29 Haziran 2023 Perşembe

Emeklilik Öncesi Emeklilik

90'lı yıllarda bir kesim, bu ülkede işe gitmeden maaş alan bankamatik memurları var şeklinde bir eleştiri getirirlerdi. Bu şekil, yattığı yerden maaş alan sayısı ne kadardı bilmiyorum ama olur mu böyle maaş diyerek ben de bu eleştiri kervanına katılırdım. Eleştirirdim ama aynı zamanda bu tür maaş alanlara gıpta ederdim. Çünkü nefsime hakim olamazdım ve tam bana göre bir iş. Hiç sorumluluğu yok, mesai kavramı yok. Taş atıp da elim mi yorulacak sanki. Tek derdim maaş yatınca gidip bankamatikten para çekmek derdim.

90'lı yılların talihli bankamatik memurları şimdiye emekli olmuştur. Bu durumda devlette devamlılık esas ilkesi ne olacak derken öncesini bilmiyorum ama 2011 yılından itibaren adı kah "uzman" kah "araştırmacı" denen bir kadro ihdas edildi. Bu kadronun talihlileri de bir nevi üst yönetici statüsünde görev yaparken tercih edilmeyip kızağa alınanlardan oluşuyor. Her ne kadar kızağa alınmış olsalar da bunlar da bir nevi 90'lı yılların bankamatik memuru işlevini görüyor. Uzman ya da araştırmacı oldukları zaman bunlar için de mesai kavramı yok yani mesai yok. İşe gidip gelme yok. Arayan soran, neredesin diyen yok. Hiçbir sorumlulukları yok. Üst yöneticilikten bu kadroya atanırken özlük hakları ne ise bankamatik görevini yaparken de aynı haklardan yararlanmaya devam ediyorlar. İşe gitmeden haklarından yararlanmaya devam eden bu yeni tür bankamatik memurlarının sayısını da bilmiyorum. Zannım, 90'lı yılların bankamatik memuru sayısına rahmet okuttuğu yönünde. Bunların da tek derdi maaşları yattığı zaman gidip bankamatikten paralarını çekmektir. 

90’lı ve 2000’li yılların bu bankamatik memurlarının ikinci büyük bir dertleri daha var. Bu da emeklilik öncesi emeklilik yaşamaları. Resmi emeklilik öncesinde emekliliğin nasıl gideceğini, nasıl bir şey olduğunu emekli olmadan önce fiili olarak uygulamış oluyorlar. Bu da onlar için bir dert olsa da kendilerini bu hale koyanlara bir minnet borçları olduğunu unutmamalarında fayda var. Çünkü çalış çalış ardından emekli olsalardı, sudan çıkmış balığa dönerlerdi. Yetkililer emeklilik öncesi emeklilik yaşatarak onları emeklilik sonrası hayata hazırlamış oluyorlar.

Bunu düşünmeyen bazıları, devletin parası bu şekil çarçur ediliyor dese de bu tip düşünenleri ciddiye almamak lazım. Çünkü bu tiplerin dinleri imanları para. Halbuki bu hayatta her şey para değildir. Sonra emeklilik öncesi emeklilik yaşatarak insanları hayata bağlamak kadar güzel ve yerinde bir uygulama olamaz. İnsanların, sonunu düşünmeden bilir bilmez bu tür eleştirilerine kulak vermemek lazım.

Benim bu konudaki kanaatimi yukarıda az buçuk belirttim. Benim de olsun emeklilik öncesi böyle bir emekliliğim hayalini yaşadım hep. İşe gitmeden yattığım yerden maaşım yatsın, keyfime bakayım istedim.

