1 Aralık 2024 Pazar

Sebebi Nüzul ve Kader

Şimdiler bu tartışma olmasa da geçmişte Kur'an mahluk mudur, değil midir tartışması yapılmış. İş tartışma boyutunu da geçmiş, gücü kim ele geçirmişse, öbür görüşe hayatı zindan etmiş.

Kısaca Kur'an mahluk demek, Kur'an yaratılmış, yani ezeli değil, hadistir, sonradan yaratılmıştır demektir. Mahluk değil diyenler ise Kur'an ezeli ebedi de vardı, yaratılmadı demektir. 

Niyetim eski tartışmaları gündeme getirmek değil. Ki yeri ve zamanı da değil. Üstelik sonuç alacak bir tartışma da değil. 

Konuyu geçmişten günümüze tartışma konusu olan kadere daha doğrusu kader anlayışına getireceğim. Çünkü mahluktur/değildir tartışması bence kaderle ilgili olsa gerek. 

Kadere şimdilerde farklı anlamlar verilse de kader eskiden, "Allah'ın olup bitecekleri önceden yazması, zamanı gelince kaza olarak ortaya çıkması" şeklinde tarifi yapılırdı. 

Emeviler, öldürmek istediklerini, "Ben öldürmek istemiyorum ama senin kaderin benim elimle öldürülmek imiş. Yapacak bir şey yok. Ben masumum" anlamında anekdotlar anlatılır. Hatta bu yüzden Kaderiye mezhebinin ortaya çıktığı bir vakıa. 

Lise 1.sınıfta akait dersimize giren Rahmetli Zekai Kaplan kaderi bize şöyle açıklamıştı: "Bir sinemayı bir filmi gözünüzün önüne getirin. O filmdeki aktörler senaristin yazdığını oynar. Kendi iradeleri yok. Bizim senaristimiz de Allah'tır. Bizler de filmdeki oyuncular gibiyiz, olup bitenlere müdahalemiz yok" demişti. O günden bugüne yıllar geçti. İnşallah aklımda kalanları yanlış ifade etmiş olmam. 

Günümüzde bu anlayış değişse de alın yazın böyle imiş. Kaderin önüne geçilmez denir. 

Şimdilerde kader için ölçüdür. Allah evreni yaratırken her şeyi bir ölçüye göre yarattı. Kaderden kasıt ölçüdür. Kaderi iki şekilde anlamak lazım. İlki irademiz dışında gelişen kaderimiz. Bunlar, cinsiyetimiz, boy-pos, rengimiz, milliyet, ne zaman doğacağımız, anne ve babamızın kim olacağı. Bu tür kaderden sorumluluğumuz yok. İkincisi ise "Yapıp ettiklerimiz kaderimizdir. Çünkü herkes için yapıp ettikleri vardır" deniyor. Bu tür kader kişinin kendi özgür iradesiyle yapıp ettikleridir ve bundan sorumludur insan. 

Zekai Kaplan Hocamın örneklendirerek anlattığı kader, eskinin kader anlayışı olup başlı başına sorundur. Bu durumda insan yapıp ettiklerinden sorumlu olmamalı. 

Son güncel kader anlayışını kendime daha uygun buluyorum. 

Şimdi tekrar yazımın başında belirttiğim Kur'an mahluktur, değildir konusuna dönersem, aklıma sebebi nüzul geliyor. Malumunuz sebebi nüzul, Kur'an ayet ve sürelerinin bir sebebe binaen nazil olduğudur. Kur'an'da her ayetin sebebi nüzulünü bilemesek de çoğu ayetlerin sebebi nüzulü var. Bedir, Uhut, Hendek savaşlarından bahseden ayetler var. Müşriklerin ileri gelenlerinin kastedildiği ayetler var. Bir olay olduğunda, ardından o olayı açıklığa kavuşturan ayetlerin geldiği bir gerçek. 

Şimdi burada biraz beyin jimnastiği yapalım. Kur'an ezel ve ebette var idi ise sebebe binaen gelen ayetleri nasıl anlayacağız? Ki Kur'an yeryüzü semasına indirilmeden Levhi Mahfuz'da idi deniyor ayette. Kadir gecesinden itibaren peyderpey indirilmeye başlandı diye biliyoruz. 

Bu durumda kaderi nasıl anlamalıyız? Şayet Kur'an ezelden beri Levhi Mahfuz'da ise sonradan yaratılmamış demektir. O zaman sebebi nüzule binaen inen ayetlerden, olmuş olacak olanların daha önceden belirlediği anlamı çıkar ki bu durumda eskilerin kader tanım ve anlayışı daha doğru gibi görünüyor. Yani Mekke ve Medine döneminde olup bitenler daha önceden yazılmış, zamanı gelince ortaya çıkıyor anlamı ortaya çıkıyor. Bu durumda kadere müdahale yoktur, biz sadece oyuncuyuz, senaryosu daha önceden yazılmış anlamı çıkar. 

