30 Kasım 2021 Salı

Azimli’yi Farklı Okumak (1) *

İlk, orta ve lise ve üniversite tahsilini Konya’da yapmış, Konya doğumlu Mehmet Azimli, halen Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmakta. “…Farklı okumak” şeklinde biten eserleriyle tanınan Azimli, emsallerine göre farklı bir bilim insanı. Bu farklılığı dolayısıyla seveni olduğu kadar sevmeyip nefret edeni de çok. Bu yönüyle bazılarının eline geçse onu bir kaşık suda boğacak. Bu farklılığı yönünden kendisini ele almak istiyorum. Kendisini ne kadar doğru anlatabilirim, emin değilim. Zira birçoğunuz gibi uzaktan tanıyorum. Niyetim onu ne övmek ne de yermek. Zaten böyle bir şeye de ihtiyacı yok.

Azimli, bildiğimiz İslam tarihini farklı okuyor. Birçok doğru bildiğimiz ya da meşhur olmuş olayları değişik kaynaklardan derinlemesine irdeliyor. Benim bu konuda vardığım sonuç budur. Farklı düşünen varsa eleştirilere açığım, yeter ki önüme kaynak koysunlar, değerlendiririm diyebilen biridir.

Gördüğüm kadarıyla siyer ve tarih okumalarında bir arkeolog edasıyla hareket ediyor. Tarihi, görmek istediği ya da birilerinin görmek istediği yönüyle okumuyor yani fotoşop yapmıyor. Bugüne ışık tutacak şekilde tarihin, tarihi olayların ve kişilerin tarihi süreç içerisinde fotoğrafını çekerek günümüze taşıyor. Fotoğrafı ortaya koyarken de falan şöyle davranmış, şu gerekçeyle bunu yapmış, sonucu bu olmuştur, doğru yapmış ya da yanlış yapabilmiş diyebilendir. Tarihi şahsiyetleri değerlendirirken övgü ve yergiye yer vermiyor, durum tespiti yapıyor, hakaret etmiyor. Kimseyi korumaya, ötekileştirmeye ve kutuplaştırmaya çalışmıyor. Hata yapan kişiye hata yapmıştır. Zira onlar da bir insandır diyor. Tarihi farklı okuyarak sanırım, geçmişten ibret alınsın istiyor. Zaten tarihin amacı da bu değil mi? Fotoşop yapılarak tarih anlatmak ve aktarmak, sorunları halının altına süpürmek demektir. Bunun da bize faydası olmaz ve günümüze ışık tutmaz. Aynı hataları yapar dururuz. Tarih olduğu gibi anlatılacak ki geçmişte yapılan hatalar bugün yapılmasın.

Bazıları onu, hadis inkarcısı olarak lanse etse de hadis inkarcısı değil bildiğim kadarıyla. Tarihi kronoloji ve olgulara uymayan rivayetler varsa, şu sebeplerle bunların üretilmiş olduğunu düşünüyorum açıklamasına yer verir.

İslam tarihini ortaokulda iken okumaya başlayan, lise birinci sınıfta Asım Köksal’ın İslam tarihi ansiklopedisini bitiren, otuzun üzerinde kitap yazan, hala yazmaya devam eden, çıkardığı her kitabı ses getiren, çok sayıda kitabın editörlüğünü yaparak Türkçemize kazandırmaya çalışan Azimli, kim çağırırsa konuşmaya giden, alanıyla ilgili derinlemesine bir birikime sahip olan entelektüel bir bilim adamıdır.

Azimli’ye mesafeli duranlar veya ona düşmanca tavır içerisine girenler, fikirlerini çürütmekten ziyade belden aşağıya vurmaya çalışıyorlar. Düşmanlıkları, ezberleri bozmaya çalışmasından, hamaset ve aşırı korumacılığa yer vermemesinden olsa gerek. İşin garibi, ona tavır alanların kahir ekseriyeti dindar, mütedeyyin ve İslamcı olanlardır. Nedense bir türlü kabullenmek, söylediklerini kabul etmek ve duymak istemiyorlar. Şu var ki herkes onun dediklerini kabul etmek, benimsemek zorunda değil. Eleştirebilirler de. Öyle değil, doğrusu böyledir de denebilir. Ki denmelidir de. Hatta yazdığı eserlere reddiye de yazılabilir. Bilimsel bir eleştiri getirildiğinde öyle zannediyorum, Azimli, kendi vardığı sonucun yanlış olduğunu kabul edecek, hata yapmışım diyebilecek bir erdemliliğe sahiptir.

Zaman zaman eski videolarını dijital ortamda dinlediğim, seri halinde sosyal medyada soru cevap şeklinde konuşmalar yapan Azimli’yi bugünlerde ekranlarda pek görmüyorum. Kendi mi çıkmak istemiyor yoksa çıkarılmak mı istenmiyor, bilmiyorum. Bir ara beş dakikayı geçmeyen video paylaşımları vardı. O videolarını da görmüyorum. Sanırım kaldırmış ya da kaldırtılmış olmalı. Videoları kendi rızasıyla kaldıracak olsa niye yayımlamış olsun. Öyle zannediyorum, kendisine baskı yapılıyor olmalı. Bu baskı nereden ya da kimden gelebilir diye düşünüyorum. Cemaatler olabilir. Çünkü arkasında dayandığı bir cemaati yok. Siyasi baskı yapılabilir. Üniversitesi konuşmayacaksın diyebilir. YÖK de kendisine yasak getirebilir. İhtimalleri yazdım ama herhalde YÖK değildir. Zira buna yok artık derim. Çünkü YÖK, bilim adamlarının fikirlerini özgürce anlatmasına izin veren bir kurum diye düşünüyorum. Belki de bunların hiçbiri değil, kendi isteğiyle biraz geri planda kalmak istemiş olabilir.

Günümüzde yazıp çizdiklerinden ve konuştuklarından dolayı kendisine baskı varsa, Azimli ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranıyor diyebilirim. Çünkü Dicle Üniversitesinde çalışırken fikirlerinden dolayı FETÖ kendisine baskı uygulamış, kendi dersini okutmasına izin vermemiş, dersini bir başkasına vermiş, kendisine de alanı dışında başka dersler verilmiş biridir. Hak ettiği profesörlüğünü vermedikleri ve uyguladıkları baskıdan dolayı Hitit Üniversitesine geçmek istediyse de geçişine izin vermediklerini ancak istifa ederek Hitit Üniversitesine başladığını bir konuşmasında dinlemiştim.  Dün FETÖ baskılarına maruz kalan Azimli, FETÖ etkisinin olmadığı bugünlerde eğer kendi camiasından birilerinin baskısına maruz kalıyorsa, geldiğimiz noktayı düşünmemizde fayda var. Ümit ediyorum ki kendisine bir baskı söz konusu değildir. Sebep her ne ise Azimli konuşmalı, yazıp çizmeli. Birikimlerini paylaşabilmeli. İsteyen dinler, isteyen dinlemez. İsteyen görüşlerine katılır isteyen katılmaz. Herkes usul dairesinde birbirine hakaret etmeden birbirine tahammül etmeyi bilmeli. Aykırı ve farklı görüşlere de kendimiz gibi düşünenlere gösterdiğimiz tolerans gösterilmelidir. Allah’ın İblis’e verdiği özgürlüğü farklı düşünen ve aykırı konuşan Azimli’den esirgemeyelim derim. Hoşgörü dininin müntesiplerine de bu yakışır. (Azimli hakkında değinmek istediğim bir husus daha var. Sayfamı epey aştım. Bunu da diğer yazımda ele almak isterim.)