Nihayet emeklilik dilekçem cebimde iken bahtım açıldı. Allah’tan istediğim bir göz, o verdi iki göz dedikleri böyle bir şey. Gerçi benimki tam yatarak maaş almak olmasa da bir nevi yatarak maaş almak sayılır. Bir şeyi çok isteyince olur dedikleri bu olsa gerek. Demek ki daha çok isteseydim, tam olacakmış. Çünkü iki gidiyorum, dört oturup uzaktan bağlanıyorum. Özlük haklarım fazlasıyla yatıyor hesabıma. Bunca yorulmanın ardından benim için de tek dert, zamanı gelince gidip bankamatikten paramı çekmek. Zor olmuyor mu? Oluyor elbet. Ama o kadar da olsun.

Hasılı yeni işime bir nevi uzman, bir nevi araştırmacı pardon bankamatik memurluğu denebilir. Bu yeni işimle emeklilik öncesi emekliliğe hazırlanıyorum. Emekli olduktan sonra ne yapacağım derdi de yok. Sudan çıkmış balığa da dönmeyeceğim. Bundan iyisi can sağlığı.

28 Haziran 2023 Çarşamba

Bitmeyen Kilise

Cuma namazı sonrası buluşmak üzere bir arkadaşımla Alâeddin Camiinde buluştuk. Birlikte yan yana hutbe dinledik. Hutbenin bitiminde Selçuklu ilçesinde yapımı devam eden yatılı kız Kur’an kursu için yardım talebini de duyduk.

Çıkışta para toplayan görevlinin boş geçmeyelim uyarısını da işittik.

Kenara geçtik. Arkadaşıma, “Her hafta olmasa da birkaç haftada bir inşaatı devam eden Kur’an kurslarına yardımlar devam ediyor. Mevcut kurslar yeterli değil mi? İhtiyaç var mı ki kurs yapımına devam ediliyor? Bu devirde kaç kişi okuması için çocuğunu yatılıya verir? Biz bu hutbeler de cami ve Kur’an kursu inşaatlarına yardım dışında başka yardım duymayacak mıyız? Bugün aynı işlevi gören o kadar hafız İHO, normal İHO ve liseleri var. Bu 12 yıllık zorunlu eğitimde bu okullar bu işlevi yerine getiremiyor mu?” şeklinde bir soru sordum. Proje ve değişik sebeplerle yurtdışına birçok ülkeyi görüp gezmiş arkadaşım, “İspanya’da La Sadrada Familia adında bir kilise var. 1882 yılında yapımına başlanmış. İnşaat hala devam ediyor. Üstelik daha yarısı bile bitirilememiş. Halkın yardımlarıyla yapılan bu kilisenin daha ne zaman biteceği meçhul. Biraz da yardım toplamak için bitirilmiyor olsa gerek. Kilisenin yapımı bitmediği için halk arasında “Bitmeyen kilise” olarak bilinir. Ziyarete açık. İmam hutbede yardım isteyince bizde de biri bitip diğerleri başlayan ve arkası bir türlü bitmeyen cami ve Kur’an kursları inşaatlarından hareketle İspanya’daki bitmeyen bu kilise aklıma geldi. Teşbihte hata olmasın” dedi.

Kiliseyi gördün mü dedim. Dışından gördüm dedi. Oraya kadar gidip de içeri girilmez mi dedim. Nasıl gireceksin. Giriş 20 avro dedi.

Eve geldikten sonra 141 yıldır yapımı devam eden, bir türlü bitirilmeyen ya da bitirilemeyen, yılan hikayesine dönen, bitmeyen bu kiliseyi Google’la sordum. Karşıma şu bilgiler (Vikipedi-yyurt.net) çıktı:

La Sadrada Familia kilisesini yapma fikri, Vatikan Loreto’daki bazilikadan esinlenen ‘Aziz Joseph Adanmışlar Manevi Derneği’ kurucusu ve bir kitapçı olan Josep Maria Bocabella’ya ait.

Projenin inşasına, 19 Mart 1882’de, Mimar Francisco de Paula del Villar tarafından başlanır.

