25 Mart 2020 Çarşamba

Türkiye’nin Kronik Hastalığı ***

21.asra gelmiş olsak da salgın hastalıklar peşimizi bırakmıyor. Bu salgınlar bazen lokal düzeyde kalsa da şimdi yaşadığımız gibi tüm dünyayı tehdit eder düzeye ulaşabiliyor. Bu salgın hastalıklar gibi peşimizi bırakmayan başka hastalıklarımız da var: Birbirimize, fikirlerimize, giyim ve kuşamımıza tahammül edememe gibi.

Dünya özgürlükler konusunda epey mesafe kat etmiş olmasına rağmen Türkiye özgürlükler konusunda iyi bir sınav vermiyor. Bazen “Türkiye eskisi gibi değil, normalleşiyor artık. Farklı fikir ve düşüncedeki insanlar bir araya gelebiliyor, konuşabiliyor, farklı giyimlere ses çıkarılmıyor. Neydi o eski günler! Şükür ki geride kaldı” diyorsun. Hemen cırtlak bir ses ortaya çıkıp içinde biriktirdiğini kusuveriyor: “Başörtülü biri ekrana çıkıp nasıl ders anlatabilir? Bana göre böyle giyimli biri, öğrencilerine rol model olamaz” deyiveriyor. Şükür ki “bana göre” diyor. Temsil ettiği zihniyet adına konuşmuyor. Her ne kadar temsil ettiği zihniyet adına konuşmamış da olsa o zihniyeti benimsemiş kişiler arasında böyle düşünenlerin sayısı da az değil.

Adam, oturmuş ekranın karşısına. “Uzaktan eğitim” derslerini takip ediyor. Sanırsın ki ders programına göre ders gören bir öğrenci. Diyelim ki gazetecidir: Uzaktan eğitim nasıl olacak, MEB hazırlık yapmış mı, Türkiye’de ilk defa uygulanacak olan bu sistemde eksiklikler var mı gibi durumlara bakacak. Takip ettiği dersi veren öğretmeni, anlatımında ve donanımında yeterli görmese de “MEB, bir milyon öğretmenin içerisinde bunu mu buldu? Bu öğretmen yeterli değil, çocuklarımıza yazık oluyor” dese haklıdır, eğitim ve öğretimin daha iyi olması için eleştiri getiriyor diyeceğim. Ekranın karşısına niçin oturduğu, karın ağrısının ne olduğu ve hazımsızlığı ortaya çıkıverdi hemen: Başörtüsü avına çıkmış gayri, belli.

Bir kişinin böyle konuşması Türkiye’yi ve o zihniyeti taşıyanları bağlamaz diyebilirsiniz. Elbette bağlamaz. Ama Türkiye, geçmişte kılık-kıyafet ve giyim-kuşamdan çok çekti. Kendisini bağlasa da bu konuşma, bir bilinçaltının dışa vurumudur, geçmişte kalmış kronik bir hastalığın yeniden nüksetmesidir. Bereket ki ilgili zatın kendisi ve düşüncesi iktidar değil. Halbuki benim bildiğim, muhalif olanlar daha özgürlükçü bir siyaset izlerler, herkese mavi boncuk dağıtırlar. Muhalifken böyle düşünen, iktidar olsa neler yapmaz, varın siz düşünün. (Görüşünü tasvip etmesem de dobralığını takdir ettim. Bazı siyasiler gibi ikili oynamıyor. Ben buyum. Elimde imkan olsa böyle görüntüye geçit vermem, diyor.)

Demek ki kişinin gazeteci olması, bir partiden Türkiye’nin en büyük şehrini yönetmek için aday adayı olması, bir camianın duayeni ve sözcüsü olması, kişiyi özgürlükçü yapmıyor. Yedisinde ne ise yetmişinde de o. Türkiye’de her şey değişse de bu bakış açısı, bu zihniyet değişmiyor.

İnsanları kılık-kıyafeti, giyim ve kuşamına göre tasnife tutan bu tip insanları ben, kaporta insanı olarak değerlendiriyorum. Kaporta Müslüman’ı olur da kaporta insanı olmaz mı? Kaporta insan; insanın içine değil, dışına bakar. Bir insanın kaportası düzgün mü? Tamam. O, rol modeldir.* Değilse allameyi cihan da olsa bilgi ve birikimiyle ağzıyla kuş tutsa da böylelerinin gözünde sıfırdır. Kılık-kıyafet, giyim ve kuşam önemlidir elbet. Zira insanlar kıyafetleriyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır. Önemli olan da fikir olması gerekir. Tüm birikimi ve fikri kaportadan ibaret olanlar bunu bilemez ve anlamazlar.

