29 Kasım 2020 Pazar

Bilim Kurulunu Nasıl Bilirsiniz? *

Bilim Kurulu derken sağlıkla ilgili kurulu kastediyorum. Zira çoğu alanda kurulmuş bilim kurulları var. Kurulan bu bilim kurulları ne iş yapar, nasıl çalışır, bugüne kadar ne hizmeti yapmışlardır, yaptıkları hizmet ve getirdikleri önerilerle neyi önlemişler, kurumu nereden almış, nereye götürmüşler bilmiyorum. Zira elimde bildiğim bir araştırma ve istatistik yok. Bu bilim kurulları olmasaydı kurum ve kuruluşlar, deruhte ettikleri görevleri yerine getiremez miydi? Bunu da bilmiyorum ama bilim kurullarının bu ülkede faydası ve zararı, varlığı veya yokluğu yönüyle bir güzel masaya yatırılmalı. 

Başka kurumların bünyesinde kurulmuş diğer bilim kurullarını bir tarafa bırakarak bugünlerde adından sıkça söz ettiren, üyeleri her akşam televizyonlarda boy gösteren, sık sık toplantılar yaparak öneri ve tavsiyeler sunan, Sağlık Bakanlığı bünyesinde görev yapan Bilim Kurulundan söz etmek istiyorum. TV konuşmalarında bilirkişi olarak bilgisine başvurulan bu üyelerin, unvanlarına bakıldığı zaman bunların, değişik üniversite hastanelerinde farklı branşlarda görev yapan hekimler olduğu anlaşılmaktadır. Çoğunu ekranlarda göre göre bir göz aşinalığımız oluştu. Kurulun tavsiyelerinin çoğu, yürütme tarafından dikkate alındı ve marttan beri bu kurulun tavsiyesine göre kararlar alınıyor. Uygulamaya konan her tavsiye, hayatımızı derinden etkilemiş, hala etkilemeye devam ediyor. Birçok bakanlık, bir konuda karar vereceği veya karar alacağı zaman bilim kurulunun tavsiye ve önerisini dikkate almak zorunda.

Koronavirüsün ülkemizde göründüğü mart ayından itibaren Bilim Kurulunun salgını önleme adına sunduğu öneriler ne kadar faydalı oldu? Bana göre bu Kurulun bu ülkeye faydadan çok zararı olmuştur. Çünkü bu kurul dendi mi benim aklıma yasak, kısıtlama, kepenk kapatma, okulları tatil etme geliyor. Niye derseniz? Salgın artmasın diye bir kişide görülen hastalık dolayısıyla marttan beri yasak üzerine yasak yedik. Birçok sektörü ölüme terk ettik. 20 günden fazla evlerde kapalı kaldık. Sonuç, Kasım sonu itibariyle vaka sayısı 30 binleri, hasta sayısı da 7 binleri zorluyor. Ölen sayısı ise 200'e doğru koşuyor. Merak ettiğim, bu kısıtlamalar olmasaydı salgının seyri ne olurdu? Bugünkünden farklı olacağını sanmıyorum. O zaman ekonomiyi felç edecek, birçok sektör evine ekmek götüremeyecek şekilde biz bu kısıtlamaları niçin yaşadık? Maalesef her kısıtlamanın arkasında Bilim Kurulunun tavsiye imzası var. Her tavsiyeleri de yasaktan ibaret oldu ve benim aklıma Bilim Kurulu dendi mi yasak geliyor. Bilim Kurulunun elinde imkan olsaydı hastalık gelir diye bize nefes bile aldırmazdı. Hasılı bu süreçte Bilim Kurulu, hastalığı önleme adına toplum mühendisliği yaptı ve geldiğimiz noktada sonuç ortada. 

Bana göre 30'dan fazla üyesi bulunan Bilim Kurulu, yaptığı toplum mühendisliğiyle adından söz ettireceğine, her akşam kanal kanal gezip millete olumsuz tablolar çizeceğine, yasak üzerine yasak önereceğine, tüm eforlarını bu süreçte aşıyı bulmaya adasalardı. Öyle zannediyorum, ülkeye ve insanlığa en büyük hizmeti yapmış olurlardı ve gözümüzde ölümsüzleşirlerdi. Aşı bir bulunsa diye biz bekledik, onlar da beklediler. Hükümete, "Bize imkan sağlayın, vakit verin. Aşıyı biz bulacağız" deyip laboratuara kapansalardı hükümet onlara olmaz mı derdi. Bilakis onlara her imkanı sunardı.

*02/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

Belediyeler ve Çim *

Betonlaşan ve yüksek katlı şehir hayatında, rahat bir nefes almak için yeşil alanlara ihtiyaç var. Yeşil alan oluşturmak da mahalli idarelerin görevleri arasındadır. Bundandır ki belediyeler uygun gördükleri ve planladıkları yerlere imkanlar ölçüsünde ve bir plan dahilinde parklar yapar. Bir güzel yeşillendirir. İyi de yapıyor. Zira şehrin bu tür yeşil alanlara ihtiyacı var.

Park yaparken de belediyeler masraftan kaçınmaz. Parkın büyüklüğüne göre insanımız otursun, güneşten korunsun diye belli mesafelerde kamelyalar yapar. Oturup eğlensin, muhabbet edip hoşça vakit geçirsin, yesin ve içsin diye masa ve oturaklar koyar. Çocuklar oynasın diye oyun alanları oluşturur. İçine oyun aletleri koyar. Yürümek isteyenler için yürüyüş parkuru düzenler. Çay ve diğer ihtiyaçların servis edildiği kafe ve çay bahçeleri yapar. Satış yapar. Zaruri ihtiyaçların giderilmesi için tuvalet bile düşünülmüştür.

Park yapıldıktan sonra belediyelerin görevi bitmiyor. Bu parkların günlük bakım ve temizliği gerekir. Kırılanların tamiri, eskiyenlerin yerine yenisi, ağaç ve çimlerin kurumaması için sulanması, ağaçların budanması, çimlerin kesilmesi, kuruyan ya da sökülen çimlerin yerine yenisinin ekilmesi vs.

Belediyelerin, insanımızın ihtiyacını karşılamak amacıyla yapıp hizmete sunduğu parkları takdir etmekle beraber burada bir konuyu dile getirmek istiyorum. Gördüğüm bütün park ve bahçelerde çim ekili. Göze hoş gelen, seyrettikçe insana seyir zevki veren yemyeşil çimler, öyle zannediyorum parkların en masraflı kısmıdır. Çünkü çimler ağaç gibi değil. Sürekli su ister. Bundandır ki belediyeler bu ihtiyacı gidersin diye buralara mutlaka bir görevli koyar. Çimleri sulamak için açılan su, başta çim olmak üzere yolu, kaldırımı, gelip geçenleri, yolun kenarına konmuş araçları bile suluyor. Görevliler, görevlerine o kadar sadıklar ki az sonra yağmur yağacaksa da veya az önce yağmur yağmış olsa bile çim sulama işini es geçmiyor. Gördüğüm kadarıyla gözümüz gibi koruyup kolladığımız çimler hem meşakkat hem de masraftır. Diyelim ki zaten görevlisi var. Çimlere bakıp dursun. Ya masraf? Bence masraf kısmını yabana atmamak lazım. Özellikle su kaynaklarının alarm verdiği günümüzde sürekli su isteyen çimler, yer altı su kaynaklarının daha erken bitmesine neden olacağını düşünüyorum. Anlatmak istediğim, park ve bahçelerimizde çim ekimine ve bakımına son verilmeli. İnsanımız toprağa hasret şekilde şehirlerde beton, kilitli taş, asfalt görüyor sürekli. Bırakalım da insanımız, parklara gidince çim yerine toprağa bassın.

