıp çiziyor. Ölümüne oh be çekenler de az değil.

İlgili kişi inanıyor mu, inanmıyor mu bilmiyorum. Ki inanmak kadar inanmama hakkına sahip. Üstelik bir başka okuduğu şiirde "babasının yanına gömülmekten" bahsediyor.

Cenazesini yakılmasını yakınları yerine getirir veya getirmez. Yakınları alıp bir mezara da koymak isteyebilir.

Basından okuduğuma göre İstanbul'a cenaze namazı kılınıp Trabzon'a gömüleceği belirtiliyor. Demek ki yakınları gömülme vasiyetini yerine getirecek.

Tüm bunlar cenaze sahiplerinin bile bileceği bir şey.

Cenazesinin kılınmasını da ailesi isteyebilir. Birileri cenaze namazına katılmak isteyebilir. Söz ve eylemlerinden dolayı birileri cenaze namazını kılmak istemeyebilir. Her imam kıldırmak istemeyebilir.

Bir kimsenin cenazesinin kılınması, helallik alınması o kimseyi pirüpak yapmaz. İslami usullere göre defnedilmemesi de o kimseyi sorumluluktan kurtarmaz.

Namazı kılınırdı, kılınmazdı, hak etti veya etmedi tartışması bence gereksiz. Ölen ölmüştür, kalan kalmıştır. Ölenin kendini savunması mümkün değil.

Bu aşamadan sonra bırakalım herkes hesabını gittiği yerde versin.

Herkesin hesabını vereceğine inanılıyorsa bırakalım, hesap sorucu hesabını sorup cezasını versin. Hesap sorulacağına inanılmıyor mu ki bu kadar yaygara yapılıyor.

Hem neden karşı mahalleden biri vefat edince hemen veryansın ediliyor. Cenaze önüne gelip haydin bunun namazını kılacaksın veya kıldıracaksın diye bir baskı mı yapılıyor?

Ayrıca ilgili kişinin inanıp inanmadığını nereden biliyoruz? Kişi bir sözüyle dinden çıkar, diğer bir sözüyle tekrar girer. Merak ediyorum, herkesin imanı doğduğu andan itibaren şeksiz ve şüphesiz mi? Bırakalım herkesin inancını kendisine. Yaşadığı hayat üzerinden hesabını öbür dünyada kendisi versin.

Bir kişiye başka inançlara hakaret etmediği ve saygı duyduğu müddetçe istediği görüşü açıklama imkanı vermek lazım.

Günümüzde kişileri, mahalleleri inanç yönünden tasnife tutmanın bir gereği yok. Ne katma değer üretmiş, insanlık namına neler yapmış, ona bakmak lazım.

“Elli beş babasız çocuğu okuttuğunu, önümüzdeki sene bu sayıyı yüze çıkarmak istediğini, babaları olamasam da amcaları olurum” dediğini bir açıklamasından öğrendim.

Gençlerin yanına gidip, "Gençler, bir derdiniz olduğu zaman işte benim numaram şu. Direk beni arayın" demek suretiyle gençlere açık çek vermiş biri.

Yine kendisine bir milyon dolarlık reklam teklifi yapılıyor. Teklifi geri çevirdiğini söylüyor. Paran çok mu diyene de "Kişiliğime uygun görmedim" diyor. Hangi birimiz bir milyon dolar karşısında kendimizi kaybetmeyiz ve atlamayız.

Hangi birimiz 55 öğrenciye burs verir? Hangi birimiz tanımadığı üniversite öğrencilerine telefon numarasını verip ihtiyacınızda arayın der? Görünen o ki okuttuğu öğrenciler yetim kaldı ardından. 

Tamam, insanları fikir ve düşüncelerinden dolayı katılmadığımız yönleriyle eleştirelim. Ama yaptığı güzel şeyleri de ifade etmek suretiyle bir hakkı teslim etmek lazım. Çünkü hatasıyla hesabıyla insanı hepimiz.

Sonuç olarak sanatını icra ederken genç yaşta kaybettiğimiz sanatçıyı ölümünün ardından rahat bırakmak lazım. Ardından ne konuşursak konuşalım, bizi duymaz, bize cevap veremez. Bizde sesini çıkarmayana, kendini savunmayana el kalkmaz, belden aşağı vurulmaz. Bırakalım mevtayı sevenlerine. Onlar üzüntüsünü yaşasın. Kimsenin ölümüne sevinip göbek atmayalım. Bir üzüntülü ana saygı duyalım.

