2 Ocak 2016 Cumartesi

Seyirlik Evler

Bir ve beraber kaldığımız küçük evlerden ayrı dairelere çekirdek aile olarak taşındık; evimiz geniş olsun, kullanışlı olsun, daha rahat hareket edelim; çocuğumuzu kendimiz, keyfimize göre yetiştirelim diye.

Ev işlerine bakan içişleri bakanı  evi kendine göre dizayn eder. Bize de pamuk elleri cebe atıp evin iç donanımını alıp seyretmek kalır.

Evin hanımı vitrin, dolap, vestiyer,  masa, sehpa, fiskos masası istemiştir. Çünkü ihtiyaç ve  rahatımız için her şeyi yaptırmalı ya da almalıydık. Hatta dolap ve vestiyerlerin yanına küçük küçük raflar bile yaptırmalıydık. Gözlüğümüzü, anahtarımızı, el çantamızı, kitabımızı, telefonumuzu  koyalım diye.

Sonunda anladım ki aldığımız ve masraf ettiğimiz hiç bir şey kullanılabilir ve rahatımız için değilmiş. Hepsi seyirlik. Göze hitap ediyor. Masa-fiskos ve sehpaların üzerine başka bir şey konmayacak şekilde vazo ve çanakların içerisinde çiçeklerle doldurulmuş; kimi gerçek çiçek, kimi de yapay. Rafların üzeri ve dolapların yanındaki çıkıntılar ise yine süs eşyalarıyla doldurulmuş. Elindeki kitabı, gözündeki gözlüğü, cebindeki cep telefonunu koyacak bir yer bulabilirsen aşkolsun. Gidiversem oturduğum yere de yeni bir seyirlik eşya konacak. Şimdilik oturacak bir yer bulabiliyorum. Hele şükür.

Anam babam usulü perdeler demode olmuştur. Yenilerini alırsın. Hem de duvar boyu. Dünyanın parasını verirsin işe yarasın diye. Nerde o da seyirlik. Perdeyi açması ve takması, çıkarılması, pencereyi açması, kapatması ayrı bir işkence. Karanlıkta oturur ışık yakarım daha iyi.

Herkesin koltuğu var. Artık şark odası dönemi geçti, yer sergisinden kurtulalım dersin; dükkan, mağaza dolaşır. Marka, renk beğenirsin. Sonra o beğendiğin renk ve deseni bir daha görmeyecek şekilde kirlenmemesi için koltuklara yüz geçirilir.

Isınmak için  kalorifer döşetirsin. Petekleri görebilirsen aşkolsun. Çünkü onları, perdelerin altında ve önünde koltuklar ile gizlenmiş bulursun. Isı verme şansı da yoktur zaten. Nefes alabilirse şükretsin.

Yazıcının üstü, bilgisayar kasasının üstü, masa ve sehpaların üstü  dantellerle kapatılmış. Yazıcıya bir yazı göndersen yazıcı otomatik açılır ama yazdırma şansı yoktur. Çünkü dantel engelliyor.

Hele yazık o çamaşır makinasına. Banyonun buharı, nemi nefes aldırmazken bir de üzerine örtülmüş örtü ile iyi ki boğulmuyor. Makinenin rengi mi görebilene aşkolsun. Televizyonlar led olalı üzerinden sarkıtılmış örtüden kurtuldu nihayet.

Bir kısmınızın bereket bizim ev böyle değil dediğinizi duyar gibiyim. ( Bence dışarıyı seyretmekten burnunun ucunu pardon evinin içini görememiş olabilirsin. İyi bak.) Bu açıdan şanlısınız. Doya doya evinizde yaşayın. Gözlük, telefon, çanta, kitap ve defterinizi istediğiniz yere koyabilirsiniz.

Yok bizim evde aynı seninki gibi diyorsanız. Yapacağınız tek şey var: Oturup ağlamak. Ya da eski bir, iki odalı yerlere taşınıp istediğini, bulduğun boş yere koyacaksın. Öyle evleri bulma şansınız pek yok. En iyisi burnunu çeke çeke ağlamak. Hem için açılır. Ben belki bir orta yol bulurum diyorsan boşa kürek çekme. Teslim bayrağını çek. Eşinin oluşturduğu kaderine razı ol.

Bil ki aynı kazana atılsanız kaynamazsınız. Filistin-İsrail bile bir araya gelir anlaşmak için. Ama siz anlaşamazsınız. Çünkü senin dünyan ile eşinin dünyası farklı.

