Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Haziran 2025 Cumartesi

Güle Oynaya mı, Ağlaya Sızlaya mı?

"Konya Büyükşehir Belediyesi Konya İl Müftülüğü paydaşlığında gerçekleştirilen, "Güle oynaya camiye gel" projesi kapsamında, 1 Ocak 2016-31 Aralık 2016 tarihleri arasında doğan ve başvuru yaptığı camide 30 Haziran-18 Ağustos tarihleri arasında en az kırk gün sabah namazına gelen çocuklara, bisiklet hediye edilecek"
.

Başvurular 13-23 Haziran tarihleri arasında İnternet üzerinden yapılacak.

Büyükşehir Belediyesi başlattığı bu proje ile "Evlatlarımızı cami ve İbadetle tanıştırarak ibadet alışkanlıklarını küçük yaşlarda kazandırmayı" amaçlamaktadır.

Belediyenin bu projesi 2018 yılından beri her yaz döneminde uygulanmakta.

İlk başladığı yıl yanlış hatırlamıyorsam 7-14 yaş aracılığındaki çocukları kapsamıştı bu proje. Sonraki yıllarda ve bu yıl, 9 yaşındaki çocuklara yönelik bir uygulama.

2018 yılından beri bu proje kapsamında 91 bin bisiklet dağıtılmış. Bu seneki hedefin 100 bini geçmek olduğu belirtilmekte.

Projeye dair bu kısa bilgilendirmenin ardından, 2018 yılından itibaren uygulanmakta olan bu projeye dair kendi görüşümü belirtmek istiyorum.

Kampanya için kırk gün süresinin belirlenmesiyle, bundan muradın, bir işi kırk gün boyunca yapanın o işi bırakamayacağı ve devamlı olacağı düşünülmüş. Buna eyvallah.

Yine aynı şekilde dokuz yaşındaki çocukların seçilmesi ise Hz Muhammed'in "Çocuklarınızı yedi yaşına geldiği zaman namaza başlatın. Dokuz yaşına geldikleri halde namaza başlamadılarsa..." sözüyle, çocukları küçük yaşta namaza alıştırma gözetilmiş.

Proje ile çocuklarımıza ibadet alışkanlığı kazandırmak amaçlandığına göre 2018 yılından beri uygulanmakta olan bu projede başarıya ulaşıldığına dair elde bir veri var mı? Mesela 40 gün boyunca sabah namazına gelip bisiklet almaya hak kazanan kaç çocuk namaza devam ediyor? İmamlardan ve camiye devam eden cemaatten duyduğumuza göre bisiklet hediyesinin ardından camiye devam eden çocuk yok. Durum bu iken niçin bu projede ısrar ediliyor? Aynı yöntemi yedi yıldır uygulayarak farklı sonuç beklemek ne derece doğru?

Belediye ve İl Müftülüğü, sabah namazı dışında bir başka projeye imza atmayı düşünmüyor mu? Niçin sadece namaz niçin sadece sabah namazı niçin sadece bisiklet? Niçin kitap okuma alışkanlığına yönelik bir projeye öncülük edilmez? Mesela 40 gün boyunca Konya'daki kütüphanelere gelip günde bir saat kitap okuyan çocuklara hediye kampanyası yapılabilir. Çünkü bu toplumun cami ve namaz ihmali dışında okuma sorunu da var. Kitap okuma projesi mutlaka düşünülüp hayata geçirilmeli.

Diyelim ki namaz önceliğimiz. Ağaç yaş iken eğilir misali çocuklarımızı önce namaza başlatalım. İyi, güzel de niçin sabah namazı? Mübarekler, sabah namazı dediğiniz namaz, kişiye hele çocuğa en zor gelen namaz. Gecelerin kısa olduğu, herkeste uyku probleminin olduğu, kişinin uykuyu alamadığı bir mevsim. Amacımız çocuğu namaza başlatmak mı? Çocuğa illallah dedirtmek mi? Bu ne demek biliyor musunuz? Sen misin bisiklet isteyen? Gör o zaman Hanya'yı Konya'yı demek. Madem çocuklarımızı namaza başlatacağız. En kolay vakitlerden başlatmak daha pedagojik olmaz mı? Mesela öğle, ikindi ve akşam namazına çocuk bir başına gidebilir. Caminin etrafında veya mahallesinde oyun oynayan çocuk ezanı duyar duymaz oynamayı bırakır, koşar abdest alır, namaza gider. Hem de güle oynaya yapar bunu. Gördüğünüz gibi bir vakit yerine üç vakit namaz kıldırabiliriz çocuklara. Çocuklar bu vakitlerde kıldığı namazda zorlanmaz. Çocuk bu üç vakit camiye gitmek için anne, baba, ağabey ve ablaya ihtiyaç hissetmez. Uyku problemi olmaz. Halbuki sabah namazı öyle mi? Bir defa sabahın köründe, zifiri karanlıkta hiçbir çocuk yanında aileden biri olmadan camiye gidemez. Gitse de aile salmaz.

Çocuğu namaza başlatmak ve ona ödül olarak bisiklet vermek için seçilen bu sabah namazı, matematiğe yeni başlayan, daha çarpım tablosu ve dört işlemi bilmeyen çocuğa trigonometri ve karekök öğretmeye benzer. Halbuki matematik ve diğer derslerde kolaydan zora doğru bir seyir izlenir. Pedagojiye uygun olan da budur.

Tüm bunlardan geçtim. Projenin başlığı olarak seçilen "Güle oynaya sabah namazına gel" sloganına gelelim. Büyükler bile sabah namazına giderken yarı uykulu gider. Yani güle oynaya camiye gitmez. Değil ki dokuz yaşındaki ana kuzusu bir çocuk güle oynaya sabah namazına gitsin. Olsa olsa anne babası güç bela uykudan uyandırır. Yarı uykulu camiye gider. Yani camiye giderken güle oynaya gitmez. Gitse gitse ağlaya sızlaya gider. Bu tespitime, geçmişte bisiklet projesine katılan torununu sabah namazına götüren bir dede hak verdi: "Torunum camide başını dizime koydu. Uyumaya başladı. Ayıp olur, kalk diye uyandırdım" dedi. Kısaca namaza özellikle sabah namazına güle oynaya gidilmez. Öğle, ikindi ve akşam namazları için belki güle oynaya düşünülebilir.

Verilen hediyeye gelince. Bisiklet kullanmayı yaygınlaştırmak için güzel bir hediye. Konya bisiklet sürmeye de en uygun şehirlerden biri.

Bisikletlerin sponsoru büyük bir ihtimalle Büyükşehir Belediyesi. Belediye de projeye dahil olan çocuk sayısı kadar bisiklet temin etmek zorunda. Bunu temin için öyle zannediyorum, bisikletleri ihale ile almaktadır. En uygun teklifi verenden satın almakta. Eğer böyle ise satıştan sadece bir veya birkaç firma faydalanır. Halbuki şehirde toptan ve perakende bisiklet satışı yapan çok sayıda satıcı vardır. Bu satıştan tüm esnafın faydalanmasında yarar görüyorum. Bunun için ihalede en uygun teklif verilen bisiklet fiyatı ailenin hesabına yatırılabilir ya da bisiklet çeki vererek bu kampanyaya katılan ne kadar esnaf varsa vatandaş dilediğinden bisiklet alabilir. Böylece şehirdeki tüm bisiklet sektörü gözetilmiş olur.

Bir diğer husus, binlerce bisiklet belediyeye ek maliyet getirir. Bu sponsorluğu, belediyenin üstlenmesinden ziyade başka STK'ler, dernekler ve yardım kuruluşları üstlenebilir. Konya Müftülüğü Bisikletlerin temini için cuma namazı sonrası yardım sergisi açabilir. Hayırseverlerden yardım toplanabilir. İsterim ki kamu bu işe sponsor olmasın. Kamu, kurum ve kuruluşları, kaynaklarını belediyenin asli görevlerine ayırabilir.

Bu konuda daha önce birkaç defa yazı yazmıştım. Yılda bir bu proje tekrar gündeme gelince yeniden ele almak istedim. Niyetim, pişmiş aşa su katmak değil. Temenni ederim ki proje başarılı olur, amaçlanan hedefe ulaşılır.

2 Haziran 2025 Pazartesi

Yoluma Gurbet Düştü

Daha önce ("Tüm Yönleriyle Kuşburnu Diyarı TİPİLİ KÖYÜ", "Müderris Ahmet Feyzi Efendi", "Hacı Feyzullah Efendi ve Mehmet Necati Efendi" ve "Tortum’un Manevi Mimarları") başlıklı dört kitap yazan Eğitimci-Yazar Ali AKBULUT Hocam, 40 yıl boyunca yazıp biriktirdiği şiirlerinden seçme yaparak "Yoluma Gurbet Düştü" başlıklı kitabıyla beşinci kitabına imzasını attı. Böylece eğitimci yazarlığının yanına şairliğini de konuşturmuş oldu. 

"Kırk Yılın Şiirlerinden Seçkiler" alt başlıklı bu şiir kitabında, 5233 mısradan oluşan 111 şiirine yer vermiş. Şiirlerini içeriğine göre tasnif etmek suretiyle her birine alt başlıklar vermiş: "Öğretici, eleştiri, Daussıla, Bazı şahsiyetler, Şehir-şehit, dünya-ölüm, Ders beyitler, Kainatın fahrı'na, Alemlerin Rabbi'ne" şeklinde. Kitabın sonunda 750 kelimeden ibaret lügatçeye de yer vermiş. 

Gördüğüm kadarıyla şairimiz yine her zamanki ciddiyetini, içtenliğini, nezaketini ve hassasiyetini ortaya koymuş. Lazım olan ne varsa hepsini düşünüp kitabında yer vermiş. Boşuna ben kendisine Zenbilli Ali Efendi, Ayaklı kütüphane demiyormuşum. Kolay değil çünkü tüm bunları yapmak. Azmettiğini yapan, tuttuğunu koparan Ali Hocam için plan, program çerçevesinde bunları yapmak daha kolaydır. Çünkü plan, düzen, tertip, azim denince benim aklıma Ali Hocam gelir. İbadet niyetiyle yapar bunu. Onun için abitlik, zahitlik, bilgi ve birikim denince akan sular durur. Tek kelimeyle eline, emeğine, zihnine sağlık Ali Hocamın. 

Her ne kadar kolay desek de yazmak zordur. Hele şiir yazmak bir o kadar zordur. Çünkü bunun için bilgi, birikim, kelime dağarcığı, sanat, duygu, ilham, sabır, dertlenme, dert edinme ve bu dertleri kaleme dökmek gerekir. Yine yazılan şiirleri seçmek, konularına göre şiirleri tasnif etmek, her birine alt başlıklar vermek, kitabın sonuna da şiirlerinde geçen kelimeleri anlamak için lügatçeye yer vermek her kişinin harcı değildir. Bunu düşünse düşünse Ali AKBULUT Hocam düşünür.

Erzurum'da yaşayan Ali Hocamın şiir kitabından, taziyem dolayısıyla başsağlığı dilekleri için aradığında haberdar oldum. Bu vesileyle kısa süreliğine telefonla muhabbet ettik. Başta rahmetli anneme olmak üzere bol bol samimi ve içten dua, dilek ve temennilerini iletti şahsıma ve evladı ıyalime. 

Önceki kitaplarını daha önce kargo ile göndermişti. Bu son kitabını da imzalayıp gönderdi.  Sağ olsun, var olsun. Daha nice kitaplar yazmasını bekleriz Ali Hocamdan. Bilgisinin zekatının hakkını bu şekilde veriyor Hocam. Allah sağlık, huzur ve bereketli ömürler versin inşallah, samimiyetinden şüphe etmediğim Ali Hocama. İlgi, alakası, iltifatı ve nezaketi için teşekkür ediyorum. 

