Ana içeriğe atla

Türkiye’nin Kronik Hastalığı ***


21.asra gelmiş olsak da salgın hastalıklar peşimizi bırakmıyor. Bu salgınlar bazen lokal düzeyde kalsa da şimdi yaşadığımız gibi tüm dünyayı tehdit eder düzeye ulaşabiliyor. Bu salgın hastalıklar gibi peşimizi bırakmayan başka hastalıklarımız da var: Birbirimize, fikirlerimize, giyim ve kuşamımıza tahammül edememe gibi.

Dünya özgürlükler konusunda epey mesafe kat etmiş olmasına rağmen Türkiye özgürlükler konusunda iyi bir sınav vermiyor. Bazen “Türkiye eskisi gibi değil, normalleşiyor artık. Farklı fikir ve düşüncedeki insanlar bir araya gelebiliyor, konuşabiliyor, farklı giyimlere ses çıkarılmıyor. Neydi o eski günler! Şükür ki geride kaldı” diyorsun. Hemen cırtlak bir ses ortaya çıkıp içinde biriktirdiğini kusuveriyor: “Başörtülü biri ekrana çıkıp nasıl ders anlatabilir? Bana göre böyle giyimli biri, öğrencilerine rol model olamaz” deyiveriyor. Şükür ki “bana göre” diyor. Temsil ettiği zihniyet adına konuşmuyor. Her ne kadar temsil ettiği zihniyet adına konuşmamış da olsa o zihniyeti benimsemiş kişiler arasında böyle düşünenlerin sayısı da az değil.

Adam, oturmuş ekranın karşısına. “Uzaktan eğitim” derslerini takip ediyor. Sanırsın ki ders programına göre ders gören bir öğrenci. Diyelim ki gazetecidir: Uzaktan eğitim nasıl olacak, MEB hazırlık yapmış mı, Türkiye’de ilk defa uygulanacak olan bu sistemde eksiklikler var mı gibi durumlara bakacak. Takip ettiği dersi veren öğretmeni, anlatımında ve donanımında yeterli görmese de “MEB, bir milyon öğretmenin içerisinde bunu mu buldu? Bu öğretmen yeterli değil, çocuklarımıza yazık oluyor” dese haklıdır, eğitim ve öğretimin daha iyi olması için eleştiri getiriyor diyeceğim. Ekranın karşısına niçin oturduğu, karın ağrısının ne olduğu ve hazımsızlığı ortaya çıkıverdi hemen: Başörtüsü avına çıkmış gayri, belli.

Bir kişinin böyle konuşması Türkiye’yi ve o zihniyeti taşıyanları bağlamaz diyebilirsiniz. Elbette bağlamaz. Ama Türkiye, geçmişte kılık-kıyafet ve giyim-kuşamdan çok çekti. Kendisini bağlasa da bu konuşma, bir bilinçaltının dışa vurumudur, geçmişte kalmış kronik bir hastalığın yeniden nüksetmesidir. Bereket ki ilgili zatın kendisi ve düşüncesi iktidar değil. Halbuki benim bildiğim, muhalif olanlar daha özgürlükçü bir siyaset izlerler, herkese mavi boncuk dağıtırlar. Muhalifken böyle düşünen, iktidar olsa neler yapmaz, varın siz düşünün. (Görüşünü tasvip etmesem de dobralığını takdir ettim. Bazı siyasiler gibi ikili oynamıyor. Ben buyum. Elimde imkan olsa böyle görüntüye geçit vermem, diyor.)

Demek ki kişinin gazeteci olması, bir partiden Türkiye’nin en büyük şehrini yönetmek için aday adayı olması, bir camianın duayeni ve sözcüsü olması, kişiyi özgürlükçü yapmıyor. Yedisinde ne ise yetmişinde de o. Türkiye’de her şey değişse de bu bakış açısı, bu zihniyet değişmiyor.

İnsanları kılık-kıyafeti, giyim ve kuşamına göre tasnife tutan bu tip insanları ben, kaporta insanı olarak değerlendiriyorum. Kaporta Müslüman’ı olur da kaporta insanı olmaz mı? Kaporta insan; insanın içine değil, dışına bakar. Bir insanın kaportası düzgün mü? Tamam. O, rol modeldir.* Değilse allameyi cihan da olsa bilgi ve birikimiyle ağzıyla kuş tutsa da böylelerinin gözünde sıfırdır. Kılık-kıyafet, giyim ve kuşam önemlidir elbet. Zira insanlar kıyafetleriyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır. Önemli olan da fikir olması gerekir. Tüm birikimi ve fikri kaportadan ibaret olanlar bunu bilemez ve anlamazlar.

*Yeni neslin gözünde; öğretmen, gazeteci, siyasetçi vb meslek grupları rol model değildir. Yeni nesil, genelde sanatçı ve futbolcuları rol model olarak görüyor. Sayın yazar, gençliğin yöneldiği bu rol modellere yönelse daha iyi olacak. En azından başörtülü biri çocuklarımıza rol model olacak korkusu yaşamaz ve eskimiş düşüncesini yenilemiş olur.

***26/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde