5 Eylül 2017 Salı

Bu Hareket Kimin Emrinde?

Sürekli kendi kurduğu televizyonlarda arzı endam eden bir kişi var. Hem siyasetçi, hem tarikat lideri, hem iş adamı, hem de medya patronu. Dergi, gazete ve televizyonları var. Kendisi Yüksek İslam Enstitüsünü bitirmiş. Yüksek lisans ve doktorasını Türkî Cumhuriyetlerinden birinde yapmış, kullandığı Prof'luk unvanının aslı astarı olmadığı konusunda görsel ve yazılı basında zaman zaman haber konusu olur.

ABD menşeli Amerikan Biyografi Enstitüsü tarafından sekiz defa ödül verilen bu kişi kurduğu siyasi parti ile her seçime de katılır. Vaatlerine hiçbir siyasi yetişemez. Uçuk-kaçık vaatlerine rağmen girdiği her seçimde binde dokuz oydan fazla oy alamamasına rağmen her seçime de katılır. 

Kurban Bayramı öncesi 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla kendi televizyonunda canlı yayımlanan bir programları gözüme çarptı. Program baştan sonra siyasal İslam'ı eleştirme üzerine kurulmuş, siyasal İslam'ın temsilcisi olarak bilinen Necmettin Erbakan'ı yerden yere vuruyorlardı. Erbakan'a partisini kimlerin kurdurduğunu anlattı durdu kendisine hukukçu diyen biri. Birkaç tane de kariyer yapmış, Prof'luk unvanı almış konuşmacı vardı. Baştan sonra iş gelip dayanıyor kendi liderlerini övmeye. Erbakan, Özal, Erdoğan kim varsa hepsi nasibini aldı bu konuşmada. 

Övgüyü hak edenlerin başında Atatürk vardı. Bir de kendisi. Dinlediğim bölümde liderlerini yere göğe sığdıramadı önünde unvanı yazılı olan kişiler. Vıcık vıcık yağ çektiler durmadan.

İş adamı, sanayici, medya patronu, ilahiyatçı, tarikat lideri ve bir siyasi partinin başkanlığını yapan bu zat 2015 yılında yaptığı bir açıklamada Atatürk'ün 'seyyit' olduğunu iddia etmiş, onun soyunu Hasan ve Hüseyin'e dayandırmıştır.

Edindiği serveti nasıl elde etti, ailesi mi çok zengindi, birileri tarafından maddi olarak destekleniyor mu bilmiyorum. Uçuk-kaçık fikirlerine ve sataştığı kesime bakarak bu adamı kim besliyor, kimin emrinde, amacı nedir diye düşünmeden edemiyorum. 

Sahi bu adamı, sayısı fazla olmayan bu camiayı tanıdınız ise gerçekten bu adamın amacı nedir? Kime hizmet ediyor? Biliyorsanız beni sevindirirsiniz.  05/09/2017

4 Eylül 2017 Pazartesi

Evli Evine Köylü Köyüne! *

Yaz dönemi bazı meslek sahipleri, öğrenci ve öğretmenler için uzun tatil demek. Meclis, yargı mensupları da tatilden nasibini alanlardan. Zafer ve Kurban Bayram tatillerinin birleştirilmesiyle tatilden hemen hemen payını almayan kalmadı.

Kimimiz tatilde gezdi dolaştı, kimimiz asli görevi dışında başka işler yaptı. Sonunda tatiller bitti. Bundan sonra evli evine, köylü de köyüne artık. Öğretmenler hemen Bayram ertesi iş başı yapacak, öğrencilerse iki hafta sonra. Ardından yargı ve Meclis bitirecek tatilini. İşine bayram arası verenler ise yeniden işlerine koyulacak. Aşağı yukarı herkesi mesai ve iş yükü bekliyor. Maraton koşusu başlıyor artık.

Uzun tatil rehavet, tembellik demektir, insanı paslandırır. Hedefi kaybetmektir, insanı asli işinden uzaklaştırmak demektir, zamanı hor kullanmak, israf etmek demektir. Herkes hamlaştı iyice. Hamlaşan insan kolay ısınamaz, işine kendisini veremez.

