8 Aralık 2022 Perşembe

Adalet mi, Eşitlikçi Anlayış mı?

Yapılan bir açıklama ile devletin doğal gazı sübvanse etmesi sonlandırılmıştı. Şimdilerde yüzde 75'inin devlet tarafından karşılandığı dillendiriliyor yeniden. Bu demektir ki kullanılan ısınma giderinin yüzde 25'ini vatandaş öderken yüzde 75'ini devlet karşılıyor. 

Örneklendirirsek, diyelim ki vatandaşa bu ay 1.000 liralık fatura geldi. Bu faturaya devlet tarafından ödenen kısmı da dahil edersek, bu fatura toplamı 4.000 lira demektir. Yani vatandaş bu meblağın çeyreğini ödüyor. Tamamını ödese yandı demektir. Devlet aynı zamanda imkanı olmayan bir kısım vatandaşın yakıt giderini de karşılıyor. Varsın karşılasın. Zira sosyal devlet olmanın bir gereğidir.

Bir an için devletin sübvanse etmesi olmasa, giderin tamamının vatandaş tarafından ödenmiş olsa, bu ısınma giderini bir kısım vatandaşın karşılayabilmesi, özellikle asgari ücretli olarak çalışan kimselerin ödeyebilmesi zor görünüyor. Bu yönüyle sübvanse yerinde. Devletin ödemesine gelince, karşılanan 2/3'lük kısım büyük bir rakam. Devlet bunun altından nasıl kalkıyor? Nereden ödüyor bunu? Düşündürücü değil mi? Devletin yedekte parası olsa ya da cari fazlamız olsa varsın ödesin. 

Bildiğimiz gibi devletin gideri, gelirinden daha fazla. Gelir gideri karşılamayınca devlet borçlanma yoluna gidiyor. Sübvanse edilen kısmı karşılamak için devlet borçlanıyorsa, buna faiz de ödüyor demektir. Bu da doğal gaza ödenen ana paradan daha fazla para ödediğimiz anlamına gelir. Sonuçta yakıt giderlerinin 2/3'ü devlet tarafından karşılansa da bu para vergi yoluyla yine vatandaştan çıkacak, bu da bütçedeki kara deliklerin daha da artması demektir. Hasılı, kış döneminde bizim lehimize görünen sübvanse, ilerisi düşünüldüğü zaman çok da makul görünmüyor. Zira borç yine bizim borcumuz.

Devlet yakıtta ve diğer ihtiyaç hissedilen alanlarda sübvanse uygulasın. Zira buna ihtiyaç var. Burada eleştirim, herkesin yakıt giderinin yüzde 75'ini karşılamasına. Devlet niye bu toptancı anlayışı seçer, inan anlamış değilim. Devletin bu yaptığı eşitlikçi anlayıştır. Halbuki böyle yapacağına, gelire göre sübvanse uygulaması bana daha makul geliyor. Mesela,

*sabit geliri olmayan ve geçimini sosyal yardımlarla karşılayan kimselerin yüzde 100'ünü, 

*asgari ücretle çalışanların % 75'ini,

*geliri 10.000 liraya kadar olanların % 50'ini,

*geliri 15.000 liraya kadar olanların % 25'ini ödesin.

*Geliri 15.000 liranın üzerinde olanlardan ise sübvanse uygulamasın, tamamını alsın. Böyle yaptığı takdirde daha adilane olur. Eşitlikçi anlayış mı yoksa adil bir ödeme planı mı derseniz, ben gelire göre ödeme planının yapılmasını hakkaniyete daha uygun görürüm. Hakkaniyet ölçüsü hem toplum yapımıza hem de dini anlayışımıza uygundur. Dinimizde namaz ve oruç herkese farz iken zekat ve hac, nisap miktarı dediğimiz zenginliğe ulaşınca kişiler zekat vermekle ve hac yapmakla sorumlu tutulur. 

Devletin bu toptancı ve eşitlikçi anlayışı sadece doğal gaz ödemelerinde sübvanseden ibaret değil. Aynı şekilde katma değer vergisi (KDV) ve özel tüketim vergisinde de aynı şekilde. Öyle ki sosyal yardımlarla devletin desteklediği ihtiyaç sahipleri de aynı KDV ve ÖTV ödemek zorunda. Bence bu da adalet değil. ÖTV ve KDV'de zengin-fakir tasnifi zor olabilir belki. Mesela, alışverişte herkes aynı vergiyi öder ama kişilerin gelir durumuna göre devlet, aldığı bu vergiden belirli bir oranını harcama yapan kişilerin hesabına iade edebilir. Bu teknolojik imkanlarla bunun yolu da bulunur. Yeter ki dert edinilsin.