Bir diğer husus, inancından dolayı bu sanatçıya vuranlar, merak ediyorum, sağlığında bu sanatçıyla gittiğin yol, yol deyip konuştular mı? Bu işin doğrusu şu, senin görüşüne katılmıyoruz dediler mi? Mesela irşat görevinde bulundular mı? Eğer yaptık, sağlığında kendisiyle fikir ve inanç tartışması yaptık denirse, buna eyvallah derim. Yok böyle bir şey yapılmadı ise ölümünün ardından ileri geri konuşmak ne dine ne insanlığa yaraşır. Ucuz mücahitliğe gerek yok.

Ayrıca gidenin ardından ileri geri konuşmanın geride onun yolundan gidenlere faydası olur mu? Hiç sanmıyorum. Amaç üzüm yemekse bu üslubu terk edip en azından susmak lazım. Çünkü bu üslup kimseyi Müslüman yapmaz. Yaşadığımız dini ayrışmanın aracı haline getirmeyelim. Herkesin dini kendisine.

Yazımı sanatçının bir esprili anlatımıyla sonlandırayım. Beşinci kızdan sonra annesi Volkan Bey’e hamile kalır. Bu da kızdır diye annesi aldırmaya kalkar. Bir tanıdığı vasıtasıyla bir doktora gider. Doktor kürtaj için 300 lira (o günün parasıyla 300 bin veya üç yüz milyon olabilir) para ister. Bu parayı duyan annesi, “Sana bu parayı vereceğime, bu parayla ben evladımı doğurur, büyütürüm” deyip kürtajdan vazgeçer. Sanatçı bu şekil dünyaya gelmiş. Doktor daha az para isteseydi, belki de hiç dünyaya gelmeyecekti.

Mevtanın yakınlarına sabırlar diliyorum.

30 Mart 2025 Pazar

Yürüme Üzerine Muhabbetler

Yürümeyi çok sevdiğini söyleyen bazı kişilerden işittiğim sözler:

Yürümeyi çok severim ama vakit yok. Ah bir vaktim olsa...

Yürümeyi çok severim ama dizlerim ağrıyor.

Yürümeyi çok severim ama hava çok sıcak olmayacak, çok soğuk da olmayacak; kar, tipi, yağmur, yağış ve rüzgarlı olmayacak.

Yürümeyi çok severim ama yürüyünce terliyorum. Üstümü değiştirmem gerek. Bu yüzden yürümüyorum.

Yürümeyi çok seviyorum. Yalnız yürüyünce ayağım acıyor.

Yürümeyi ben de seviyorum ve yürüyorum. İşte çalışırken akşama kadar şu kadar adım atıyorum.

Yürümeyi sevenlerin yanında bir de yürümeyi sevmeyenler var:

Nefret ederim yürümekten. İmkanım olsa tuvalete bile arabayla giderim.

Niye yürüyeceğim? Yazık değil mi ayaklarıma?
Kim yürüyecek? Ekmek almaya bile arabayla gidiyorum.

Bir de yürümeyi gerçekten sevenler var. Bunlar;
Ama, fakat, lakin demeden, yürüme edebiyatı yapmadan yürüyenler. Yürümeyi günlük rutin işlerinden görenler. Yürümekten üşenmeyenler. Bir bakmışsın bunları, yollarda ve parkurlarda. Sabahın erken saatinde yürüyüş yollarında ter atarken görürsün. Ter attıkça mutlulukları yüzlerinden okunur bunların. Çünkü yürümek günlük iştir onlar için.

Yürüme üzerine muhabbetler kiminde sözel kiminde fiili bu şekilde devam eder gider. Şu var ki göbeği çıkmış, göbeğinden ayaklarını göremeyen, aşırı kilo ve göbekten dolayı taharetini yapmakta zorlananlara yürümek elzemdir. Buna farzı ayn diyebiliriz. Bunların hiç mazeret üretmeden yollara kendilerini vermeleri gerekir. Çünkü yarın ayaklar çekmemeye başlayınca ve hastalıklar bir bir baş gösterince yürümek isteseler de yürümek onları bırakır.