Belediyelerimiz çime verdiği önemi, fidan dikimine ve bu fidanların büyümesine, tutmuş ve büyümüş ağaçların bakım ve sulamasına, özellikle tarihi ağaçları korumaya verse çok daha iyi olacaktır. Çünkü korumaya alınmış birçok anıt ağaç, kurumaya yüz tutmuş durumda.

Mevcut ağaçları korurken aynı zamanda “Geleceğe Nefes, Dünyaya Nefes” kampanyası çerçevesinde ağaç dikimine önem verilmeli. Dikilen ağaçlar dikildiği gibi bırakılmamalı. Aynı zamanda çimlere verdiğimiz önem gibi bu ağaçların tutması/büyümesi/korunması için tedbir alınmalı. Çimler, oksijen ihtiyacımızın ne kadarını karşılıyor bilmiyorum ama zannedersem ağaçların verdiği kadar oksijen vermiyordur. Üstelik çimler bana doğal bir görünüm vermiyor, yapmacık geliyor. Ağaçlar daha doğaldır. Üstelik ağaçlar bizim geleceğimizdir.

Tarım ve Orman Bakanlığının öncülüğünde başlatılan ağaç seferberliği, bence belediyelerin asli görevleri arasında olmalı. Bu konuda mevzuat nedir bilmiyorum ama inanın, belediyelerimiz ağaç dikim, bakım işine el atsınlar, şehirlerimiz kısa zamanda yemyeşil olur. Bunu da en iyi şekilde yapacaklarına inanıyorum. Park ve bahçelerin görüntüsü bile “Bu işi en iyi belediyeler yapar, şekil A’da göründüğü gibi” diyor.

*04/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

  

 

 

28 Kasım 2020 Cumartesi

Değişen Kim? *

—Üstat! Batı Bey'i biliyorsun. Onda çok büyük değişiklikler var. Çok olumlu konuşuyor. Ondaki bu değişikliğin sebebi hikmeti ne olabilir? Yoksa hidayete mi erdi?

—Senin dediğin gibi bir değişiklik görmedim ben o kişide.

—Nasıl olur? Eskiden böyle miydi halbuki. Bizi durmadan eleştirirdi. Kavgacı bir üslubu vardı. Konuşurken ağzından alev saçardı. TV ekranlarında kendisi gibi düşünmeyenlerle kavgaya tutuşur ve bulunduğu ortamı gererdi. Ya şimdi? Halim, selim biri olup çıktı. Bilge bir edayla ekranlarda boy gösteriyor. Ne kızgınlık var ne sesini yükseltme. Kimsenin sözünü kesmiyor. Üstelik çoğu konuda bizim gibi düşünüyor. Hatta bizi destekliyor. Katılmadığı konularda da sessiz kalıyor. Ne olduysa Ergenekon'dan içeri girip çıktıktan sonra oldu. Nasıl görmezsin bunları?

—Üslup değişikliğini görüyorum. Kavgacı üslubu terk etti. Alabildiğine uyumlu bir profil çiziyor. 

—Daha ne? 

—Fikrinde bir değişiklik yok. Aynı fikirlerini yine savunuyor. 

—Ama bizi destekliyor. 

—Doğru. Destekliyor. 

—Bu, olumlu bir şey değil mi? 

—Üslup yönüyle öyle. Üstelik bu yön sadece Batı Bey'de değil, Ergenekon'dan ne kadar girip çıkan varsa hepsinde var bu üslup değişikliği. Ya bizi destekliyor ya da sessizliğe büründüler. Eski düşmanlıklarından ve muhalifliklerinden eser yok. Ortamı da germiyorlar. 

—Gerçeği ve doğruları görmüş olmalılar. Bir hakkı teslim ediyorlar. 

—Acaba öyle mi? 

—Ne demek istiyorsun? 

—Demem odur ki başta Batı Bey olmak üzere o kesimin fikirlerinde bir değişiklik yok. Dün ne idiyseler, bugün de aynı görüşteler. Bize de yaklaşmış değiller. 

—Bu değişikliği neye bağlıyorsun? 

—Bilemiyorum. Belki de Batı Bey başta olmak üzere biz onların görüşlerine yaklaştık. Zaten bunu Batı Beyde  sık sık dile getiriyor. “Bizim politika ve görüşlerimize geldiğiniz için destek veriyoruz, biz değişmedik” diyor. 

—İlginç! 

—Nasılsa askeriye başta olmak üzere FETÖ'den boşalan birçok kuruma adamlarını yerleştiriyor. Bu durumda niye destek olmasın. 

—Hiç böyle düşünmemiştim. 

—Olup bitenleri yanlış okumuş olabilirim ama ben durumu böyle değerlendiriyorum. 

—Bu durumda...? 

—Batı Bey'de üslup dışında bir değişiklik yok. Dün ne ise bugün de aynı. Bunun ötesinde o kesimde hiçbir değişiklik yok. Bu durumda bir değişiklik varsa öyle zannediyorum bizde var o değişiklik. Bizdeki bu değişikliği görmek ve anlamak için Batı Bey bugün nerede, ona bakmak lazım. Zira Batı Bey aynı yerinde duruyor. Savrulan biziz anlayacağın. Bizim sorunumuz, bunu görmek istemeyişimiz. 

*11/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

27 Kasım 2020 Cuma

Yusuf'un Maliyesi *

Hz Yusuf'un hayatını bilmeyenimiz yoktur içimizde. Kimimiz onun hayatını okumuş, kimimiz filmini izlemiş, kimimiz de bir başkasının anlatımından dinlemiştir. Kur'an, Yusuf'un hayatı için "Kıssaların en güzeli" tabirini kullanır. Zira Yusuf'un hayatının her bir safhası imtihandır ve bizim için onun hayatı ibretlerle doludur. Zira kıssalar hisse alınsın diyedir.

Bu yazımda niyetim Hz Yusuf'un hayatını anlatmak değilse de bizim için ibret olması gereken bazı noktalara kısaca işaret etmek istiyorum. Yusuf denince benim aklıma,

1.Yusuf’un ağabeyleriyle imtihanı, (Babası Yakup’un kendisini daha fazla sevmesi dolayısıyla ağabeyleri tarafından kıskanılması, ağabeylerinin Yusuf’u kuyuya atması, Mısır’a giden bir kervana Yusuf’un köle olarak satılması.)