*24/12/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Hangi Millet Daha Güçlü?

Bana, ülkesi sürekli veya geçici işgal altında, dış güçlerin yolgeçen hanı olmuş ülkelerin dışında, hangi ülkenin insanı daha güçlü şeklinde bir soru sorulsa, tereddütsüz Türkiye derim. Neden derseniz, kısaca anlatmaya çalışayım. Bu ülke;

·         Zengin yeraltı ve yerüstü zengin kaynaklarına, yetişmiş insan gücüne rağmen hep dışa bağımlı yaşamıştır. Zengin kaynaklarının farkına varmadan yaşıyor. İmkân sun/a/madığı yetişmiş insan gücünü de beyin göçü olarak dışarıya kaptırıyor.

·         Ta Osmanlıdan beri cari açığı var. Durmadan borç alır. Aldığı borç hiç azalmaz, devamlı artar. Her gelen öncekilerin borcunu öder. Kendisinin yaptığı borcu da ödemeleri için arkadan gelenlere miras bırakır. Hâsılı bu millet kaç kuşak borç öder. Yine de borç paçalarından akar. 

·         Bu millet üçkâğıt ekonomisi diyebileceğimiz faiz, döviz ve borsa sarmalı içerisinde boğuşur durur. Enflasyon ve hayat pahalılığı bu milletin kaderi (!) dense yeridir. Her gelen hükümet ekonomiye el atar. Galiba bu sefer önümüzü görüyoruz demeye başladığı zaman arkadan gelen şiddetli kışı görünce, pansuman tedbirlerle oluşturulan piyasanın sahte bahar olduğunu halk anlar ama iş işten geçmiştir. Ömrü krizle boğuşmak olan bu halk, döviz ve enflasyona sürekli mağlup olmuştur. Cebindeki parayı, üçkâğıt ekonomi hırsızlarına kaptırır durmadan.

·         Hiç oyun kurucu olmamıştır. Başkaları tarafından oluşturulan oyunun gönüllü veya gönülsüz figürüdür ve devamlı kaybeden taraftır.

·         Seçimle gelen iktidarların elinde kobaydır. Her gelen kurtarıcı olarak gelir. Doğrusu, yönetenler kendisini kurtaran kaptan olurken bedelini de hep kendi çekmiştir. Gelen vurmuştur, giden vurmuştur. Biraz da ben vurayım diye kenarda sıra bekleyenleri de çoktur. 

·         Sürekli üzerinde yeni sistemler denenir. Her denenen sistem, iktidar değiştikçe değişir. Bazen iktidar değişimine de gerek kalmaz. Aynı hükümetin bakanı değişince de yeni sisteme geçilebiliyor. Mesela bugün yerlerde sürünen eğitim, bilmem kaçıncı sistem denemesidir. Her gelen dener, yıkar, çeker gider. Geçmiş ekonomik modellerden ne çektiği herkesin malumu iken şimdi de yeni bir ekonomi modeli deneniyor üzerinde. Bu modelin sonu ne olur bilinmez ama görünen Nuh Tufanını andırıyor. Ömrümüz olur yaşarsak; bugünün dünü, yarının da bugünü aratacağı yönünde.

·         Din, belli insanların elinde onları amaçlarına ulaştıracak bir aksesuardır. Onlar için din, yaşanmak için değil, kullanılmak üzere gönderilmiştir. Dinin bütün argümanlarını emellerine alet etmede hiç beis görmezler. Çünkü insanları dinle kandırmak çok kolaydır. Bu yüzden sıkıştıkça dine sarılırlar. Olmaz böyle, bu değerleri bu şekilde kullanmayın diyenleri de din düşmanı olarak lanse ederler.

·         İnsanları Atatürk ile kandıran bir kesim daha var ki bunlar da Atatürk’ten ekmek yerler. Atatürk’ün arkasına saklanıp malı götürürler. Karşı çıkınca da Atatürk düşmanlığın faş edilir.

·         Gücü elinde bulunduranlar yeni bir ulus oluşturma çabasındadırlar. Kimi Batı kültürüyle entegre olsun diye çabalarken kimi de mevcut değerlerini korusun çabası içerisine girer. İşin garibi ne Batılı olabildi ne de kendi kalabildi. İki arada bir derede dense yeridir.

Hasılı bu millet her türlü badire, kanma, kandırılma, dert ve sıkıntı çekme, kobay olarak kullanılma ve denenme yönünden herhalde dünyada bir numaradır. Gücü de tüm bu sıkıntılara rağmen hala ayakta kalmasından anlaşılmaktadır. Çünkü dertlerle yoğrulmuştur. Buna müstahak mı? Bu halk bu dert ve sıkıntılardan kurtulabilir mi? Aklını kullanmadığı müddetçe, aklını başkasına kiraya verdikçe, kurtarıcı bekledikçe, sürü psikolojisini terk edip birey olmadıkça, sorumlularına hesap sormadıkça, slogan ve hamasetle yaşamaya devam ettikçe; bu halk, kurtarıcıların ve oyuncakçıların elinde kullanılıp atılacak bir oyuncaktır ve maalesef buna müstahaktır.

29 Kasım 2021 Pazartesi

Yeni Yemek Denemesi *

—Hanım, kurt gibi açım. Yemek hazır mı? 

—Biraz bekleyeceksin. 

—Ne kadar biraz? 

—Çok biraz. 

—Niye? Her gün bu saatte yemiyor muyduk? 

—Yiyorduk ama bugün böyle oldu. Bundan sonra da böyle olacak. 

—Ne demek istiyorsun? Bırak şu gizemi. Bugün gezmeye mi gittin? Eve misafir mi geldi? Hasta mıydın yoksa? 

—Hiçbiri değil. 

—İyi de o zaman ne?

—Bugün size bir sürprizim var. Bu sürprizler her gün birbirini kovalayacak. 

—Ne sürprizi? 

—Yeni bir yemek modeli üzerinde çalışıyorum. Bir yemek deneyeceğim. 

—Adı ne?

—Daha adını koymadım.

—Neyse ne. Getir yiyelim. Zira açlıktan yıkılacağım. 

—Yeni yemek deniyorum diyorum. Daha hazır değil. 

—Yahu hanım, nereden çıktı bu yemek denemesi? Bu kadar yıllık evliyiz. Bugüne kadar niye denemedin de bugün denemeye kalktın? Eski köye yeni adet getirme.

—Haklısın ama hep aynı yemek. Biraz farklılık olsun istedim.

—Mübarek, böyle bir niyetin var da söyleseydin, karnımı doyurur gelirdim. Zaten gündüzü iğde yiyerek geçirdim. 

—Biraz daha sabret. 

—Sabredeyim de bu saat oldu. Ne zaman hazır olur senin bu yeni yemeğin? 

—Saat veremem.

—Niye? 

—Adı üzerinde deneme yemek. Denemenin saati, günü, haftası, yılı belli olur mu? 