Beyhekim Hastanesinde Hayat

Arife günü hastamın başında refakatçi kalmak için nöbete gittim.

Hastamızın odası değiştiği için yeni yerini bilmiyorum.

Vardığım zaman nöbeti meslektaşlarına devretmiş, gitmeye hazırlanan sağlık çalışanlarıyla karşılaştım.

Hastamın odasını bulmak için oda aradığımı gören görevliler, hastanın adı neydi dediler. Hastamızın adını söyleyince "Hatice Teyze şu numaralı odada kalıyor" dediler. İlgilerine teşekkür edip hastamın yanına girdim.

Yerime yerleştikten az sonra doktor geldi. "Hatice Teyze nasılsın, iyi misin? Yemek yiyebiliyor musun" dedi. Fazla yemediğini öğrenince serum takılmasını ve iğne yapılmasını önerdi.

Dokuz günlük tatil olmasına rağmen akşama kadar ne doktor eksik oldu ne hemşire. Biri gitti, diğeri geldi. Her biri de işinin ehli. Hastalarına ismiyle hitap ediyorlar. Sanırsın ki normal mesaiden bir gün.

Arkadaşlarımız tatile gittiler, biz ise çalışıyoruz görüntüsü sezmedim doktorunda, hemşiresinde ve sağlık çalışanında. Yüzlerinden güler yüz eksik değildi. Her biri ibadet aşkı içerisinde kendilerini işe vermişler gördüm. Akşama kadar odanın kaç defa paspaslandığını gördüm.

Hastamızı yatağın gerisine doğru çekmek için bir kişinin yeterli olmadığı durumlarda hastamızı geriye çekebilir miyiz dediğimde, hasta bakıcıdan destek alın diyeni görmedim. Görevli işini bırakıp benimle beraber hastayı geriye yasladı.

Öğle yemeği geldi. Oruçlu olduğumu öğrenince, az sonra elinde tatlı kasesi ile yemek dağıtan geldi. Arkadaş, şunu iftarda yersin dedi.

Hastane çalışanlarının günün her saatinde hummalı çalışmalarını görünce, bu hastaneye tatil gelmemiş izlenimi edindim. Nezaket, samimiyet o biçimdi. Helal olsun çalışanlara. Devlette böyle çalışanlara can kurban. Emeklerine sağlık hepsinin.

Akşam iftardan bir kırk dakika önce yemeklerimiz geldi. İftarımızı yaptık.

Yemeğin ardından kantine inip iki bardak çay içerek çay ihtiyacımı giderdim.

Az sonra biraderler ellerine termosu alıp ağam çayı sever deyip sürpriz yaptılar. Sayelerinde çaya doydum. Keselerine bereket.

Bir termos çayı içince gecesinde pek uyku tutmadı. Fırsat bu fırsat deyip 6 yazı yazmışım hastam uyurken.

Bayram namazından önce hastanın ve refakatçinin farklı kahvaltı menüsü önümüze geldi. Afiyetle kahvaltımı yaptım. Hayatımda bayram namazı öncesi ilk defa bu şekil kahvaltı yapmış oldum.

Hastaneye gelirken solda bir cami görmüştüm. Bayram namazına gitmek için indim. Caminin önünde in-cin top oynuyor. Sanırım burada namaz yok dedim. Kapıya davrandım. Açıkmış. İçeride çoğunluğu hastane çalışanı olmak üzere üç saf cemaat vardı. Namazın ikinci rekatına yetişebildim. Hayatımda ilk defa bayram namazının ilk rekatını kendim tamamlamış oldum.

Hutbe kardeşlik üzerine idi. Hatip hutbesini okurken bir kişi camiden çıkmak için kalkınca, imam, "Daha hutbe bitmedi. Çıkmayalım" uyarısı yaptı. Geriye dönüp bakmadım. Çıkmaya davranan gitti mi, geri mi döndü bilmiyorum. Yalnız çıkmaya davranan ben olsaydım, uyarıya geri dönmezdim. Şu var ki imam yanlış yaptı. Uyarının zamanı değildi. Üstelik burası meskûn mahal dışında bir hastane camisi idi. Cemaat ya refakatçilerden ya da sağlık ve hastane çalışanlarından ibaretti. Hutbe okunurken çıkmaya kalkan belki acil doktoru olabilir. Doktorun acil hastası gelmiş olabilir. Hastası ağır bir refakatçi de olabilir. İmam bu camide görev yapıyorsa bu hastane caminin hassasiyetini bilmesi gerekirdi. Hasılı günün en itici uyarısıydı imamın bu davranışı ve yakışmadı. İmamın biraz nezaket ve görgü almasında fayda var. 