2.Mısır vezirinin evinde Yusuf’un kadınlarla (Züleyha ve diğer kadınlar) ile imtihanı, (Bunun sonucu bir iftiraya maruz kalarak hapse düşmesi, uzun yıllar zindanda kalması, cezaevini medreseyi Yusufiyeye çevirmesi)

3.Rüyaları yorumlayabilme bilgisine sahip olması, (Mısır kralının gördüğü bir rüyayı yorumlaması sonucunda zindandan çıkması…)

4.Bilgi ve yeteneği sayesinde Mısır maliyesine (ekonomi yönetiminin başına) getirilmesi ve ekonomi yönetimi.

5.Kendisine kötülük yapan ağabeylerini affetmesi…vs. gelir.

Verdiğim kısımlardan hareketle para, nisa ve kasa başta olmak üzere her imtihanı yüzünün akıyla vermiş bir peygamberdir Yusuf. Bu kısa bilgiden sonra Yusuf peygamberin Mısır hazinesinde yaptıklarına dikkatinizi çekmek istiyorum. Malum bugünlerde dünya, bir ekonomik darboğazın girdabına girmiş durumda. Bu durumdan bizim ülkemiz de fazlasıyla etkilenmektedir.

Hz Yusuf, Mısır hazinesini nasıl düzene koymuş, devleti batmaktan nasıl kurtarmış, ekonomiyi nasıl yönetmiş, eldeki imkanları nasıl değerlendirmiştir? Burada Yusuf peygamberin bilgisi ve yeteneği devreye giriyor.

Hatırlarsanız, Mısır kralı “"Ben rüyamda yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum” demiş, bu rüyasının yorumlanmasını istemişti. Kimsenin yorumlayamadığı bu rüyayı Yusuf peygamber, “Yedi yıllık bereketli yılın ardından yedi yıl kıtlık olacağı” şeklinde yorumlamıştı. Bu yorumu sayesinde hazinenin başına getirilmişti. Yusuf peygamber ekonominin başına getirilir getirilmez yedi yıl boyunca ekin ektiriyor, yıllık kullanılan mahsulün fazlasını biçtirdikten sonra mahsulü başağında bıraktırıyor, bunları bozulup çürümeyecek şekilde “kötü günler için stoklatıyor. Yedi yıl verimli geçen yılların ardından gelen kuraklık zamanında ise stokladığı ürünleri piyasaya sürmek suretiyle halkın ihtiyacını karşılıyor ve onları yiyecek ekmeğe muhtaç etmiyor. Hatta ihtiyaç fazlasını kuraklıktan etkilenmiş diğer ülkelere satıyor.

Burada, bugünün ekonomisi eskinin ekin-harman işine benzemez, çok çetrefilli. Piyasalar, arz ve talebe göre şekillenmiyor. Bugün, dünya küreselleşti. Ekonomi, bir silah olarak kullanılmakta ve dış etkenlerin etkisi büyük denebilir. Doğrudur. Yalnız ekonomi yönetimi, krizlere karşı önceden tedbir almaktır. Piyasayı sıkıntıya sokmamaktır. Bu açıdan bakıldığı zaman her devrin ekonomi yönetimi, kendi devrine göre önemlidir. Burada ekonominin çeşitli ve çetrefilli yönünden ziyade Yusuf peygamberin bolluk dönemini iyi değerlendirdiği, kıtlık dönemlerine karşı tedbir aldığı, yerli üretime önem verdiği görülecektir. Ömrü, çeşitli çilelerle geçmiş Yusuf peygamber, cezaevinden çıkıp koltuğa oturduktan sonra mahsulü bol yedi yıl boyunca günümü gün edineyim. Sonra ne olursa olsun, gerekirse istifa ederim diye düşünmemiş. Bereketli yedi yılın ürünlerini “Sakla samanı, gelir zamanı” atasözünde olduğu gibi saklamıştır. Burada Yusuf’un aynı zamanda büyük bir basiret ve feraset sahibi olduğu anlaşılmaktadır.

Bugün hazine yönetiminin başına gelenlerin kaçı Yusuf gibi tedbirli, basiret ve feraset sahibi? Kaçı yarınları düşünerek bir ekonomi yönetiyor? Zamanında, bizim ekonomiden sorumlu kişiler veya iktidar olanlar, gerekli tedbirleri alsalardı; bu ülke, her sekiz-on yılda bir ekonomik girdaba duçar olmazdı. Herhalde Yusuf peygamber, günümüzde hazineden sorumlu biri olsaydı, ülkemizin sıcak para bolluğu yaşadığı dönemlerde bol bol döviz, altın stoku yapar, başımızın belası cari açığa bir çözüm bulurdu. Kim bilir…

Sözü fazla uzatmadan bu ülkenin; Yusuf’u örnek alacak, ekonomiyi kimseye peşkeş çekmeyecek, har vurup harman savurmayacak, tehlikelere karşı önceden tedbir alacak, ülkeye ekonomik krizler yaşatmayacak ve ekonomiyi kurallarına göre yönetecek ehil ve liyakat sahibi ekonomistlere ne çok ihtiyacı var. Çünkü bu millet krizlerden çok çekti, çok bedel ödedi, hala ödemeye devam ediyor ve bu millet bunu hak etmiyor.

*30/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 


Bir Konuşma Ziyafeti *

Din Öğretimi Genel Müdürlüğünün, DÖGEP (Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmen Gelişim Programı) adını verdiği bir projesi var. Bu projeye göre DÖGM, her ay farklı bir konu olacak şekilde bir eylem planı hazırlar. Hazırladığı bu eylem planını illere göndererek belirlenen konunun, konusunun uzmanları tarafından işlenmesini ister.

Gelişim programı çerçevesinde bir yılda altı defa yapılan/yapılacak olan bu etkinliklerin yapılması için ilçe milli eğitim müdürlükleri her ay bir okulu görevlendirir.

Kasım ayının konusu, “Hz Muhammed’in Eğitim Anlayışı ve Eğitim Metotları”, toplantıyı düzenleyen okul da Meram-Vakıfbank İmam Hatip Ortaokulu idi. Programa ev sahipliği yapan okula buradan teşekkür ediyorum.

Salgın riski dolayısıyla Zoom üzerinden çevrim içi yapılan toplantıya 115 kadar öğretmen, dinleyici olarak katıldı. Bu konuşmayı dinleme imkanım oldu.

İzninizle bu yazımda, bu toplantı ile ilgili daha doğrusu hatiple gözlemlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Her şeyden önce bu toplantı, dinleyici olarak katıldığım diğer programlara nazaran bende derin bir iz bıraktı. Hatibin daha konuşmasına başlarken 45 dakika ile sınırlandırdığı konuşmasının bitmesini istemedim. Zira yediğimiz enfes bir yemek için yıllar sonra bile “tadı damağımda kaldı” deriz ya, işte bu konuşma da ben de hoş bir seda bıraktı.