—Be kadın, şunun şurasında karnımı doyuracağım. Neyine yetmedi, neyini beğenmedin anam babam usulü yemeklerin?

—Hayatım, bu dünyaya bir daha mı geleceğiz? Şurada akşam akşam bir keyif çatacağız. 

—İlahi hanım! Keyfin zamanı değil, karnım zil çalıyor. Tamam, bu dünyaya bir daha gelmeyeceğiz ama böyle giderse bir daha gelemeyeceğim bu hayata veda edeceğim.

—Bu uğurda gerekirse öleceğiz. 

—Akşam akşam bu diyalog sıktı beni. Allah aşkına bir bulgur pilavı pişir de yiyelim. Sen bu yeni yemek modelini ben yokken veya tokken dene. 

—Olmaz, kusura bakma. Bu saate kadar bekledik. Pes etmek yok. Bilirsin, inadım inattır. Kafama koyduğumu yaparım. Bugüne kadar da hiç geri adım atmadım. Benim geri vitesim yoktur.

—Tamam, anladım. Bu yemek nasıl bir şey ki hala pişmiyor.

—Daha karar vermedim ne pişireceğime.

—Anlamadım. Daha ortada yemek yok mu? 

—Yemek denemesinden önce kitabını yazıyorum.

—Eyvah ki eyvah. Desene gittim, desene bittim. Yahu bunun kitabını yazmak aylar, yıllar alır. 

—Gerekirse biteceğiz ama sağ kalırsak sonunda bu mücadeleyi biz kazanacağız.

—Şu galibiyeti bırak da getir kahvaltı bari yapalım. İnan takatim kalmadı. Ağzım açlıktan kokuyor. Sahi bu yeni yemek denemesi nereden aklına geldi?

—Ülkemizin getirmeye çalıştığı yeni ekonomik modele ayak uydurmaya çalışıyorum.

—Desene yandık, desene bittik.

—Yanmadan yemek pişer mi?

—Son sözün bu mu?

—Bu. Bilirsin beni. Benim kitabımda geri adım yoktur.

—Anladım prensip sahibisin. Anladım inatçısın. Anladım geri adımın yok. Yahu ölüyorum diyorum. İnan geri adım atmak o kadar kötü değil. Hatta bir erdemdir. Bir nimettir. Gel şu olmayan ağzımızın tadını bozma. Gecemi zehir etme.

—Sen öleceksin diye kendimden, kişiliğimden ödün mü vereyim?

—Tamam, ödün verme hanım. Sen durduğun yerde durmaya devam et. Ben karnımı suyla doldurup yatıyorum. Senin bu yemek ne zaman pişer, denemen ne zaman biter bilmiyorum ama bildiğim, ipe un seriyorsun. Şayet bir gün ortaya iyi kötü bir yemek çıkarsa çağır, elim kanda da olsa koşarak geleceğim. Tabi sağ kalırsam. 

—Dalga geçme benimle. Öyle bir yemek yapacağım ki dediklerinden utanacaksın.

—Ben utanmaya dünden razıyım. Yeter ki ortaya bir yemek koy.

—Aman, beni oyalama. Kafamı da karıştırdın. Yapacağım yemek sana nasip olmazsa birine nasip olur.

—Tövbe ya Rabbi. Ben yatmaya gidiyorum.

—Dur yatmadan bana bir kalem al da gel.

—Ne yapacaksın kalemi?

—Yemek kitabı yazıyorum dedim ya. Yaza yaza kalemin ucu bitti.

—Sana son sözüm, Allah sana izan, insaf, basiret, feraset ve acıma duygusu versin. 

—Âmin, nankörlük yapma. Sana yıllar yılı saçımı süpürge yaptım.

—Haklısın, arıyorum o senin geçici baharını. Ne bilirdim sonunun böyle tufan olacağını.

—Daha bu iyi günlerin. Bence oruca niyetlen. İğde toplamaya devam et.

—Aklıma mukayyet ol ya Rabbi! 

*01/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Freni Patlamış Kamyon *

 Gel evlat, seninle şöyle yukarı çıkıp tepeden aşağıyı gözlemleyelim. Kim, ne yapıyor bir bakalım.

 Ne gerek var baba yukarı çıkmaya. Buradan gözlemleyelim, olmaz mı?

 Beni dinle evlat, yukarı çıkıp oradan bakalım. Çünkü kalabalıklar içerisinde durdukça olup biteni göremeyiz. Gördüğümüzü de sağlıklı değerlendiremeyiz. Sana tavsiyem, böyle durumlarda ortamdan uzaklaş, onları uzaktan izle. Böylece daha objektif değerlendirmede bulunmuş olursun. Bir koyun sürüsünün içindeki koyunların ahvalini onları izleyen çoban daha iyi bilir. Koyun dediğin bazen sürüden ayrılıp kendini çoban yerine koyacak, içinden çıktığı hemcinslerinin durumunu daha iyi anlayacak. Aynı şekilde koyunları uzaktan izleyen çoban da bazen sürünün içerisine girecek, kendini koyun gibi görecek, olup bitenleri bir de içeriden izleyecek. Buna empati diyebiliriz. Aynı şekilde bir maçı yöneten hakem, futbolcular kavgaya tutuştuğu zaman aralamaya girmez. Onları kenardan izler ki suçun kimde olduğunun kararını doğru bir şekilde verebilsin.

—Tamam, dediğin gibi olsun. Zaten çıkmış olduk tepeye.

—Ne görüyorsun aşağıda?

—Bir kamyon var. Ama bu kamyon bildiğimiz kamyonlara pek benzemiyor. Sanki freni patlamış gibi hızla ilerliyor. Çünkü normal gitmiyor.

—Bravo sana. O gördüğün kamyon freni patlamış bir kamyondur. Önüne kim gelirse onları kovalıyor. Kimine sürtünüyor kimini altına alıyor kimi kenarda endişeli bir bakışla kamyonun ilerleyişini izliyor. Gerçekle yüzleşmek yani bu kamyonun gidişatının gidişat olmadığının farkına varmayan az sayıda kişi de kamyonun freninin patladığından haberi yokmuş gibi davranarak tecahülüarif sanatının en güzel örneğini sergiliyor ve bizim şoför ne güzel sürüyor diyor.

—Ne demek istiyorsun?

—O gördüğün kamyon temsilidir: Enflasyondur, hayat pahalılığıdır, TL’nin döviz karşısında pul olmasıdır, iğneden ipliğe her şeye zam gelmesidir. Bu kamyon öyle bir şey ki yanından geçtiği, sürtündüğü, tepeden izleyen herkesin canını acıtacak. Altına aldığını daha fazla acıtacak. Kenardakiler onların durumuna üzülecek ama bir müddet sonra herkesi etkisi altına alacak ve vara altında biz de kalaydık. Zira onlar kurtulup gitti diyecek. İşin garibi kimseyi öldürmeyecek ama açtığı yaralarla herkesi komaya sokacak.

—Olan oldu. Bu aşamadan sonra ne yapılabilir?

