9 Ocak 2025 Perşembe

Tedavisi Olmayan Hastalık Hastası Hastalar

Hasta olmadığı halde hasta olduğuna kendini inandırmış kişilere ne doktor fayda verir ne ilaç ne reçete ne tavsiye. Bunlar ömrünü hasta hasta tamamlarlar. Hastalık hastası bu tiplerin en büyük sıkıntısı, başkasının bunların hastalığına inanmaması. Sen inanmazsın ama ben çok hastayım, çeken bilir psikolojisini yaşarlar. Abartırlar da abartırlar. Tüm dünya sağlam, bir bunlar hasta. Kendileri ayakta olsa da hastalığını dinleyenler hasta olur. Çünkü içleri dışarı hastalık olur. Ne kendileri huzur bulur ne de çevresi.

Bir de algı oluşturarak hayatını yaşayanlar var. Bu tipler oluşturdukları algıya önce kendilerini alıştırır, sonra çevresini ikna eder. Ömürleri algıyla geçer. Kah yapı derler kah sistem kah güç. Çevresi buna inandıktan sonra dünya onundur. Çünkü tevazu görünümlü kibirlerinin arkasında hep başkasını hedef gösterme vardır. Çevresi onun gösterdiği hedefe odaklanırken bu tipler hiç kendilerinde suç ve eksiklik bulmadan hayatını devam ettirirler. Ortamı bu algıyla gerdikçe keyif çatarlar. Nasılsa kendisinde suç yok. Suç hep başkasının. Bu kadar etrafında inanan varsa, bu algıya teslim olan varsa niye keyif çatmasın. Bir güçtür bunlar. Basın ve TV ellerinde. Maddi sıkıntıları da yok. Paradır, şöhrettir, bulundukları yıkılmaz statüdür bunları bu hale getiren. Oluşturdukları algıyı anlatması için gerekirse paralı adam tutarlar. Gerekirse bunlara iş verirler. Yola gelmeyenleri yani kendisine teslim olmayanları işinden bile ederler, tu kaka yaparlar. Bunları anasından doğduğuna pişman ederler.

Bu tipler genellikle tek adamdır. Yönetim de budur, genel kurul da budur. Hepsi buna hizmet için vardır. Sözünün üzerine söz söyleyemezler. Elde ettiği yeri, makamı istediği şekilde yönetir. Kırsa da dökse de kimse bir şey demez. Çünkü parası vardır, gücü vardır bu tiplerin. Babasının mülkü gibi yetki kullanır diyeceğim ama babanın mülkü öyle hoyratça kullanılmaz. Nasılsa bulundukları yer amme adına iş yapan bir yer. İstisnaları olmakla beraber bizim toplum da paraya, şöhrete, güce teslim olmada zaten yarışır. Algı oluşturma, oluşturdukları bu algıyla yaşamayı hayat felsefesi haline getirdikleri için bunları da hastalık hastası kabul etmek gerek. Bu hastalığın da tedavisi yoktur.

Bir de kendiyle barışık olmayan tipler vardır. İçindeki düşmanı hep dışarıda ararlar. Bir şeyi iyi yapınca ben yaptım, biz yaptık derler durmadan. Kırıp dökmüşse hedef bellidir. Parmağını birilerine doğrultması yeterlidir. Kah dış güçlerdir kah ezeli rakibidir kah esnaftır. Çünkü kendileri yunmuş yıkanmıştır. Dünyada bir iyi bunlar vardır. O kadar kötü insanın içerisinde kendileri gibi iyi olanların olması Allah’ın bir nimetidir. Anlamadıkları da yoktur. Her şeyin kitabını yazmışlardır zira. U dönüşü yapmada, zikzak çizmede, dün dost bildiğini düşman bellemede, düşman bellediğini dost edinmede üstlerine yoktur.

Bu tiplere başarı için her yol mubahtır. Bu uğurda en büyük şansları kendilerini ölümüne destekleyen erkek deveye dişi diyen taraftarlarıdır. Bu taraftar kitlesi olduğu müddetçe sırtları asla yere gelmez.

