27 Mart 2020 Cuma

Sır Saklamada Sağlık Bakanı Temel'den de Öte Bir Sır Küpü

—Fıkra sever misin?
—Kim sevmez ki fıkrayı! Hele de taşı gediğine koyarcasına, günümüzle bir bağlantı olursa, bayılırım.
—O zaman dinle!
Amerika'da ülkeler arası casusluk yarışması yapılır. Sırada işkenceye dayanıklılık testi var. Casusların her birisine birer sır verilir. Ne olursa olsun kimseye söylemeyeceksin diye tembih edilir.
Sonra da o casusları  sorgulamak için en usta işkenceciler görevlendirilir.
Alman askerini çağırırlar, başlarlar sorgulamaya. Alman askeri 2 saat sonra bülbül gibi öter ve kendisine verilen sırrı söyler.
Amerikan askeri 3 saat sonra öter. İngiliz askeri 1 gün sonra öter.
Bizim Temel’i alırlar sorguya. 1 gün 2 gün, 3 gün, 1 hafta geçer ama Temel’i konuşturamazlar.
Türk yetkiliyi tebrik ederler ama Temel'in sırrını çözmek de isterler. Temel'in işkenceden sonra konulduğu odaya bir kamera yerleştirirler. Sonra işkenceden bitap düşmüş Temel'i izlemeye koyulurlar.
Bizim Temel, adamlar çıkar çıkmaz hemen koşar ve kafasını duvardan duvara vurarak bağırır: Hatırla oni! Hatırla oni!
—Yaşadığımız olumsuz ortam dolayısıyla kara kara düşündüğümüz bugünlerde bu fıkra iyi geldi. En azından bir nebze de olsa gülümsetti. Fakat günümüzle bir bağlantı kuramadım.
—Konuyu Sağlık Bakanı’na getirmek istedim.
—Ne alaka?
—Alakası olmaz olur mu? Virüsün vurmadığı ülke yok gibi. Ülkeler olağanüstü durumla karşı karşıya. Her ülkede virüsten dolayı ölümler var. Virüsün yayılmasını önlemek amacıyla bazı ülkeler sokağa çıkma uygulamasını devreye soktu. Bazı ülkelerin sağlık sistemi çöktü. Alınan sıkı tedbirlere rağmen virüs, ülkelerin insanlarını vurmaya devam ediyor. Virüsün etkisini ne zaman kaybedeceğini bugünden kestirmek mümkün değil. Üstelik virüs sadece fakir ve fukarayı vurmuyor. Devlet yöneticilerini de vuruyor. Kimi yakalamışsa önüne katıp kovalıyor. Zayıf bulduğunu yere yıkıyor.
—Fıkrayla bağlantısına gelirsek…
—Alakası şu: Her ülkede kim bu virüse yakalanmışsa yaşadığı şehir belirtiliyor, kim yakalandı, ismi açıklanıyor. Bu açıklamayı kendisi veya yakını yapıyor. Bizim ülkemizde ise bu açıklama yapılmıyor. Sadece virüsü kapan günlük hasta sayısına, yapılan test sayısına ve ölenlere yer veriliyor. Kim yakalandı, virüs hangi ilde çıktı, hangi ilde kaç vaka var, ölenler kimler bilgisine yer verilmiyor. Az sayıda kendi inisiyatifiyle durumunu açıklayan birkaç kişiyi biliyoruz, o kadar. Bunun nedenini anlayamadım.
—Anlamayacak ne var. Olaya hasta mahremiyeti açısından yaklaşılıyor.
—Başka ülkelerde bu hasta mahremiyeti niye yok? Niçin sadece bizde var? Sonra bunun saklanmasında ne amaç olabilir? Ayrıca bu virüsü herkes kapabilir. Adı üzerinde salgın bir hastalık. İsimlerin verilmesinden geçtim. Hangi ilde vakaya rastlandı, bunu bile bilmiyoruz. Her şey sır gibi saklanıyor.
—Diyelim ki il il hastalığa yakalanan sayısı verildi. Ne faydası olacak?
—Faydası olmaz olur mu? Tüm uyarılara rağmen sokağa çıkmaya çalışanlar, illerinde bu hastalığa yakalanan hasta sayısını öğrenirlerse bu işin ciddiyetini daha iyi anlarlar. Böylece kendilerini evlerine kapatırlar.
—Anladım.
—Sen anladın da ben hala bu işin sırrını anlayamadım. Hasta ve il isimleri devlet sırrı gibi saklanıyor. Her akşam günlük verileri açıklayan Sağlık Bakanı’nın ağzından gazeteciler, saklanan sırları almaya çalışıyor. Bakan sır küpü. Sırra dair tek kelime etmiyor. Sır tutmada Temel’den ileri bir seviyede dense yeridir.
—Hasılı ben de temel fıkrasını bu vesileyle geç de olsa anlamış oldum. Sırrı saklayan, üstelik bu sefer asker değil, sivil biri: Sağlık Bakanı. Bu durumda Bakan, Temel'den daha iyi sır saklıyor. Üstelik Temel gibi değil, her şeyi bildiği halde kaç hafta geçti. Ağzından tek kelime sır çıkmadı.