"Yoluma Gurbet Düştü" başlığını koyarken Şair, "Malum olduğu üzere insanoğlu, kaderi ilahinin çizdiği yol üzere yürüyen ve bu yolda çektiği ızdıraplarla, çeşitli çilelere müptela olan bir gurbetçidir. Bu gerçeği vurgulamak için kitaba bu başlık uygun görülmüştür" der ön sözünde. Kısaca acısıyla, tatlısıyla gutbetteyiz diyor Ali Hocam. Bu başlık bana bir baba dostunu hatırlattı. O da rahmetli oldu birkaç yıl önce. Her görüştüğümüzde, "Anamızdan doğduğumuz andan itibaren ahirete yolculuk yapıyoruz" derdi cümle aralarında.

Öyle ya hayatımız, doğmak, büyümek ve ölmekten ibarettir. Gurbet hayatının hakkını verenlerden olmak dileklerimle. 

28 Mayıs 2025 Çarşamba

Ders Programı Benim İşim

Bir liseye müdür olarak atandım. İlk müdürlüğüm. İkinci dönem için ders programı hazırlanacak. Müdür yardımcısı ders programı yapmayı bilmediğini söyledi. Öğretmenler yapıyormuş programı.

Böyle olmaz, ben bir başkasına yaptırayım dedim. Cihanbeyli'de görev yapan bir okul müdürüne telefonla öğretmen bilgilerini, ders yükünü söyleyerek program yaptırdım. Hafta sonu buluşup yapılan ders programını aldım. Ders programı istediğim gibi olmamıştı ama hiç yoktan iyiydi.

O dönem iki, üç defa ders programını yine bu şekilde değiştirdik.

Bu şekil taşıma su ile bu iş olmaz deyip bir firmadan ders programı satın aldım. Acemi olarak başladığım ders programı yapımında kısa zaman ustalaştım.

Program güzel olsun diye öğretmenlerin ders programlarını tek tek incelerdim. Bir kişinin ders programını beğenmezsem yaptığım ders programını bozar, yenisini yapardım. Herkesin programı güzel ve düzgün olsun diye yaptığım programı bozarak otuz defa program yaptığım olmuştur.

Program yapmadan önce öğretmenlerden yazılı isteklerini alırdım. Öğretmenlerin çoğu Konya'dan gidiş geliş yapardı. Ders yüküne göre her öğretmene boş gün ayarlamaya çalışırdım.

Bir toplantıda ilçe yöneticileri, "Burada okul müdürleri olarak karar alalım. Hiçbir öğretmene boş gün vermeyelim. Ders yükü ne olursa olsun, beş güne yayalım" dediler. Ardından oylamaya geçildi. Benim dışımda herkes el kaldırarak tamam dedi. Bana, "Siz niye kaldırmıyorsunuz" dendi. Öğretmenlere bir gün boş gün vereceğim. Çünkü ilçede uzman doktor yok. Her bir öğretmen hastaneden Konya'ya sevk yaptırıyor ve Konya'daki hastanelerden muayene, tahlil ve tetkik yaptırmak suretiyle o gün okula gelmiyor. Dersler de boş geçiyor. Boş gün vereceğim ki öğretmen o boş gününde hastane işlerini halletsin dedim. "Öğretmenler sizin bu iyi niyetinizi kötüye kullanır" dediler. Kullanmazlar. Toplantıda onlara, arkadaşlar! Ölüm, kalım, yaralama olmadığı müddetçe randevularınızı boş gününüze denk getirin. Benim B planım yok. Çocukların dersleri boş geçmesin. Sabah ayağa kalkabiliyorsanız, hasta da olsanız, okula gelin dedim. Şu ana kadar da öğretmenlerim bu hassasiyetime riayet ettiler. Bundan sonra da aynı duyarlılığı göstereceklerine inanıyorum dedim. Ardından ayrıca boş gün vermez isem, ek ders kararına göre ayda dört defa sevk alan bir öğretmen yüz yüze eğitim yaptığı kabul edildiğinden zaten ek dersi kesilmiyor. Öğretmen kötüye kullanmak istese haftada bir sevk alır, yine bir gününü boşa çıkarır dedim. Bu izahıma rağmen oy çokluğu ile karar alındı. Her müdür beş güne yayacak şekilde programlarını hazırlayıp öğretmenlere tebliğ tebellüğ etsin. Biz de bu kararın uygulanıp uygulanmadığını yerinde görmek için okullara geleceğiz" dediler.

Tüm okullar beş güne yaydı öğretmenlerinin ders programını. Ben ise söz ve gerekçemin ardında durdum. Bu kararı uygulamadım.

İçe merkezinde çalıştığını belirten ama ilçede o isimli bir öğretmenin olmadığı bir kişinin, BİMER'e (şimdiki CİMER) şikayet ettiği yazı da ilçe MEM'e ulaşmış. "Bazı okullar bir gün boş verdiği halde bazı okullar boş gün vermiyor. Haksızlık bu" şeklinde.

Bir gün iki şube müdürü okula gelerek ders programını inceledi. İfadeni almak zorundayız. Kararı uygulamayan tek müdür sensin. Bir öğretmenin mağduriyet dilekçesi var" dediler. Tamam, vereyim ifademi dedim. Ben söyledim. Onlar yazdılar. 

Aradan birkaç hafta geçtikten sonra bir vesileyle şube müdürlerinin odasındayım. Şefleri bir yazı getirdi. Yazıyı görünce yüzleri asıldı, moralleri bozuldu. Aralarında fısır fısır konuşmaya başladılar. Şöyle yapsaydık, böyle yapsaydık türünden konuştular.

Hayırdır, kötü bir durum mu var dediler. "Yok bir şey" dediler önce. Sonra bir tanesi "Oldu olacak, ver okusun" dedi. Sonra bana uzatmadan bir tanesi okudu. Teftiş kurulu başkanlığından geliyormuş yazı. "Herhangi bir veli ya da öğrencinin ders programından dolayı mağdur olduğuna dair bir şikayet dilekçesi olmadan müdür hakkında inceleme başlatılıp soruşturma açılması isteğiniz uygun görülmemiştir" içerikli bir cevabi yazı idi gelen. Meğer bizimkiler, benim ifademi ekleyerek soruşturma izni için il milli eğitime yazı yazmışlar.

Ardından ne yapalım istişaresine giriştiler. İsterseniz ben size birkaç öğrenci ayarlarım dedim. Gülüştük. Tamam, böyle kalsın deyip bu meseleyi kapattılar.

İdareciliği bıraktığıma bakmayın. Ders programı yapımında zorlanırsanız, bir telefon kadar yakınım. Böylece öğretmenlerin hayır duasını almış olurum.

Bu Branş Her Yerde Olmak Zorunda mı?

Rehber öğretmenlerine yönelik bir seminere, online katılan bir rehber öğretmenin şöyle bir serzenişte bulunduğuna şahit oldum: "Branşı din kültürü imiş. Bize bilişim, bilgisayar üzerine seminer veriyor" dedi. Karşısında oturan bir bilişim öğretmenine, "Niye siz bu seminerleri vermiyorsunuz" diye sordu. Bilişim öğretmeni, "Bu iş bu branşa kaldı ise yandık" şeklinde cevap verdi.

Tüm bu konuşmayı ayakta dinleyen ben, branşıma sataşma var. Biz her yerdeyiz. Bu işlere ilk olarak okullarda bilgisayar laboratuvarından sorumlu formatör olarak başladık. Müdür yardımcısı olduk. Müdür başyardımcısı, müdürlük, ilçe ve il milli eğitim müdürlüğü geldi ardından. Benim gibi işe yaramayanları ve idarecilik istemeyenleri de aranıza öğretmen olarak gönderiyorlar dedim. Yanlarından ayrıldım.

Meslektaşlarım kusura bakmasın. Rehberlik ve bilişim öğretmeni serzenişlerinde haklıydı. Çünkü bizim branş sakinleri her yerde, her türlü seminerde, her çeşit koltuktalar. Diğer branşlar gibi okullarda idarecilik üstlenmeleri, şube müdürü ya da milli eğitim müdürü olmalarını çok dikkat çekmeyecek şekilde normal görürüm. Ama çoğunluğunun bu branş mensuplarından olması dikkat çekiyor.

Yine bu branş sahipleri, milli eğitim ve müftülüklerin dışında her türlü koltuktalar. Bir ara deprem önlemede de sorumlu birinin bu meslekten olduğu yazıldı çizildi. Aile sosyal politikalar müdürlüğünden tutun da her yerde bu branş sahipleri kısaca.

Bu branş sahipleri görevlerinden çok iyi anlıyor ve görevlerini çok iyi yapıyor da olabilir. Yalnız çoğu makamlarda bu branşta olan kimselerin kamuoyu nezdinde çok garip karşılandığı bir gerçek.

Kimsenin koltuk sahibi olmasında gözüm yok. İsteyen kişi ve branş sahibi istediği makamda görev yapsın. Ama görev alan bu branş sahipleri de içini doldurabileceği, altından kalkabileceği yakışan koltuklara talip olsalar fena olmaz. Mesela teknik ve donanım gerektiren bilişim formatörlüğünde, bilişim öğretmenleri varken görev almamalılar. Deprem görevinde hakeza.

Birileri bu branş sahiplerini bir göreve layık görse bile bu meslek erbabı, elinin tersiyle itebilmeli. Koyunun olduğu yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler misali Abdurrahman Çelebi olamam. Bu işin bir yakışanı var diyebilmeli.

Bir zamanlar buna dikkat edilirdi. Üçlü koalisyon zamanında memlekete gelmek için müdürlük sınavına girmiştim. En yüksek puanı almıştım. Bu puanla memleketimde bir ilçenin bir lise müdürlüğüne müracaat etmiştim. Bu müracaat sonrası iki arkadaş, gel şununla tanıştıralım diye işin bir sorumlusunun yanına beni götürmüşlerdi. O kişi, "Puanın çok iyi. Tüm şartların tutuyor. Tek dezavantajın branşın. Çünkü bakan, bu branş sahiplerinin idareciliğine pek sıcak bakmıyor" demişti. O zamanlar koalisyon gitmiş, tek başına iktidar gelmişti. Zamanın Bakan'ı da Hüseyin Çelik idi. (Müdürlüğe müracaat edenler arasından yazılı puanı en yüksek olan üç ya da altı aday arasından birini bakanlık atıyordu o yönetmeliğe göre.)

Yine o dönemde din kültürü olarak okul müdürlüğü yapan bir arkadaş merkez ilçe milli eğitim müdürlüğüne teklif edilmiş ama zamanın Bakan'ı branşından dolayı atamayı geri çevirmişti.

Bir başka örnek daha aklıma geldi. Aynı branştan bir arkadaşın öğretmenevine müdürlük teklifini vali yardımcısı, "Camiye müzik öğretmeni yakışmazsa, öğretmenevine de bir ilahiyatçı yakışık almaz" demek suretiyle arkadaşın müdürlüğünü bir süre engellemişti. Sonunda ısrar üzerine bu branş sahibi öğretmenevine müdürü olarak atandı. Bu arkadaş çok da iyi çalıştı. Öğretmenevine tüm eforunu sarf etti. Borç batağı içindeki kurumu kâr yapan kuruma dönüştürdü. Kendisinden sonraki yönetime yüklü miktarda para bırakmıştı.