Sen kullanılabilir bir ev istersin. O ise seyirlik bir ev... Efendim. O zaman seyretmeye devam. 02/01/2015

1 Ocak 2016 Cuma

Düğünlerde Oynamak

-Sen hiç düğünlerde oynadın mı?
-Bir defa  zorla oynattılar.
-Zorla olur mu bu iş?
-O kadar ısrar ettiler ki, sanki ben oynamayınca düğün olmayacak sandım. Elimden tuttular, sürüklediler beni ortaya.
-Becerebildin mi bari?
-Nerde … Cihanbeyli Ovası bana dar geldi.
-Ne zaman oldu bu?
-1986 yılı Eylül ayının ilk haftasında. Sınıf arkadaşım evleniyor dedim. O zamanlar borcam yoktu. Aldım elime bir tepsi . Çıktım Karasınır’dan Cihanbeyli’yi buldum. İlçe dışından gelen misafirlerle birlikte düğün evinin önüne oturduk. Canlı müziği dinlemeye başladık. Oynayanların biri giriyor, biri çıkıyor. Herkes eteğindeki kurtları döküyordu. Bize de seyir işi kalmıştı. Bir de ne göreyim. Oturanlar, özellikle ilçe dışından gelen misafirler podyuma gelsin, halay çekeceğiz dediler. İsteklilerimiz kalktı, hafif ısrarla kalkanlarımız kalktı. Bütün gözler bana yöneldi. “Haydi, sen de gel.” Dediler. Olmaz dedim. Ben inattım, onlar benden de inat çıktılar. Benim inadım oynama becerikliğimden. Onların ki Cihanbeyli inadı artık. Gözle, dille çağırmayı bıraktılar. Elimden tuttular, sahneye doğru çektiler. Halay çekeceklerin arasına beni monte ettiler.
-Niye çıkıvermedin mübarek.
-Kardeş ben hayatımda hiç oynamadım. Bu konuda beceriksizim. Çıkıp  rezil olmam kesin.
-Oynayabildin mi bari?
-Nerde. O halay çekmede eline dikkat edecekmişsin, müziğe eşlik edecekmişsin. Bir de en önemlisi ayak ritmin diğerlerini tutacakmış. Ben karambolden bu işi götürürüm diye düşündüm. Fakat sırıttığım ortaya çıktı. Bütün gözler üzerimdeydi. Bizim yoğurdu üfleyerek yiyen damadımız  da ne kadar hevesliymiş. Uzaktan bana işaret etti durdu . “Ramazan Abi, ayaklarını düzelt” diye. Neyim düzgündü ki ayaklarımı düzeltecektim. Sonunda müzik bitti. Bizim halay ekibi çekmeyi bıraktı. Bana uygulanan Çin işkencesi de böylece sona erdi.
-İlginçmiş.

-İlginç de ne ilginç. Sonunda bizim Osman kerevetine erdi. Benim de kırmızı yüzüm kıpkırmızı oldu. Benim ilk ve son oynamam oldu bu? 01/01/2016

Gurbette okuma mücadelesi



1986 yılında Erciyes İlahiyat Fakültesini kazandım. Yaz boyunca yevmiyesi 5.00 TL’den inşaat işlerinde kazandığım para ile Kayseri’ye okumaya gittim.

Kredi yurtlara bağlı, Talas Erkek Öğrenci Yurduna yerleştim.  Hocaların istediği kitapları aldım. Bir ay oldu, para suyunu çekti. Memleketten para isteme durumum da yok. İkinci dönem okutulacak olan “en- Nahvü’l Vazıh” isimli Arapça kitabını kitapçıya geri vermek için elime aldım. Geldiğim andan itibaren yanımdan hiç ayrılmayan Bursalı Hasan, “Hocam bir sıkıntı varsa bende para var, takviye yapabilirim” dedi. “Yok hocam param falan var. Bu kitap ikinci dönem okutulacakmış, dolapta kalabalık etmesin. Onun için vereceğim” diyerek meteliğe kurşun attığımı gizlemeye çalıştım.

Kitabı kitapçıya geri verdim. Kitap bedeli beni birkaç gün daha götürdü. Bir sabah okula gitmedim. Doğru Kayseri amele pazarını buldum sora sora. Baktım bekleyenler var. Daldım içlerine. Onlar bekliyor, ben bekliyorum. Gelen giden yok. Baktım birisi geldi, öndekilerle bir şeyler konuştu. Dediğini kabul eden olmadı. Adam ayrılınca sordum ne istiyor diye. “Simit sattıracak adam arıyor” dediler. Adamın peşine takıldım. Adam gitti ben takip ettim onu bir gölge gibi. Adamı durdurup “Ben satayım simidini” deyip cesaretimi toplayamadım. Çünkü hayatımın hiçbir safhasında bırakın simidi, topluluk karşısında bir satış yapmamıştım.  Ya ben simit satarken tanıdığım biri görse, ya da simidi satarken başımdan tepsiyi düşürüp simitler yere serpilse… Sonunda adam gözden kayboldu, ben de geldiğim gibi geri yurda döndüm.