*Yeni neslin gözünde; öğretmen, gazeteci, siyasetçi vb meslek grupları rol model değildir. Yeni nesil, genelde sanatçı ve futbolcuları rol model olarak görüyor. Sayın yazar, gençliğin yöneldiği bu rol modellere yönelse daha iyi olacak. En azından başörtülü biri çocuklarımıza rol model olacak korkusu yaşamaz ve eskimiş düşüncesini yenilemiş olur.

***26/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

23 Mart 2020 Pazartesi

15.Yüzyıl Diliyle, Salgından Korunma Yolları *

15.yüzyılda yaşamış Amasyalı Şerefeddin Sabuncuoğlu, 1468 yılında yazdığı Mücerrebname isimli eserinde, salgın hastalıklardan kurtulmanın yolunu şöyle anlatmış:

"Ellerini onat yu/Ellerini doğru, iyi yıka.
Galebeliğe girme/Kalabalığa girme.
Selâmı uzakça vir/Uzaktan selâm ver.
Eyi yi vü eyi iç/İyi ye ve iyi iç, yani iyi beslen.
Haste isen yativir/Hasta isen yatıver!
Taşrada yüzün ört/Dışarıda yüzünü ört!
Biiznillah nesne dokunmaz/Allahın izniyle, bir şey dokunmaz!" (Yazının tümü için bk. Mehmet Doğan, Karar Gazetesi)

İzin verir, bana kızmazsanız, Şerefeddin Bey'i haklı bir eleştiriye tabi tutmak istiyorum:
1. Şerefeddin Bey'in 15.asırda ortaya koyduğu salgından korunma yollarını 21.asır uzmanları da söylüyor. Bu demektir ki Sabuncuoğlu günümüz akademisyenlerinin dediğinin üzerine bir şey koymamış.
2.Tek fark, günümüz uzmanlarının 14 maddede kurallaştırdığı salgından korunma yollarını Şerefeddin Bey, 7 maddede özetlemiş. Özetlerken günümüz 14 madde kuralına atıfta bulunmamış. Bu durumda kendisine intihalci denebilir.
3.Korunma yolları konusunda Sabuncuoğlu'nun tek eksiği, el yıkamada 20 saniye kuralını bilmemesi. "Ellerini doğru, iyi yıka" demekle yetinmiş. Ayrıca nasıl yıkanması gerektiğini göstermemiş. Belki de saatler günümüzdeki kadar yaygın olmadığından olsa gerek.
4.Yıka yerine "yu" fiilini kullanmış. Halbuki TDK "yu" eylemini halk dilinde kabul ediyor. Maalesef Sabuncuoğlu, eserini yazarken TDK sözlüğünü hesaba katmamış. Bu yüzden eseri bilimsel değil denebilir. Kusura bakmasın, emeğini inkar etmiyorum ama bu yazım yanlışlarıyla yazar, üniversitelerin akademik jürilerinden geçer not alamaz ve kendisine de Doç, Prof unvanı verilemez.
5.Ayrıca TDK'nın kabul ettiği, kalabalık kelimesi yerine "galebeliğe" kelimesini kullanmış. Hangi birini düzeltelim burada. Kelime büyük ses uyumuna da uymuyor bir defa. "K" yerine Gonyalılar gibi "G" kullanmış. (Siz Konyalılar, “k”lara niçin “g” dersiniz diyenlere duyurulur. Gördüğünüz gibi aslı “g” imiş bu tür kelimelerin. Ayıplayacaksanız Gonyalıları değil, Şerefeddin Bey'i ayıplayın. Sizi TDK'cılar sizi!)
6. Yine Sabuncuoğlu "ver" yerine "vir", "iyi" yerine "eyi", "ye" yerine "yi", "yatıver" yerine "yativir" kelimelerini kullanmış. TDK, kelimelerin bu şekilde kullanılmasını yanlış bulsa da Anadolu insanı konuşma dilinde hala böyle konuşur. Kim dilimizi orijinalinden konuşuyor kim kendince değiştirmiş. Takdir sizin.