Programı sonlandırırken yaptığı bu konuşmadan dolayı kendisine Chat üzerinden teşekkür etmiştim. Kendisi de program sonrası “Ekranda teşekkür ettiniz, cevap veremedim. Teşekkürden ziyade tenkitler bizi olgunlaştırır. Çekinmeden yazabilirsiniz” şeklinde whatsapp üzerinden bir mesaj gönderdi. Ben de “Kaç dakikadır nasıl bir tenkit yapabilirim, nerede bir eksiklik bulabilirim şeklinde düşündüm durdum ama maalesef bir eksiklik bulamadım. Her şey dört dörtlüktü. Daha önce dinleyici olarak katıldığım bazı konuşmacılar beni uyutmuştu. Sizi çok farklı gördüm. Bize farklı bir ortam yaşattınız. Ufkumuzu açtınız. Hasılı nefis bir konuşma oldu…” şeklinde cevap yazdım.

Hatip hakkında bu yazdıklarım ne yağcılık ne de onun reklamını yapmaktır. Zira ne benim yağ çekmeye ne de konuşmacının bir reklama ihtiyacı var. Bu konuyu “şikayetlerinizi bize, memnuniyetinizi dostlarınıza bildiriniz” sözü gereğince ele aldım. Amacım bir hakkı teslim etmek ve hatibin bu konuşmasının haleflerine örnek olması ve bu tür toplantıların amacına uygun bir şekilde verimli geçmesine katkı sunmaktır.

Hatipte ben; içtenlik ve birikim gördüm. Konuya hazırlanması; toplantıya, anlattığı konuya ve konuşmacılara verdiği değerin bir göstergesiydi. Katılımcıların seviyesine uygun bir dil ile konuşması, konuştuğu her bir kelimeyi teklemeden ve kekelemeden kökenine varıncaya kadar irdelemesi, konuşurken tane tane ve anlaşılır konuşması, zamana riayet etmesi nebevi tebliğe uygun bir konuşmaydı. Bir insicam içerisinde konuşmasını yaparken mikrofon hakimiyetine, aynı zamanda Chat üzerinden yazılan yorumları görebilmesine ve aynı anda müdahale edebilmesine hayran kaldım. Anlattığı konunun belleklerde yer edinmesi ve daha iyi anlaşılması için sık sık özgün örneklendirme yapması; bunu yaparken bilgi, birikim ve tecrübelerini paylaşması, örneklendirmelerde klasik ve bildik örneklere yer vermemesi takdire şayandı.

İçeriğe dair hatibin anlattığı bir örneğe de burada kısaca yer vermek istiyorum. Zira verdiği örnek, eğittiğimiz çocuklara nasıl bir perspektiften bakmamız gerektiğine dairdi: “Bir baba, çocuklarıyla birlikte bahçesinin kenarlarına açtığı çukurlara, getirdiği kayısı fidanlarını tek tek diker. Eline geçen eğri büğrü bir kayısı fidanını ‘Bundan bir şey olmaz’ diyerek bahçenin dışına atar. Çocukları, babalarının yaptığı bu işe bir anlam veremez ve babalarından habersiz olarak atılan kayısı fidanını bahçenin ortasına dikerler. Gel zaman git zaman, dikilen kayısıların bir kısmı tutar, bir kısmı tutmaz. Tutan kayısılardan bir tanesi de babanın işe yaramaz deyip attığı, çocuklarının habersizce geri alıp ektikleri kayısı ağacıdır. Bu eğri büğrü kayısı ağacı meyve verince meyvesinin, iyi cins meyve veren bir ağaç olduğu ortaya çıkar. Bunu gören baba bu duruma sevinir, bu ağaca sahiplenir ve bakmaya başlar”. Hatibin bu anlattığı, eğitim ve öğretim açısından ufuk açıcıydı gerçekten. Zira bizim maarifimiz sonuç odaklı ve sınava dayalıdır. Süreç odaklı değildir. Bu eğitim sisteminde biz, kabiliyetlerine bakmadan milyonlarca öğrenciyi aynı sınavlara tabi tutarak ‘Sen benim işime yaramazsın’ dercesine çoğunu, bahçe/okul/hayatın dışına itip eliyoruz. Halbuki her bir çocukta bizim keşfedemediğimiz nice cevherler vardır.

Yazıma son verirken hatiple özel yazışmamızda, biliyorum sandığım bir kelimenin kökenini de öğrenmiş oldum: “Dualarınıza talibiz. Aklınıza geleni yazın. Tenkid, nakd kökünden para ve değer demektir. Tenkidler insanın değerini artırır. Bilene…” yazdı. Aynı kökten gelen nakit ve tenkidi niçin çok sevdiğimi bu vesileyle anlamış oldum.

İsmini yukarıda zikretmediğim konuşmacı, NEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Abdullah Acar’dan başkası değildi. Kendisine müteşekkirim. Dualarım kendisiyle ve o yolun yolcusu olmak isteyenlere. Başka platformlarda kendisinden daha da müstefit olmak isterim. Konuşmasının hakkını veren ve yaşantısıyla örnek olan bu tür kişilerin çoğalması dileklerimle. Allah kendisinden razı olsun.

*28/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Kasım 2020 Perşembe

Salgından Etkilenenlere Bir şey Yapılamaz mı? *

Yanlış hatırlamıyorsam, ekmeğe 1 Ocak 2020 tarihinden geçerli olmak üzere 10 kuruş zam yapılmış, 250 gram olan ekmeğin gramajı da 200 grama düşürülmüştü. Düşürülen gramajı ve üzerine konan 10 kuruşu birlikte düşündüğümüzde, ekmeğe yüzde 36,36'lık bir zam gelmişti.

Ocakta gelen bu yüzde 36'lık zam oranı, yeterli olmamış ki bir yılbaşını daha beklemeden, 1,20 kuruşa aldığımız ekmek, 24 Kasımdan itibaren 1,40 kuruş oldu. Yüzde 16'lık bu zam, Fırıncılar Odasının yaptığı açıklamaya göre 2020 yılı için geçerli olacakmış. 2021 yılında düşündükleri rakam, ekmeğin 1,75 kuruştan satılması. Buradan anlaşılıyor ki 2021 yılında ekmeğe yapılacak zam birden fazla olacaktır.

Ekmeğe bir yılda yapılan bu ikinci zam beni hiç şaşırtmadı. Tepeden tırnağa her ürüne gelen zamlardan ekmek de nasibini alacaktı. Keşke her ürüne, ekmeğe yapılan yüzde 16'lık zam kadar bir zam yapılsaydı. Maalesef çoğu ürünün fiyatları uçtu. Ürünler, uçtuğu yerde kalsa buna herkes dünden razı.

Zamdan ziyade fiyat ayarlaması dedikleri tüm bu artışların gerekçesi de hazır: Girdi maliyetleri. Yılını doldurmadan girdi maliyetlerini gerekçe göstererek yapılan bu fiyat ayarlamaları, bir yerde durur mu? Enflasyon çift haneli rakamlarda gezindikçe, TL döviz karşısında değer kaybetmeye devam ettikçe, faiz oranları yüksek oldukça, dışarıdan sıcak para gelmedikçe, girdi maliyetleri arttıkça her ürünün fiyatı da artmaya devam edecektir. 