Tekrar sadede gelirsem, kurum ve kuruluşlara yönetici atamada branşlar bazında bir kontenjan olmasa da din kültürü branşına sahip kişilerin olur olmaz her yerde mantar biter gibi idarecilik yapması, atamada tercih nedeni olması, dediğim gibi toplumda çok dikkat çekiyor. Birileri atamak isteyebilir. Bence bu branş sahipleri her koltuk görevine teşne olmamalı. Yönetimlerde bu branşın dikkat çekmeyecek şekilde olması bu branşın itibarını da koruyacaktır.

Ezcümle, bu branş sahipleri analarından idareci doğmadı. Unutmayalım ki makamlar kişiye itibar elbisesi giydirmiyor.

Kiremit Aktarma Benim İşim

İlkokulda beşinci sınıfa geçtiğim yılın yazında, bir sıvacının yanında üç gün mü beş gün mü çalıştım. Sanırım ramazan ayı idi o yıllar.

Benim emsal bir arkadaşla sıva yapan ustaya durmadan kova içinde çamur taşımıştık.

Usta, normalde gençten birini yanında çalıştırması gerekirken onlara yevmiye vermektense bizim gibi küçükleri seçmişti. Çünkü büyükler bizim çalıştığımız paraya çalışmazdı. Haydi kuzum, koş kuzum diyen usta tatlı diliyle bizi çalıştırmıştı. Ustanın bize verdiği para bizim için bir anlam ifade etse de beş günün bitiminde her birimize verdiği para ile beş kilo şeker alınıyordu. Bunu da şuradan biliyorum. Evin şekere ihtiyacı varmış. Babam aldı geldi. Beş kilo şeker etti demişti.

Orta birin yaz döneminde dokuz gün boyunca bir inşaatta çalışmıştım. Sabahtan akşama ikinci kata kovayla harç taşımıştım. Harcı doldurduğumuz yerle inşaat alanı baya mesafeliydi. İkinci kata da merdivenden harç taşırdım. Kovanın ince telinin izi elimin içine geçerdi. Yukarıdan vuran ve yakan güneşi, vücudumdan şıpır şıpır akan teri, başımdan akan terin gözüme gelince gözümün nasıl yandığını söylememe gerek yok sanırım.

Bir ara sırtımda 50 kilo olan çimento torbası da çekmiştim. Merdivenden çıkarken ağırlığından güç bela yürürken korkuluğu olmayan derme çatma merdivenden yuvarlanma riski geçirdiğimi de hatırlarım.

Kova marifetiyle harç taşırken kovanın sapı elimi acıttığı için kovanın ince sapına sağdan soldan bulduğum kağıt türü şeyleri sararak biraz kalınlaştırırdım. Buna rağmen dokuz günün sonunda sol elim pes etti. Orta ya da yüzük parmağım anormal bir şekilde şişti. Şişi indirsin diye kuru üzüm, soğan türünden kim ne akıl verdi ise sürüp elimi sarmalamıştım. Patladıktan sonra epey bir irin akmıştı.

Hem lise hem de üniversite bitinceye kadar yaz dönemleri hep inşaatlarda çalıştım. Üniversitede iken yaz dönemini de beklemeden okul vakti zaman zaman inşaatta çalışmak zorunda kalmıştım.

İlk, orta, lise ve üniversitede inşaat tecrübem olmasına rağmen vasıfsız elemandım. Getir, götür, taşı, temizlik vs. işi yaptım ağırlıklı olarak.
Fakülte bitip uzun süre öğretmenlik yaptıktan sonra memlekete gelmek amacıyla müdürlük sınavına girerek bir müddet yöneticilik yaptım.
Yöneticilik yaparken de ufak tefek inşaat işleri beni buldu. Bir anımı da burada paylaşmak isterim.

İlk yöneticiliğim ilçede bir Anadolu lisesi idi. Ardından rotasyonla şehrin kenarında bir ilköğretimde görev yaptım. İl merkezinde olmasına rağmen okul sobalı idi. Uğraş ve didinmenin sonunda iki ayrı binada eğitim yapan okula kalorifer döşetmiştim.

İki binanın arasında bulunan kömürlüğe kalorifer kazanını koydurmuştum. Kömürlüğü kullanılır hale getirmek için kaç römork pislik çektirmiştim.

Okula başladığımda okulun hizmetlisi de yoktu. Okul aile birliği imkanlarıyla mahalleden bir kadını hizmetli çalıştırmıştım.

Kadın bir gün odama geldi. Kömürlüğün çatısı akıtıyor dedi. Kiremit var mı dedim. Var dedi. O zaman çatıya çık. Kırık kiremitlerin yerine yenisini koyuver dedim. "Ben yapamam. Çünkü bende yükseklik korkusu var. Çatıda başım döner" dedi. Merdiven var mı dedim. "Bulurum" dedi. O zaman merdiveni bul gel, biraz da yeni kiremit getir. Sonra bana haber ver dedim.

Az sonra hazır hocam dedi. Takım elbise ve kravatımla çatıya çıktım. Önce kırık kiremitleri aşağıya attım. Ardından aşağıdan uzatılan yeni kiremitleri döşeyip indim aşağıya.

Birkaç gün sonra iyi bir yağmur yağdı. Sonrasında da yağdı. Her defasında akıtıyor mu diye sordum. "Hiç akıntı yok hocam" cevabını aldım.

O kadar inşaatlarda çalışmama rağmen bu vesileyle ilk defa kiremit aktarmıştım. Gördüğünüz gibi becermişim. Birçok işi olduğu gibi bu işi de usta bulmadan, masrafsız halletmiştik.

Sizin de kiremit aktarma işiniz olursa, sağda solda usta aramayın. Bir telefon kadar yakınım. Üstelik test edilmiş, garantili iş benimkisi.

27 Mayıs 2025 Salı

İtinayla Bakıcı Bulunur

Ne yazayım ne yazayım derken başımdan geçen bir anekdot aklıma geldi.

Bir ilköğretimde çalışıyorum. Öğretmenlerin hepsi genç. Kimi evli kimi bekar.

Kadın öğretmenlerin çoğunun eşini de tanırız. Türkçe öğretmeninin eşini de bu vesileyle tanımış oldum.

Zaman zaman eşiyle birlikte odama gelir. Eşiyle birlikte yan yana oturur. Birbirlerinin omzuna başlarını koyarlardı. Genç evliler kumrular gibiydi.

Gariplik bununla sınırlı değildi. Kocanın şekli şemaili de farklıydı. Kaşlarını yaptırmış, gözlerine de sürme sürerdi. Garip bir duruşu, hal ve hareketleri vardı.

Bana dini konularda sorular sorardı. Bir defasında fıkha ilgim var. Fetevayı Hindiyye'yi okuyorum" demişti. (2010 yılında Hintli alimlerin 1920'li yıllarda yazdığı fıkıh kitabını okumak bana garip geldi. Ne edersin ki kafaya koymuş okumayı.)

Bir müddet sonra bir çocukları oldu.

Bir duydum ki boşanmaya kalkmışlar. Çocuğunuz var. İyi düşünün. Çabuk karar vermeyin dedim ise de öğretmen boşanmaya kararlıydı. "İşi yok. Evlendik evleneli paramı yiyor" derdi.

Biraz nasihat edeyim diye kocasıyla Alaeddin Tepesindeki çay ocağında oturduk.

Öğretmen kafaya koymuş olmalı ki boşanmak için mahkemeye verdi. Anlaşmalı olarak tek celsede boşandılar.

Gel zaman git zaman öğretmen bir sabah telefon açtı, okula gelemeyeceğim, çocuğuma bakacak kimse yok diye. Hoca hanım, bildiğim kadarıyla bakıcınız vardı dedim. "Bakıcım yine var. Yalnız eski eşim evin anahtarını vermedi. Ben yokken eve gelip çocuğumu kaçırmasından korkuyorum" dedi. Hocam, dersler boş geçmesin. Çocuğu da okula getir dedim.

Bir saat sonra çocuk arabasıyla birlikte öğretmen odama geldi. Hocam, çocuğu buraya bırak. Siz derse gidin dedim.

Hoca hanım derse gittikten sonra cami imamını aradım. Hocam, bize üç dört aylığına bakıcı lazım. Sabahtan ders bitinceye kadar bakacak. Ya bakıcı bul ya da sen bak dedim aramızdaki muhabbete dayanarak. İmam, hocam biz bakarız dedi.

Okula yakındı imamın evi. Hoca hanım her sabah çocuğunu imamın evine bıraktı. Emzirme vakti gelince imamın evine giderek çocuğunu emzirdi. Ders bitimi çocuğunu alıp evine gitti.

Okullar kapanıncaya kadar bu durum böyle devam etti.

İmama, hocam, bu iş parayla falan bakılmaz. Sağ olun, kaç ay işimizi gördünüz. Öğretmenim sizi gönüllesin. Düşündüğünüz bir rakam var mı dedim. İmam, "Hocam, biz çocuğa torun niyetine baktık. Torun niyetine sevdik. Para istemiyoruz. Bizim hayrımız olsun" dedi.

İmamı takdir ettim. Çünkü her adam yapmaz bunu.

Öğretmeni de takdir ettim. Bir gelip bir gelmezlik yapmadı. Derslerimiz de boş geçmedi.

23 Mayıs 2025 Cuma

O Başlar Örtülecek

Fi tarihinde bir İHL'de yaz dönemi teşehhüt miktarı kadar müdürlük yaptım.

TEOG sonucuna göre sınavla öğrenci alan bir okuldu o zamanlar çalıştığım bu okul.

Sonuçlar açıklanmış, kazanan öğrencilerin kaydı otomatik yapılmıştı.

Bir gün okulu kazanan bir kız çocuğu annesiyle okula geldi. Kız ve annesi benimle görüşmek istemiş.

Bahçede iken yanıma geldiler.

Okulu kazanan kız çocuğunda biraz tedirginlik gözlemledim. Anne, bilgi almak için merak ettiği birkaç soru sordu. Ben de cevap verdim.

Yanı başımızda bizi sessizce dinleyen müstakbel öğrenci, "Bir soru da ben sorabilir miyim" dedi. Buyur kızım, elbette dedim.

"Okulda başı örtmek zorunlu mu" dedi. Kızım, zorunluluk diye bir şey yok. İsteğe bağlı dedim.

Bu cevabımdan cesaret bularak "Şimdi ben başı açık okula gelebilirim. Kimse bana bir şey demez değil mi" dedi.

Elbette dedim.

"Okulunuzda başı açık kız öğrenci var mı" dedi.

Var ama azınlıkta. Çoğunluğu başı örtülü. Baskı olmadan, kimse bir şey demeden kendi isteğinle zamanla başını örteceğini düşünüyorum dedim.

Kız, "Ben örtmem" dese sorduğu sorulara verdiğim cevaplar kızı rahatlattı.

Rahatını bozan annesi idi. Çünkü kız başörtüsüne dair her soru sorduğunda annesi, "Örteceksin örteceksin. Mecbursun”, dedi durdu.

Sonrasında anne kız ayrıldılar.

Ortaokulu yeni bitirmiş, yeni liseli olmuş çiçeği burnundaki bu lise namzedi kızın başı açık, annesinin ise kapalıydı.

Belli ki imam hatibe gidersem, başımı örtecekler. Ben başımı örtmek istemiyorum endişesiyle İHL'yi tercih etmek istemedi. Ailesi zorla tercih yaptırdı.

*

Bir hafta on gün sonra yeni öğretim yılı başladı. Okuldan tayinim çıktığı için müdür başyardımcısına, açılış töreninde konuşma yapmasını söyledim. Kendim de öğrencilerin arkasındaki velilerin arasına geçtim.

