13 Haziran 2023 Salı

Bazılarının Davadan Anladıkları

Yazı yazmaya başlarken dert edindiğim her konuyu ele alacağımı, konuya dair eksik aksak ne varsa dile getireceğimi, nasıl olması gerektiğine dair önerilerde bulunacağımı ifade etmiştim. Hala o yol üzereyim. Yanlışa yanlış diyorum doğruya da doğru. Hoşnutsuzluğuma dair görüşlerimi kendi penceremden değerlendirmeye çalışıyorum. Toplumu ilgilendiren konularda bir yanlışlık yapılıyorsa kendi üslubumla bunlar yanlış diyerek eleştirel bir bakış sergiliyorum. Dün böyleydim, bugün de böyle, yarın da böyle olacaktır.

Eleştiri hoşa gitmese de olması gerektiğine, olmazsa olmazımız olduğuna inanıyorum. Hoşa gidiyor mu bu? Çoğunun hoşuna gitmiyor, özellikle eleştiriye açığım diyenlerin.

Bu konuda yani eleştirel bakış açısı konusunda çok yazı kaleme aldım. Tekrar yazmak istemiyorum ama gazetede son yazımı yazıp paylaştığımda, “yazılarımdan dolayı öz eleştiri yapıp yapmadığıma” dair yorum yazan birine her yazım bir öz eleştiri yazısı demiştim. Belli ki bu arkadaş eleştirel bakış açımdan çok hoşnut olmayan biri idi.

Bu arkadaşın eleştirisini dile getirdiği bir yazısı dikkatimi çekti. Okudum yazısını. Okudukça hayret ettim ve kendi kendime günaydın dedim. Onun benim yazılarıma benim de onun yazılarına rezervim olduğu için sayfasında bir yorum yazmadım. Hukukumuza halel gelmesin diye isim vermeden yazısını burada değerlendirmek istedim. Bakalım neler demiş?

Müellefe-i kulüp (kalbi İslam’a ısındırılmak istenenler) uygulamasını ‘bugün Müslümanlar güçlü’ gerekçesiyle Hz Ömer’in kaldırdığını, günümüzde 20 yıldır en güçlü zamanlarda dahi başkalarına şirin görünmek adına Hz Ömer’in kaldırdığı bu uygulamaya devam edildiğini, Müslüman ve davaya gönül verenlerin isteklerinin göz ardı edildiğini, dava karşıtlarının isteklerinin istekleri yerine getirildiğini, özellikle kadrolaşmada ve memuriyetlerde dava düşmanı kişilerle doldurulduğunu, davaya gönül verenlerin çocuklarının işe alınmadığını, özellikle belediyelerde bu durumun çokça yaşandığını, halbuki bizim başkalarına şirin görünmeye ihtiyacımız olmadığını, ne kadar uğraşsak da onların gözünde şirin olmayacağımızı, onlardan olmadıkça kabul etmeyeceklerini hatta şüpheyle bakacaklarını”,

Bu yazısının adam kayırmacılık olarak algılanmamasını, hak edenin hakkını almasını, başkalarına şirin görünmek amacıyla kendi evlatlarımıza kıyılmasın diye yazdığını”,

Bu durumun sadece 20 yıl değil, İslami kesimin en büyük handikabı olduğunu, geçmişte babasına haksızlık yapıldığını, babasının bir isteğinin yerine getirilmediğini, babası yerine iki lafından biri partiye sövmek olanların tercih edildiğini, başkasını tercih sebebinin partiyi sevdirmek olduğunu ama partiyi sevmediklerini üstelik babasıyla alay ettiklerini, babasının ise buna rağmen ölünceye kadar davasına sadık kaldığını”,

Bunları derken “İltimas istemediğini, sadece hakkaniyet olsun istediğini, yüksek lisanslı çocuğunda da aynı haksızlığın kendi belediyesinde yaşandığını, çocuğuna dava diyemediğini, dediğinde çocuğunun yapılan haksızlığı suratına çarptığını, zamanında abisine de haksızlığın yapıldığını, belediyeye iş başvurusu yaptığında kadro yok dendiğini, abisinin yerine aciz birini aldıklarını, aldıkları o kişinin pisliklerini temizlemekle uğraştıklarını” işlemiş yazısında.