Villar bu görevinden bir yıl sonra istifa eder. Bu görevi 18.03.1883’de İspanyol Mimar Antoni Gaudi baş mimar olarak devralır. Kendisini bu mimariye adayan Gaudi tramvay kazasında vefat ettiğinde projenin yüzde 15-20’i tamamlanabilmiştir.

Yalnızca özel bağışlarla yapımına devam edilen La Sagrada Familia’nın inşaatı oldukça yavaş ilerlemektedir. İnşaatın yavaş ilerlemesinin nedenleri arasında 1936 İspanya İç Savaşı, inşaata hala halkın yardımıyla devam edilmesi, Gaudi’nin mimari tarzını çözmenin güçlüğü ve binanın çizimlerinin 19.yüzyıldan kalması nedeniyle günümüz teknolojisine uyarlama güçlüğü sayılır.

Gaudi’den sonraki zanaatkarlar ve mimarlar, onun vizyonuna mümkün olduğunca bağlı kalarak projeyi ilerletmek için ondan kalan çizimlere ve alçı modellerine bağlı kalırlar.

Bazilikanın iç yapısını ayakta tutan kolonlar dallanıp budaklanan ağaçlar şeklinde tasarlanmıştır. Yapının içine girildiğinde ormanda dolaşma hissi uyanır.

Kilise, 9000 kapasiteli, 90 metre uzunluğunda, 60 metre genişliğinde, 8’i tamamlanmış çan kulesi sayısı 18, çan kulesinin yüksekliği 170 metre.

Başlamasından 130.yıllık geçen zamanda inşaata harcanan tahmini rakam 374 milyon avrodur.

1984 yılında UNESCO tarafından "Antoni Gaudí'nin Eserleri" adı ile Dünya Mirası olarak ilan edilen yapılar arasında yer almaktadır.

Barselona'nın en çok ziyaret edilen turistik yerlerden biridir. Yılda ortalama 4,5 milyon kişi Sagrada Família'yı ziyaret etmekte.

Giriş ücretleri yetişkinler için 20 avro, öğrenci-emekli-çocuklar 18 avro, yaşlılar ise 16 avrodur. Ayinlere katılmadan ve özel etkinliklerde ücret alınmıyor. Kilisenin her yerini gezmek için yaklaşık 2-3 saat öneriliyor.

Gezme süresi 2-3 saati aldığı göz önüne alınırsa kilisenin büyüklüğü de anlaşılmış olur.

Kilisenin yapımının bu kadar uzun sürmesi, kilisenin yalnızca yardımlarda devam ettirilmesi ilginç olmaya ilginç. Yılda 4,5 milyon turistin ziyaret etmesi ülke için bir gelir kapısı. Girişin de 20 avro olması da burada iyi bir rantın olduğu açık.

27 Haziran 2023 Salı

Dunning-Kruger Sendromunun Neresindeyiz?

"Daha az bilgi sahibi olanların daha fazla bilgi sahibi olanlardan daha fazla bilgi sahibi olmalarını zannetmeleri durumu. Yani cahil cesareti.

Akıllıların hep kuşku içinde iken aptalların küstahça kendilerinden emin olmasının doğurduğu, 99 yılında ortaya atılan ve biz de bu neydi sorusunun cevabıymış gibi 2000 yılında Justin Kruger ve David Dunning'e psikoloji dalında Nobel ödülü kazandıran görüş.

Bilmiyorum cümlesini lügatinde barındırmayan uluslarda daha çok rastlanan, bilmeyen bilmediğini de bilmediği için bilen adamı da canından bezdirip he canım he dedirten, aslında biraz da özenilen bir durumdur.

Çünkü cahillik çok güzeldir. Sen de gelsene."

Sanal alemde gezinirken önüme düşen kısa videodan bu alıntıyı ilgiyle izledim. Dönüp bir daha izledim. Nasıl izlemem. Çünkü beni anlatıyordu. İnsanın kendisini bir başkasından dinlemesi kadar güzel bir şey olamaz.