Siz bu konuda ne düşünürsünüz bilmem. Kur'an mahluktur, değildir tartışmasına da girmem. Yalnız son yıllardaki kader anlayışını daha makul gören biri olarak Kur'an ayetleri bir sebebe binaen geldiğine göre Kur'an mahluk anlayışı bana daha isabetli geliyor. 

Burada Allah olacakları daha önceden bildiği için daha önceden kayıt altına almış, bir müdahale söz konusu değil diyenlerimiz çıkar. Buna da eyvallah.

Bu konuda farklı fikri olan varsa, bunu bize serdederse bundan memnuniyet duyacağımı şimdiden belirtmek isterim. 

Bilinçaltının Dışa Vurumu

Fi tarihinde ilçede bir lisede çalışırken rotasyonla il merkezinin dışı bir mahalledeki bir ilköğretim okulunda göreve başladım.

İlköğretimde göreve başlamamın ilk bir ayında ilköğretim müfettişleri denetime geldi.

Kalabalık bir müfettiş ordusu boş buldukları yere oturdu.

Önce bir tanışma faslı yapıldı. Daha doğrusu onlar soruyor. Biz cevap veriyoruz. Biz derken müdür yardımcısı ile ben. Yer yokluğundan aynı odayı paylaşıyoruz. 

“Biz buraya daha önce de geldik. Seni tanımıyoruz. Buraya nereden geldin” dediler bana.

Buraya geleli üç hafta oldu. Ben şu ilçeden geldim dedim.

“Biz o ilçeye de gittik. Seni orada da görmedik. Hangi okuldaydın” dediler.

Anadolu lisesindeydim deyince, müfettişlerin grup başkanı, "Anadolu lisesinden gelmiş olabilirsin ama burası da okul. Bu okul da önemli ve iş yükü fazla. Burayı küçümsememek lazım" dedi. Dedi ama niye dedi, pek bir şey anlamadım. Çünkü bu okul önemli değil diye bir şey söylemedim. Asla da küçümsemedim. Zira okul okuldur. 

Peki, grup başkanı niye böyle söylemiş olabilir. İçini okuyamam ana aklıma şu geliyor. O zamanlar ilköğretim müfettişleri liseleri denetleyemiyordu. Liselere Bakanlık müfettişleri bakıyordu. Sanırım kendince bir komplekse girmiş olmalı. 

Sebep her ne ise Anadolu lisesinden geldim diyene böyle cevap verilmez. Hele müfettiş asla. Böyle cevap verirse bunun adı dam başında saksağan, vur beline kazmayı demek olur. Bilinçaltında gizlediğini dışarı vurmuş olur.

Öğleye doğru etli ekmek ikram etmeyi düşünüyoruz. Saat kaç gibi hazır olsun dedim. Şu saat uygun dediler. Ona göre planlama yapmaya çalışırken az önceki grup başkanı, ben etli ekmek yemem dedi. Size ne olsun, peynirli börek olsun mu dedim. Yörenin yiyip içeceği ne olursa olur. Bu yörede patates çok ekilir. Sobanın fırınında közlenmiş patates olsun dedi.

Almıştım başa belayı. 

Hizmetliyi çağırdım. Mahallede patates bulabilir miyiz dedim. Buluruz dedi. Haydi sana zahmet, kime, hangi eve nazın geçiyorsa, biraz patates iste, sonra evde közle getir dedim. Sağ olsun halletti.

Grup başkanına, "Misafir ev sahibinin kuzusudur" atasözünü söylemenin tam zamanıydı ama nasıl söylersin. Anadolu lisesinden geldim deyince verdiği cevabı göz önüne getirdiğimde, ben kuzu muyum der miydi, derdi. Hoş, buna da razıydım. Daha ne yumurtlardı kim bilir. 

Bu grup başkanı gibi eski müfettişlerin devri ve modası geçti. Bunlar denetim için gittikleri yer de yer, içerdi. Hepsi için söylemese de böyle bir imajları vardı. 

Şimdiki müfettişlere gelince, modası geçmiş müfettişlerden eser yok. İyi ki yok. Çünkü itibarlarını zedeleyen bir davranıştı.

Konu madem garip cevaplardan açıldı. Kısaca iki anekdota daha değineyim.