Ekmeğe yapılan fiyat ayarlaması, diğer ürünlere yapılan ayarlamalara oranla makul gibi görünse de bu ekmek zammı, fırıncılara derin bir nefes aldırırken vatandaşı üzmüştür. Gelen 20 kuruşluk bu zam, vatandaşın bütçesini zorlayacaktır. Çünkü bizim insanımızın çoğu, pahalı diye bir başka ürünü almaktan vazgeçse de ekmekten vazgeçmez. Sofrasında ekmek eksik olmaz. Ekmek kilo yaparmış, hazmı zorlaştırırmış demez, neredeyse her şeyi ekmekle yer. Gerekçe de hazır: “Ben ekmeksiz yapamam. Ekmeksiz insan doyar mı?” Tabak tabak tüketilen düğün pilavını bile ekmekle yeriz desem, ekmeğe olan zaafımız daha iyi anlaşılmış olur.

Bir öğünde tüketilen ekmek, bir ekmekle sınırlı kalsa eh diyeceğim. Bir kişi bir öğünde bir ekmeği bana mısın demez. Çünkü 200 gram ekmeğin bölünmesiyle bitmesi bir oluyor. Ailenin bir de kalabalık olduğunu düşünürsek, bir eve bir günde birden çok ekmeğin alınması demektir. 5 kişilik bir aile günde 5 ekmek alsa günde 7, ayda ise 210 lirayı sadece ekmek için gözden çıkarması gerekecektir.

Hasılı, tepeden tırnağa, her şeye ardı arkasına gelen zamlar, orta ve dar gelirli insanımızın belini bükmüştür. Tüm bunların üzerine, ekmeğe gelen bu ikinci zam, bu işin tuzu ve biberi olmuştur. Salgın dolayısıyla işini kaybeden, marttan beri bilim kurulunun önerisiyle işyerleri kapalı tutulan bazı sektörlerin işi bu süreçte daha bir zor olacaktır. Neredeyse 9 aydır kepenkleri kapalı. Bu insanlar bu süreçte ne yer, ne içer. Çünkü gelir ve gider hesabı yapacak bir işleri bile yok. Hazırda paraları varsa hazıra dağ mı dayanır? Elden gelenle öğün mü olur? Olursa da zamanında gelir mi?

Gördüğüm kadarıyla salgın dolayısıyla işyerlerini açma riski bulunan, bu yüzden kapalı tutulan esnafa ve buralarda çalışırken işini kaybeden kişilere, devletin de yapabileceği bir şey yok ki elini uzatmıyor ya da uzatamıyor. Zor durumda kalan esnaf da sesini zaten kimseye duyuramıyor. Duyan varsa da duymazdan geliniyor. Bu durumda insanımız bir başına kalmış durumda.

İşyeri kapalı tutulan esnafa ve bu sektörlerden ekmek yerken işini kaybedenlere, geçici bir çözüm bulunamaz mı? Bence bu şekil zor durumda olanlar için her ilçede kaymakamlıklar bünyesinde bir çalışma yürüten “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları” (Fak. Fuk. Fon)  devreye girmeli. Bunlara, pandemi süreci geçinceye kadar aylık asgari bir geçim yardımı yapmalı. Bu fonun geliri, zor durumda olanların ihtiyacını karşılamaya yetmezse, gerekirse kamu sektöründe çalışanların maaşından yüzde 1 oranında kesintiye gidilerek elde edilen gelir bu fona aktarılmalı. Bu da yeterli gelmezse, kamuda bir üst görev yapan aynı zamanda değişik kurul ve komisyonlarda görev yapmak suretiyle ilave gelir elde eden üst yöneticilerin bu ilave gelirleri bu süreçte bu fona aktarılmalı.


*27/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

24 Kasım 2020 Salı

Bir 24 Kasım Günü Evimde Beklerken-e- Ben

Midem bayram ederdi her 24 Kasımda,

Çünkü hep bir yemek daveti alırdım o gün.

Önce ne gerek vardı? Zahmet ettiniz derdim.

Ardından tıka basa yer, bir güzel stoklardım.



Öyle yerdim ki “midem yeter artık” dedikçe,

Karnım, “daha stoklanacak yer var” derdi.

Ben ise bir yediğime, bir de kalana bakar,

Rabbim, “Ne olur, midemi büyüt” derdim.



Yediğim, beni biraz rahatsız etse de

Gözüm yiyemediklerimde kalırdı.

Çünkü diğer günleri de düşünmeliydim.

Zira kolay mı bir 364 gün daha beklemek.



Böyle günlerde karnım davul gibi şişerdi.

Neredeyse ayaklarımı göremez olurdum.

Ama olsun. Zira ayaklara düşman bakardı.

Ben ayağa değil, mideme bakmalıydım.



Zaman zaman bu öğretmenler gününü niçin Miladiye göre kutlarız?

Hicri takvime göre kutlasak olmaz mı derim.

Hiç olmazsa bir sonraki öğretmenler gününü bir 11 gün önce kutlar,

Midem böylece erkenden bayram eder derdim.



Dengesiz beslenmeden dolayı göbek iyice çıkınca,

Ayaklarıma bakanlar göbeğime bakar olunca,

Dedim ki şu göbeği eriteyim,

Bir sonraki günümde daha fazla stoklayayım.



İşin ucunca daha fazla yemek yemek olunca,

Yürümeye sarıldım dört elle.

Nasılsa ayaklarım çekecekti ceremesini,

Dağ, bayır demedim, uzun –ince yürüdüm.



Ayaklarıma kara sular indikçe,

Nefes nefese kaldıkça,

Kendi kendime yeter dedikçe,

İçimden bir ses 24 Kasımı hatırlatırım dedi.



Yürüdükçe yürüdüm, abarttıkça abarttım.

Sonunda göbeği erittim ve bir deri, bir kemik kaldım.

Zira midem boş, göbeğim stoklarını eritti.

Gördüğünüz gibi bir 24 Kasıma hazırım.



Dersim 16.30’da başlayacak olmasına rağmen

Olur ya bir telefon, bir davet alırım dedim.

Sabah erkenden kalktım.

Urbalarımı giydim.



Ama şu saat oldu,

Ne arayan var ne de soran,

Beklediğim yemek daveti gelmedi bir türlü.

Neymiş de salgın varmış.



Salgın var diye aç mı duruyorsunuz?

Yemeden-içmeden ne yapıyorsunuz?

Bilin ki salgın beni götürmezse,

Açlık alıp götürecek beni.



Diyelim ki salgın var,

Beni korumak istiyorsunuz.

İyi de! Bugün ben daş kökü mü yiyeceğim.

Sonra bu kadar hazırlığı niye yaptım ben?



Tamam, salgın var,

Lokantalarda servis yok.

Bunu bahane etmeyin.

Evlere servis yapıyorlar.



Bu alternatifi düşünün,

Öncesinde benden adresimi isteyin.

Ardından lokantacınıza bir alo deyin.

Ne olur! Bu garibi bugün, gününde sevindirin.