—Ekonomist değilim ama piyasadan canı yanan milyonlarca insandan biri olarak derim ki bu kamyon sağa sola daha fazla zarar vermeden hızını düşürmek için bir şeyler yapmak lazım. Hızla ilerleyen bu kamyonun vitesi yavaş yavaş küçültülecek. Piyasanın sakinleşmesi için yapıcı konuşmalar yapılacak, arı kovanına çomak sokar gibi konuşmalar yapılmayacak. Piyasayı delirtecek konuşmalardan azami derecede kaçınılacak. Ekonomiye dair piyasanın koşulları neyi gerektiriyorsa ona başvurulacak. Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok.

—Bunu kim yapacak?

—Etkili ve yetkili kişiler, bizi yönetenler, ekonominin başında bulunanlar.

—Yapıyorlardır herhalde. Çünkü sorumluluk bunu gerektirir.

—Bundan pek emin değilim. Zira tüm bunları yapmak için önce mevcut durumun bir fotoğrafını çekmek, mevcut durumu kabullenmek lazım. Bir şey yok, iyiyiz, yok biz şunun mücadelesini yapıyoruz denerek bir yere varılmaz. Demek istediğim, önce hastalık kabul edilecek, bu hastalığın nasıl tedavi edilmesi gerektiği ortak akılla belirlenecek sonra tedaviye geçilecek. Bazıları bunun farkına varsa iyi olur. Çünkü tencere, tavanın karşısında kimse duramaz.

*13/12/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Dış Güçler Modası *

Türkiye'de son yıllarda bir moda başladı: Ne zaman bir konuda işimiz rast gitmese, bir sıkıntı yaşasak, bir darboğaza girsek, işin kolaycılığına kaçarız. Nerede hata yaptık demeyiz. Suç, hata ve yanlışı dışarıda arar olduk. Küresel güçlerin, dış güçlerin işi deriz. Zaten bunlar bizim onmamızı istemez. Bunlar bize düşman, bizim gelişmemizi istemiyor şeklinde söylenir dururuz. 

Dış güçler bizi alt etmek ve süründürmek için çaba sarf ediyor olabilir. Ki olması kadar doğal bir şey olamaz. Nasıl ki insanlar arasında hatta kardeşler arasında bile rekabet ve anlaşmazlık oluyorsa, devletlerarasında da rekabet, anlaşmazlık ve çekememezlik olabilir. Burada önemli olan devletlerarası ilişkilerde ülkeyi ezdirmeden kazan kazan prensibiyle hareket etmektir. Onlarla dostluk babında ne kol kola girilir ne de ilişkileri bitirecek şekilde rest çekilerek düşman bellenir. İki tarafın da memnun olacağı ve asgari müştereklerde anlaşabileceği çözüm yollarına odaklanılır. İlişkiler gerilince bu gerilim iç politika malzemesi yapılmaz. Çözülemeyen sorunlar soğumaya terk edilmek üzere buzdolabına kaldırılır. Her halükarda ilişkiler seviyeli yürütülür. Diplomatik teamüllere riayet edilir. Çünkü devletlerin onuru kişilerin onurundan daha önce gelir. 

Önemli olan ülkeyi devletlerarası rekabete hazırlamak için yeraltı, yerüstü ve insan gücünü hazırlamaktır. Ekonomiyi dünya ölçeğinde boy ölçüşebilecek seviyeye getirmektir. Üretim ekonomisine gereken önemi vererek ithalat ve ihracat dengesini sağlamak, cari açığı kapatmaktır. Anlatmak istediğim başkasının saldıracağı yumuşak karın bırakmamaktır. Bir defa sıcak paraya dayalı ekonomik modelden en kısa zamanda uzaklaşılmalıdır. Çünkü bizimle rekabet etmek ve bizi alt etmek isteyen devletler ve küresel güçler, bizimle mücadele için yumuşak karın dediğimiz zayıf yönlerimizi kollar ve zayıf yönümüzden vurur. Asıl olan açık kapı bırakmamaktır. Açık kapımız varsa da oradan girişi önlemek için zamanında tedbir almaktır. Bir boksör rakibiyle karşılaşmadan önce rakibini inceler, önceki oyunlarını seyreder, zayıf yönlerini araştırır. Ringe çıktığı zaman rakibinin sonuç alacağı yerlerini hedefler ki rakibini alt edebilsin. Rakip zayıf yönüne vurduğu zaman niye orama vurdun demek iş değil. Ne yapacaktı? Sonuç alamayacağı güçlü yerlerine mi vursun?

Ülke meselelerine yeniden dönersek, ülkenin en büyük ve çözülemeyen sorunu ekonomidir. Cari açık başımızın belasıdır. Cari açığı çözmeden, üretim ekonomisine geçmeden yani yumuşak karnımızı ameliyat etmeden yola devam edilemez. Edilmeye devam edilirse de sonu hep tufan olur. Tamam, enerjimiz yeterli değil. Bu konuda sürekli dışa bağımlıyız. İhtiyacımız olan enerjiyi dışarıdan alırken yerine ihraç edebileceğimiz başka ürünler ortaya koymak zorundayız. Yok diyerek işin içinden çıkamayız. İstenirse pekâlâ bulunabilir. Diyelim ki kendi kendimize yeterli değiliz. Bu durumda ayağımızı yorganımıza göre uzatmayı bilmeliyiz. Hiçbir şey yapamasak bile ülkenin her bir yerine doğalgaz götürmek için teşvik yapmamak lazım. Bunun yerine diğer katı yakıtlarla ısınmanın yollarını vatandaşa sunmalıyız. Çünkü doğalgazı da dışarıdan ithal ediyoruz. Bizden öncekiler tilkinin yüz planından 99’u horozu haklamak üzere plan yaptığı gibi biz de hemen dış borca sarılmayı bırakmamız lazım. Çünkü kendi kendimize yeten bir ekonomik model geliştirmeden tam bağımsızlıktan söz edilemez. Zira borç alan başı dik duramadığı gibi iki ayakları üzerinde de duramaz. En ufak bir krizde nakavt olur.

Yazımın bundan sonraki kısmında çaresizliği dış güçlere bağlama modası üzerinde duracağım. Çünkü dış güçler, zinde güçler demek, her taşın altında onları aramak demek mazeret üretmek, bahane üretmek, gerekçe üretmek ve hamaset yapmak demektir. Kendimizi temize çıkarmak amacıyla işin kolaycılığına kaçmaktır. Unutmayalım ki suçlu onlar diye parmağımızla karşıyı işaret ederken geriye doğru büktüğümüz üç parmağımız kendimizi gösteriyor. Bir şeyi yapamayabiliriz, o konuda hata yapmış olabiliriz. Bunun yeri, doğrusu şu diye böyle uyguladık. Yanlışmış deyip o yanlıştan vazgeçmektir.