Not: Hangi ilde kaç vakanın bulunduğunu niçin açıklamadıkları sorusuna Sayın Koca,Bir bölgeden diğer bölgeye enfeksiyonların taşınmamasını amaçladıklarını, İtalya'daki uygulama sonucunda bölgeden bölgeye enfeksiyon geçişlerinin yaşandığını, benzer bir sürecin Türkiye'de yaşanmaması için açıklamadıklarını” anlattı. Bu durumda il il vakalara yer verilmemesi sırrını yerinde buluyorum.

Merkezî Ezanı Nasıl Aramazsın Şimdi! ***

Yaşadığımız olağanüstü durumun ülkemizden defolup gitmesi için destek amacıyla camilerimizde yatsı ezanının akabinde dua edilmeye başlandı. Bu duayı dinlemek ve amin demek için birkaç defa pencereyi açtım. Olmadı, terasa çıktım, yine olmadı. Çünkü yapılan duaları doğru dürüst anlayamadım. Çünkü bir ve birkaç camide ezan okunmaya devam ederken diğeri duaya geçmiş oluyor. Duayı dinlemeye odaklansam kulağıma ezan sesi geliyor, ezana kendimi vermeye kalksam kulağıma dua sesi geliyor, hem de birkaç yerden birden. Çünkü yürüyüş mesafesiyle evime aynı mesafede olan 4 cami var. Her birinden okunan ezanı da aynı şekilde duyarım. Aynı saatte başlamayan ezanların biri bitmeden diğeri başlıyor. Hepsi aynı vakitte başlasa da aynı anda bitmiyor. Müezzinlerin kimi ezanı uzun okurken diğeri daha kısa okuyabiliyor. Bu demektir ki okunan ezan sesleri de birbirine karışıyor. Az daha uzakta okunan ezan sesleri de geliyor evime kadar.

Burada okunan ezan ve sesinden rahatsız olduğum anlaşılmasın. Böyle bir şey söz konusu olamaz. Ezanlar bu ülkede namaz vaktinin girdiğini bildirdiği kadar birliğin de göstergesidir. İslam bu ülkede kaldığı müddetçe ezanlar da okunmaya devam edecektir.

Bu meseleyi konu edinmemin nedeni, ezan ve duadaki düzen, daha doğrusu düzensizliğedir. Neredesin merkezi ezan dedim içimden. Nasıl aramazsın merkezi ezanı ve duayı… Unutanlar için hatırlatayım. Bu ülkede 1995’li yıllardan itibaren 15 yıl kadar ezanlar ve vaazlar merkezi olarak okundu ve yapıldı. Diyanet’in 2012-2016 stratejik planında ezan ve vaazların merkezi olmaktan çıkarılıp her camide ayrı ayrı ezanın okunması ve vaazların yapılması şeklinde bir hedef belirlemesi sonucu, il müftülükleri ezanın merkezi okunmasını peyderpey kaldırdı. Halen ezanı merkezi olarak okumaya devam eden illerimiz var mı bilmiyorum.

Hem merkezi ezanın hem de her camiden ayrı ayrı ezan okumanın mutlaka olumlu ya da olumsuz yönleri vardır. Burada bunun üzerinde durmayacağım. Diyanet bu kararı aldığına göre demek ki merkezi ezanın olumsuz yönlerinin daha fazla olduğuna kani oldu ve kaldırdı. Vaazların bir camiden yapılıp diğer camilerden dinlenmesinin kaldırılması yerindedir. Çünkü bu şekil vaaz faydaya haiz olmaz. Ama merkezi ezan, düzen açısından devam etmeliydi. Yine güzel sesli, makam bilen bir erbabı tarafından okunan ezan, dinletirdi kendini cümle aleme. Hem böylece bir yerleşim yerinde birlik de sağlanmış olurdu. Cemaatle veya ferdi olarak namaz kılacaklar, ezanın bitiminde kalkıp namazlarını kılardı. Şimdi bir ezan bitiyor, diğeri başlıyor. Tüm ezanların bitmesini beklemek de mümkün olmuyor çoğu zaman. Bir başka caminin sesi gelirken namaza kalkılmış oluyor. Bu da namaz kılanın kendisini tam namaza vermesini de zorlaştırıyor.

Ezanın merkezi olarak okunması uygulamasını zamanında kim, hangi saikle koyarsa koysun, bu uygulama devam etmeliydi. Bugün kaldırıldığına göre geçmiş uygulamaya özlem duymanın bir anlamı yok ama keşke ezanların her camiden okunması şeklindeki uygulamaya geçildiğinde, kullanılmasa da merkezi sistem yerinde dursaydı. Bugün yatsı namazı vaktinde okunan ezanların akabinde yapılan dua, tek merkezden yapılsa fena mı olurdu? Bence çok daha iyi olurdu. Antrparantez söyleyeyim: Memleketin içinde bulunduğu duruma duayla destek olmak amacıyla Diyanet’in gönderdiği tekdüze duanın minarelerden ayrı ayrı okutulmasından ziyade her bir vatandaşı içten ve derinden duaya davet etmek daha yerinde olurdu diye düşünüyorum. Çünkü duada asıl olan içten yapılmasıdır ve duaya başkalarını da katmasıdır.