Namazdan sonra hastamın yanına gelince, çoğu hastanın yakınlarının kah sesli kah görüntülü bayram kutlaması yaptıklarını işittim. Temenniler ve dualar koridorlara kadar geliyordu.

Hastanede de bayramın unutulmadığını, hatta bazılarının birkaç gün öncesinde hazırlık yaptığını görmüştüm. Bir yakınları bayram şekeri getirmiş. Kadın her gördüğünün yanına giderek herkese bayram şekeri ikram etmişti daha bayram gelmeden. Israrı üzerine iki tane de ben almıştım. Cebimde o günden beri durduğu için erimeye başladığını görünce dolaba koyup az sonra hastama ikram ettim.

Velhasılıkelam, hastanede geçirdiğim ilk arife ve bayram sabahı bana farklı duygular yaşattı. Farklı bir ortamdı. Bayram tebriki için gelen telefonlara sevinç gözyaşlarının döküldüğüne şahit oldum. Belki de hastanede bile unutulmadık. Eşimiz, dostumuz aradı sevinç gözyaşlarıydı. Belki de bu sevinçli günü hastanede mi geçirecektik, bu hale düşecek miydik gözyaşları idi. Bilinmez. Ama bir şey var ki safi hastadan ibaret bir yerde bile bir gelenek yani bayram kutlamasının devam ettiğini, sevinç ve üzüntünün bir arada yaşandığına şahit oldum.

Sözlerimi bitirirken Beyhekim Hastanesi çalışanlarını, tatilde bile görevlerini özverili, içten ve nazikçe yapmalarından ötürü hepsini tebrik ediyorum. Tüm hastalara acil şifalar diliyorum. Hepsinin bayramı mübarek olsun.

İnsanlıktan Çıkmaya Ne Gerek Var

"Siyaset yapmak için insanlıktan çıkmaya gerek yok" demiş Nihat Ergün. Çok doğru bir söz. Biz de Ergün'ün bu sözünden mülhem devam ettirelim.

Siyaset yapmak için;

Belden aşağı vurmaya gerek yok.

Çamur at, izi kalsın iftirasına gerek yok.

Her yol mübah görmeye gerek yok.

Toplumu germeye ve kutuplaştırmaya gerek yok.

Yapamayacağın icraatın sözünü vermeye gerek yok.

Yalana, dolana ve talana gerek yok.

Rakipleri düşman görmeye ve göstermeye gerek yok.

Koltuğa çakılıp kalmaya gerek yok. Bu işi mezara kadar götürmeye gerek yok.

Rakibi ezmeye, küçümsemeye gerek yok.

Fırıldak olmaya, kırk takla atmaya gerek yok.

Seçim ekonomisi uygulamaya gerek yok.

Emeklilik yaşıyla oynamaya gerek yok.

Memleketin geleceğini ipotek etmeye gerek yok.

Kamu kaynaklarını heba etmeye, seçmene rüşvet vermeye gerek yok.

Ya benimsin ya kara toprağın demeye gerek yok.

Etik değerleri ve teamüleri ters yüz etmeye gerek yok.

Tüm yetkileri üzerine almaya gerek yok.

Maceraya girmeye gerek yok.

Olgular yerine algılar oluşturmaya gerek yok.

Fazilet ve erdem üzere rekabet yapamayacaksan siyasete gerek yok.

Tadında ve kıvamında bırakamayacaksan siyasete girmeye gerek yok.

Laf ebeliğine, mazeret üretmeye ve gerekçeye gerek yok.

Doğruya doğru, yanlışa yanlış demeyeceksen siyasete gerek yok.

Rakibinin onurunu korumayacaksan, empati yapmayacaksan siyasete gerek yok.

Yaptığın ya da yapacağın icraattan ziyade hep rakibini eleştireceksen siyasete gerek yok.

Müzmin muhalif olacaksan, siyasete gerek yok.