Suçu kabullenmek erdemdir. Bu bize peygamberlerden özellikle Hz Adem’den tevarüs etmiştir. Mademki peygamberleri örnek alıyoruz. Sıkışıp daraldığımızda, hata ve yanlış yaptığımızda Hz Adem gibi yapmaktır. Biliyorsunuz Hz Adem ve eşi, kendilerine yasaklanan ağacın meyvesinden yedikleri için ilk günahı işlemişlerdir. Kendilerine, ben size bu ağacı yasaklamamış mıydım dendiğinde; ikili, bizi şeytan kandırdı, biz ne yapalım, esas suçlu o şeklinde bir mazeretin arkasına sığınabilir, şeytanı hedef gösterebilirlerdi. Halbuki onlar “Biz hata yaptık. Sen bizi bağışlamazsan biz zarara uğrayanlardan oluruz” diyebilmişlerdir. Bu dua, bu tövbe, bu yüzleşme sayesinde Hz Adem, affedilmekle kalmayıp peygamberlikle taltif edilmiştir. İnsandır hata yapar. Önemli olan farkına varıldığı zaman hatadan vazgeçip hatada ısrarcı olmamaktır. Hasılı ilk insanı Allah bize örnek vererek hatalarınızla yüzleşin, kabulümdür, sonrası ödüldür demek istemiştir. Biz Hz Adem ve eşini örnek alacağız. Allah’a isyanına gerekçe üreten, ben Adem’den daha üstünüm diyen İblis’i değil. Burada hatasıyla yüzleşen Hz Adem mi kaybetmiştir, gerekçe üreten ve savunmaya geçen şeytan mı? Takdir edersiniz ki Hz Adem kazanmıştır. Burnundan kıl aldırmayan şeytan ise hep kaybeden olmuştur.


*15/12/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Dış Güçlerle İmtihanımız

—Şu dış güçlerin hiç insafı yok, biliyor musun?

—Hayırdır, ne yaptılar yine?

—Görmüyor musun ekonomimizi ne hale getirdiler.

—Ne yaptılar?

—Anlamazlıktan gelme. Baksana ortalık toz duman. Dövizi fırlatıyorlar durmadan. Döviz fırlayınca her şeye zam geliyor.

—Aslında fırlayan döviz değil, kendi paramızın değerini kaybetmesi durumu söz konusu.

—Tamam, neyse ne. Paramızın değerini düşürüyorlar durmadan. Ah bu dış güçler ah…

—Yahu bırakıver şu dış güçleri. Dış güçlere kızınca ekonomimiz düzelecek mi?

—Düzelmeyecek ama en azından suçluyu bulmuş oluyoruz.

—Böyle yapmakla başkasını hedef göstermiş, kendi suçumuzu gizlemiş oluruz.

—Suç onlarda değil mi?

—Bak kardeşim, nasıl ki insanın başına gelenler kendi yapıp ettiklerinin ya da yapmadıklarının yüzünden ise devletlerin başına gelenler de yapıp ettiklerinden ya da yapma imkanları varken yapmadıklarındandır.

—Güçlü bir ekonomimiz vardı bizim.

—Neresi güçlü bizim ekonominin? Ben bildim bileli bu ülkenin cari açığı var. İthalat ve ihracat dengesini kuramadı bir türlü. Bundan ki durmadan dış borç alınıyor. Bu aldığımız borçlara da durmadan faiz ödüyoruz. Üreten bir ekonominin temellerini atamadık. Sıcak paraya dayalı yaşıyoruz. En ufak bir gerginlik ve güvensizlikte sıcak para başka ülkelere kayınca döviz sıkıntısı çekiyoruz. Çünkü Merkez Bankamızda döviz yok. Olsa da yeterli değil. Merkez Bankasının bir görevi de TL’nin değerini korumak, dövizde dalgalanma olduğu zaman piyasaya döviz sürerek piyasayı sakinleştirmeye çalışmaktır. Merkez Bankası bu görevini yapamıyor. Çünkü müdahale edecek parası yok. Paramız pul olurken millet bu freni patlamış kamyon nerede durur diye endişe içerisinde durumun vahametini izlerken Merkez Bankası da izliyor.

—Dış güçlerin suçu yok mu yani?

—Yok kardeşim. İşler bu aşamaya gelmeden önce biz ne yaptık?

—Daha ne yapacaktık?

—Ayağını yorganına göre uzatmayı bilecektik. Ne yapıp ne edip gelir gider dengesini kurmak için kaynak üretecektik. Kendi kendimize yeten bir ekonominin temellerini atabilirdik. Milleti tasarrufa yönlendirebilirdik. Biz ne yaptık? Ağustos böceği gibi rehavete girdik, yattık. Hala hiçbir şey yokmuş gibi itibardan tasarruf edilmez deyip har vurup harman savuruyoruz. Her şey normalmiş, hiçbir şey yokmuş gibi davranıyoruz. Kusura bakmayın ama bir şeyi yok kabul etmekle o şey yok olup gitmiyor.

—Ekonomide kurtuluş savaşı başlattık.

—Neyle savaşacaksın bu halinle. Ölmüşsün ağlayanın yok. Borç paçandan akıyor. Fiyatlar almış başını gidiyor. Gün aşırı zam geliyor ürünlere. Böyle zam yapmakla mı kurtuluş savaşı verilecek?

—Kolay mı kurtuluş savaşı vermek? Mutlaka bir bedeli olacak değil mi?

—Bedel ödensin ödenmeye. Zira bedel ödenmeden hiçbir şey kazanılmaz.

—Bak kardeşim, dış güçlerle mücadele laf ile olmaz. Yok, mücadele edeceğim diyorsan, önce kendi söküğünü dikecek, eksikliklerini gidereceksin. Kendi söküğünü dikmeden yani ekonominin gereklerini yerine getirmeden tahta silahlarla kurtuluş savaşı veremezsin. Versen de kazanamazsın. Sonra dış güçler seni batırmaya çalışıyorsa, elbette yumuşak karnına vuracak. Sen de zayıf noktana vurdurmayacaksın. Ayrıca dış güçlere gelmeden önce kendi insanın senin yanında olacak.

—Millet olarak bu kurtuluş savaşının yanındayız.

—Öyle devletimin yanındayım demekle olmaz bu işler. Bu milletin yüzde 58’i mevduat hesabını döviz üzerinden açmış. Çoğunun da yastık altında dövizi ve altını var. Yani millet her geçen gün eriyen milli paramıza güvenmiyor.

—O onların ayıbı. Devlet ne yapsın bu durumda.

—Tamam, döviz hesabı açmak hoş değil ama sen paranın değerini korumazsan, vatandaş elindeki birikimi ne yapacak? Gider sizin kurtuluş mücadelesi verdiğiniz ülkelerin parasını güvenilir liman olarak görür. O yüzden bırakalım, dış güçler teranesini. Sadede gelelim. Bedel ödenecekse hep beraber ödeyelim. Bunun için önce içeride birliği sağlayalım. Vatandaşa güven verelim. Bunu sağlamadan hiçbir mücadele verilmez.

—Oh ne güzel, dış güçleri temize çıkardın.

—Sen, tüm bu söylediklerimden bunu mu anladın? Rabbim seni bildiği gibi yapsın. Dış güçler kadar başına taş düşsün diyeceğim ama demeyeceğim. Zaten görünümün başına taş düşmekten beter olmuş. Yalnız şunu söyleyeyim, bu kafayla gidersen yani her olumsuz şeyi dış güçlere bağlarsan, kusura bakma ama topu taca atmış, minderden kaçmış olursun. Bunun da ülkeye zarardan başka faydası olmaz. Ne olur, yapıp ettiklerinle yüzleş, bir durum tespiti yap. Hata ve yanlışlarından vazgeç, hatalarında ısrar etme, piyasa toz duman bir durumda iken yangına körükle gitme. Ehliyle istişareyi bırakma. Göreceksin arkası gelir.