Bu taraftar kitlesi sayesinde hep başarılı oldukları için yenilgiye asla tahammülleri olmaz. Kazara bir yenilgi yüzü görürlerse kendileri dışında herkesi değiştirirler. Bir kendileri kalır. Yanlışları olsa kendilerini de değiştirirler ama yok yok yok.

Bu tipler de oluşturdukları algıyla hep ayaktadır. Başarılarını da bu algıya borçludurlar. Sureti haktan görünmeyi çok iyi becerirler. Düşmanla yaşarlar. Düşman daima günah keçisidir. Tek sermayeleri de düşmanlarını eleştirmekten ibarettir.

Hedef gösterme ve algı oluşturma yönüyle hep başarıdan başarıya koştukları için hiç hatalarını görmezler. Bu yüzden kendileriyle yüzleşmezler. Bu tiplerin de tedavisi yoktur.

Topraklı Pekmez

Bizim insanımızın hepsi olmasa da önemli bir kısmı iş beğenmez, aylak aylak gezer, iş yok der. Halbuki insanımız isterse ekmeğini taştan çıkarır. Yeter ki bir konuda becerimiz olsun.

Evet, ekmeğini taştan çıkarmak, geçimini sağlamada çok becerikli olmak ve ne yapıp edip geçimini sağlamak için kullandığımız bir terimdir.

Bu deyimi hepimiz duyduk. Hatta böylelerini gördüğümüzde, helal olsun, kimseye muhtaç olmadan evine ekmek götürüyor deriz.

Peki, ben size ekmeğini topraktan çıkaranlar var. Bundan haberiniz var mı desem, başınıza gelmediyse, görmediyseniz ve tatmadıysanız nereden bileceksiniz.

Cehaletinize veriyorum. Bilseniz, bu tür ekmeğini topraktan çıkaranlar, taştan çıkaranlara beş çeker.

Bildiğiniz gibi ekmeğini taştan çıkarma deyimi bir beceriyi ortaya koyar. Yani taş satmaz bu tip kişiler.

Ekmeğini topraktan çıkaranlar ise tarım ve çiftçilikle uğraşmıyor. Toprağa ektiğini satmıyor. Bunlar safi toprak satıyor. Bu yönüyle bakıldığında ekmeğini taştan çıkaranlar, topraktan çıkaranların eline su dökemez.

Kim bunlar, biz hiç görmedik diyor ve bu beceriyi gösterenlerin kimler olduğunu merak ediyorsanız, anlatayım ki özellikle işsiz olup aylak aylak gezenlerin kulağına küpe olsun. Boşuna dememiş atalarımız, taşı toprağı altın diye. Her ne kadar bu deyimi İstanbul için söyleseler de ekmeğini toprak satarak sağlayanlar için köy, kent, mahalle, Anadolu'nun her bir yeri İstanbul'dur.

Sizi daha fazla merakta bırakmadan bu işin künhünü anlatayım ki işsizlere istihdam hizmetim olsun.

Toprak satmak için öncelikle bağınız olmalı. Bağınız yoksa evinizin önündeki asma da olabilir. Yoksa da komşunun veya akrabanın bağı ve asması olabilir. Bu durumda üzüm komşudan, kaynatma da sizden. Kazancı yarı yarıya paylaşırsınız.

Üzümü toplayıp pekmez kaynatacaksınız. Bunun için daha önce pekmez kaynatman önemli değil. Önemli olan her şeyden anlıyor olman kafi. Bu durumda pekmez ne ki?

Bunun için ilk önce pekmez de kullanmak üzere bol miktarda toprak bulacaksın. Ama bu toprak, bulduğun ve gördüğün her toprak değil. Halk arasında bu toprak türüne, ak toprak, beyaz toprak, marın ve havara deniyor. İnternette de satılıyor.