Problemlerin üzerini örteceksen, halının altına süpüreceksen siyasete gerek yok.

Emaneti ehline vermeyeceksen, siyasete gerek yok...

Hangi Tip Ülkede Yaşamak İstersiniz?

Hangi ülkede yaşamak istersiniz?

Doğu dünyasında mı, Batı dünyasında mı?

Geri ve gelişmekte olan ülkelerde mi, gelişmiş ülkelerde mi?

İslam dünyasında mı, Hristiyan dünyasında mı?

Her şeyin kuralının olduğu ama kuralların pek uygulanmadığı ülkelerde mi, her şeyin kuralının olduğu ve bu kuralların harfiyen uygulandığı ülkelerde mi?

Kuralların kişiye göre uygulandığı bir ülkede mi, herkese uygulandığı bir ülkede mi?

Tek adam yönetimlerinin olduğu bir ülkede mi, ortak aklın hakim olduğu bir ülkede mi?

Seçim ekonomisinin uygulandığı bir ülkede mi, seçimlerde seçim ekonomisi uygulanmayan bir ülkede mi?

Kuralların ve uygulamaların kişiden kişiye değiştiği bir ülkede mi, kişilerin kuralları uygulamak için geldiği bir ülkede mi?

Oturmuş, sistemi olmayan, teamüllerin olmadığı, varsa da sık sık değiştiği bir ülkede mi, işleyen ve değişmeyen bir sistemin olduğu ülkede mi?

Başa gelenin, ben yaptım oldu diyen bir ülkede mi, yürütme, yargı ve yasama erklerinin birbiriyle uyumlu ve birbirini denetleyen ülkede mi?

Enflasyon ve hayat pahalılığı fırlamış, parası pul olmuş, doğru dürüst üretimi olmayan, sürekli cari açık sorunu olan bir ülkede mi, cari açığı denk veya fazla veren ve parası değerli olan bir ülkede mi?

Sürekli ekonomik krizlerin olduğu bir ülkede mi, fiyat istikrarının olduğu bir ülkede mi?

Bir sadaka ülkesinde mi yaşamak istersiniz yoksa sosyal devletin olduğu bir ülkede mi?

Vatandaşının kendi başının çaresine baktığı bir ülkede mi, devletinin vatandaşının durumunu gözettiği ve koruduğu bir ülkede mi?

Yolsuzlukların kol gezdiği bir ülkede mi, yolsuzluğun çözmüş ülkede mi?

Emekli cenneti olan bir ülkede mi, SGK sistemi oturmuş bir ülkede mi? 

Yukarıda örnekleme yapmak suretiyle yazdıklarım bir zamanlar büyük şimdilerde küçük kabul eden bu dünyada cereyan ediyor.

Dünya bir olsa da bu dünyada iki ayrı dünyalı gibi yaşayan dünyalılar var.

Tercih hakkı verilse bu iki tip dünyalıdan, ilk verdiğim örnek ülkelerde yaşamak isteyen kaç kişi çıkar? Öyle zannediyorum, kahir ekseriyet ikinci örnek verdiğim dünyada yaşamak ister. Çünkü ilkinde kaos, huzursuzluk, fakirlik ve yokluk var. İkincide ise huzur ve mutluluk vardır. İlkinde tesadüfler vardır. İkincide ise tesadüflere yer yoktur.

Teamülleri Olan Bir Ülkeden Neyimiz Eksik?

Ülkemizin gidişatı beni üzmeye devam ediyor. Çünkü hemen hemen her alanda bir kokuşmuşluk söz konusu.

Geçmişten günümüze bu kokuşmuşluğa seyirci kaldığımızdan dolayı maalesef kokuşmuşluk artarak devam ediyor. Çünkü nereyi, kimi, hangi kurumu elimize alırsak elimizde kalır.

Güç ve iktidar mücadelesi de bu kokuşmuşluktan nasibini alan kurumlarımızdan. Belki de her şeyin başı. Çünkü her ne kadar temizlenme alttan gelir şeklinde bir anlayış olsa da siyaset kurumu, değişim ve dönüşümün öncüsüdür. Öyle olmak zorundadır. Çünkü devlete yön veren siyaset kurumu, birbirini denetleyen, birbirinin tamamlayıcı kurumlar aracılığıyla bir makinenin dişlileri gibi işleyen bir sistem kurdukları takdirde tüm kurumlar ve halk bu sisteme ayak uydurmak zorunda kalır.