Müdür başyardımcısı, yeni eğitim ve öğretime dair kısa bir konuşma yaptı. Okulun kurallarını hatırlattı. Bazı bilgiler verdi. Ardından "Başı açık kız öğrenciler görüyorum. O Başlar örtülecek. Başı açık kız öğrenci istemiyorum bu okulda" dedi. Dedi ama başımdan kaynar sular döküldü. İçimden yapma hocam dedim. Çünkü yardımcının bu açıklaması hiç pedagojik değildi. Zorla güzellik olmazdı.

11 yıl öncesi başımdan geçen bu anekdotu bana hatırlatan ve yazıya döktüren ise 20.05.2025 tarihli Anadolu'da Bugün gazetesinde çıkan bir haber.

Habere göre "Hafızlık ve yabancı dil ağırlıklı öğrenci kabul eden bir proje İHO, ilkokul dördüncü sınıfta okuyan öğrenciler için seçme sınavı yapar. Okulunda okumayı hak eden öğrencilerin asıl ve yedek listesi belli olur. Okul müdürü asıl ve yedek listede ismi olan öğrencilerin velileriyle bir bilgilendirme toplantısı yapar. Müdür toplantıda, 'Başı açık öğrencilerin kaydını yapmayacağını' söyler. Okulun sınavını kazanan öğrencilerden bir tanesi de 10 yaşındaki bir kız çocuğu. İddiaya göre okul müdürü başı açık olduğu için kızın kaydını yapmaz. Şikayet üzerine milli eğitim müdürlüğü hakkında inceleme başlatır".

İddianın içeriği bu şekilde. Adı üzerinde iddia. Bu iddianın gerçek olup olmadığı yapılan inceleme sonucunda belli olur. Yalnız 2014 yılında bizzat yaşadığım anekdot gözümün önüne gelince, bu iddia doğrudur ya da aslı yoktur diyemiyorum. Çünkü her müdür ya da okul yönetimi aynı şekilde olmasa da imam hatip okullarının çoğu yöneticileri bu şekil baskıcı düşünceye sahip. İstiyorlar ki isteyerek veya zorla bu başlar örtülecek. Halbuki böyle düşünmek yerine, okula, başı açığı da gelsin, başı örtülü olan da. Zaten bu okullarda okuyan çoğu kız öğrencinin başı örtülü olur. Az sayıda başı açık olanların önemli bir kısmı da zamanla örtünür. Belki de örtmeyen birkaç öğrenci kalır. Varsın bu çocuklar da başı açık mezun olsun. Mezun öğrenci de "Bu okulu başı açık bitirdim. Allah var. Kimse bana baskı yapmadı" deyip belki sonra örtünür. Halbuki baskı ya da mahalle baskısıyla örtünen çocuğun okul dışında veya mezun olduktan sonra başını açması kuvvetle muhtemel. Çünkü istemeyerek örtünmüştür.

Sözümü fazla uzatmadan, ister başlar açılacak densin, ister başlar örtülecek densin. Bu iki zıt görüş de baskıcı zihniyeti temsil eder. Aralarında zıtlık dışında bir fark yoktur. Aynı amaca hizmet eder. İnsanın zihnine ve beynine bakmaktan ziyade kaportaya bakan zihniyettir. Bu zihniyetin ise pedagojik olmadığı, nefret ve tiksinmeyi barındırdığı maalesef bir gerçek.

20 Mayıs 2025 Salı

Başarıda Aidiyet Duygusunun Rolü

Galatasaray'ın iki bin yılında aldığı UEFA kupasında, takımda oyuncu olarak görev yapan Romanyalı Hagi ve Popescu, Galatasaray'ın 5.yıldızı alacağı 25.şampiyonluk maçı için 25 yılın ardından İstanbul'a gelip eski takımlarına destek oldular.

GS yönetimi davet etmiş, onlar da kalkıp gelmişler. Bu, olsa olsa bir aidiyet duygusudur. Bir yerde aidiyet duygusu varsa orada bir kültür oluşmuş demektir.

GS, aidiyet duygusu ve kurum kültürünü oturtmuş bir kulüp olarak birçok kulüp ve kuruma örnektir. GS bu yönüyle bir okuldur.

Aidiyet duygusu ve kurum kültürüne verebileceğim tek örnek iki Romen futbolcu değil. Aynı zamanda GS yönetiminde de bir kurum kültürü var. Kulübe başkan olan eski ve yeni yöneticilerin sırt sırta vermesi, birbirleriyle kanlı bıçaklı olmaması, maçlarda yan yana oturmaları, GS'nin başarısı için kenetlenmeleri, kulüpte ikiliğin olmaması, eski ve yeni yöneticilerin dışarıda birbirini eleştirmemesi buna bir örnektir.

Yine takıma bir yıllığına kiralık gelen Osimen'in kırk yıllık bu takımın futbolcusu gibi aidiyet hissetmesi de verebileceğim örnektir.

Belki de Galatasaray'ı başarıya götüren bu aidiyet duygusu ve kurum kültürüdür. Her ne kadar yapı vs. gibi bahanelerle GS'nin başarısı gölgelenmek istense de GS'nin UEFA ve Süper kupayı alması, 25.şampiyonluğa ulaşması ve beşinci yıldızı takması tesadüf değil. Bu başarıda takım ve kulüpteki aidiyet duygusunun payı büyüktür.

GS'de olan bu aidiyet duygusu ve oturmuş kurum kültürü niçin başka kulüplerde ve başka kurumlarda yok?

Kurum kültürü ve aidiyet duygusunun olması gereken yerlerden bir tanesi de okullardır. Maalesef çoğu okulumuzda bu kültür olmadığı için mezun olan öğrenci ya da o okulda görev yapıp ayrılan öğretmen o okula dair bir şey hissetmiyor. Çünkü okula geldiği zaman birlikte çalıştığı yönetici gitmiş, arkadaşları ayrılmış olabiliyor. Okulunu ziyarete geldiği zaman kimse sahiplenmediği için kişi kendini yabancı hissedebiliyor. Bu, bir nevi okulun hafızasının kalmaması demektir.

Okullarda kurum kültürünü yerleştirmek için Milli Eğitim Bakanlığı çaba gösterse de bu konuda çok başarılı olduğu söylenemez.

Sadece okullar ve futbol kulüpleri değil, birden fazla insanın olduğu her yerde mutlaka aidiyet duygusunun ve kurum kültürünün oluşturulmasında yarar görüyorum. Bir yerde bu dediğim varsa orada ekip ruhu vardır, hasbilik vardır. İnsan böyle yerde kendini evinde gibi hisseder. Bunların olduğu yerde huzur, barış ve mutluluk olur. Başarı da bunların arkasından gelir.

17 Mayıs 2025 Cumartesi

Diline Fransız Biz

Hangi millet hangi kıta hangi ırktan olursa olsun, hepsinin kendi dili dışında, başka bir yabancı dili özellikle İngilizceyi konuştuğu bir gerçek. Bunun tek istisnası bizim ülkemiz.

İngilizceyi öğrenmek için bu ülke çok çaba sarf etti. Anadolu liseleri yabancı dil ağırlıklı idi. Hepsi hazırlık+üç yıl eğitim yaptı. Hazırlık sınıfında bir yıl boyunca İngilizce okutuldu. Yabancı dil ağırlıklı süper liseler açıldı. Sonradan liselerin dört yıla çıkarılması ile birlikte çoğu liselerde yabancı dil hazırlık sınıflar kaldırılsa da İngilizce dersi ilkokul ikinci sınıftan itibaren tüm öğrencilere okutulmaya başlandı. Şimdi ilkokul ikinci sınıftan, lise son sınıfa kadar her okulda İngilizce dersleri okunuyor. Üniversitede hakeza. Yine yabancı dilini geliştirmek için özel ders alanlar ve dershaneye gidenlerimiz de eksik değil.

Gel gör ki bu kadar eğitim ve çabaya rağmen özel gayret gösteren pek az kişinin dışında bu ülke insanının kahir ekseriyeti, dert ve meramını anlatacak kadar bir İngilizce bilmiyor.

Burada şu gerçeğin altını çizeyim. Gramer konusunda bu ülke insanı İngilizlere taş çıkartır. Bizim İngilizce gramer ve tensleri (zamanları) bildiğimiz kadar İngilizler tensleri bilmez.

Ama bir gerçek var ki biz o kadar İngilizce eğitimine rağmen İngilizceye Fransızız.

2011 yılından beri ülkemizde olan Suriyelilerin çoluk çocuk ve yaşlısının çoğu Türkçe biliyor ve konuşuyor. Biz hiçbirimiz, imam hatip eğitimi ve ilahiyat okuyanların çoğu dahil Arapça konuşamayız.

İçimizde Türkçe konuşan Suriyeliler çok mu zeki? Sanmıyorum. Başka kıta ve ülkelerin insanı bizden çok mu zeki? Zannetmiyorum.

Sınavlarda yüksek puanlar alarak sınıf geçtiğimiz İngilizce ve Arapça konuşamayışımızın temelinde, kendi dilimizi çok iyi bilmediğimiz gerçeğinin olduğunu düşünüyorum. Biz kendi dilimizi iyi bilsek, bir başka dili öğrenip konuşmamızın önünde bir engel yok. Bunda, tıpkı Arapça ve İngilizcede zamanlara sarf ettiğimiz gibi Türkçe öğrenmede de ögelere ağırlık vermemizin payı olsa da esas sebebin kendi dilimizi iyi bilmeyişimiz olduğu bir gerçek.

Yalnız bu gerçeğin altını dolduramıyordum. Nihayet bu gerçeğin altını dolduran bir konuşma dinledim. "Paylaşılan bir veriye göre kendi ana dilini, kendi ülkesinde en az kelimeyle konuşan insan topluluğu imişiz".

Paylaşılan bu verinin ne derece bilimsel olduğunu bilmemekle beraber, bu veri, niçin bir başka yabancı dili öğrenemeyişimizin aynı zamanda bir cevabıdır. Çünkü kendi dilini iyi bilmeyen bir başka dili öğrenemez. Biz kendi dilimizi bilmiyoruz ki bir başka dili öğrenelim. Biz kendi dilimizi bilmiyoruz ki birbirimizle anlaşabilelim.

Veri gerçekten çarpıcı, bir o kadar da bizim için üzücü. Ne demek kendi dilini kendi ülkesinde en az kelimeyle ifade etmek. Bu ayıp bize yeter de artar bile. Türk Dil Kurumunun hazırladığı Türkçe sözlüğe baksak, orada yazılı çoğu sözcükleri ne kullanırız ne de anlamını biliriz.

Kısaca, günlük hayatta kullandığımız kelime bilgisi 200-300 kelimeyi geçmez. Tüm meramımızı bu kadar kelimeyle ifade ediyoruz.

Belki de şiddet ve kavgaya meyilli, tartışmalarda sesimizin yükselmesi de kelime hazinemizin kıtlığı ile alakalıdır. Çünkü şiddet ve sesin yükselmesi, sözün bittiği anlamına gelir. Kendimizi ifade edebilsek, muhatabımızı ikna edebilsek, meramımızı güzel bir şekilde anlatabilsek, niye sesimizi yükseltelim, niye şiddete başvuralım.

6 Mayıs 2025 Salı

MESEM'linin Dünyasından

Eski çıraklık eğitimin yeni adı Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM)'dir.

Sanayi ve iş yerinde kalfa ve usta olmak için çalışan bu çocuklar haftada bir okula gelerek hem mesleğe dair hem de bazı kültür derslerini işlerler.

Lise çağındaki bu çocuklar iş yerlerinde nasıldır bilmiyorum ama haftada bir okullu olmaları evlere şenlik.