Bu toprağı bulduktan sonra 100 kg şıranın içine dört kilo toprak dökeceksin. Sonrasını ne yapacağını zaten sen çok iyi biliyorsun. Sanırım bol kaynatacaksın. Öncesinde topladığın üzümü bir güzel yıkayıp üzümün çürüğünü, çarığını ve sapını ayıracağını, temiz çizmeler giyip ezeceğini, ezdiğini bir tülbendin içine koyup suyunu ve posasını ayıracağını, suyu tencereye koyarak altını yakmadan kaynatacağını, genişçe bir leğen içine koyduğun toprağın üzerine dinlendirdiğiniz üzüm şırasını boşaltacağını, üzeri kapalı bir şekilde bir gün dinlendireceğini, bu dinlenme esnasında tortu yapan maddelerin dibe çökeceğini, ertesi günü şırayı süzerek kaynatma tenceresine atacağınızı, karıştırarak iyice kaynatacağınızı, kaynatırken üzerinde oluşan köpükleri tahta kaşık marifetiyle alacağınızı, şıranın kıvamı iyice olgunlaştığında ocaktan alıp dinlendireceğinizi, sonra kavanozlara doldurup ağzını kapattıktan sonra ters çevireceğinizi, bu şekil bir müddet dinlendikten sonra afiyetle yiyeceğinizi zaten çok iyi biliyorsunuz.

Tabi sen fazlasını satacağın için bu kadar özen göstermene gerek yok. Kazan veya tencereden indirdikten sonra toprağın alta çökmesini beklemeden pekmezi kavanozlara pardon bir litrelik kola şişesi veya beş litrelik plastik pet şişelere doldurup satış aşamasına geçeceksin.

Pet kaplarda simsiyah pekmezi gören, sen dahil herkes ne güzel pekmez oldu diye hayran hayran bakacaksın. Pekmez işi benim işim diyeceksin. Ardından teraziye koyup tartacaksın.

Burada toprak satışı nerede, sen düpedüz pekmez satışını anlatıyorsun diyebilirsiniz. Kokusu sonra çıkar bunun. Çünkü o simsiyah görünen ve terazide ağır çeken pekmezin yarıdan fazlası topraktır. Bu yarısı toprak olan pekmezin diğer kalan tarafı da toprak emer. Koca pet şişe olur pekmez görünümlü bir toprak. Sen sattıktan birkaç ay sonra çıkar ortaya. Pekmez, olur bir toprak. Böylece üzüm yerine tartıda ağır topraklı pekmez satmış olursun. Paraya da para demezsin.

Haydi göreyim seni. Milleti mahrum etme şu topraklı pekmezinden.

Bundan sonrasını, bu sene iyi pekmez aldım diye sevinen müşteriler düşünsün. Afiyetle yesin aldığı topraklı pekmezi. Yiyebilirse tabi. Kaynatır olmaz, süzer olmaz. Çünkü gelen hep topraktır. Bu duruma ah vah etse de küçüklüğünde bazılarının duvarı kazıyarak yediği toprak özlemini büyüyünce bu şekilde gidermiş olur. Bu da sorun olmaz. Topraktan gelip toprağa gitmeyecek miyiz? Ha giderken toprak da yemiş oluruz. Oluruz toprak adam. 

Bir diğer faydası da eve bir hırsız girse bu topraklı pekmez şişesi silah yerine kullanılabilir. Attın mı hırsıza, onu yere serer. Yeter ki isabet etmiş olsun.

Ha bu arada unutma. Sattığın pekmez görünümlü bu toprak satışından maliyenin haberi olmasın. Çünkü bu satışın kutsal değildir. Unutma ki vergilendirilmemiş kazanç kutsal değildir. 