Her günün akşamında bir firmanın getirdiği self servis yemekler içerisinde fiyatı en uygun olanı ezogelin çorbası ve kuru fasulye idi. Bir gün çorba, ertesi gün kuru olacak şekilde bir planlama yapmıştım. Yemek seçmem yok normalde. Nasıl ki her gün bal yiyen baldan bıkarsa ben de bu iki yemekten bıkıp usanmıştım. O kadar bıkıp usanmış ve hevesimi almışım ki Kayseri’den ayrıldıktan sonra 8-10 sene bu iki nimete dönüp bakmadım.  Tek kap yemek aldığımı gören bazı tanıdıklarım “Sen başka almıyor musun” derlerdi. Cevabım tekti: “Fazla yiyesim yok, öylesine aldım.”

Akşamında çorba alacak param da kalmadı. Kaldığım B bloktan saat 22.00 gibi A bloktaki kantine geçtim. Kendi halimde otururken ceplerimi bir yokladım. Elime bir çay fişi geçti. Fişi uzatıp yarım ekmek istedim. “Ekmek bayat ve kuru ama” dedi satıcı. “Farketmez” dedim. Ekmeği aldım. Ekmek bayattı ama olsun. Fakat sadece ekmeği başkasının yanında nasıl yiyecektim. Ya biri, “ Kuru ekmek yenir mi? Yoksa senin paran yok mu” dese...En iyisi kantinden çıkmak. Odama gitsem, oda arkadaşlarım orada. En iyisi B blokun arkası dedim. Gittim oraya. Karanlık ve sote bir yer. Gelip geçen de yok. Tam aradığım bir yer. Susuz ve katıksız indirdim mideme hızlıca. Akşam yemeğini de bu şekilde halletmiştim, yarına Allah Kerim dedim ve uyudum.

Sabah kahvaltısını yapan okula giderken ben tersine  Talas ilçesine gittim iş aramaya. Bir günlük bir iş buldum. İşim harç karmak ve 4 ayrı köşede ihata duvarı yapanlara el arabasıyla harç taşımaktı.

Hem karma hem de taşıma. Üstelik harç karılan yerle ustaların olduğu mesafe epey aralıklı idi. Birine götürmeden diğeri harç istiyordu. Öğle yemeği molası dışında dinlenmek için sırtımı dayayamadım. O köşeden bu köşeye koşturdum, kürek salladım. Hayatım boyunca olmadığı kadar terim  akmıştı. Bir de akan terin göze gelmesi yok mu? Mübarek ne de yakardı gözleri. Güneş tepede zaten yakmaya devam ediyordu. Bir de el arabasının kuma saplanması ve taşlara takılması olmasaydı... Hasılı tüm terimi ve çabamı o inşaata, o gün boşaltmıştım nerdeyse. Hamlık da işin cabası. Hele şükür  akşam oldu güç bela.

Sıra geldi alın terimin karşılığını almaya. Patron, “ Paranı yarın vereyim, bizim burada iş bitti. Öğrenciymişsin madem, istersen yarın gel, başka bir yerde iki gün daha çalış” dedi. Olur dedim ama yıkıldım. İki günlük iş benim için müjdeydi tabii. Kendisi de bana parayı almaya nereye geleceğimi söyledi.

İki gün bir başka yerde çalıştım. Oradan 2.günün akşamında iki günlük yevmiyemi aldım. İlk çalıştığım patronun yerine ne zaman vardıysam “Paranı yarın vereyim, bir gün vereyim” dedi, beni başından savdı. Sonra da izini kaybettirdi. Maalesef o bir günlük yevmiyemi  iç etti. Güya “İşçinin ücretini alın teri kurumadan verecektik.”

Lise ve üniversite yıllarında özellikle yaz dönemleri inşaatlarda çalışarak geçirdim. Hiçbir yerde o parasını alamadığım yer kadar çalışmadım ve o kadar ter akıtmadım. O para benim için hayat memat meselesiydi. Keşke yapmasaydı. Çünkü paraya ihtiyaçtan ne ben öldüm. Ne de o, vermediği için onmuştur. Yaşıyor mu bilmem ama bugün bana gelse o bir günün yevmiyesini kat kat verse asla gönlümü alamaz. Benim için o para, o gün için çok değerliydi. Bugün bana servetini bağışlasa -nasıl ki gecikmiş adalet, adalet değilse- benim gözümde bir hiçtir o servet.

Ben tüm terimi o gün için Kayseri’ye boşalttım. Onu da Allah’a havale ettim. Allah hayrını versin onun ve alın terini vermeyen diğerlerinin.. 01/01/2016