Kalem, silgi, kitap ara ki bulasın.

Sınavdan bile haberi yok.

Sınava girip girmediğini bilmeyenler de azımsanmayacak sayıda.

Sınav esnasında kalem arayan arayana.

Öğretmenden kalemini isteyen de eksik olmuyor.
Sınavda yazdıkları yazıyı okumak ne mümkün. Doktor yazısına rahmet okutur.

Derste gözlerinin olmadığını söylememe gerek yok.

Kahir ekseriyeti pahalı sigara içer.

Haftada bir okula gelmek zorlarına gidiyor. Çoğunun devam sorunu var. İçlerinde yoklama fişini karalayan da eksik değil.

İçlerinde ahlakı oturmuş olanları pek az. Büyük bir kısmında kişilik ve ahlaki problem var.

Konuşma diyorsun. Konuşmuyorum diyor. Peki, şu anda ne yapıyorsun diyorsun. Bir şey diyorum diyor. Bu yaptığın konuşma değil mi dediğinde, hayır konuşma değil diye cevap veriyor.

Çoğunun ağzında sakız. Sakızları çıkaralım diyorsun. Kimse üzerine almıyor. Birine çıkar şu sakızı diyorsun. Çıkardım diyor ama sakız ağzında. Ağzımda tutuyorum. Çiğnemiyorum diyor. Diğerlerini de tek tek uyarıyorsun.

Ders esnasında tuvalete giden eksik olmaz. Çoğunluğu gidip geri geliyor. Bir tanesi, gitti geri gelmedi. Arkadaşlarına arattım. Telefona cevap vermedi. Ertesi hafta niye tuvaletten sonra gelmedin dediğimde, geldim diye yemin billahi etti.

Müdürle görüşeceğim diye izin alanın ardından öğrenci gönderdim. “Kimse yok müdürün yanında” dedi. Teneffüste müdüre sordum, falan öğrenci sizinle görüşmek için geldi mi diye hayır cevabı aldım. Diğer derse geldiğinde, müdürle görüştün mü dedim. Evet dedi. Haydi bir de birlikte görüşüp gelelim dedim. Tamam deyip benimle birlikte koridora çıktı. Koridorda, "Arkadaşların yanında mahcup etmezsen sevinirim. Müdürle görüşmedim. Beni yok yazabilirsiniz" dedi. Bu duruma şaşırsam da en azından yaptığının yanlış olduğunu kabul etmesi, arkadaşları duyarsa mahcup olacağını bilmesi, en azından içinde ahlaki kırıntılar var diye kendi kendimi teselli ettim.

İşlerinde nasıllar bilmiyorum ama çoğunda anlama problemi var. Grand tuvalet giyinmiş diyorsun. Grand neyse de tuvaletin ne işi var diyor. Sanki grandın ne anlama geldiğini biliyormuş gibi. Bu örnek bile kavrayış kapasitelerini ortaya koymaya yeter.

İçlerinde çok temiz, efendi ve sorumluluk sahibi olanları olmakla birlikte büyük çoğunluğunda ne kapasite var ne de etik değerler. Geleceğin esnafı, imalatçısı bunlar olacak.

2 Mayıs 2025 Cuma

Devlet Aklı

Bazıları olumsuz durumlar için temcit pilavı gibi "devlet aklı lazım" derler. Diyorlar ama benim bu küçücük aklım, devlet aklının ne menem bir şey olduğunu bir türlü anlamadı.

Haliyle bu yaşa geldim. Geldim gidiyorum. Devlet aklının ne olduğunu öğrenemeden gideceğim diye hayıflandım durdum. Kızdım da kendime tabi.

Olmayacak böyle dedim ve biraz sakin kafayla düşünmeye başlayınca hepsi sökün etti. Galiba devlet aklının ne olduğunu öğrenmeye başladım. Nasıl buldun derseniz, örneklerden giderek tabi.
Karışıklığı önlemek ve tüyü bitmemiş yetimin hakkını korumak, ince düşünmek, hesap ve kitap yapmaktır devlet aklı.

Örnek mi istersiniz? Buyurun:

Öğretmenlere ödenen ek derslerin hesabını yapmada hafta bütünlüğünü esas alacak bundan sonra sistem. Hoş, bundan önce de böyle yapıyordu ama böylesi sanırım ilk. 

Diyelim ki nisan son haftası ile mayıs ilk haftası bir haftada birlikte geldi. Pazartesi, salı, çarşamba nisan ayına ait. Perşembe ve cuma ise mayıs ayına ait. Bu arada 1 mayıs, yüz yüze eğitimin yapılmış sayıldığı resmi tatil. Yani geriye mayıs ayına ait bir gün kalmış. Siz olsanız, hafta bütünlüğü için bu haftayı nisan ayına mı yazarsınız yoksa mayıs ayına mı?

Öyle zannediyorum, haftanın çoğu günü nisan ayına ait olduğu için bu haftayı sizler nisan ayına dahil edersiniz. Buna da aklın yolu bir dersiniz. Kusura bakmayın da buna aklın yolu denmez. Dense dense nefsin yolu denir. Bereket devlet aklı sizin nefsiniz gibi çalışmıyor. Devlet üç günü nisana ait olan haftayı mayısa aktarıyor. Hafta bütünlüğü böyledir diyor.

Devlet niçin böyle akıl ediyor? Çünkü haftanın geriye kalan bir günü, çalışan öğretmenin sağ kalıp kalmayacağını kim garanti edebilir? Çünkü ölümlü dünya. Diyelim ki yaşadı. Öğretmenin 2 mayısta rapor ya da izin almayacağının bir garantisi var mı?

Burada ha nisan ha mayıs ne fark eder demeyin. Çok şey fark eder. Bunu aklı nefsine bağlı insanoğlu düşünemez. Düşünse düşünse devlet aklı düşünür.

Peki devlet üç günü nisan ayına, ilk günü mayıs ayına ait haftayı niçin mayıs ayına eklemiş oldu? Anlayabilen var mı içinizde? Nereden anlayacaksınız? Anlatayım da devlet aklı nasıl çalışır, bir görün.

Çoğu nisana ait olan haftayı mayısa alarak devlet;

Öğretmenlere nisan ayında ödenecek bir haftalık ek ders ücretini bir ay ötelemiş oldu. Böyle yapmasaydı, bu ücreti bir ay önce ödemiş olacaktı.

Bir de kimin ölüp kalacağını da test etmiş olacak.
Düşünün ki bir ay öncesi yani nisanda ödedi bu ek dersi. Ek dersi alan öldü. Devlet acılı aileye, eşinin bir günlük daha önce ödediğimiz borcu var. Onu yasal faiziyle ödeyin dese, hiç hoş olmaz tabi. O yüzden devlet her yönüyle düşünmek zorunda. Çünkü tüyü bitmemiş yetimin hakkı var devlet hazinesinde. Sonra o bir günü niye daha önce ödeyerek hazineye zarar versin.

İşte devletin yaptığı bu tasarrufa devlet aklı denir. Sizin ise bu akla aklınız ermez.

İçinizden birileri, haftanın çoğu günü hangi aya ait ise o haftayı o aya almak lazım önerisi getiren olabilir. Sadece çenesini yormuş olur. Bir de iyi ki devleti o içinizden biri yönetmiyor. Maazallah hazineyi zarara uğratırdı.

Devlet aklı dediğimiz zaman akla sadece öğretmenleri ilgilendiren ek ders gelmemeli. Devletin iyi ki var diyebileceğimiz bu aklı her alanda var. Mesela iki günü bayram tatiline denk gelen haftanın geriye kalan üç gününü de bayram tatili yapmak gibi bir aklı var.

Aynı şekilde enflasyon hesabı konusunda devletin bulduğu kurum tamamen bir devlet aklını yansıtır. Düşünün ki bu kurum yok. Enflasyonun nerelerde olduğunu hesap edemediğimiz gibi çıkacak rakam dudakları uçuklatır cinsten olur. Ayrıca çıkacak uçuk kaçık enflasyon sabit gelirliye zam olarak yansır ki bu da devletin gelirinin çoğunu sabit gelirliye vermesi demektir ki bu durumda hazinenin durumunu bir düşünün.

Yine devlet aklı sabit gelirlinin enflasyon farkını, verilen zam oranı enflasyonun altında kaldığı zaman değil de 6 ay sonra ödüyor. Yani enflasyon verilen zammı geçer geçmez ödemiyor. Burada da hesap kitap var. Düşünün ki yılın 4.ayında enflasyon zammın üzerinde çıktı. O zaman verirse devlet zarar eder.

Hasılı devlet aklı, ödemesi gerekeni ne kadar geç ödersem kâr mantığı üzerine kurulu. Buna da ne sizin ne de benim aklım erer.

30 Nisan 2025 Çarşamba

Vicdanlara Bırakılan Değerler

Deprem, sel baskını, yangın, dolu gibi doğal afetler olduğunda, ramazan orucunda ve kurban bayramında fiyatlar katlanır.

Böylesi durumlarda insanımız, "Bunlar fırsatçı. Ahlak, Allah korkusu ve vicdan yok" gibi serzenişlerde bulunur.

Bu durum yani fırsatçılık bildim bileli böyle.

Peki, insanımızda Allah korkusu, ahlak ve vicdan olduğunda fırsatçılık olmayacak mı?

Kanaatime göre yine olur. Çünkü insanımızın eline fırsat geçmeye görsün. Mutlaka değerlendirmek ister. Fırsatçılık yapan kimse de "Serbest piyasa değil mi? İstediğime satarım. Üstelik maliyetler arttı. Çoluk çocuğumun rızkını da düşünmek zorundayım. Sonra dövizin durumunu görmüyor musun" gibi gerekçeler üretir.

Durum bu iken "Ahlaklı nesil yetiştirmek lazım. Dindar nesli çoğaltmak lazım" demek suretiyle bireyin eğitilmesinin gerekliliğine vurgu yaparız.

Elbette çocuklarımız milli ve manevi değerlerle yetişsin. Dindar olmaları için gerekli çabayı gösterelim. Ama tek başına dini eğitim, dindar nesil, milli ve manevi değerlere bağlılık, barış ve huzurun gelmesi ve fırsatçılığın kalkması için yeterli olamaz. Çünkü kişilerin vicdanına ve insafına bırakılan bu değerlerin bir yaptırımı yoktur. Yaptırımı olmayan değerlerin ise toplumda çok bir etkisi olmaz. Herkes bildiğini okumaya devam eder.

Çocukların eğitimi için çaba sarf ederken bir taraftan da denetim ve yaptırımın olduğu müeyyideleri kanun maddesi haline getirmek gerekir. Kanuna koymak yeterli mi? Yeterli olmaz. Çünkü uygulanmayan kanun da tıpkı ahlak, Allah korkusu ve vicdan gibi olur. Bu yüzden konan kanun tavizsiz bir şekilde uygulamaya konmalıdır.

Kanunlar tavizsiz uygulansa, uymayanlara cezayı müeyyide uygulansa toplum düzelir. Değilse bir arpa boyu yol alamayız. Yine aynı konulardan şikayetçi olmaya devam ederiz.

Mesela ÖSYM her sınavın kılavuzunu her yıl yayımlar. Nelerin yasak olduğu kurallarını belirler. ÖSYM koyduğu kuralların uygulanıp uygulanmadığının denetimi yapar. Tüm kuralları tavizsiz uygulatır.

Kanunla belirlenen kurallar da tıpkı ÖSYM gibi olmalıdır.