Bu arada ezan ve vaazın merkezi uygulanması için her caminin ses cihazı için mahallinden yaptığı masrafı hesaba katmıyorum. Aynı şekilde merkezîden yerele geçildiği vakit mahallinden yapılan masrafları da hesaba katmıyorum.

***31/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Üç Günlük Dünyada Huyumuzdan mı Vazgeçelim? *

Bakkalın ilk müşterisi benmişim erkenden. Kapıda karşıladı beni bakkal. Sevindim doğrusu. Kim karşılar beni bu devirde, bu ortamda, bu pozisyonumla. Yalova Kaymakamı bile değilim zira. Alacağımı aldım. Ayrılmadan önce kapıda büyükçe bir masan vardı, kimse girmesin diye koyduğun. Niye kaldırdın, dedim. "Kaldırır mıyım? Koyacağım yeniden. Daha yeni açıyorum dükkanı. (Demek ki burnum düşmüş sabah sabah) Koymayıp da ne yapacağım sonra. Değilse hakından (hakkından) mı gelinir bizim milletin. İçeri giren eliyle ekmek seçmeye başlıyor. Mecbur koyacağım" dedi. Kolay gelsin dedim, ayrıldım.

Evimin yolunu tutarken sevincim kursağımda kaldı. Çünkü kapıda gördüğüm bakkalın, beni karşılamak için değil, içeri girmeyeyim diye beni kapıda beklediğini çok geçmeden anladım. Sevincim kursağımda kalsa da eliyle ekmek seçen insanımızı takdir ettim. Nasıl takdir etmem. Temasın, insanı ölüme götüreceği bu kadar açık ve çok dillendirildiği bir ortamda huylunun huyundan vazgeçmemesi, inadım inat demesi. Yani ölüme davetiye çağıran temasa rağmen ekmeği eliyle seçme alışkanlığına devam etmesi. Ölüme meydan okuyan, atın ölümü arpadan olsun diyen, böyle derken başkasını da ölüme çağıran böylesi cahil cesur ve bir şey olmaz diyen aymazların ekmek seçen o elleri ancak öpülür. 

Öyle ya, sonunda ölüm var diye yılların geleneğinden vaz mı geçelim. Ekmek bu. Başka bir şeye benzer mi? Sonra ne belli bakkalın iyi ekmek vereceği. Gözüm görecek… yetmez, elim de değecek…değmek de yetmez. Çünkü belli olmuyor. Aynı zamanda sıkacağım. Sıktığımı bırakıp diğerine dokunacağım. Yok, öyle yağma. Varsın millet ayıplasın. Ben bu ekmeği normal hayatta kullanmayacağım ki sonra. Mideme indireceğim. Sağlığımı düşünen biri olarak mideme ne gönderdiğimi de bilmek zorundayım. Sonra elimin kirli olduğunu kim söyledi? Benden temizi var mı şu dünyada. Herkes kendine baksın. Kendi kirli ellerini benim ellerimle karıştırmasın. Sonra arılar da öyle yapmıyor mu? Konduğu çiçekten bal alıp geri mi geliyor sanki. Bir ona, bir buna konup duruyor. Ayrıca pazarda seçerek alamadığım sebze ve meyvenin hıncını bu vesileyle ekmekten çıkartıyorum. Öyle değil miyiz zaten. Birine, bir şeye gücümüz yetmez. Hıncımızı gider, güçsüzden alırız. Dünyanın düzeni bu. Bu arada Konya semt pazarlarındaki bazı pazarcıların ürününü seçtirmemesini ben, esnaf malına güvenmiyor da ondan seçtirmiyor sanırdım. Halbuki hijyen yönünden seçtirmediklerini, bizim hijyenimizi düşündüklerini geç de olsa bu vesileyle anlamış oldum.) 

Takdir ettiğim sadece ekmek seçimimiz değil. Başka bir takdir ettiğim kesim daha var: Birkaç kişi bir araya geliyor, gündeme dair muhabbetlerini yapıyorlar. Cenazeye katılıp mezarlıkları ziyaret ediyorlar. Sonra sosyal mesafeyi gözetmeden yan yana gelip fotoğraf çekiniyorlar. Bunu da ölümsüzleştirmek için paylaşıyorlar. Paylaşımının altına da “Evde kal Türkiye!” yazmayı unutmuyorlar. Mesaj bana gayri. Çünkü gördüğüm kadarıyla kendilerini ölüme atarlarken kendilerinden fazla beni düşünüyorlar. Nasıl takdir etmem bunu. Sağ olsunlar… Bir misyon adamına evde kalmak yakışır mı sonra? Onlar çarşı pazar gezip dolaşacaklar. Ben evde bekleyeceğim. Ayrıca “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı sözü, başka türlü nasıl icra edilecek… Hasılı, bu yaşımda tüm bunlardan benim öğrendiğim, evde kalmak sadece bana ve benim gibi acizlere mahsus.

*04/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.