28 Kasım 2021 Pazar

Etliye Sütlüye Karışmamak

—Azizim, bugünlerde hep kedi köpek paylaşımı yaptığını görüyorum. Ne hayır?

—Kedi köpekle pek işim olmaz. Evde de bunları besleyen biri değilim. Birkaç yavrusunu birden çarşı ortasında emziren köpeği görünce ilginç buldum. Çekip paylaştım. Kedi ise o kadar geniş yerleri bırakıp yatıp uyumak için arabanın üstünü mesken edinmiş. Bunu da ilginç bulup paylaştım. 

—Kedi köpekle aran nasıl? 

—Pek değil hatta hiç işim olmaz. Evde besleyen, kediyle yatan, kızım deyip paylaşan, TV yarışmalarında çocuğumu tanıtırcasına, iki yaşında bir kedim var diyen biri değilim. Bahçede, yolda, çarşı-pazarda ayağımın etrafında sürtünmesinden de pek haz almam. Köpeğe gelince ne beslerim ne kucağıma alırım ne park-bahçe gezdiririm. Hâsılı benim kedi, köpekle pek yıldızım barışık değil. Bazıları ise kedi ve köpeklere karşı çok ilgililer. Onlara da saygı duyarım. 

—Hepsi bu kadar mı?

—Yani?

—Seni tanıdığım kadarıyla kedi ve köpek paylaşımlarının gerekçesi sadece bu dediklerin olmamalı diye düşünüyorum.

—Doğrusunu istersen, etliye sütlüye karışmayan bu tür paylaşımlar en iyisi.

—Niye ki? Seni hep gündeme dair paylaşımlarınla tanıyorum.

—Kutuplaşmanın o kadar arttığı, yazılıp çizilen her bir şeyden nem kapıldığı, niyet okuyuculuğunun yapıldığı günümüzde, bu tür paylaşımlar başını ağrıtmaz. Gündeme dair ne yazarsan bir tarafa çekiliyor. Mesela hayat pahalılığından dem vursam, trollerin hücumuna uğruyorsun. Nankör, hain damgası yiyorsun. Ne fakirliği? Millet pahalı telefon kuyruğunda, son model sıfır araba almak için sıraya giriyor. Pahalılık varsa da bu, fırsatçıların işi. Hem pahalılık diğer ülkelerde de var. Üstelik onlar ürünleri daha pahalıya alıyorlar. Onlar bizden farklı olarak tedarik sıkıntısı bile çekiyorlar. Ülkemiz aynı zamanda dış güçlerin saldırısına uğruyor. Onlar olmasa bu hayat pahalılığı yaşanmazdı vs. deniyor.

—Haklısın.

—Senden istenen, tüm bu sıkıntıları görmemen, gördüysen de dile getirmemen, dile getiriyorsan da suçu sorumlulara yüklemeden başkasına atmandır.

—Aynen öyle.

—Hayat pahalılığı yok. Millet azdı desen, kutbun diğer tarafı sana demediğini bırakmıyor.

—Bu durumda ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabiliyorsun.

—Aslında kimseye yaranma gibi bir niyetim yok. Benimki bir görüştür. Herkes bu görüşte olacak diye bir beklentim yok. İstediğim, görüşüme saygı. Başka bir şey istemiyorum. Saygı göstermek demek, o görüşü kabul anlamına gelmiyor. Benim fikrim bana, başkasının fikri kendisine.

—Bu vesileyle ben de mesajı almış oldum. Bundan sonra etliye sütlüye karışmayan paylaşımlar yapacağım.

—Bence iyi yaparsın. Niye ağrımaz başını ağrıtacak, niye damgalanacaksın. Eti ye, sütü iç ama etliye sütlüye karışma.

25 Kasım 2021 Perşembe

Evladıma Altın Öğütler *

—Babacığım, şimdilik ufukta bir ışık yok ama yine de hazırlıklı olmamda fayda var. İleride bana sorumluluk ve yetki gerektiren bir görev tevdi edilirse, niyetim başarılı olmak ama bazen evdeki hesap çarşıya uymayabilir. İşler tıkırında giderse problem yok. Umduğum gibi gitmezse ne yapmamı önerirsin?

—Senin böyle bir göreve gelmeni ben de isterim. Madem böyle bir niyetin var. İleride görür veya göremem. Şimdiden sana üç kapalı zarf vereyim. Başın sıkıştıkça onları sırayla açarsın. Bil ki bu üç zarfın mucidi ben değilim. Eski sadrazam, yeni sadrazama görevi bırakırken üç zarf bırakmış. Ben de bunu sana uyarlıyorum ki yerinde evladiyelik olasın.

—Merak ettim doğrusu, neymiş onlar?

—Daha dereyi görmeden paça sıvanmaz. Zarf da göreve başlamadan açılmaz ama madem hazırlık yapacaksın. Sana şimdiden bir kıyak geçeyim. Baştan söyleyeyim. Başa gelir gelmez ilk işin, bu zarfları uygulamak olmasın. İlk başlarda her şeyi yerli yerinde yapmak için çaba sarf edeceksin. Öyle kaçak güreşmek, ipe un sermek yok. Ne zamanki başın sıkıştı, rastgele zarfları sırayla açacaksın.

—Tamam baba.

—Baktın ki cicim ayları bitti. İşler ters gidiyor. Maiyetindekiler senden hoşnut olmamaya başladı. Bu durumda yapacağın, ilk zarfı açmak olacaktır. O zarfta göreceksin ki “Yapamayacak olsan bile bol vaatte bulunacaksın”. Nasılsa cebinden mi çıkacak? Onlar o vaatlerle epey oyalanır dururlar. Vaatler yerine gelmeyip homurtular kulağına gelmeye başlayınca enkaz devraldım diyerek “senden öncekileri kötülemeye” başla. Onların ve çevresinin cemaziyülevvelini karıştır. Yani müflis tüccarın eski defterleri karıştırdığı gibi sen de eski sayfaları aç. Bu seni epey bir götürür. Çünkü sevenlerin seni bu konuda yalnız bırakmaz. Senin sözünün yanına birkaç daha ekler. Seleflerine vurdukça vururlar. Sen de arka tarafta işine koyulursun.

—Sonra?

—Kötü gidişat hala devam ediyorsa, bu durumda ikinci zarfı açacaksın. Bu zarfta da “Etrafını kötüle” yazar. “Aslında ben şöyle yapın dedim ama ekibimdeki şu kimseler var ya işte bunlar beceriksiz mi beceriksiz çıktı” de. Bundan sonrasını da ekibindeki beceriksizler düşünsün. Onların kimi içine kapanır kimi çeker gider kimi de bir şey söylemeye çalışsa “makam elinden gidince konuşmaya başladı. Madem öyle daha önce niye konuşmadı” denerek lafları ağızlarına tıkanır.

—Bu aşamayı da geçtim. Sonra?

—Bu aşamanın sonu, zarfa göre senin sonun geldi yani suyun ısındı demektir. Ama öyle pes etmek yok. Zira ben senin yerinde demirbaş olmanı istiyorum. Her ne kadar üçüncü zarfta senden sonra gelecek olan için sen de üç zarf bırak yazıyorsa da ben bunu değiştiriyorum.