Şayet bunu yapmaz iseniz,

Umduğum dağlara karlar yağar ise,

Bağrıma taş bastırır,

Yemen fukarası gibi beklerim umutla.



Daha olmadı. Ne umdum ne buldum derim.

Kendi ikramımı kendime yaparım.

Giyerim eşofmanlarımı ve spor ayakkabımı,

Veririm kendimi yeniden yollara.



Zaten tok karna yürünmez,

Yürürken aç be aç olunmalı.

Zaten kim ölmüş acından?

Bu da benim kendime bir ödülüm olur.


Kaldı 800 km'yi bitirmeye 8 km,

Gider yürür gelirim onu da

Bugünkü ödülüm de bu olur.

Dönüşte tuz, ekmek yerim.



İnanmam, şaka yapıyorsun derseniz,

Derim ki hiç şaka yapar tarafım var mı?

Bilin ki hiç olmadığım kadar ciddiyim.

Zira aç ayı oynamaz ve aç köpek fırın deler.



Derseniz ki bu yazdığın nesir mi yoksa nazım mı?

Yüce der ki ne nesre benzer ne de nazma.

O zaman niye yazdın denirse,

Derim ki aç karna ne yazdığımı biliyor muyum ben?

 


22 Kasım 2020 Pazar

Sorunun Kaynağını Sonunda Tespit Edebildim *

Online ders için okul yönetiminin atadığı az sayıdaki derslere girdikten sonra MEB, EBA harici platformlarda ders işlemeye izin verdi ve EBA üzerinden ders atama işleri, öğretmene bırakıldı. 

Okul, pazar akşamı haftalık ders programını yaptıktan sonra programımızı e posta adresimize gönderdi.

EBA harici ders atama nasıl yapılır bilmem ama iş başa düştü. Oturdum bilgisayarın başına. Önce ders atamanın nasıl yapılacağını gösteren videoyu birkaç defa izledim. Videoyu izledikçe teknoloji özürlü benim cahilliğim gitti ve bu işi yapabileceğime güvenim geldi.

Verilen ders programına göre ilk atamayı yaptım. Kayıt yapmadı. Tekrar tekrar kaydettim yine olmadı. Bu durumu whatsapp grubu üzerinden öğretmenlere sordum. "Sistem öyle diyor bazen ama az sonra ders atamasını yapıyor" cevabını aldım. Atadığım dersi, bildirimlerde görmek için gözüm ekranın üzerine gitti gitti geldi. Nedense görmek istediğim bildirimi göremedim. Sisteme kızdım. Zira sistemin bana bir garezi olmalıydı. Sistem derken MEB'e kızıyorum. Daha doğru dürüst alt yapıyı hazırlamamış diyorum.

Bu sınıfın dersini bırakıp bir başka sınıfın ders atamasını yapmaya kalktım. "Ders atadığınız sınıfın o saatte atanmış bir başka dersi olduğundan dersiniz atanmamıştır" uyarısını aldım. Sil baştan yeniden denedim. Aynı uyarıyı aldım. Gruptan öğretmenlere "Arkadaşlar! Falan sınıfa şu saatte kim ders atadı ise düzeltebilir mi" şeklinde yazı yazdım. Kimse oralı olmadı. Bu öğretmen milleti de bir alemdi. Benim saatime ders ataması yapıyor ve üzerine almıyor. Vah ki vah!

Bu sınıfı da bırakıp bir başka sınıfın ders atamasını yapmayı denedim. "Canlı dersi ata butonu aktif olmadı. Bu da bir başkasının bu saate ders atadığı anlamına geliyormuş. Nasıl kızmam ilgili müdür yardımcısına. Kendisinin yapacağı işi bize bıraktı, üstelik bu işi nasıl yapacağımızı bir güzel izah bile etmedi diyorum.

Bir başka sınıfı denedim. Ekranın üstünde kırmızı bildirim göründü. Hele şükür ki oldu. Bir sevindim bir sevindim. Ne de olsa kedi olalı bir fare tutmuştum. Hemen diğer bir dersi atadım. O da oldu. 

Az sonra atadığım dersleri görmek için bildirimlere girdim. Ne de olsa uzun bir uğraştan sonra emeğimin karşılığını görmüş, bazı sınıflara ders atayamamışsam da ilk mahsulümü almıştım. O da ne! Bir anormallik vardı. 10.30'a atadığım ders, 11.30'a atanmış görünüyordu. Sanırım saati yanlış yazdım diyerek atadığım dersi sildim. Seçtiğim saati tekrar tekrar kontrol ettim ve dersi atadım. Zoom'da dersin başlangıcı 10.30 görünürken EBA'da yine 11.30 gösteriyordu. Atadığım dersi yeniden sildim ve tekrar atama işlemi yaptım. Saati seçeceğimde saati yine yanlış yazmayayım diye kol saatime, cep telefonunun saatine, bilgisayarın saatine ve seçtiğim saate baktım. Hepsini teyit ettikten sonra ders atamayı yaptım. 10.30'a atadığım ders yine 11.30 görünüyordu. Öğretmenler grubundan biri "Arkadaşlar, şu saate kim ders atadı? Silebilir mi" dediyse de bu sefer ben üzerime almadım.

Gecenin 11 sularında cepten bir öğretmeni aradım. 10.30'a atadığım ders, 11.30’a dönüşüyor. Sizde de böyle oluyor mu dedim. “Hayır” dedi. “Ben atama yaptım ve saat de doğru” dedi. Bilgisayarın saatini kontrol eder misin dedi. Hem de kaç defa kontrol ettim ve bilgisayarımın saati de doğru dedim. Teşekkür edip telefonu kapattım.

Gecenin bir vaktine kadar ders atayamamamın nedenini öğrenmeye çalıştım. Çoğunluk atama yapabildiğine göre acaba hata bende olabilir miydi? Bunu, daha içimden geçirir geçirmez egom ve nefsim "Ne münasebet! Senin ne suçun olabilir ki! Zira sen elinden geleni yaptın. Ki sen, sütten çıkmış ak kaşıksın" dedi. O zaman mesele ne idi? Alt yapısından dolayı MEB'e, okul idaresine, öğretmenlere kızdım. Ne kadar kızdımsa da kızgınlığım beni kesmedi. O zaman başka kime kızayım derken imdadıma dış güçler geldi. Tabi ya! Nasıl da aklıma gelmedi. Dersimi bir saat sonrasına atama işi, dersimi sabote etmek amacıyla ancak dış güçlerin işi olabilirdi. Zaten her taşın altından onlar çıkmıyor mu? Zira büyüklerimizden dış güçler sözünü çok duyduk. Onlara yapan dış güçler bana da hayli hayli yapabilirdi. Bu gerçeği, aklımın bir köşesine yazarak yatağa girdim ve sabahki derslerimi EBA yerine Zoom üzerinden yapma kararı aldım. Okul idaresi "Sayın hocam, ders atamanızı niçin yapmadınız" derse dış güçler bana engel çıkardı diyeceğim.

Okuldan kimse niçin EBA üzerinden dersini yapmadın demedi. Öğrencilerime mesaj göndererek onları Zoom'a yönlendirdim. 