Yazısını bitirirken de “Bir söz de liyakat hastalığına tutulanlara, bu kandırmacaya kapılanlaradır. Bugünkü sorunun liyakat değil, sadakat olduğunu, aslı bozuk olanın liyakatinin menfaati bitene kadar olduğunu, ilk fırsatta ihanet edeceğini, bu durumun da davaya en çok zarar veren şey olduğunu” ifade ederek son noktayı koymuş.

Yazı baştan sona bir eleştiri yazısı. Yani benim hep yaptığımı lütfedip yazmış. Demek ki eleştiri de yapılabiliyormuş. Tabi eleştiri yapmaya kendileri hak sahibi. Bizim eleştirimiz sanırım bu tiplere göre caiz olmasa gerek. Burayı geçeyim. Eleştirisinden dolayı kendisini tebrik ediyorum. Yalnız bu eleştirisinde çok geç kalmış. Bu tip gecikmelere günaydın, badü harabil Basra, testi kırıldıktan sonra demek lazım. Nasıl ki geciken adalet, adalet değilse, sağır sultanın bildiği yanlışlara, zamanında eleştiri getirmemesi yönüyle zamanlaması yanlış. Keşke bu değerlendirmesini zamanında yapsaydı, daha iyi olurdu ve bir anlam ifade ederdi. Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra bu sızlanma neye yarar? Üstelik tüm bu yapılanlar tasvip görmüş.

Şimdi geleyim yazının içeriğine. Yazı Türkçe olmasına rağmen belki de yaşımdandır, çok anlayabildiğimi, ne demek istediğini anladığımı söyleyemem. İnşallah yanlış değerlendirmem.

Şu kadarını söyleyeyim ki dava arkadaşları adına eleştiri yapabilmesini gecikmiş de olsa tasvip ediyorum. Ne de olsa bir gelişme. Babasına, ağabeyine ve çocuğuna haksızlık yapılmasını da anlıyorum. Başkalarına göre ne kadar hak ettiklerini bilemesem de talepleri yerine getirilmeyince gönül koymasını da anlıyorum. İşe girmek için sebepleri işlemeyi de yerlerine ehil olmayan kişilerin tercih edilmesine serzenişini de anlıyorum.

Anlamadığım hususlar, yerlerine alınan başka kimseleri müellefe-i kulüp görmesi. Bu kişiler Müslüman değil mi? Farz et ki Müslüman değiller. İşe alınmalarında ne sakınca var? Dava dediği, anladığım kadarıyla parti. Partiye oy vermek, partili olmak dava ona göre. Sanırım partiye oy ve gönül vermek Müslümanlıktan önce geliyor. Buna ancak vah yazık denir. Keşke torpille işe girenleri müellefe-i kulüp şeklinde teşbih yapmasaydı diyorum. Her ne kadar iltimas istemese de demek istediği sanırım, işe alımlarda önceliğin partiye oy verenlerin olduğu. İnşallah burayı da yanlış anlamamışımdır.

Yazısının son kısmında liyakati önceliyor mu yoksa yeriyor mu? İnan çok anlamış değilim. Liyakat hastalığına tutulanlara ve bu kandırmacaya kapılanlara dediğine göre sanırım istediği liyakat değil. Zira liyakati bir hastalık olarak görüyor. “Bugünkü sorunun liyakat değil, sadakat olduğunu, aslı bozuksa liyakatinin menfaati bitene kadar olduğunu ve ihanet edeceğini, bunun da davaya zarar vereceğini” cümlesiyle inanın ne demek istediğini anladım ise harap olayım. Sorun olarak gördüğü liyakat mi, sadakat mi, işte burası muamma. Liyakatli kişinin ihanet edeceğini ifade ettiğine göre sanırım liyakati istemiyor, sadakati istiyor. Bugünkü sorunun liyakat değil, sadakat olduğunu yazdığına göre sadakati de sorun görüyor. Bir çelişki var ama nerede? Burada tek doğru anladığım, dava derken kastının parti olduğu. Yazının bütününe bakınca kastının sadakatin liyakate tercih edilmesi olduğunu anlayabiliyorum. Eğer böyle ise yine vah yazık, keşke böyle bir değerlendirmede bulunmasaydı diyorum. 