Merak ettiğim, bana sormadan, beni test etmeden beni nasıl tespit edebildikleri. Ben de kimseye belli etmeden her şeyi biliyormuş havasıyla yaşayıp gidiyorum diye seviniyordum. Bilmediğini bilmemekmiş bendeki olanın adı. Cahil cesaretiymiş aynı zamanda. Üstelik bir sendrommuş yaşadığım.

Cahili bilmem ama terkipteki cesaret beni cezbetti. Yeter de artar bana. Çünkü biliyorum havası bir başka.

Siz bilemezsiniz bendeki bu duyguyu ve hâletiruhiyeyi. Tatmadınız çünkü.

Nasıl bu seviyeye ulaştım? Okumayarak, başkasını dinlemeyerek ve araştırmayarak. Bir zamanlar zorunluluktan az buçuk okuduğumu bir ömür satarak. Unutmaya yüz tutan bilgilerimi de medya ve sosyal ağlar vasıtasıyla yenileyerek. Sağa, sola kulak kabartarak edindiğim yüzeysel, sloganvari bilgi kırıntılarını demagogluğumla yağlayıp pullayarak. Ortaya atılan mevzubahisle ilgili bilgi sahibiyim, ben biliyorum imajı vererek...

Bilim, herkeste bulunmayan bendeki bu cevheri, 1999 yılında Cornell Üniversitesi araştırmacıları David Dunning ve Justin Kruger aracılığıyla tespit edebilmiş. Bu buluşlarından dolayı da bu sendroma ikilinin adı ve ilaveten ikiliye Nobel Barış Ödülü verilmiş.

Hasılı,1963’den 1999’a kadar bendeki bu hastalığı bilim adamları tespit edememiş. Bu demektir ki bir 36 yıl normal insanmış gibi yaşamışım. Ben bu bilimsel çalışmadan 2023 yılında yine sosyal medya aracılığıyla haberim olduğuna göre 60 yıldır adını bilmediğim, bilmediğimi de bilmediğim bir sendrom halini yaşıyorum. Beni zamanında tespit edemeyen bilime bilim der miyim ben? Sonra geciken bilim, bilim midir?

Geciken bilime bilim demesem de adı geçen bu iki bilim adamı, beni görmeden başkaları üzerinde araştırmalar yaparak beni teşhis etmiş. Demek ki bu alanda tek değilim. Sayımız baya varmış. Bu da işin bir diğer sevindirici yanı. Yalnız bilim bu sendroma bir tedavi ortaya koymamış. Yani sendromu bulmuş, adını koymuş, bir tedavi önermemiş. Bu da bilimin işini eksik yaptığını, zamanında tespit edemediğini ve bir tedavi ortaya koyamadığını gösteriyor. Neyse gecikmiş de olsa bilimin bu buluşuna bu yaşantımla bir katkı verdiğim yadsınamaz.

Burada bir üzüntümü de ifade edeyim. Bendeki bu sendromu bulanlara Nobel ödülü verilirken bu cevheri bir ömür boyu kendisinde taşıyan bana bir ödül yok. Bu durumda  dünyanın bu adaletine nasıl güvenirim ben. Halbuki esas ödülü hak eden bendim. Çünkü bir ömür üzerimde benden ve kişiliğimden bir parça olarak taşıdım. Bari ödüle layık görülmedim. Pekala bu sendroma “Ramazan Sendromu” adı verilerek adımı ölümsüzleştirebilirlerdi.

Sonuç olarak şunu söyleyeyim. Beni uzun yollar sonra tespit eden, adına da sendrom denen, bilmediğimi bilmeme hastalığımdan şikayetçi miyim? Şikayet ne kelime. Mutlu, huzurlu ve dopdolu bir hayat yaşadım. Hâlâ da öyleyim. Ben bu hayatı yaşarken nice bilenlere saç baş yoldurmuşluğum bile vardır. Zira beni kimse yenemedi. Bu da benim değil, bilenlerin eksikliğidir ve onların meselesidir, benim değil.