Tüm öğretmenler, EBA üzerinden derslerine giriş yaparlarken ben, derslerimi üç gün boyunca Zoom'dan işledim. Aynı zamanda zaman zaman EBA üzerinden ders atamayı denedim, olmadı.

Sonunda burnumdan kıl aldırmayı göze alıp büyük bir tevazu örneği göstererek bilgisayarın sağ alt köşesindeki saate sağ tıkladım. “Tarih ve saati ayarla” kısmını seçtim. “Saat dilimini değiştir” seçeneğine girince, bir de ne göreyim! Benim bilgisayarımın saati İstanbul yerine Avrupa saatine ayarlı. Kimseye bir şey demeden ve belli etmeden, bir el çabukluğuyla Avrupa'yı, İstanbul'a çevirdim. Ardından perşembe ve cumanın derslerini tereyağından kıl çeker gibi bir çırpıda atadım. Gördüğüm şu ki ne sistemde bir sıkıntı vardı ne bir öğretmen benim dersimin yerine yanlış ders atamıştı ne de okuldan kaynaklanan bir hata vardı. Tüm suç, Avrupa ayarlı bilgisayarımın saatinde. Hasılı suç unsuru benim evimden çıktı. Dış güçler, bilgisayarım vasıtasıyla evime kadar girmiş, beni yönlendiriyor. "Ah şu dış güçler!" dedim. Ardından iyi ki varsınız dış güçler dedim ve içimin yağları eridi.

Konuyu yazı konusu edinmemin sebebi, bu işin arkasında dış güçlerin olduğuna sizi ikna etmektir. Sizi ikna edebilirsem ben de mecburen ikna olacağım.  


*25/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

Saygı Duyduğum ve Saygı Duymadığım Tipler *

Bir kişi, önceki fikir ve görüşlerini değiştirdiği zaman onun için "Hızlı bir 'U dönüşü' yaptı", zaten onun için " Dün dündür, bugün de bugün" ve nihayet "Tükürdüğünü yaladı" denir. Özellikle siyasilerimizde görünür bu özellikler. Hatta "Dün dündür..." deyimi bir siyasimizle özdeşleşmiştir. 

Fikrini değiştirenler, bu zikzakları yüzünden topluma pek güven vermezler. Bu güvensizliği ifade etmek için de "Onun son dediğine bakmak lazım" denir. 

Bir insan daha önce savunduğu bir fikir ve görüşünü değiştiremez mi? Elbette değiştirebilir. Yaş, ortam, şartlar, zaruretler, kişinin kendini geliştirmesi, olayın perde gerisini ve iç yüzünü öğrenmesi gibi nedenlerle kişi, önceki görüşlerini değiştirebilir. Çünkü yeni bir bakış açısı geliştirmiştir. Bu da doğaldır. Zaten görüşler değişmezse herkes ve her şey yerinde sayar. Bu da gelişmenin önündeki en büyük engeldir. Bundandır ki "Değişmeyen tek şey değişimdir".

Kendini geliştirerek veya gerçeği görerek fikrini değiştirenlere saygım vardır. Aynı zamanda önceki fikrini değiştirdikten sonra kamuoyuna yeni fikrini açıklamadan önce "Ben bu konuda daha önce şöyle düşünüyordum. Bunun yanlış olduğunu öğrenmiş ve tespit etmiş durumdayım. Kitleleri bu konuda yanılttığım için üzgünüm. Bundan sonra bu konuda şu görüşü savunuyorum" diyerek özeleştiri yapanlara da saygım vardır.

Yerinde sabit kalan sabit fikirlilere saygım olmaz. Zira bunlar gelişimin önündeki en büyük engeldir.

Şu tiplere ve fikir ve görüşünü şu şekil değiştirenlere hiç saygım olmaz:

1.Nabza göre şerbet verenlere,

2.Hem nalına hem mıhına vuranlara,

3."Bu benim kırmızıçizgimdir", " Nefes aldığım müddetçe bu böyle olacaktır... " şeklinde görüş belirtip sonra hiçbir şey olmamış gibi görüşünü değiştirenlere ve bu değiştirdiği fikrinden dolayı kamuoyunu bilgilendirmeyenlere,

4.“Efendim! Siz bu konuda daha önce şöyle demiştiniz” diyenleri azarlayanlara ve onları düşman belleyenlere, yok böyle bir şey diyenlere, (Böyle bir soruya karşılık, kızmadan “Evet efendim! Ben daha önce bu konuda dediğin gibi düşünüyordum. Maalesef yanlış olduğunu fark ettim. Şimdi o görüşümü terk ettim”, diyenlere de saygı duyarım. En azından görüş değiştirdiğini kabul etmiş demektir.)

5.Sevip saydığı kişilerin düştükleri çelişkisini görmeyenlere, görmek istemeyenlere, sessiz kalanlara, hatta bu durumu savunmaya kalkanlara,

6.Sevip saydığı kişinin çelişkisini dile getirenlere “Ama efendim, bunu yapmayan mı var. Siz de yaptınız ve yapıyorsunuz. Ayrıca bu konuda kimse sizin elinize su dökemez” savunması geliştirenlere,

7.Rakip gördüğü ve nefret ettiği kişilerin gözündeki çöpü görürken sevdiklerinin gözündeki merteği görmeyenlere vs.

Bu tip ve görüşte olanlar, itibarlı koltuklarda oturabilirler, şan ve şöhret sahibi olabilirler, kamuoyunda saygı da görebilirler. Benim nazarımda saygıya layık değildirler. Bunlar, yazımın girişinde yazdığım “Dün düncüler”, “U dönüşçüler” ve “Tükürdüklerini yalayanlardır”. Zira zamanında boyundan büyük laflar etmişler, büyük lokma yemeyip büyük konuşmuşlardır. Konuşurlarken de mangalda kül bırakmayanlardır. Bu tiplerin değiştirdiği fikir ve görüşlerin de kimseye bir faydası olmaz. Ancak zararı olur.


* 06/09/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

21 Kasım 2020 Cumartesi

Parkta Kahvaltı Keyfi *

 Yürüyüş rotamı bazen evimin yakınındaki meşhur parka çeviririm. 800 metre yazılı parkurda 10 tur atarım. Ayaklarım, tutturduğum bir tempo ile parkuru arşınlarken zaman zaman gözüm kamelyalara kayar. Niyetim, yürüyüşümü sonlandırdıktan sonra boş bir kamelya bulup orada teşehhüt miktarı soluklanmak.

Ama boş kamelya bulmak ne mümkün. Grubun biri gidiyor, diğeri geliyor. Zira kamelyalar sabahtan akşama kadar birçok gruba ev sahipliği yapıyor. Gelen gruplar, gelip geçenin soluklanmak için oturduğu gruplardan oluşmuyor. Çoğunluk, planlı ve programlı bir şekilde kimi arabasıyla kimi de yürüyerek gelip kamelyalara bir bir yerleşiyor. Hiçbirinin de eli boş değil. Hepsi hazırlıklı geliyor.