—Neymiş o?

—Kötü durumu dış güçlere bağlayacaksın. Bu dış güçler, zinde güçler yok mu? İşte bunlar bizim onmamızı istemiyorlar. Başımıza gelenler hep onların yüzünden diyeceksin.

—İşe yarayacak mı peki?

—Kesin sonuç alırsın. Üstelik senden uzaklaşmaya başlayanlar bile etrafında pervane olur. Çünkü çevrenin, milliyetçi duyguları kabarır. Dış güçlere seni yedirmeyiz deyip kenetlenirler. Bu kapıdan çok ekmek yersin. Sonra demedi deme.

Hâsılı, her üç zarftan da çıkaracağın sonuç, her şeye bir mazeret bulacaksın. Suçu daima başkasına atacaksın. Hiç kendine toz kondurmayacaksın. Tüm bunlara önce çevreni ikna edeceksin sonra da kendin inanmaya başlayacaksın. Kendinin inanması biraz zor olur ama buna da katlanacaksın.

*29/11/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

23 Kasım 2021 Salı

Cebim ve Dolar

24 Kasımda içime umut dolar

Getirse her bir öğrencim bir dolar

Cebimde  bolca olur birlik dolar

Etrafım sevenlerimle dolar

 

Ders anlatırken içime sevinç dolar

Çünkü gözümde hepsi bir dolar

Karşılığında, öğrencim bilgiyle dolar

Notları hep beşle dolar

 

Geleceğe yatırımdır dolar

Teneffüslerde hep konuşurum dolar

Bir de çıktı mı, yüzüm sevinçle dolar

Bozdurunca bereket cebime dolar


21 Kasım 2021 Pazar

İnadın Zaferi *

Televizyonun lüks; bilgisayar, tablet ve cep telefonunun olmadığı küçüklüğümüzde, bizi evde oyalayacak bir meşgalemiz yoktu. Bizim tüm meşgalemiz, mahalle arkadaşları ile vakit geçirmekti. Evden çıkar, akranlarımızla buluşurduk. Gelmeyen arkadaşımızın evine gider, haydi gel diye çağırırdık. Ne yapalım ne edelim üzerine kısa bir görüşme yapardık. Elimizde de doğal oyuncaklardan başka bir seçenek yoktu. Ya çember sürecektik ya kim geçecek diye koşu yarışması yapacaktık ya bilye ya aşşık oynayacaktık ya teker sürecektik ya da plastik (naylon) top oynayacaktık. Çember, bilye, aşşık, teker herkesin vardı. Topa gelince bakkaldan gidip alacaktık. Önce bakkala topun fiyatını sorar, sonra aramızda para toplar, ortaklaşa bir top alırdık.

Topu eline alan sağa sola değdirmeden, özene bezene top sahasına kadar topu götürürdü. Çünkü yere düşen top yuvarlanıp bir dikene, bir çöğüre dokunsa hemen patlardı. Biz de onunla beraber soluğu sahada alırdık.

Saha dedimse 8-10 kişinin kendi arasında çift kale maçı yapabileceği taşlı, topraklı bir yer idi. Diğer yerlere göre biraz daha düz olurdu. Hemen iki tarafa taşları koyar, adımlar, kale yapardık.

Ne eşofmanımız olurdu üzerimizde ne de spor ayakkabısı. Ne giyiyorsak oydu bizim formamız. Ayağımızda da çarık ayakkabı olurdu.

Sıra gelirdi takım kurmaya. Mahalle maçı yapacaksak mahalleden olanlarla takım kurulurdu. Kendi aramızda yaparsak iyi ve zayıf olanları harmanlayarak bir takım oluştururduk. Topu patlatmadan ne kadar oynarsak kardı bizim için. Koşar dururduk saha içinde. Heyecanı başkaydı. Düşer bir yerimizi yaralasak da problem değildi. Yaraya rağmen ayağa kalkardık. Bir de gol atınca dünyalar bizim olurdu. Mahalleler arası yapılan maçlar FB-GS rekabetini aratmazdı.

İster mahalle ister kendi aramızda maç yapalım. Biz oyuna kendimizi kaptırmışken kimsenin gelmesini istemediği köyün belalısı gelirdi sahaya. Tuttururdu ben de oynayacağım diye. Oyunu durdururdu. Eksik yok desek de laf dinlemezdi. Ya direk oyuna girer, topa rastgele vurmaya başlar ya bak beni oynatmazsanız topunuzu keserim der ya topu alır kaçar ya da topa çukura doğru vururdu. Uzağa kadar gitmiş topu alıp gelmek de işin bir başka yönüydü. Elin mahkum bunun dediğini yapmaya. Zira bağırır çağırır, ortalığı velveleye verir, delirme noktasına gelirdi. Sesi de herkesten fazla çıkardı. Dediğini yapmazsan herkesle kavgaya tutuşurdu. Hiçbirini yapamasa, gider birimizin evinin camını taşla kırardı. Dediğini de yapardı. İnatçıydı çünkü. Mutlaka dediği olacaktı. Nuh der, peygamber demezdi.

Maçın içine eden köyün bu mızıkçısını, birini takımdan alarak oyuna alırdık. Bu arkadaş bu inadıyla hep bize galip gelmiş ve zafer elde etmiştir.  Hasılı, biz ona hiç galip gelemedik.

Köyün bu mızıkçısı, oyuna dahil olduktan sonra da oyunun içine etmeye devam ederdi. Hakem de oydu, oynayan da oydu, oyun kurucu da oydu. Şu mevkie geç de diyemezsin. O istediği yerde oynar, istediği kişiyi de sen şuraya geç diye talimatlar verirdi. O gol dediyse gol kabul edilir, penaltı dediyse penaltı olur, faul dediyse faul olur. Hasılı oyunun ve sahanın her şeyden sorumlu ama hiç sorumluluğu olmayan tek hakimi idi. 

Bu kişinin belli başlı özelliği, yukarıda da bahsettiğim gibi mızıkçılığı, oyunbozanlığı ve inatçılığı idi. Hiç geri adım atmamıştır. Onun bu yapısını bilen herkes de içine atıp sesini kesmiş, gerekirse çalıya dolanmıştır. Allah bizi affetsin, ne istediyse verdik. İnat onun zaferi ise, netice bizim için hep mağlubiyet olmuştur.