Paylaşımlarda İtina

İlim müminin yitiğidir. Nerede bulursak alalım. Bunda bir beis var mı? Yok.

Faydalı gördüğümüzü başkası da yararlansın diye paylaşabilir miyiz? Bunda da bir sakınca yok. Hatta iyi bile olur. Bu vesileyle belki de hayra vesile olmuş oluruz.

Tüm bunları yaparken de bunu kendimize mal etmeden, “falandan aldım” dense veya yazanın ismine yer verilse, daha şık olmaz mı? Şıktan da öte olması gerekendir.

Bilelim ki isme yer vermek kişinin itibarını düşürmediği gibi yüceltir. Bilgiye, araştırmaya ve alıntı yaptığı kişiye saygının bir gereğidir.

İlgili kişinin ismine yer vermemek -kişinin böyle bir kastı olmasa da- bu benim mahsulüm anlamına gelebilir. Bu da başkasına ait emeği sahiplenme anlamına gelir. Bu da başkasının malını izinsiz almaktır. Buna da mal sahibinin rızasının olacağını sanmıyorum.

Yazanı veya orijinal fikrin sahibini bulamazsak, o zaman isme yer vermeye gerek yok. Böyle durumlarda bile yazının sahibinin ismine rastlayamadım veya alıntı demek ya da alıntıyı tırnak içine almak gerekir diye düşünüyorum. Böyle yapmakla bilginin kaynağına yer vermiş oluyoruz.

Tüm bunları yapmak çok zor olmasa gerek. Zor olmasa da yazının sahibine yer vermeyen hatta ismini silip kendisine mal ederek paylaşan o kadar çok kişi var ki yaptıkları tek kelimeyle intihaldir. Bu da hırsızlıktan başka bir şey değildir. Nedense maddi hırsızlığı ayıplarken bilgi hırsızlığını özümsedik iyice. Zamanında sınıf geçmek için çok kopya çektiğimizden olsa gerek.

Burada isme ne gerek var, önemli olan insanların faydalanması değil mi demeyin. Hiç çekemem. Zira ne şakanın sırasıdır ne de sulandırmanın. Bu ikisi de değilse, vahim bir durumla veya patolojik bir vakayla karşı karşıyayız demektir.

Konu intihalden açılmışken burada bir hakkı teslim edeyim. Sosyal medyada başkasının adına açılmış, tek görevi trollük olan, birilerini övmek, birilerini yermek amaçlı o kadar sahte hesap var ki bu tür hesapların müşterileri, noktası virgülüne dokunmadan bu tür paylaşımları durmadan paylaşıyorlar. Bilime, emeğe saygı ve amaca hizmet diye buna derim. Bu tipler intihale hiç yeltenmezler. Tek farkına varmadıkları ya da farkında iseler de görmezden geldikleri, bu paylaşımlarının sahte olduğudur.

Profil ve paylaşımın bir algı oluşturmaya yönelik sahte olduğu ayan ve beyan iken bu tür paylaşımlar niçin yapılır? İnanın, anlamak zor. Bu tipler sahte olduğunu bildiği halde yine de paylaşıyorlarsa, vay halimize! Bu tipler unutmasınlar ki bu yaptıkları tek kelimeyle yalandır ve iftiradır. Bu durumda bu tipler bilsinler ki bu yaptıklarıyla, ben başkasının yalancısıyım diyorlarsa, unutmasınlar ki her duyduğunu aktarana bu yaptığı günah olarak yeter de artar bile.