Bu sistem kişileri değil, işleyen yerleşik düzeni esas alır. Her gelen de bu sistemi devam ettirir. Devletin başına geçen güç ise sadece sistemin aksayan yönlerine müdahale ederek sistemin daha düzgün çalışmasına yardımcı olur.

Gel gör ki bu ülkede, kişilere ihtiyaç kalmayacak işleyen bir sistem kurmaktan ziyade, kişilere bağlı bir sistem genel geçer kabul ediliyor. Bu da at sahibine göre kişner sözünü akla getiriyor.

Bu atasözündeki atı sistem veya millet olarak ele alırsak, at sahibine göre değil de sahibi kim olursa olsun, at kendisine biçilen rolü oynamalı ve görevini layıkıyla yerine getirmelidir. Böyle olursa sistem düzgün işler ve işleyen bir sistemimiz olur. At sahibim ne yapacak diye şaşırmaz. Rolü ve asli vazifesi neyi gerektiriyorsa onu yapar.

Sahip de atı kendisine göre değil, atı yani sistemi genel geçer kurallara göre yönetmesi gerekir.

Niye böyle işleyen bir sistemimiz yok? Çünkü ülkemizde işleyen bir sistemin kurulmasının önündeki en büyük engel siyaset kurumudur. Yani devleti yöneten güçtür. Devleti ele geçiren güç istiyor ki her şeyin dizginleri elinde olsun, istiyor ki işlesin veya işlemesin her şeye çomak soksun. İstiyor ki ben bulunmaz Hint kumaşıyım. Sizin kurtarıcınızım. Ben olmazsam haliniz nice olur. O yüzden benim kıymetimi bilin türünden bir siyaset yürütüyor.

Halk olarak da sahibine göre kişneyen at olmaya dünden teşneyiz. Bu teşneliği de siyaset kurumunun kullanmasıyla tepeden tırnağa toplum olarak bu kokuşmuşluğu birlikte oluşturuyoruz.

Atın sahibinin bir bildiği var diyoruz. Halbuki sahibin bir bildiği yok. Ne oldum delisi kodunda. Gök görmediğin yıllar sonra bir çocuğu olunca sevincinden oğlunun çükünü koparıp attığı gibi ata sahip olan siyasiler de güç zehirlenmesi yaşıyor. Ben gücüm, istediğimi yaparım havasına giriyor. Atın sahibi olsa inanın atla bu kadar oynamaz. Gel gör ki atın sahibi olmayınca birileri atı hayırsız evladın baba mirasını hoyratça kullandığı gibi atı da hor kullanıyor.

Kısaca ata yön veren, atın dizginlerini eline geçiren tüm teamülleri yok ediyor. İşleyişten sorumlu tek kişi gibi davranıyor. Sandık aracılığıyla belli bir süreliğine emaneten aldığı atın ebedi sahibi olmak için uğraş veriyor. Böylece memleketin çivisini çıkarıyor.

Halbuki memleket yönetmek için Amerika'yı yeniden keşfe gerek yok. Dünya nasıl yönetiyor, bir baksak, çok bir şey yapmamıza gerek yok.

Mesela ABD kurulduğu andan itibaren kanun ve anayasasına koymadan bir kişi iki defa başkan seçilebilir teamülünü koymuş. 1950'ye kadar kimse çiğnemeden bu teamülün gereğini yerine getirmiş. İki dönem başkanlık yapan ne kadar karizma olursa olsun ne kadar başarılı olursa olsun, üçüncü döneme göz kırpmamış, sistemi değiştirmeye çalışmamış. Süresini dolduran köşesine çekilmiş. Kimse de dursaydın, biz sensiz ne yaparız dememiş. 1950 yılına gelindiğinde ne olur ne olmaz, biz bu teamülü mevzuata koyalım deyip başkanlar iki dönemlik seçilir maddesini koymuşlardır.

Beyaz Zambaklar Ülkesi diye nam salmış Finlandiya'yı adam eden bir devlet başkanlarıdır. Kaba, saba bir toplumu koyduğu ağır cezalarla adam etmiştir. Bugün bu ülkenin de işleyen bir sistemi vardır.