Uzun tatiller aynı zamanda iş kaybı, işin aksaması, efor düşüklüğü, ekonominin zarara uğraması demektir. Sadece tatiller değil bizde sorun. Tatil yaklaşırken tatil havasına girer, işi rölantiye alırız, tatil dönüşü de kolay kolay  kendimizi işimize veremeyiz. Tatil cennetiyiz dense yeridir. Lüks tüketimin arttığı günümüzde dünya kaynakları daralmaya devam ediyor. Bizim uzun tatilden ziyade daha fazla çalışıp daha fazla üretmemiz gerekir. Türkiye ne yapıp ne edip tatillere bir sınırlama ve düzenleme getirmelidir. Bazı iş kollarında tatil kaçınılmaz denebilir. Bunun yolu uzun tatilden ziyade Türkiye şartları göz önünde bulundurularak belli ayların içerisine serpiştirmektir. Burada öğrenci ve öğretmenler için bir örnek verirsek ne demek istediğimizi daha iyi anlatmış oluruz. Öğretmenin yaz tatili bir, öğrencininki iki ayla sınırlandırılmalıdır. Diğer  tatiller bir haftayı geçmeyecek şekilde her sekiz haftanın bitiminde yapılan sınavların ardından verilmelidir. Bir başka örnek de bayram tatilleri için verelim. Bizde özellikle dini bayramlar hafta içine geldiği zaman çoğu zaman haftayı tümden tatil ederek tatili dokuz güne çıkarıyoruz. Dokuz gün tatili gören bayram-seyran demeden soluğu sahil kenarlarında almaktadır. Belki içimizden bu vesileyle insanımız soluklanıyor, nefes alıyor, kafa dağıtıyor. Tatiller de olmasa insan çatlar diyebiliriz. Bu düşünce bir yere kadar doğrudur, nefse de hoş gelir. Ama bu işin bir de aması var. Uzun tatil demek şehir dışına çıkmak demektir, şehirlerarası trafiğin yoğunlaşması demektir. Bizde bu kural tanımazlık ve hız tutkunluğu oldukça her uzun tatil, özellikle uzun bayram tatilleri trafik kazalarına davetiye çıkarır. Kazaların çoğu yaralanma ve ölümlerle sonuçlanıyor. Sonunda bayram elbisemiz kefenimiz olabiliyor. İç turizmi canlandırmak amacıyla ihdas edilen Zafer Bayramı ve Kurban Bayramını içine alan on günlük tatilin dokuz günlük bilançosu ağır mı ağır. Onca uyarıya rağmen bayramın son günü itibariyle 148 trafik kazası meydana gelmiş, 122 kişi hayatını kaybederken 640 kişi de yaralanmıştır. Hurdaya çıkan araçları saymıyorum bile. Terörde bu kadar kişi ölse Türkiye ayağa kalkar, günlerce yas tutarız. Nedense trafik kazasında kaybettiğimiz bu kadar canı haberlerde vererek geçiştiriyoruz. Halbuki trafik canavarı terörden daha beter bugün için. Orta yerde bir katliam var. Bu katliamda uzun tatilin payı büyüktür. Bu son uydurulmuş uzun tatil olmasa belki bu kadar insanımız ölmeyecekti.

Geçen geçti, yapılan yapıldı, dinlenen dinlendi, ölen de öldü. Geçmişe ah-vah etmenin bir anlamı yok. Geçmişten ders çıkarıp önümüze bakmamız ve bir daha elim olaylarla karşılaşmamak için yetkililerin ayakları yere basan kararlar almasıdır. Yoksa bu gidişle daha çok anamız ağlar. İşleyen demir pas tutmaz misali zaman iş zamanı. Herkes işinin başına. Evli evine, köylü köyüne artık. Bu vesileyle bayramınızı kutlar, ölenlere rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. Son olarak iki tatil arası mesai saatlerini tatil yapan zihniyete son diyorum. 04.09.2017

* 06/09/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


3 Eylül 2017 Pazar

Kırıp Döküp Ufalamak

Günlük hayatta türlü türlü insanlarla muhatap oluruz. Bunların içerisinde ortamı geren tipler vardır. Gerginliğinden çevresinde olan herkes nasibini alır.