Yeter ki eşleri işe gitmiş olsun. Eşlerini işe gönderdikten sonra mutfağa inerek tüm hünerlerini sergiliyorlar. El emeği, göz nuru ve el yapımı nevalelerini, kurdukları sofranın üzerine boşaltıyorlar. Menüde kavun bile var. Milli içeceğimiz çayı söylemeye gerek yok. Ye ye bitmiyor. Zaten aceleleri de yok. Öğleye hatta öğle sonrasına kadar devam ediyor parktaki bu kahvaltı keyfi. Altı iyi dolunca muhabbet de çok koyu oluyor. Ne konuştuklarını en iyi kamelyalar bilir. Üzerine demli çay da çok iyi gider. Kahvaltı dediğin böyle olur, düşman çatlatan cinsten. Öyle sabahın köründe işe gidecek eşle birlikte kalkıp kahvaltı hazırlayıp kahvaltı yapmak, olacak şey değil.

Ağırlık müdavimlere bakınca sanırsın ki belediye bu parkları bunlar kahvaltı yapsın diye yapmış.

Parkın öğleden sonraki sakinleri ise yine eş-dost, yakın/uzak akraba, komşu ve gün arkadaşları... Bunların menüsü de zengin. Üzerine içilecek çay öncesi günlerde, ne yeniyorsa onlar var. Tek eksikleri kuş sütü. İnşallah o da olur bir gün. Öğle saatlerinde başlayan bu yemek, öğle ve akşam yemeğini kapsayacak şekilde akşam saatlerine kadar muhabbetle birlikte devam eder.  Muhabbeti bozan tek şey, akşama eve gelecek eşin işten aç gelmesi. Ha akşam yemeğini de sabah kahvaltısını işinde yaptığı gibi yiyerek gelse kıyamet mi kopar…

Neyse pandemiye rağmen parkta kahvaltı ve yemek keyfi hız kesmeden bu şekil devam etti.

Ama bugünlerde salgına bile meydan okuyan yemeli-içmeli park muhabbetleri bugünlerde kesildi. Ne kahvaltı yapan var ne yemek yemeye gelen ne de oturmaya gelen.  Yasak mı geldi? Hayır. Müdavimlerin parktan aldıkları zevk ve keyif sona mı erdi? Hayır. Kahvaltı yapmayı mı bıraktılar? Hayır.

Parkın bu müdavimlerini, parkta kahvaltı yapmaktan alıkoyan havaların soğumasıdır. Havalar soğuğunca parklar bir ıssız ve sakinleşti. Parkın tek kalabalık edenleri, tek tük yürüyüş yapanlar ve ağaçlardan dökülen yaprakları süpürmeye çalışan belediye görevlileri. Ne de olsa hazan mevsimindeyiz.

İşte beni üzen de bu. Üzüntüm, bizi kışa hazırlayan sonbahara değil, kışın cep yakacak doğalgaz fiyatlarına değil: Eşlerini işe gönderdikten sonra eşsiz kahvaltı yapanların bu keyiften, havalar ısınıncaya kadar mahrum kalacak olmalarıdır. Buna yürek mi dayanır? Ben size durumu arz etmeye çalıştım. Benim üzüldüğüm kadar biraz da siz üzülün.

*23/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 

 


20 Kasım 2020 Cuma

Karşınızda Bir Ekonomi Uzmanı Var

Cahili olduğum konulardan biri de ekonomi ve mali işlerdi. Siz buna üçkâğıt ekonomisi de diyebilirsiniz. Ama yaşadığım süreçte ekonominin gidişatını ve yönetimini seyrede seyrede ekonominin uzmanı oldum. Artık ülkenin ekonomisini bana teslim ederseniz, ülkeyi ve sizleri asla mağdur etmem.

Nasıl yapacaksın derseniz;

Çok basit. Bunu aslında siz de yapabilirsiniz. Bunun için illa ekonomi, maliye ve işletme okumanız gerekmiyor.

√ Piyasalarda iç veya dış kaynaklı bir çalkalanma olup TL'ye karşı döviz yükselişe geçtiğinde, bu yükseliş nerede durur diye herkes bir tedirginlik içerisine girince ben istifimi bozmadığım gibi rahatımdan da hiç ödün vermem. Soğukkanlılığımı koruyarak bir hakem edasıyla seyrederim sadece. Niçin seyretmeyeyim ki... Çünkü ne döviz borcum var ne de kazancım dövizledir. Bu durumda bana düşen seyirdir. Öyle bir seyrederim ki bu seyrime doyum olmaz. Döviz her gün rekor üzerine rekor kırar. Ben yine kılımı kıpırdatmam. Ne zamana kadar seyrederim? Döviz, belirlenen kritik eşiği aşıncaya kadar beklerim. Baktım kritik eşik aşıldı. Merkez Bankasına, döviz satışı yaptırarak dövizi baskı altına almaya çalışırım. Benim döviz sattığımı gören piyasanın ateşi bir nebze de olsa düşer. Bu yolu MB rezervlerini bitirinceye kadar zaman zaman denerim.

√ Baktım olmuyor mu? Piyasa, faiz beklentisi içerisine mi girdi? Enflasyonu tetikleyeceği için faizde bir değişikliğe gitmem. Zira faiz lobisine kolay kolay teslim olmam. Hatta faizi indiririm. Bu durumda döviz yine fırlarmış. Fırlarsa fırlasın. Umurumda sanki! Ayrıca her şey kontrolüm altındadır. İstersem dövizi indiririm. Ama benim tek derdim, milli ve bağımsız bir ekonomiye geçmektir. Bunun için de ihracatı artırıp ithalatın azalmasını sağlamam gerek. Bu da dövizin yükselmesine bağlıdır. Bunu anlamayanlar sadece konuşur. Konuşsun. Zira onlar konuşur, ben ise yapılması gerekeni yapmayarak yeni bir icraata imza atarım. Böylece hep gündemde kalırım.

√ Yapmam gerekenlere zamanında tepki vermeyerek hiçbir insana nasip olmayacak şekilde dövizin yükselmesine en büyük katkıyı verdikten sonra baktım, halkın tepesi mi atacak, bana güvenenler mahcup mu olacak. Yerimde çakılıp kalmam. Herhangi bir gerekçe ile görevimi bırakır, dövizin tepetaklak aşağıya inmesine katkı veririm. Gördüğünüz gibi dövizi yükselten de benim, indiren de. Halbuki bunu yapabileceğime benden başka kimse inanmamıştı.

√ Ardımdan yerime gelen halefim, piyasaların beklentisine cevap vererek faizi yükseltir, dövizi düşürürmüş, piyasaları rahatlatırmış…hiç umurumda değil. Ben köşeme çekilerek yine seyre devam ederim.

Gördüğünüz gibi ekonomi yönetimim seyirden ibarettir. Benim bu seyrim ekonomiyi batırırmış, çıkarırmış, bunu hiç mesele edinmeden seyir işime devam ederim. Zira seyir gibisi yoktur ve seyir, benim işimdir.

Sanırım, ekonomi konusunda uzmanlığıma inandınız.

Size iyi seyirler!