Biz ise işleyen bir sistem kurmaktan ne kadar uzağız. Çünkü daha yeni sistem değişikliği yaptık. Değiştirdiğimiz bu sistemi de delmenin yollarını arıyoruz. Bir iki defa Cumhurbaşkanı seçilir maddesini Anayasamıza koyduk ama bu maddeyi uygulayacak birileri lazım. Vay efendim, erken seçim kararı alınırsa üçüncü defa da seçilir, yok efendim, Meclis seçim kararı alırsa bir dönem daha olur. Anayasa değişikliği olursa bir kez daha seçilir deyip duruyoruz. Ondan sonra da bizde niçin işleyen bir sistem yok deyip duruyoruz. Normal şartlarda ne Cumhurbaşkanlığı yapan bir dönem daha demez, Meclis ve halk dur, gitme demez. Ama mevzubahis olan bu ülke ise buralarda kılıfına uydurulur, kişiye has kanun ve Anayasa değiştirilir, seçilen kişiyi mezara kadar başkan yapmak için her yolu deneriz. Gören de bu ülkede kaht-ı rical var sanır.

Siyasilerimiz ne kadar seçim kazanırsa ne kadar başarılı olursa olsun süresi geldiğinde köşesine çekilmeyi bilmeli. Dur, nere gidiyorsun diyenlere fırsat vermemeli. Koltuğuna yapışıp kalana da bu kadar demeli. Siyasilerin bu ülkeye yapacağı en büyük hizmet budur. İşleyen bir sistem kursunlar, bu ülke oluşturulan teamüllerle gelişmesini daha erken tamamlar.

Ekonomik Buhranın Müsebbipleri

Dünya ülkeleri içerisinde birinciliği hiçbir ülkeye vermeyen Arjantin'den (69,9) sonra % 39,05 ile ikinci sıradayız.

Avrupa ülkeleri içerisinde ise enflasyonda birinciyiz.

Diğer ülkelerin enflasyonlarını toplasan bir Türkiye enflasyonu yapmıyor.

Faiz oranlarına bakarsak, Zimbabve, Arjantin, Venezuela'nın ardından en yüksek faiz veren dördüncü ülkeyiz. Avrupa ülkeleri içerisinde en yüksek faiz veren birinci ülkeyiz.

Faiz ve enflasyonda ilk sıralarda isek hayat pahalılığı yönünden de ilk sıraları kimseye kaptırmayız.

Bu yazdığım şeyler hepimizin malumu olmasına rağmen kayda geçsin diye yazıyorum.

Yıllar yılı yüksek enflasyon, faiz ve hayat pahalılığı ile yaşamaya alıştık. Eğer buna yaşama denirse. Belki ki bize biçilen rol bu. Hayat pahalılığı bu ülke insanının kaderi. Belki de başka işlerle uğraşmasınlar diye dayatılıyor bize bu tablo.

Bu veri, bu tablo bu ülkeye ayıp olarak yeter de artar bile.

En büyük ayıp da en tepeden en aşağıya kimin ne kadar yetki ve sorumluluğu varsa ona aittir. Eğer birileri utanmayı unutmadıysa.

Kaç yıldır kaderimiz hale gelen bu ekonomik tabloda;

Kötü yönetimin payı yüksek.

Liyakatsiz kadronun payı var.

Zamanında neşter vurmayı ve tedbir almayı ötelemenin payı var.

Yanlış ekonomi uygulamanın payı var.

Kurt puslu havayı sever sözünde olduğu gibi fırsatçılığın payı var.

Kamu kaynaklarında tasarrufa gitmemenin ve israf ekonomisinin payı var.

Sıcak paraya dayalı ekonomik model uygulamamızın payı var.

Makul ekonomi modellerinden ziyade her ülke Mersin'e giderken bizim tersine yol almak istememizin payı var.

Siyasi operasyonların ve had bildirmek istememizin payı var.

Kırılgan ekonomiyi komaya sokacak söz ve eylemlerden kaçınmayışımızın payı var.

Paramızın pul olmasına seyirci kalmamızın payı var.

İthalat ve ihracat dengesini kuramayışımızın payı var.

Ekonomide maceraya yönelmemizin payı var.
Merkez Bankası rezervlerinin uzun süre ekside olmasının payı var.