Bazılarının Misyonu

Efendim, bulunduğunuz makam ve statünün taliplisi çokken karşına kimse çıkmayıp olağanüstü bir ortamda bu makama geldiniz. Daha doğrusu getirildiniz. Sizi getirmek için makamı işgal eden, bir şekilde gönderildi. Değilse, top atılsa onu kimse kaldıramazdı yerinden, kimse onu yerinden edemezdi, tıpkı şu anda kimsenin seni yerinden edemediği gibi. Şaşırdığım o kutsal göreve niçin kimse talip olmadı? Siz düşünmediğiniz halde niçin bu makamdasınız?

Gelmem gerekiyordu. Geldim. Makamı işgal eden duayen gönderilmesi gerekiyordu. Gönderildi. Beni kimse yerimden edemez. Ben bile. O göreve başkası talip olamazdı. O yüzden herkes haddini bildi. Ben istemiyorum dedim. Yan cebime koyun dedim ve o gündür, bugündür buradayım.

O gündür, bugündür yerinizde olduğunuzu biliyorum. Zira ya karşına aday çıkmadı. Çıktı ise de hep siz kazandınız.

Kazanırım. Çünkü o süreçte çok çalıştım. Aşağıdan yukarıya hepsini ben atadım.

Sizi çok seviyor olmalılar.

Tam öyle değil de öyle diyelim. Onları ben getirdim. Onları ancak ben götürürüm. Onlar ben burada olduğum için oradalar. Ben yoksam, onlar da yoklar. Bunu bildikleri için uslu duruyorlar. Yani kazan kazan durumu. Bir maraz çıkaran olursa, kapının dışında bulur kendisini. Öyle güçlüyüm ki bugün değme karizma liderler gelse, karşımda tutunamaz.

Atatürk gelse de mi?

Maalesef öyle.

Efendim, yeriniz sağlam. Bunu çok iyi biliyoruz. İç rekabette başarıda kimse elinize su dökemez. Anlamadığım, ezeli rakibinize karşı sayısını bilemediğim kadar hep kaybettiniz. Ama hala yerinizdesiniz. Sana niye kimse başarılı olamadın. Çekil artık köşene demez? Diyelim ki cesaret gösterip kimse sana bunu telaffuz edemedi. Rakibinin karşısında hep yenile yenile utanmıyor musun? Niçin benimle olmuyor demiyorsun?

Bu işleri çocuk oyuncağı sanırsın. Öyle değil. Bekara avrat boşamak kolay tabi. Kimse bana çekil diyemez. Ben de başarısız oldum, çekileyim diyemem. Utanmaya gelince, bu yola ilk çıktığımda her yenilgi sonrası utanıyordum. Artık utanmıyorum. Rolümü tam iyi oynayamadığım yıllar o yıllar. Sonra anladım ki aslında utanmam gereken bir durum yok ortada. Çünkü ben görevimi yapıyorum. İçeride yeneceğim. Dışarıda hep yenileceğim.

Rol derken?

Misyon adamıyım efendim. İçeride hep galip dışarıda ise hep mağlup. Buna kendi evinde puan kaybetmeyen ama deplasmanda hep kaybeden diyelim.

Misyon derken?

Beni zamanında buraya oturtanlar git derse, işte o zaman giderim. Başka türlü beni hiçbir güç yenemez. Dışa karşı hep mağlup oluşum, görevimi hakkıyla yerine getirdiğim anlamına gelir. Zira ben rakibimi kazandırmak için buradayım. Hep o kazandığına göre niye mağlup sayılıyorum? Ben zaten ona çalışmıyor muyum? İşte beni üzen de burası. Benim için esas mağlubiyet, kendimin kazanmasıdır. Benim buradaki görevim, alternatif görünüp ama alternatif olamamak, rakibimi yenecek bir alternatifin önüne takoz olmak. Kısaca oyunumu ve rolümü iyi oynuyorum. Beni üzen diğer şey, hep rakibimi kazandırmama rağmen sayemde hep kazanan rakibimin beni hedef tahtasına oturtması. Aynı şekilde rakibimin taraftarlarının hep bana kızması. Buna nankörlük, kadir kıymet bilmezlik denir. İnan, benim onlara yaptığım iyiliği babaları yapmaz onlara. Bunu bilseler, sayende kazanıyoruz derler ve heykelimi dikerler. Heyhat ki heyhat...