Şerefeddin Sabuncuoğlu'ndan Allah razı olsun, mekanı cennet olsun.

*25/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Sonumuz İtalyanlara Benzemesin! *

Dünyayı kasıp kavuran salgın virüs gecikmeli de olsa ülkemizi de vurdu. Her gün, gece saatlerinde virüse yakalananların sayısını Sağlık Bakanı açıkladıkça salgının her gün arttığını, test yapıldıkça daha da artacağını göstermektedir.

Dünyada ve Türkiye'de ölenlerin kimliğine bakıldığı zaman virüs, öncelikli olarak yaşlıları ve ilaca bağlı yaşayan kronik hastaları vuruyor. Başta çocuk ve gençler olmak üzere bağışıklık sistemi güçlü olanlar bu virüsü kapsalar bile hastalığı ayakta iken atlatıp iyileşebiliyor.

İnsandan insana sirayet eden bu virüsü az hasarla atlatmak ve birbirimize bulaştırmamak için devlet ve işin uzmanları "Evde kal" seferberliği başlattı ve çoğunluk evlerine kapandı. Sayıları az olsa da söz dinlemeyenlerimiz var. Çarşı-pazar, park demeyip dolaşmaya, sere serpe oturmaya devam ediyorlar. Söz dinlemeyenlerin başını da yaşlılarımız çekiyor. Niye evde değilsiniz dendiğinde "sıkıldım çıktım", “hanımla kavga ettim”, “alışveriş için çıktım”, “şurada oturuyorum, kimseye temas etmiyorum” sözlerini izliyoruz ekranlarda. Bazı belediyeler uyarılara rağmen banklarda oturanlardan kurtulmak ve onları evlerine göndermek için bankları kaldırıyor. Kim sıkılmaz ki günlerdir evde kapanıp kalmaktan…kim zevk alır günlerce evde oturmaktan… İşin garibi, yaşlarıyla orantılı olarak bağışıklık sistemleri zayıf olduğu için virüsten en fazla etkilenen yaş grubu olmalarına rağmen yaşlılarımız söz dinlemiyor.

Diyelim ki yaşlılarımız evlerinde yalnızlara oynuyorlar, yalnızlık ölmekten beterdir. Ha öyle ölmüşler ha böyle deyip dışarı kendilerini atıyorlar. Gençlere ne demeli? Kimi, oltasıyla balık tutuyor, kimi pikniğe gidip mangal yakıyor, kimi eski günlerde olduğu gibi otogarlarda asker uğurlama merasimleri yapıyor, kimi parklarda sosyal mesafeye dikkat etmeden sere serpe oturuyor, kimi yurtdışından gelmiş olmasına, evde 14 gün boyunca çıkmayacağına ve kimseyle görüşmeyeceğine dair imza vermesine rağmen süresini doldurmadan dışarıya çıkıyor… Polis ve zabıta onca işinin arasında bir de bu tiplerle uğraşıyor.

Söz dinlemeyip dışarıya çıkmaya devam edenlerde mantık “Bize bir şey olmaz” sendromudur. Doğrudur. Kötüye bir şey olmaz. Bunların zararı tüm millete olacak. Cahil cesareti ve aymazlıktır bu yaptıkları. Bunlara bir şey olmasa da evlerine gittikleri zaman kaptıkları virüsü ailelerine bulaştırabilirler. Göz ardı ettikleri nokta bu. Bunlar sanıyorlar ki kendileri çok sağlıklı ve virüs taşımıyorlar. Ne biliyorlar? Belki virüsü kaptılar, daha etkisini hissetmiyorlar veya bağışıklık sistemleri güçlü olduğu için hastalığı hissetmeden ayakta geçiriyorlar.

Gencinde, yaşlısında bir söz dinlemezlik... Ne ara böyle söz dinlemez, inatçı bir toplum olduk, anlamadım gitti. Bu aymaz durumumuz İtalyanları andırıyor. Sokaklarda gezen gençler, kaptıkları virüsleri eve gelince büyüklerine bulaştırıyorlar. İtalyanlar, söz dinlememelerinin ceremesini büyük bedeller ödeyerek çekiyorlar. Her gün rekor seviyede ölümler oluyor İtalya’da. Şimdiden ölü sayısı Çin’i geçti. Buna rağmen İtalyanlar eve girmemekte direniyor. İnşallah sonumuz İtalyanlar gibi olmaz.

*27/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.