7 Ocak 2025 Salı

Güven ve Adalet Sorunumuz

Hemen hemen her alanda Türkiye'nin bir adalet ve güven problemi yaşadığı muhakkak. Adalet ve güven ise inşaattaki harç gibidir. Harç varsa inşaat devam eder. Harç yoksa inşaat durur. Başka malzemeye ihtiyaç duyulmaz. İşçiye paydos verilir.
Eğer bu ülkede bu iki sorun varsa -ki bu sorunun olduğu muhakkak- o zaman bu ülkenin doğru giden hiçbir işi ve şeyi olmaz. Harç örneğinden gidersek, bu iki ahlaki ve evrensel değer inşaattaki harç gibidir. Harç binanın örülmesi için elzem olduğu kadar binayı da sağlam tutar, taş ve tuğlaları birleştirir ve kaynaştırır.
Eğer bu ülkede adalet ve güven zedelenmesi varsa, yok denecek kadar bu iki değerin esemesi okunmuyorsa, o millete de o milletin devletine de Fatiha okumak gerek.
Seçim yapıyoruz. Sandıkta kamu görevlisi başkan, yine kamu görevlisi başkan yardımcısı, en az dört partinin üyesi sandık kurulunda görev yapar. Sayım döküm sonrası tutanak tutulur, tutanağa tüm üyeler imza atar. Her partinin elinde ıslak imzalı tutanak olmasına rağmen kaybeden, rakibini tebrik edeceği yerde yanlış sayıldı, rakibe yazıldı türünden bahanelerin arkasına saklanarak seçime şaibe karıştırmaya çalışırız.
Futbol maçı oynanır. Maçın sonucuna göre açıklama yaparız. Şayet kaybetmişsek, oynadığımız oyundan ziyade hakemi eleştiririz. Kritik pozisyonları gündeme getiririz. "Hakem maçı katletti. Yanlış kararlar verdi. Maçın sonucuna etki etti. Takdir haklarını rakip takım lehine kullandı. Bu hakemlerle olmuyor. Yabancı VAR hakemlerinin ardından orta sahada görev yapacak yabancı hakem istiyoruz. Dün rakibimizin oynadığı maç hakem eliyle rakibimize hediye edildi. Hep rakibimiz kollanıyor. Şu pozisyonda penaltı verildi/verilmedi. Zaten o hakem o takımı tutuyor. O hakemin yönettiği tüm maçları rakibimiz kazandı" türünden veryansın ederiz.
Bu verdiğim örnekleri birbirimize güvensizliğimizin bir göstergesi sayabiliriz. Güvenin olmadığı yerde zaten adaletten söz edilemez.
Sonrasında da mazeret bulma ve gerekçe üretmeye geçiyoruz.
Ömrümüz başarısızlıklarımıza kılıf bulmakla geçiyor.
Eğer bu ülkede adalet ve güven yoksa seçim yapmanın, birilerini seçmek için seçmenin önüne sandık koymanın bir anlamı var mı?
Eğer bu ülkenin hakemlerine güvenilmiyorsa, maçlar adil yönetilmiyorsa, hakemin kendi takımımızı tutmasını istiyorsak, bu ülkede maçlar niye oynanır? Hiç oynanmasa daha iyi. Her maç sonrası hakemleri eleştirmek o hakemlerin bir sonraki maçta tekrar hata yapması demektir. Çünkü hep eleştirilen kişiler asla doğru maç yönetemez.
Her türlü başarısızlığa mazeret üretiyor, bahane bulacaksak, bir günah keçisi ilan edeceksek, her işe şaibe katacaksak, ortamı daima gereceksek, hiç kendimize bakmayacaksak, bu yarışta niye varız? Katılmayalım yarışlara daha iyi değil mi?
Hasılı adalet ve güvende sınıfta kaldık. İkmal bile bizi paklamaz. Üretimde zaten yokuz. Üretim namına yaptığımız tek şey, mazeret üretmektir. Her mazeret aynı zamanda algı oluşturmaktır.
Unutmayalım ki her şeye kılıf bulmak, algı üretmek, mazeret ve bahanenin arkasına sığınmak, haksızlık ve başarısızlığımızı örtmek için ortalığı velveleye vermek, şaibe karıştırmak, kendimize güvensizliğin ve utanmazlığın bir göstergesidir. Kişilerdeki utanma duygusunun yok olmasıdır. Bu duyguyu kaybedenlerde ise ne Allah korkusu olur ne de kuldan utanma.