Bir başka örnek vermek istersek, Zambaklar ülkesi diye bilinen Finlandiya halkı, bir zamanlar kaba, saba kişilerden oluşurken konan kuralların uygulamasıyla o kaba, saba diye bilinen halk kendine çekidüzen vermiştir. Devlet bu işi kanuna koyduğu ağır müeyyide ile çözmüştür.

Bizim ülke insanımızın Beyaz Zambaklar ülkesi gibi olmaması için hiçbir sebep yok. Devlet kanuna koyduğu kuralların denetim, uygulama ve müeyyidesini belli bir süre ÖSYM’ye bıraksa ya da ÖSYM benzeri bir mekanizma kursa, kısa zamanda büyük mesafe alırız.

18 Nisan 2025 Cuma

KKTC'de Neler Oluyor? *

Laikliğin sert ve tavizsiz uygulanması sonucunda, Türkiye uzun yıllar başörtüsü ve kılık kıyafet sorunu, laik ve anti laik gerilimi yaşadı. Partiler ve halk kutuplaştı. Başörtüsü gericilik, başı açıklık ise ilericilik gösterildi.

Başörtüsü dini bir simgedir. Okullara bu simge ile girilemez. Kamusal alanda başörtüsü takılamaz dendi. Üniversitelere başı örtülü kız çocukları alınmadı. Kayıt dönemlerinde başı örtülü çocuklar ikna odalarına alındı.

İkna olmayan kız çocukları okulunu bıraktı. Kimi başını açıp derslere girdi kimi de peruk vb. şeyler takmak suretiyle derslerine devam etti.

İnancın önündeki bu engelin kaldırılması için ülke çapında başörtüsüne özgürlük mitingleri, yürüyüşleri ve protesto eylemleri yapıldı.

Kamusal alanda başörtüsü ile görünen çalışanlara 28 Şubat sürecinde disiplin işlemleri yapıldı. Başını açmamakta direnenler görevden el çektirildi.

Partiler de ikiye bölündü. Eğitim ve öğretim engellenmesin diye üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir türünden bir madde ile Anayasada yapılan değişiklik "411 el kaosa kalktı" şeklinde duyuruldu. Bu değişikliğe öncülük eden partiye kapatma davası açıldı. Anayasa Mahkemesi üyeleri oy çokluğu ile partinin kapatılmasına karar verdi. Nitelikli çoğunluk olmadığı için parti kapatma uygulamaya geçmedi.

Seçimlere başörtüsü damgasını vurdu. Kimi başörtüsüne özgürlüğü savundu kimi de yasağı. Hem yasağı savunanlar hem de yasağa karşı çıkanlar bu süreçten ekmek yedi.

Yargı ve kurumlar da yasaktan yana tavır aldı.

Kısaca bu süreçte başı örtülü olan yandı, başörtüsünü savunan da yandı.

Sonuçta başörtüsüne özgürlük diyenler büyük zafere imza attı. Yasağı savunanlar ise kaybetti. Bugün ülkede başörtüsü üzerinden bir tartışma yok. İsteyen, kamusal alanda başını örtebiliyor.

Kaybedenler sadece yasağı savunanlar değildi. Ülke de kaybetti. Çünkü Türkiye'nin uzun yıllarını alan, mağduriyetlere sebep olan bu gereksiz mücadele, ülkeye çok şeyler kaybettirdi. İnsanımız yok yere kutuplaştırıldı. Bugün bu yönde bir kutuplaşma olmasa da çoğumuzun bilinçaltında bu kutuplaşmanın izleri var. Yeter ki birileri yeniden deşelesin. Bu hastalığımız yeniden depreşir.

Niyetim, uzun yıllarımızı heba ettiğimiz başörtüsüne değinmek, bu süreci anlatmak değildi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti okullarında yaşanan başörtüsü yasağı haberlere konu olunca, ister istemez Türkiye'de bir zamanlar yaşanan bu yasağa dikkat çektim ve kendi kendime dedim ki bizim yıllarımıza mal olan başörtüsü yasağını şimdi KKTC yaşıyor. Belli ki KKTC yetkilileri ve insanı, ana vatan Türkiye'nin yaşadığı bir süreçten ibret almamış ve yeni yaşamaya karar vermiş. Belli ki KKTC bizi çok gerilerde takip ediyor. Belli ki bizi bu konuda hocası olarak görüyor. Halbuki bu yasağın faydası olsaydı, bu ülke görürdü bu faydayı. Gel de bunu Kıbrıslı soydaşlarımıza anlat.

KKTC'nin etkili ve yetkili kişileri! Yanlış yoldasınız. Bizim dünümüzü değil, bugünümüzü örnek alın. Çünkü bu yasağın kimseye faydası yok. Yok yere gerilimi tırmandırmayın. Bilin ki bu yasak ülkenizin huzur ve mutluluğunu kaçırır. Gelin vazgeçin bu yasakçı zihniyetten. İyi bir laik, iyi bir dindar olmayı değil, iyi bir insan olun. Aranızda empati yapın. Birbirinizin giyim ve kuşamına saygı duyun. Birlik olun. Birbirinizin mutsuzluğu üzerine mutluluk kurmayın. Yoksa kaybeden sizler olursunuz.

Ki sizin birlik olma zamanınız. Kılık kıyafet yasağı ve bu tartışmalar üzerinden yıllarınızı yok yere heba etmeyin. Sizin bu gereksiz tartışmadan ziyade yapacağınız çok şey var. Daha devlet bile olamadınız. Dünyada sizi tanıyan ülke yok. Türkî Cumhuriyetleri bile Güney Kıbrıs'ta büyükelçilik açarken sizin bu işleri bırakıp bir araya gelip iyi bir diplomasi yürütmeniz ve ülkenizin tanınması için çaba sarf etmeniz gerekir. Sizin elzem konunuz budur. Gerisi, birbirinizi alt edemeyeceğiniz zaman kaybıdır.

*23.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

2 Nisan 2025 Çarşamba

Öldü ile Geberdi

Gündelik hayatta hem öldü hem geberdi fiilleri kullanılır. Kullandığımız bu kelimelerin anlamlarını bir hatırlayalım.

Ölmek: 1.Yaşamaz olmak, hayatı sona etmek, can vermek; cavlamak. II. Gitmek, göçmek, gümbürdemek, kakırdamak, kıkırdamak, yürümek, zıbarmak, cartayı çekmek, zartayı çekmek, mortlamak.

2. Solmak.

3.Bazı sebeplerle çok sıkıntı çekmek (mecaz).

4.Değerini, geçerliliğini, gücünü yitirmek, kullanılmamak.

Gebermek: 1. (Argoda) sevilmeyen biri için ölmek. 2. Bir kimseye aşırı ilgi ve istek duymak.

Ölmek ve gebermek fiillerinin dışında ölenler için "hakka yürüdü", "hak vaki oldu" deyimleri ile "kaybettik” fiili de kullanılır.

Gördüğümüz gibi hem ölmek hem gebermek fiilleri biri argo olmak üzere aynı anlamlara gelmekte.

Her ne kadar aynı anlama gelse de hangisini kullanırsak kullanalım, ölümün yüzü soğuktur. Pek temenni edilmez.

Her ikisi de haber anlamı taşır.

Yalnız öldü fiili ile geberdi fiili kullanılırken bu fiili kişiden kişiye farklı kullanırız. Mesela sevdiklerimiz için kaybettik, öldü derken sevmediklerimiz için geberdi fiilinin kullanıldığını görüyoruz.

Ölmek ve gebermek aynı sonuca çıkmasına rağmen öldü fiili kulağa daha hoş gelirken gebermek fiili çok itici gelmekte. Çünkü bu fiil hem argo hem nefret dilini içinde barındırıyor. Bir kişi hakkında içte biriktirilen kin ve intikam duygusunun dışa vurumu söz konusu.

Öldü fiili gibi herkese kullanılabilecek ve aynı anlama gelen nötr bir fiil varken argo geberdi fiilini tercih etmek hiç olacak şey değil. Olsa olsa bir akıl tutulması, birinin ölümüne sevinmek, zil takıp oynamak ve kavganın fitilini ateşlemek gibi bir şey.

Ölen her kim olursa olsun, nazarımızda değeri olsun veya olmasın her ölenin sevenleri vardır. Ölene saygı göstermek istemesek bile sevenleri saygıyı hak ediyor olabilir. Mesela ata ne kadar kötü olursa olsun, hangi evlat babası için geberdi fiilinin basında yer almasını ister? Öyle zannediyorum, kimse istemez.

Sonuç olarak, mahalleleri ayırıp kutuplaştığımız gibi bunu ölüme kadar götürmeyelim. Empati yapalım. Argo tabir kullanmaktan kaçınalım. Cenaze yakınlarını incitmeyelim. Verdiği zararlardan dolayı ölüye sevineceksek bu sevinci içimizde tutalım. Dışa açık etmeyelim. Rahmet de dilemeyelim. Cenazesini de kılmayalım. Bırakalım her mahalle cenazesine karşı son görevini vakur bir şekilde yerine getirsin. Birbirleriyle acılarını paylaşsın. Biz sessiz kalalım. Kavgamızı sıcağı sıcağına daha cenaze kalkmadan devam ettirmeyelim. Unutmayalım ki yorgan gider, kavga biterse, bir insan öldü mü, onunla ilgili kavga da biter. Edep, ahlak, etik, örf ve âdet bunu gerektirir.

Sahi, nereye gömdük bu edep ve ahlakı ve de insanlığımızı?

1 Nisan 2025 Salı

Volkan Konak'ın Ardından

Kendisini zaman zaman önüme düşen kısa videolarda ismini bilmeden birkaç defa izlemişliğim var. Genelde de ekranına çıkardığı kişilerle konuşmasına şahit oldum. Sanatını ne derece icra ettiğini ve başarılı bir sanatçı olup olmadığını bilmem.

Volkan Konak'mış adı. Sanatçı imiş. Kuzey'in olarak şu diye nam salmış. Türk halk müziği üzerine sanatını icra etmiş. Kıbrıs'ta sahnede iken geçirdiği kalp krizi sonrası vefat etmiş.

Sonrasını sosyal medyadan öğreniyorum. Bir grup, sanatçının ölümü üzerine üzüntülerini ifade ediyor. Bencileyin sanatla yakından uzaktan alakası olmayan bir grup ise Volkan Konak'ın daha önce söylediği sözleri ve vasiyetini ön plana çıkarıyor. "Öldükten sonra gömülmek istemediğini, cesedinin yakılıp Karadeniz'e savrulmasını" vasiyet etmiş.

Bu vasiyeti ön plana çıkaran bir kesim cenazesi kılınmamalı gibi şeyler yazıp çiziyor. Ölümüne oh be çekenler de az değil.

İlgili kişi inanıyor mu, inanmıyor mu bilmiyorum. Ki inanmak kadar inanmama hakkına sahip. Üstelik bir başka okuduğu şiirde "babasının yanına gömülmekten" bahsediyor.

Cenazesini yakılmasını yakınları yerine getirir veya getirmez. Yakınları alıp bir mezara da koymak isteyebilir.

Basından okuduğuma göre İstanbul'a cenaze namazı kılınıp Trabzon'a gömüleceği belirtiliyor. Demek ki yakınları gömülme vasiyetini yerine getirecek.

Tüm bunlar cenaze sahiplerinin bile bileceği bir şey.

Cenazesinin kılınmasını da ailesi isteyebilir. Birileri cenaze namazına katılmak isteyebilir. Söz ve eylemlerinden dolayı birileri cenaze namazını kılmak istemeyebilir. Her imam kıldırmak istemeyebilir.