7 Aralık 2022 Çarşamba

Mutsuz İnsanların Mutluluğu

İnsanoğlunun tüm çabası huzur bulmak içindir hatta huzursuzluğu da huzur aramasındandır. Tüm çabaya rağmen insanoğlu huzur ve mutluluğu yakalayabilmiş midir? Buna buldu demek çok iddialı olur. Zaten bulsa bile bir insanın tüm hayatında huzurlu ve mutlu olması mümkün değil. Çünkü tek başına huzur ya da huzursuzluk tabiatın ruhuna aykırıdır. Bu dünyanın doğasında sevinmek ve üzülmek, huzur ve huzursuzluk vardır. Bugün keyfim yerinde diyen bir bakmışsın, ertesi gün ruhsal yönden çökmüş olabiliyor. Bakmayın insanların çarşı-pazarda dolaşıp güldüğüne, hal-hatır sorulduğunda iyiyim dediğine. Zira herkesin içinde ne fırtınaların koptuğunu ancak kişilerin kendisi bilir. Tüm buna rağmen hayat devam ediyor.

Gözlemlerime göre huzursuz insanlar iki tür davranış gösterebiliyor. Bir kısmı insanlardan uzaklaşır, kendi kabuğuna çekilir, kimseye karışmadan küçük dünyasında yaşamaya devam eder. Huzuru böyle bulmaya çalışır. En azından kimseye zarar vermeyeyim düşüncesindedir. 

Bazıları da huzuru başkalarının huzurunu kaçırmada bulur. Bu tipler çocukluğunda veya sonraki yıllarda ne yaşamıştır bilinmez ama yaptıklarına bakılırsa, fırtınalı bir çocukluk geçirdiklerini ya da sonrasında derin izler bırakan ama hatırlamak istemedikleri bir geçmişleri olduklarını düşünebiliriz. Bir başına kalamaz bunlar. Çünkü yalnızlık yani bu kimselerin kendi başına kalması demek, kendisinde derin izler bırakan geçmişiyle baş başa kalması demektir. Hatırlamak istemeseler de akılarına damar. Bu ise onları ne uyutur ne oturtur. Dışarıya kalabalıklar içerisine atarlar kendilerini. Meşgale ararlar. Zira kendilerine dertlerini unutturacak bir şeyler bulmaları gerekir. Orada da rahat durmazlar. İçlerindeki kavgalarını oradakilere gün vermeyerek sürdürürler. Çünkü geçici huzuru başkasının huzurunu bulmada bulurlar. Bu tipleri görenler, ilişmeyeyim ya da bana ilişmesin deyip sağa sola sıvışmaya çalışırlar. Zira istemedikleri burunlarının dibinde bitmiştir. Bu tipler içerisinde bir de üst yönetici olanlar varsa, emri altında çalışan personelin vay haline. Gelmesiyle birlikte herkesin huzuru kaçar ama yapılacak bir şey yok. Başkası gibi çekip gidemezler. Çünkü ekmek tekneleridir orası. Emir ve talimatlar peşi sıra gelir. Yapmayız denmez ama yapılanlar da beğenilmez. Çünkü sadece kendileri vardır mükemmel. En iyisini kendileri bilir ve yaparlar. Durmadan hata ve eksik ararlar ki onlara kükresinler. Hiçbir şey bulamasalar bile niye gecikildi, siz ne iş yaparsınız, bir şeyi bile yapıp getiremiyorsunuz, ne kadar vakit oldu derler. Personelin moralinin bozuk olduğunu görür görmez keyfe gelip huzur bulurlar. Tüm bunlar yeterli mi onlar için? Yetmez. Zira aldıkları keyif ve huzur geçicidir. Kendilerini atarlar başka bir tarafa. Çünkü huzurun devam etmesi için oradakilerin de huzurlarını kaçırmaları gerekir. 

Hasılı, başkasını huzursuz etmekle huzur bulanlar bir yerde uzun süre eğleşmezler. Ne eksik bulurum düşüncesiyle oradan oraya dolaşır dururlar. Başka daha nasıl huzursuz ederim düşüncesiyle yeni icatlar ortaya sürerler. Bu tipler ne istişareye açıktırlar ne de eleştirilere. Makul gerekçelere bile tahammülleri olmaz. Çünkü başına buyrukturlar. Maceradan maceraya koşarlar. Ne kadar kırıp dökerlerse kardır onlar için. Onlara göre bir kendileri çalışıyorlar. Başkaları ise yatıyor hep. Kendileri olmasa bulundukları yeri bilmem ne götürür. Bu yüzden kendilerini bulunmaz Hint kumaşı görürler. Böyle görseler de bu koltuklarından ayrıldıkları zaman kimsenin yüzlerine bakmayacaklarını da çok iyi bilirler. Ama ne edersiniz ki kendileriyle barışık olmayanların başka da yolları yoktur: Huzur bozacaklar ki huzur bulalar. 