Küçüklükte gördüğüm bu baş belası geçimsiz kişiyi şimdilerde görüyorum. Çok değişmiş. Uyumlu biri olmuş. Bakıyorum, saygıda da kusur etmiyor. İki lafının biri bizim oğlan. Onu görünce keşke geçmişte geçimsiz ve inatçı olanların hepsi bu yönlerini küçüklükte bıraksalardı diyorum. Çünkü küçüklüğünde yani yedisinde ne ise yetmişinde de aynı olan kişi o kadar çok. Bu tipleri iş, sosyal ve siyasi hayatta o kadar görüyoruz ki sonuç kimsenin hoşuna gitmese de hep bu inatçıların dediği olur. Yani inatları galip gelir. Çünkü dediğim dedik, çaldığım düdük tipinde insanlardır bunlar. Hele bir de ellerinde güç ve imkan varsa, bunlara; bu yaptığın, bu dediğin, bu yapacağın yanlış veya onulmaz yaralar açar diye kim ne diyebilir? Dense de kar etmez. Nasıl ki cahille münazaradan kimse galip gelemezse, bu inatçıların inatlarına da kimse galip gelemez. Hasılı, ülke yanmış, bitmiş, tükenmiş önemli değil bu tip inatçılar için. Ülke zarar etse de fakrı zaruret içine girse de ülke bu tiplerin doğrularının ve inatçılığının mağlubudur. Tek galip vardır. O da bunların inatçılığı. Buna inadın zaferi diyebiliriz. Öyle zannediyorum, dediğimi yaptırdım, herkese diz çöktürdüm diye egoları da tavan yapıyordur bu tiplerin.

*24/11/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

20 Kasım 2021 Cumartesi

Zamlı Hayat

Baba kaç gündür akşam eve geç gelir oldun. 

İşten her zamanki vaktinde geliyorum. Ama bugünlerde trafik daha bir yoğun. Çekmiyor yollar. Ayrıca trafikten kurtulur kurtulmaz petrole de giriyorum. 

Doğru. Ne zaman arasam, petrolde yakıt alıyorum diyorsun. Depo boşalıyor mu ki her akşam dönüşte petrole giriyorsun? Gidip geldiğin mesafe de uzak değil ki depo bitsin. 

Yok, babam. Deponun bittiği yok. 

O zaman her Allah'ın günü seni petrole çeken ne? Depo boşalınca gitsen ya. Niye boşu boşuna zaman harcıyorsun? 

Öyle deme evlat. Elim mahkum gitmeye. 

Niye ki? 

Gelen zam beni petrole götüren. 

Her gün mü geliyor zam?

Şimdilik gün aşırı geliyor ama eli kulağında her gün gelmesi.

Demek öyle.

Öyle maalesef. Eskiden arabaya binip yolda giderken yakıt azalmadan petrol aklıma gelmezdi. Önüme bakıp yoluma devam ederdim. Yakıt kaç lira diye yakıt tabelasına bakma ihtiyacı bile hissetmezdim. Şimdi her sabah yol alırken bir taraftan da istasyonlarda gözüm. Çünkü akşam eve giderken gördüğüm fiyatın sabahında değiştiğini görüyorum. O yüzden sabahı beklemeden eve dönerken istasyona giriyorum. Böylece gece 00.00'dan itibaren gelecek zamdan kurtuluyorum. Depo iyice boşalmadığı için daha az yakıt alıyorum. Daha az para ödüyorum. Bir de deponun bittiğini düşün. Dolmak bilmiyor. Dolarken makineli tüfek gibi para atıyor. Dolmuyor sanki içiyor.

Senden başka var mı böyle her akşam petrole karargah kuran sürücü? 

Olmaz olur mu evlat. O kadar çok ki yakıt kuyruğu oluşuyor. 

Ne olacak böyle? 

Yakıt fiyatları şimdilik gün aşırı değişecek. Sonra günlük. Saatlik değişmesi de yakın. 

Demek öyle. 

Peki, sen ne isteyecektin benden? 

Gelirken ekmek alabilir misin diyecektim. Petroldeyim deyince iş bana düşüyor. 

Gidip alıver. Onu da mı ben alayım? 

Almaya alırım ama 1,40 olan ekmek 1,75'e çıktıktan sonra hevesim kaçtı. Üç ekmek alıyorum. 5 lira yetmiyor. Hasılı, seni petrole götüren gelecek yeni zam ise beni de fırına götürmeyen zamlı fiyat. 

—Zamlı hayat sadece yakıt ve ekmekte değil evlat. İhtiyaç olan ne varsa iğneden ipliğe hepsi zam gördü. İhtiyaç bile olsa kimse gönüllü alışverişe gitmiyor. Zorunlu alışverişe de savaşa gider gibi gidiyorum. 

—Gidişat nereye böyle? 

—Bizim neyse iyi kötü alma imkanımız var ama fakir fukara bu ortamda ne yapar? Allah onların yardımcısı olsun. 

19 Kasım 2021 Cuma

Sevmenin Bir Bedeli Var Değil mi?

—Efendim! Yandık, bittik, kül olduk.

—Olabilir, ne yapabilirim?

—Ama efendim?

—Aması maması yok.

—Efendim, böyle demenizi beklemiyorduk.

—Ya ne bekliyordunuz?

—Bizi sevdiğinizi sanıyorduk.

—Seviyorum yine. Bu yetmez mi? Gülü seven dikenine katlanacak. Siz de beni sevmiyor musunuz?

—Sevmez olur muyuz efendim? Üstelik gözleri kör eden aşk derecesinde. Onca olup bitene rağmen suskunluğumuz da bu sevgiden zaten. 

—Mesele ne o zaman? 

—Biz de sanmıştık ki...

—Ne sanmıştınız? Aşk derecesinde sevgi ne demek?

—Ne demek efendim?

—Karşılıksız, her halükarda sevmek demektir. Ölseniz de bitseniz de bu böyledir. Ölürseniz benim sevgim uğruna öleceksiniz. Sizler için bundan büyük bahtiyarlık mı olur?

—Zaten öyle efendim. Ama gülü sevmenin karşılığında dikenin elimize batmasından geçtik. Bu sevgi, vücudumuzu yaraladığı gibi canımıza kastetmeye ve çevremize zarar vermeye başladı. Tahammülsüz acılar içerisindeyiz. Ağzımızın tadı da kaçtı.

—Hiç ağlayıp sızlanmayın. Hani seviyordunuz. Öyle kuru kuruya sevmek olur mu? Seveceksiniz. Düşman çatlatan bu sevginiz yüzünden gerekirse yanıp bitip kül olacaksınız. Her zaman diyorum, yine tekrarlıyorum. Tüm bu durum bir sonuçtur.

—Neyin sonucu?

—Beni çok sevmenizin bir sonucudur. Bana açık çek vermenizin bir sonucudur. Beni bana bırakmanızın bir sonucudur. Hasılı, işim sonuç almaktır. Alın size sonuç.

—Ama efendim, bu sonuçların hepsi tufan bizim için.

—Yine başa dönmeyelim. Tekrar ediyorum. Madem beni seviyorsunuz. Katlanacaksınız bu duruma ve bana.  Çünkü kuru kuruya sevgi olmaz. Gerekirse yanacaksınız, kül olacaksınız. Yine de yandık, bittik, kül olduk demeyeceksiniz. Zira beni sevmenin bir bedeli var. Öyle değil mi?

Bende bu azim, bu irade, bu inat, sizde bu gözleri kör eden aşk olduktan sonra olup bitenin ne önemi var? Önemli olan sevgi ve birbirimizi sevmemiz değil mi? Bu sevgi, bu aşk düşman çatlatırken körler, sağırlar birbirimizi ağırlar dururuz.

Siz yeter ki beni sevmeye devam edin. Bana olan sevginiz hiç bitmesin. Ben de bu sevginizi karşılıksız bırakmayacağım. Size dünyanın ve yaşadığınız hayatın kaç bucak olduğunu göstereceğim. Zira siz istediniz bunu.