Bir kimsenin cenazesinin kılınması, helallik alınması o kimseyi pirüpak yapmaz. İslami usullere göre defnedilmemesi de o kimseyi sorumluluktan kurtarmaz.

Namazı kılınırdı, kılınmazdı, hak etti veya etmedi tartışması bence gereksiz. Ölen ölmüştür, kalan kalmıştır. Ölenin kendini savunması mümkün değil.

Bu aşamadan sonra bırakalım herkes hesabını gittiği yerde versin.

Herkesin hesabını vereceğine inanılıyorsa bırakalım, hesap sorucu hesabını sorup cezasını versin. Hesap sorulacağına inanılmıyor mu ki bu kadar yaygara yapılıyor.

Hem neden karşı mahalleden biri vefat edince hemen veryansın ediliyor. Cenaze önüne gelip haydin bunun namazını kılacaksın veya kıldıracaksın diye bir baskı mı yapılıyor?

Ayrıca ilgili kişinin inanıp inanmadığını nereden biliyoruz? Kişi bir sözüyle dinden çıkar, diğer bir sözüyle tekrar girer. Merak ediyorum, herkesin imanı doğduğu andan itibaren şeksiz ve şüphesiz mi? Bırakalım herkesin inancını kendisine. Yaşadığı hayat üzerinden hesabını öbür dünyada kendisi versin.

Bir kişiye başka inançlara hakaret etmediği ve saygı duyduğu müddetçe istediği görüşü açıklama imkanı vermek lazım.

Günümüzde kişileri, mahalleleri inanç yönünden tasnife tutmanın bir gereği yok. Ne katma değer üretmiş, insanlık namına neler yapmış, ona bakmak lazım.

“Elli beş babasız çocuğu okuttuğunu, önümüzdeki sene bu sayıyı yüze çıkarmak istediğini, babaları olamasam da amcaları olurum” dediğini bir açıklamasından öğrendim.

Gençlerin yanına gidip, "Gençler, bir derdiniz olduğu zaman işte benim numaram şu. Direk beni arayın" demek suretiyle gençlere açık çek vermiş biri.

Yine kendisine bir milyon dolarlık reklam teklifi yapılıyor. Teklifi geri çevirdiğini söylüyor. Paran çok mu diyene de "Kişiliğime uygun görmedim" diyor. Hangi birimiz bir milyon dolar karşısında kendimizi kaybetmeyiz ve atlamayız.

Hangi birimiz 55 öğrenciye burs verir? Hangi birimiz tanımadığı üniversite öğrencilerine telefon numarasını verip ihtiyacınızda arayın der? Görünen o ki okuttuğu öğrenciler yetim kaldı ardından. 

Tamam, insanları fikir ve düşüncelerinden dolayı katılmadığımız yönleriyle eleştirelim. Ama yaptığı güzel şeyleri de ifade etmek suretiyle bir hakkı teslim etmek lazım. Çünkü hatasıyla hesabıyla insanı hepimiz.

Sonuç olarak sanatını icra ederken genç yaşta kaybettiğimiz sanatçıyı ölümünün ardından rahat bırakmak lazım. Ardından ne konuşursak konuşalım, bizi duymaz, bize cevap veremez. Bizde sesini çıkarmayana, kendini savunmayana el kalkmaz, belden aşağı vurulmaz. Bırakalım mevtayı sevenlerine. Onlar üzüntüsünü yaşasın. Kimsenin ölümüne sevinip göbek atmayalım. Bir üzüntülü ana saygı duyalım.

Bir diğer husus, inancından dolayı bu sanatçıya vuranlar, merak ediyorum, sağlığında bu sanatçıyla gittiğin yol, yol deyip konuştular mı? Bu işin doğrusu şu, senin görüşüne katılmıyoruz dediler mi? Mesela irşat görevinde bulundular mı? Eğer yaptık, sağlığında kendisiyle fikir ve inanç tartışması yaptık denirse, buna eyvallah derim. Yok böyle bir şey yapılmadı ise ölümünün ardından ileri geri konuşmak ne dine ne insanlığa yaraşır. Ucuz mücahitliğe gerek yok.

Ayrıca gidenin ardından ileri geri konuşmanın geride onun yolundan gidenlere faydası olur mu? Hiç sanmıyorum. Amaç üzüm yemekse bu üslubu terk edip en azından susmak lazım. Çünkü bu üslup kimseyi Müslüman yapmaz. Yaşadığımız dini ayrışmanın aracı haline getirmeyelim. Herkesin dini kendisine.

Yazımı sanatçının bir esprili anlatımıyla sonlandırayım. Beşinci kızdan sonra annesi Volkan Bey’e hamile kalır. Bu da kızdır diye annesi aldırmaya kalkar. Bir tanıdığı vasıtasıyla bir doktora gider. Doktor kürtaj için 300 lira (o günün parasıyla 300 bin veya üç yüz milyon olabilir) para ister. Bu parayı duyan annesi, “Sana bu parayı vereceğime, bu parayla ben evladımı doğurur, büyütürüm” deyip kürtajdan vazgeçer. Sanatçı bu şekil dünyaya gelmiş. Doktor daha az para isteseydi, belki de hiç dünyaya gelmeyecekti.

Mevtanın yakınlarına sabırlar diliyorum.

20 Mart 2025 Perşembe

Devletin Sistemine Güven Problemimiz

Turhan Çömez bir TV konuşmasında şunları söyledi: "İngiltere'de çalışırken bir kadın geldi muayeneye. Daha önce ameliyat olmak için Fransa'ya gidip ameliyat olmuş. Doktoru pek beğenmediği için kontrol için Turhan Çömez'e gelmiş. Çömez kadına 'beni nereden duydun? Fransız doktora güvenmezken bana niçin güveniyorsun' diye sormuş. Kadın, 'Sana değil, devletimin sistemine güveniyorum' demiş."

Uzun süre İngiltere'de doktorluk yapan Sayın Çömez'in bu anlattığı beni çok etkiledi. Özellikle ”Devletimin sistemine güveniyorum" cümlesi.

Bu cümlenin üzerine düşünmek ve konuşmak lazım. İngiliz kadındaki devletine güven bizde de olsun isterdim.

Buradan 90'lı yıllarda usulsüz geçiş yapan ve ortaya çıkınca iptal edilen 28 fakülte diplomalarına gelmek istiyorum.

Bu diploma iptali devlette sistemin olmadığının bariz bir örneğidir. Maalesef oturmuş bir sistemimiz yok. Kişiler hata yapabilir, yanlış yola girebilir, alavere dalavere ile işini çıkarmak isteyebilir. Hak etmediği halde araya birilerini koyarak, para vererek yatay geçiş yapmak isteyebilir. Tüm bunlar devletin sistemine takılması lazım.

Devletin sistemi de oturmuş kurumlarıyla yürür. Bu usulsüz başvuru yapanlardan ziyade en eski köklü üniversitemiz böyle bir usulsüzlüğü nasıl yapar? O kadar kişinin yani bir komisyonun önünden geçiyor evraklar. Haydi diyelim ki evrakta sahtecilik yapılsa gözlerinden kaçabilir. Burada böyle bir durum da yok. Çünkü devletin denklik vermediği bir üniversiteden geçiş yapmak için müracaat var. Komisyon başvuruyu görür görmez, "Başvuru yaptığınız üniversitenin denkliği yok. Bu yüzden başvurunuz reddedilmiştir" demeliydi. Ama görünen o ki insanımızdaki kokuşmuşluk ve çürümüşlük maalesef kurumlarımıza da sirayet etmiş. Köklü üniversitemiz bu bariz yanlışı yaparsa diğer yeni üniversitelere ne diyebiliriz?

Bir diğer husus, bu tür usulsüz geçişin olduğu 35 yıl sonra ortaya çıkarılması da vahim bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzun göstergesi. Hak edilmeyen bir geçişin hatası 35 yıl sonra ortaya çıkarılmamalıydı. Bu kişiler geçiş yaptıkları fakülteyi bitirmeden pardon deyip geldikleri üniversiteye gönderilmeliydiler.

35 yıl sonra gelen adalet, gecikmiş adalet, adalet değildir sözü gereği adalet olmasa gerek.

35 yıl önce yapılan bu yanlışa zamanında dur denmediği için insanlar üzerini okumak suretiyle akademisyen olmuş. Ondan sonra da pardon deyip diploma iptaline gidiyoruz. Bu durumda lise mezunu birisi profesör unvanıyla öğrenci yetiştirmiş. Görünen o ki telafisi mümkün olmayan hata ve yanlışlar içerisindeyiz.

Başka ülkelerde bunun örneği var mı bilmiyorum ama bizim ülkede böyle şeylerin olması bana hiç garip gelmiyor. Çünkü oturmuş bir sistemimiz yok. Vatandaş tencere ise kurumlarımız da kapak mesabesinde.

Şikayet üzerine bu diplomalar iptal edildi. Şikayet olmasa yapanın yanına kâr kalacaktı. Belki de bu diplomalar buz dağının daha görünen kısmıdır. Araştırılsa ne usulsüzlüklerimiz ortaya çıkar.

Usulsüz yatay geçişe müracaat edenler bir hatalı ise bunların usulsüz başvurusuna kılıf uyduran fakülte yönetimi iki suçludur ve bunun affı yoktur. Ceza verilecekse, bir bedel ödetilecekse bu usulsüz geçişe imza koyanlar cezalandırılmalı bence.

Mevzuatı bilmiyorum ama diploma iptalinden ziyade başka müeyyide uygulanabilirdi. Çünkü adı geçen yani usulsüz geçiş yapanlar geldikleri bölümü okumuşlar. Okuyan, sınıf geçen ve diploma almaya hak kazananların diplomalarının iptali yoluna gidilmemeliydi. Ha bu kişiler hiç okumadan sahte diploma alırlar, o zaman iptale kimse bir şey diyemez. Çünkü bu şekil iptal telafisi mümkün olmayan yaralar açar. Bu durumda akademik unvanıyla binlerce mezun veren akademisyenin okuttuğu öğrencilerin aldığı bu ders de su götürür.

Velhasılıkelam bu ülkenin adam olması, düzelmesi, telafisi mümkün olmayan hatalar yapmaması, devletin ve kurumlarının güven veren oturmuş bir sistemine sahip olmasından geçer. Öyle ya bizim İngiliz kadından neyimiz eksik. Niye biz de göğsümüzü gere gere "Devletimin sistemine güveniyorum" noktasına gelmeyelim.

18 Mart 2025 Salı

Tanıdık Senaryo

Bir tek su uyur, düşman uyumaz bilirdim. Görüyorum ki bir de devlet uyumuyor. Her şeyi arşivliyormuş. Sanırsın ki devlet uyudu. Değilmiş meğer. Sadece zamanı varmış bazı şeyleri arşivlerden çıkarmak için. Uyur taklidi yapıyormuş.

Tüm olup bitenlerden anlıyorum ki devlet bizden çok merhametli. Kişinin diplomasını kurumlar eliyle iptal ettirirken üniversite diplomasıyla yetiniyor. Bir de bu iptali çok önceden yapıyor ki mağdur olanlar ya da kendini mağdur sayanlar tedbirini alsın. Süresi içinde herkese açık olan üniversiteyi okusun diye.

Ya bir de ilk, orta veya lise diplomasını iptal etse, bu durumda insanımız ne yapardı? Ana, baba olduktan sonra bir de ilkokul çocuklarının arasında okumak vardı. Yani uzun iş.

Tüm bu olup bitenlerden edindiğim tecrübe şudur ki:

Devlete ve devlet ricaline meydan okumayacaksın.

Kimsenin özellikle etkili ve yetkili kişilerin suyunu bulandırmayacaksın.