Sinirli tiplerden bahsediyorum. Kızacağı konunun önemli olması gerekmez. Çok da ketumdurlar. Ne zaman sinirlenecekleri, neye sinirlenecekleri, kime sinirlenecekleri belli olmaz. Yeter ki gerilsin. Bundan sonra Allah ne verdiyse artık. Varsa yoksa sinirleri vardır. Kırıp döküp ufalarlar. Bayram-seyran dinlemez, dost-düşman gözetmez, sakinleşince konuşayım demez, çevremdeki olanları ‘üzerim’ diye düşünmezler.

Saman alevi gibidir bunlar. Ne zaman tutuşacağı belli olmaz. Alev topuna dönüşür birden. Parlamasıyla sönmesi bir olur. O esnada yanındaki olanların hepsi kimi dumanından, kimi alevinden, kimi de ateşinden nasiplenir. Anlık sinirleri kendisine ışık vermediği gibi çevresine de vermez.

Bir kanser hücresi gibidir bunlardaki sinir. Gün yüzüne çıkmaması, bulunduğu yerde kalıp vücudun diğer taraflarına zarar vermemesi için cam bir fanusun içine hapsetmek gerek. Yoksa bir harekete geçti mi yanardağ patlamasına dönüşür. Sakinleşip kendine gelmesi, yerine geri gitmesi, başkasına zarar vermemesi için çok az bir zamana ihtiyaçları vardır böylelerinin. Az sonra harekete geçen siniri kendiliğinden sakinleşir. Böylesi durumlarda bu tipleri kendi haline bırakmaktır asıl olan. Sakinleştirmeye çalışmak, cevap vermeye kalkmak beyhude çabadır. Sinirlerinin tavan yaptığı andır bu an. Sinir boşalması yaşarlar bu esnada. Söndürmek için dokunan yanar. Dokunanın haklı-haksız olması gerekmez. Alakası olmayan işler de girer işin içine. Tüm oklar böyle durumlarda üzerine vazife çıkartanlara döner. Halbuki sinir boşalmasının yaşandığı esnada az sabredip kendi haline bırakılsa -nasıl ki kızgın sirke küpüne zarar verirse- zararı sadece kendisiyle sınırlı kalacaktı.

Sinir bir hastalıktır, arızi bir durumdur. Her insanda az veya çok bulunur. Kimi sinirlerine hakim olur, kimi olamaz. Bu hastalığın tedavisi kişinin kendine hakim olmasıdır. Başka türlü tedavisi mümkün değildir. Kendi kendine tedavi edemiyorsa yukarıda bahsettiğim gibi biraz kendi haline bırakmaktır. Böyle davranılırsa o esnada etrafına ışık vermese de zararı kendisiyle sınırlı kalacaktır. Sakinleşince attığı okları tek başına toplayacaktır. Yaptığı eylemin yanlış olduğunu anlayacaktır. Bu sefer başkasına değil kendi kendine kızacak, öz eleştiri yapacaktır. Kırıp döktüğü varsa telafi etmek ve ortamı yumuşatmak için gönül de alacaktır. Bu tiplere yapılacak en büyük iyilik budur. Bu iyiliğin daha ilerisi bu kimse sakinleşince söyleneceklerin söylenmesidir. Yoksa sinir esnasında müdahale etmek yangına körükle gitmek gibidir.

İşte size insan tiplerinden bir tip. Kolay kolay değiştirmek mümkün değildir. Sinir vücudunun tüm organlarına baskındır böylelerinin. Öyle “Sinirlenmemek lazım, ne var bunda, ben çok sinirli değilim” demeye gelmez. Allah bunları böyle imtihan eder. İnanın çok sinirli olanlar da sakinleşince ‘Sinirlenmemem lazım, ne vardı bunda. Bundan sonra bir daha olur-olmaz sinirlenip başkalarının kalbini kırmayayım’ diye çok söylerler. Hatta ‘Sakin ol, Sakin ol” diye kendilerine emir verip dururlar. Ama iş sinirlenmeye gelince siniri aklının önüne geçer. Artık akli davranamazlar. Bırakalım böylelerini kendi imtihanlarıyla baş başa. Onlar vara yoğa sinirlenmeye devam etsinler, biz de kendi işimize bakalım. Yok ağzımızın tadı bozulmasın, biz onun iyiliğini istiyoruz deniyorsa o kişinin hassasiyetlerine özen göstermek, onu anlamaya çalışmak belki bir çıkar yol olur.

Allah nefisimize özellikle sinirlerine hakim olan insanlardan eylesin. 03/09/2017