Ekonomimiz riskten kurtulamadığı için tefeci faizi diyebileceğimiz yüksek faiz oranıyla borçlanmamızın payı var.

İtibardan tasarruf edilmez sözü ve mantalitesinin payı var.

Ekonomik bir buhrandan geçtiğimizi görmeden gelmenin payı var.

Nas var nas. Nas varken bize ne düşer politikasının payı var.

Bağımsız ve özerk olması gereken kurumlara verilen talimatın payı var.

Birilerinin kendine fazlasıyla güvenmesinin payı var.

İnadın payı var.

Faiz sebep, enflasyon sonuçtur iddiasının payı var.

Hasılı var oğlu var.

İstenmeyen Misafir

Arifeden bir gün önceki ramazanın son cuma akşamı iftar öncesi kapı zilimiz çaldı.

Bu saatte kim olabilirdi? Komşuları sanmam. Davulcu olabilir miydi? Davulcu olsa davulcunun sesi gelirdi. Üstelik geçen ramazanlarda haftada bir, para toplayan davulcu bu ramazan hiç görünmedi.

Derken o saatlerde hiç uyanık olmayan bizim oğlan kapıyı açtı. Birileriyle bir şeyler konuştu. Sonra kapattı.

Kimdi babam o zile basan dedim. Davulcular, baba dedi. Para verdin mi dedim. Verdim dedi. Kaç verdin dedim. 50 lira dedi. Be babam, fazla vermişsin dedim. Bozuk yoktu dedi. Benden isteseydin dedim. Sustu.

Bu arada benim oğlan benden cömert. Artık kime çektiyse. Harçlık verdiklerine de değse bari.

Sanki ardından bir başka şeyler istediler dedim. “Bayram geldi. Şeker almışsınızdır. Bir de şekerinize bakalım” dediler. Mutfağa geçip şekerden verdim.

Bir taraftan da gülüyor. Niye gülüyorsun dedim. Adamlar hem oruç tutalım diye bizi sahura kaldırıyorlar. Ama kendileri oruç tutmuyorlar dedi.

Nereden gördün oruç tutmadıklarını dedim. Verdiğim şekeri daha ayrılmadan gözümün önünde yemeye başladılar dedi.

Oruç tutalım diye bizi sahura kaldıran bu tiplerin durumu, bir zamanlar kendileri oruç tutmadıkları halde oruç tutanları döven gençlere benziyor.

Ardından iftara kadar vakti değerlendireyim diye bir iki kalem eşya için markete gitmek üzere evden çıktım. Bizim davulcuların yedikleri şekerin ambalajını merdiven basamaklarına attıklarını gördüm. Apartman da az önce yıkanmıştı. Elimle toplayıp çöpe attım.

Ben gördüm de bize gelen bu davulcular gibi görgüsüzünü görmedim. Hoş, bizi kaldıran davulcular olduklarını da sanmıyorum. Babam, nasıllardı dediğimde tipsiz iki kişi idi dedi.

Önceki senelerde de benzerini görmüştük. Davul parası istemeye gelenleri yönetici uyarmıştı. Siz bizim buranın davulcusu değilsiniz diye.

Giden paradan ziyade hiç haz almadığım davulcuya verilen paraya üzüldüm. Çünkü bu çağda hala bu geleneğin devam etmesi bana manidar geliyor. Gürültü yığınından başka bir şey değil.

Bir diğer husus, madem ki bu davul geleneği gece gece her ramazan bizim kafamızı ağrıtmaya devam edecek. Bari tutulan davulcular sanatının erbabı olsa. Aynı zamanda oruç tutan ya da oruç tutar görünen birileri olsa.

Biraz utanmaları olsa istedikleri şekeri apartmandan çıkınca yerler. Yediler diyelim, en azından şekerin ambalajını rastgele atmazlar. İnan, bunların görgüsüzlüğünü bugüne kadar şivlilik için gelen o kadar küçük çocuğa hediyelerini verdim. Bugüne kadar hemen yiyip apartmana çöpünü attıklarını görmedim. Artık bu davulcular nerede yetişiyorsa artık.

Bu arada davulcular akıllı. Eskiden davul sesiyle gelirlerdi. Kapıyı açan açar, açmayan açmazdı. Demek ki davul sesini duyan çoğu sakin kapıyı açmıyor ki sessiz sedasız gelmişler bu sefer.