Aşık atacaksan, kiminle aşık atacağını iyi bileceksin.

Kimsenin tavuğuna kış demeyeceksin.

Uslu çocuk olacaksın.

Söz dinleyeceksin.

Gözünü yukarılara dikmeyeceksin.

Yerini ve haddini iyi bileceksin.

Üniversite okurken kazandığın üniversiteye razı olacaksın. Yatay geçişle başka üniversiteye geçmeye kalkmayacaksın.

Etim ne budum ne diyeceksin.

Dağdan gelip bayırdakini kovmaya kalkmayacaksın.

Herkesin okuduğu şiiri okumaya kalkmayacaksın.

Böyle yapmayıp da bir yerlere çomak sokmaya kalkarsan, bil ki devletin o şefkatli tokadı karşısında muhtar bile olamayacak duruma düşersin.

Düşünce de bir süre yanında kimseyi bulamazsın.

Sonra mağdur sayılıp önün açılırmış, tüm makamlar önüne serilirmiş. Bu kadarını bilmem.

Yalnız bilmen gereken bir şey var. Hazırlanan senaryonun dışına çıkmayacaksın. Sabredeceksin. Ben bu senaryoyu bir yerden hatırlıyorum diyeceksin. Çünkü bu tür senaryoların sonu hep mutlu biter.

Yeter ki sabretmesini bilesin.

Sana biçilen senaryoya razı gelmezsen, bir kaşık suda boğarlar. Bu durumda seni ben bile kurtaramam.

Ben de Yatay Geçiş Yapmıştım

Dostlar!

Bir düşüncedir aldı beni.

Moralim bozuk.

Benim moralim bozuk olmasın da kimin morali bozuk olsun.

Derdin ne derseniz?

Şu diploma iptali iyi olmadı. Zira bu iptal şu ya da bu şekilde beni de ilgilendiriyor. Çünkü 1988 yılında ben de Erciyes Üniversitesinden Selçuk Üniversitesine yatay geçişle gelmiştim.

Devlet 90 yıllarındaki yatay geçişleri didik didik incelediğine göre öyle zannediyorum, 90 öncesi diplomaları da inceleyecek.

Acaba bu incelemede benim yatay geçişte de bir usulsüzlük tespit edilebilir mi?

Eğer öyle olursa bilin ki yandım demektir. Çünkü 91 yılında aldığım ve 34 yıldır kullandığım diplomam çöpe gidecek demektir.

Diyelim ki eğitim ve öğretimin düze çıkması ve eğitimin şahlanması için bu tür yanlışlıklardan kurtulmamız gerekiyor. Bunun için değer diyelim.

Yalnız diplomam iptal edilince görevimi yapamayacağım. Buna da şeriatın kestiği parmak acımaz diyelim.

Ya benden, bu diplomadan yediğim ekmeğim parası yasal faizi ile birlikte istenirse işte o zaman ben ne yapacağım? Kendimi satsam ödeyemem devlete olan borcumu.

Devlete borçlu da gitmek istemiyorum.

Çocuklarımın hepsi bir araya gelse onlar da bu borcu ödeyemez.

Büyük ihtimalle çocuklarım reddi mirasa başvururlar. Yani borcumu üstlenmezler.

Bu şekil diplomasız ve borçlu ölürsem, eş dost bunun devlete borcu vardı. Bunun cenaze namazı kılınmaz derse bilin ki cenazem ortada kalır.

Bir de yıllar yılı sahte diploma ile öğretmenlik yapmış diye ardımdan konuşacaklar.

Ya bir de devlet "Bunun okuttuğu ve verdiği notları da iptal edeceğim” derse, okuttuğum öğrenciler de mağdur olacak.

Çocuklarım sahte diplomalı bir babanın evladı oldukları için milletin yüzüne bakamayacak. Hele bir de başkalarının babası gibi miras bırakacağı yerde bizim babamız bize borç bıraktı derlerse mezarda da rahat yatamam.

Gördüğünüz gibi durum bildiğiniz gibi değil. Çok vahim çok. Çünkü bunun zararı sadece beni değil, herkesi etkileyecek.

15 Mart 2025 Cumartesi

Kefaret Orucu

Bir zamanlar sakız çiğnemek orucu bozar mı soruları geride kaldı. Şimdi öğrenciler, "Bile bile orucu bozarsak 61 gerekir mi" diye soru soruyor, hem de birçok öğrenci birden.

Bu yazımda bile bile oruç bozmanın kefaret gerekip gerekmediğini ele almak istiyorum.

İlmihal kitaplarımızda orucu bile bile bozmanın cezası olarak "İki ay peşi sıra oruç tutmak ve bozduğumuz gün kadar oruç gerekir" yazılı.

Halkımız da böyle biliyor. Daha doğrusu 61 gün oruç tutmak gerekir şeklinde.

Bile bile oruç bozmanın cezası bir defa 61 gün değildir. Oruç bozan biri hangi ayda oruç tutacaksa, o aylar hicri takvime göre kaç çekiyorsa, o kadar ve bozduğu gün kadar tutulmalıdır. 61 galatı meşhur olmuştur.

Kefaret orucuna başlayan kişi o ayın ve takip eden ayın kaç çektiğine bakar. Diyelim ki bu aylar 29+29 çeksin. Bu durumda 58+1= 59 gün oruç tutması gerekir. Bu aylar 30+30 çekerse, 60+1 olmak üzere 61 gün tutacaktır. Kişi birden fazla oruç bozmuşsa, mesela 5 gün oruç bozdu diyelim. Bu durumda 30+30+5 olmak üzere 65 gün oruç tutmalı. İki ayı hiç ara vermeden arka arkaya tutmalı. Bozduğu günleri diğer günlerde ayrı ayrı tutabilir.

Bu anlattığım ilmihallerde yazan kefaret orucunun açıklamasıdır.

Bu kefaret orucu yani bile bile oruç bozmanın cezası Kur'an-ı Kerim'de yazmıyor. Zıhar ayetindeki kefaret orucu bile bile oruç tutmaya kıyas yapılmıştır fıkıhçılar tarafından.

Katılır veya katılmazsınız, ben bu kefaret cezasını çok ağır buluyorum. Bile bile oruç bozmanın cezasının bu derece ağır olmaması gerektiğini düşünüyorum. Fıkıhçıların, insanımız orucunu bozmasın diye böyle bir kıyası tercih ettiklerini zannediyorum.

İyi niyetle ve insanımızı sakındırma amacıyla böyle bir ceza takdir edilse de insan psikolojisini göz ardı eden bir fetva olarak görüyorum. Bir gün orucunu tutamayan bir kimseye peşi sıra iki ay oruç tutturmaya çalışmanın uygulanabilirliği çok zordur. Bunu çok az insan yerine getirebilir. Öyle ya bir gün oruç tutmada zorlanan ve orucu bozan insandan iki ay oruç tutmasını beklemek insana gününü göstermek demektir.

Bir diğer husus, bir şeyin cezası misliyle olmalıdır. Kısasta bile durum böyledir. Cana can, dişe diş dedikleri ne eksik ne fazla, misliyle demektir. Bir kişi bile bile orucunu bozarsa bozduğu gün kadar yani güne gün oruç tutmalıdır. Doğrusu da budur.

Bir diğer husus, yine ilmihal kitaplarında yazdığına göre niyetlenmeyip oruç tutmayan kimse için güne gün oruç tutar denilirken, niyetlenip ardından oruç bozana iki ay ceza bana göre bir çelişkidir. Biri belki de keyfi olarak oruca niyetlenmiyor, diğeri tutacağım deyip iyi niyet gösteriyor ve oruca başlıyor. Nefsine ağır geldiği için dayanamayıp bozuyor. Bence oruca niyetlenen, iyi niyetli ama sözünde duramamış ve bozmuş. Bu iyi niyetin cezası 60 kat ceza olmamalı. Eğer kat kat ceza verilecekse niyetlenmeyen kişi için düşünülmelidir.

Burada, bile bile niyetlenmeyen iki ay tutmalı demiyorum. Çünkü bu da güne gün tutar. Sadece iyi niyet gösterene takdir edilen cezaya dikkat çekmek için böyle dedim. Mantık da böyle olmalıdır. 

Sözün özü, cezalar anlaşılabilir olmalı, orantılı olmalı, kat be kat ceza olmamalı. Niyetlenen de niyetlenmeyen de güne gün oruç tutmalı. Kısaca insafı elden bırakmayalım. İnsanımıza hayatı zorlaştırmayalım, kolaylaştıralım demek istiyorum.

Not: Kendimi fetva vermeye haiz görmüyorum. Sadece bu konudaki görüşümü açıkladım. 

Öğrenciye Ramazan Kolaylığı Niçin Düşünülmez? *

Günlük mesaiye veya okula gidecek çoğu oruçlu insan uyku problemi ile karşı karşıya. Çünkü sahur uykuyu bölüyor.

Sahura kalksa bir problem, kalkmasa ayrı bir problem.

Uyku problemimi en fazla öğrencilerde gözlemliyorum.

Haftanın diğer günleri işyerlerinde meslek öğrenen öğrenciler, haftada bir okula geldikleri zaman uykuyu alamadıkları gözlerinden okunuyor.

Çalıştığı işin durumuna göre gece de çalışan bu öğrenciler, sabahın alaca karanlığında evden çıkıp okula geldikleri zaman, başlarını sıraya koyup hemen uykuya dalıyorlar. Belli ki uykularını alamıyorlar.

Hele bazıları kafayı sıraya koyar koymaz horlamaya başlıyor.

Bırakıversen akşama kadar uyuyacaklar. Belli ki okul onlar için dinlenme yeri.

Oruçlu olduklarından, ihtiyaç gidermek için teneffüse de çıkmıyorlar. Sınıf ortamında dura dura uykuları geliyor. Ayrıca aç acına on saat ders işlemek çok zor geliyor. Hele oruçta hiç çekilmiyor.

Liseli bu çocukların durumuna üzülmemek elde değil. Çünkü yemeden ve içmeden kesilerek uykusuz bir şekilde on saat ders görmek hiç kolay değil.

Acaba böylesi ortamlarda bu öğrenciler için bir kolaylık sağlanamaz mı? İstenirse sağlanır. Çünkü bildiğim kadarıyla çoğu kurum, çalışanlarına ramazan dolayısıyla mesaide esneklik sağlıyor. Mesela saat üçte çalışanlarını evlerine gönderiyorlar. Büyük insanlara sağlanan bu kolaylık ve gösterilen bu esneklik pekala öğrenciler için de düşünülebilir.

Nasıl bir kolaylık sağlanabilir?

Pekala ders saatleri kırk dakikadan otuz dakikaya indirilebilir. Öğle arası 40 dakikadan yarım saate düşürülebilir.

Dersler yarım saat işlenince, öğle arası da kısaltılınca, öğrenci 110 dakika önce evine gitmiş olur.

Sabah 08.00'de derse başlayan öğrenci, normal zamanlarda 16.15'te okuldan çıkarken, ders saatlerini kısaltmak suretiyle okuldan 14.25'de çıkmış olur. Evine erken giden öğrenci de iftara kadar uzun oturarak dinlenmiş ve yarım kalan uykusunu tamamlamış olur.

Sahi, yetkililerimiz ramazan ayına mahsus bu kolaylığı öğrenciler için niçin düşünüp planlayıp uygulamaya koymaz?

Büyük çalışanlara çoğu kurumların sağladığı esnek mesai öğrencilerden niçin esirgenir?

Eğer bir kolaylık sağlanacaksa öncelik büyüklerden ziyade küçüklere olmalıdır.

*19.03.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.