Sanırım, 2015 genel seçimleri sonrasıydı. Sonuçlar tek başına hükümet kurmaya yetmiyordu. Böyle bir atmosferde, şimdilerde öz evlat muamelesi gören bir okul türünün müdürleri ile bir okulda toplantı yapılıyordu. Toplantıda il temsilcileri ve ilçe müdürleri de vardı. Birkaç okul müdürü, yeniden katsayı gelir endişesiyle okullarımızdan nakil giden gidene. Kaçış başladı. Bu gidişi nasıl durdurabiliriz şeklinde bir endişelerini dile getirdiler. Başta il temsilcisi olmak üzere öğrenci ve veliyi ikna yolunu önerirken, o ana kadar sessizce konuşmaları dinleyen bir ilçenin milli eğitim müdürü öyle bir cevap verdi ki son noktayı koydu. Üzerine kimse söz söyleyemedi. “Arkadaşlar, biz bu topraklarda Müslüman doğduk, Müslüman olarak öleceğiz” dedi. Öyle ya bu cevabın üzerine kim söz söyleyebilirdi. İşin garibi böyle bir cevheri kullandılar kullandılar. O kadar kelle aldırdılar. Ardından koltuğu altından çekiverdiler. Şimdilerde araştırmacı. İnsanlara iyilik de yaramıyor.

Ömer Dinçer, yanlış hatırlamıyorsam, MEB’deki 34 genel müdürlüğün sayısını sanırım 18’e indirmişti. Birine dedim ki Bakan genel müdürlük sayısını yarı yarıya düşürmüş.

O birinin verdiği cevap ise “Kadrolaşacaklar” oldu. Bu cevabı da garipsedim doğrusu. Çünkü bu da bir bilinçaltında gizlenenlerin dışa vurumudur. Hemen kendisine, Sayın hocam, 18 genel müdürlüğün sayısını 34’e çıkarsa, verdiğin cevabın bir mantığı olur. Kadrolaşacaklar dersin. Ama adam indirmiş. Çoğunun genel müdürlük koltuğu gitti dedim. Cevap vermedi.

Alın size, üç ayrı ortamda üç ayrı cevap. İstediğiniz cevabı kullanabilirsiniz. Bu iyiliğimi de unutmayın. 

Gar-Kampüs Arası Yürüyüşüm

2020, 2021 ve 2022 yılları günlük ve rutin yürüdüğüm yıllar. 

Yürüyüş demişsem, tempolu ve km'si fazla yürüyüşler.

İşe gidiyormuş gibi çıkıyordum evden. 

Her gün farklı güzergah olacak şekilde uzun yürüyerek terimi atıp geldim. 

Bazen güzergah belirlemeden çıktım evden bazen de güzergah belirleyerek. 

Aklımda SÜ Kampüsüne gitmek de vardı. Ha bugün ha yarın derken takvimler 01.12.2022 Perşembe gününü gösterdiğinde ver elini SÜ Yerleşkesi diyerek Konya Gar'ından çıkmıştım yola. 

Bir 40 dakika yürüdükten sonra Adakale Caddesinde bulunan bir tanıdığımın işyerinde giderek bir çay içimi kadar lafladım. İki bardak çay içtikten sonra İstanbul Caddesine çıkarak yürüyüşüme devam ettim. Yolun sağında bulunan yaya yolunu takip ederek Buzlukbaşı durağı civarındaki bir caminin WC'sinde lavabo ihtiyacımı gidermek için durdum. Yerleşkenin içindeki SÜ Selçuklu Tıp Fakültesi binasına varınca yürüyüşümü sonlandırdım. 

Yürüyüş bittikten sonra elimde taşıdığım hırkayı giyerek tramvaya bindim. Zafer'e kadar tramvayla geldim. Zafer'den de eve yine yürüdüm. 

Bu yürüyüşümü sosyal medyada paylaşmışım. Seneyi devriyesinde karşıma çıkınca, o günü tekrar gözümün önüne getirdim. İstedim ki bu Gar-Yerleşke yürüyüş maceram blogumda yer alsın ve bu hatıramı taçlandırayım. 

Çıkmadan önce Haritalara bakmıştım. Gar ile Yerleşke arası 19 km gösteriyordu. 

Telefonumdaki adımsayara göre yürüyüşüm, 3.36 saat sürmüş. 15 km yapmışım. 26301 adım atmışım. 1181 kalori yakmışım. Vay be... 

Şimdilerde kısa mesafeleri temposuz yürüyorum. Bahsettiğim yıllardaki yürüyüş tempomdan çok uzağım. Günlük 8 bin-12 bin arası yürüsem de hamlaştığımı düşünüyorum. Bugün yürümeye kalksam, aynı sürede bu kadar yolu tepemem. Ayrıca bu kadar km yapmayı da gözüm kesmez. O zamanlar bir km'yi dokuz dakikada alıyordum. Bugün herhalde km'yi 12 dakikada kat edebilirim.

Ah gençlik, vah gençlik!