İrtibat ve İltisak

Kimsenin inancında, düşüncesinde ve sendikasında değilim. Her kesimden insanla iletişim kurarım. Görüşürken ne kendimden ödün veririm ne de karşı taraftan ödün beklerim. Bir konudaki görüşümü eğip bükmeden söylerim. Karşı tarafın da böyle olmasını yani göründüğü gibi olmasını isterim. Zıt kutuplarda olsak da birbirlerinin görüşüne saygı duymak suretiyle insanların asgari müştereklerde buluşabileceklerine inanırım. Saygı çerçevesinde görüşünü açıklamasından dolayı ne kimseyi ayıplarım ne ilişkiyi keserim ne de ötekileştiririm. Yeter ki suçlayıcı bir dil kullanmasın, yeter ki bir fikrin ve düşüncenin bağnazı olmasın, yeter ki tek doğrunun kendinden ibaret olduğu zehabına kapılmasın. İnsan olması yeterli benim için.

Hizbullah olaylarının yaygın olduğu, operasyonların yapıldığı, bazı kimselerin Hizbullah ile irtibatlı, iltisaklı, üyesi veya sempatizanı iddiasıyla gözaltına alındığı yıllarda, bir okulda görev yapıyordum. Çalıştığım okuldaki öğretmenlerin çoğunluğu sosyal demokrat insanlardan oluşuyordu. Aynı düşüncede olmasak da seviyeli bir ilişkimiz oldu. Hatta bu ilişkiyi şakalaşmaya kadar götürürdük.

Beş güne yayılmış şekilde 11 saat dersim vardı. 7 saati salı günü olmak üzere her güne 1 saat ders konmuştu. Ders programını yapan müdür başyardımcısına, programım hakkında ne dersin dediğimde, ne diyeyim, fıstık gibi program demişti. Fıstığın nasıl bir şey olduğunu bilir misin dediğimde, inan hocam, kastım yok demiş, ben de kastın olsa müdür başyardımcısıyla aram yok. Ondan dolayı programım bu şekil derdim. İyi ki kastın yok. Bir de kastın olsaydı, programım nasıl olurdu demiş, gülüşmüştük. 1 saat dersimin olduğu günlerde bazen dersimin öncesinde bazen dersimin sonrasında öğretmen laboratuvarına gider, haberlere girer, zaman zaman da tek parmak klavyemi geliştirmek için Word ortamında yazı yazardım. Buranın gediklisi idim anlayacağınız. 

Soru hazırlamak, baskı makinesinde fotokopi çekmek için gelen öğretmenler, her geldiklerinde benimle karşılaşınca, hocam, senden nasıl kurtulacağız derlerdi. Ben de çok kolay derdim. Nasıl dediklerinde, bizim hocamız Hizbullahçı diye şikayet edeceksiniz. Polis sorgusuz sualsiz beni götürür. Ben kendimi anlatıncaya kadar ne süre içeride kalırım, bunu şimdiden ben bile kestiremiyorum derdim. Her düşünceden öğretmenin, aralarında anlaşmışçasına dedikleri, ağzını hayır aç hocam oldu. Mesai arkadaşlarım doğru söylüyorlardı. Hayır konuşmalıydım. Zira şakası bile aylarca, yıllarca içeride kalmama mal olabilirdi. Düşünce yapım onlara uymasa da çoğunun dini duyarlılığı olmasa da zan ile hareket etmediler, iftira atmadılar. 

Bugün falan Hizbullahçı dense çoğu kimse güler geçer. Hizbullahçı mı kaldı derler. Tıpkı dün Ergenekoncu dendiği zaman zaman birilerinin haklı veya haksız içeriye atıldığı gibi. Sonra öğrendik ki Ergenekon diye bir örgüt yokmuş. Bugün geçer akçe de FETÖ'dür. FETÖ var mı? Var. Sinsi bir örgüt mü? Evet. Bunlarla mücadele edilmeli mi? Kesinlikle. Yalnız FETÖ'cü olmasan bile biri falan FETÖ'cü deyiversin yeter. Gerçek ortaya çıkıncaya kadar postu deldirmemek hiçten bile değil. Hasılı dün Hizbullah, sonrasında Ergenekon, bugün de FETÖ var. Temenni etmeyiz ama yarın ne tür bir örgüt çıkar bilinmez. Bu arada bu örgütler çok masum ve böyle bir örgüt yok iddiasında değilim. Ateşin olmadığı yerde duman çıkmaz. Şiddet uygulayan, kan akıtan hangi örgüt olursa olsun mücadele edilmeli ve sorumluları cezasını çekmeli. Yalnız bu mücadelenin zaman zaman kapsamının çok genişletildiği, sulandırıldığı, haklı-haksız ayrımı yapılmadan mağduriyetler oluşturulduğu, zan, duyum ve iftira ile hareket edildiği, bazılarının masum olduğu, bazılarının ise suçlu olduğu halde ceza almadığına dair kamuoyunda bir kanı olduğunu burada söylemek isterim.

Anekdotu anlattım, üzerine biraz karaladım. Şimdi Hizbullah ve Ergenekon'u bir tarafa bırakıp sadede geleyim. Bugün FETÖ ile mücadele ilk başlardaki hızı kadar olmasa da devam ediyor. Dikkat çekmek istediğim husus, başta bazı siyasiler olmak üzere FETÖ üzerinden birbirlerine FETÖ ithamında bulunmaları, falanın FETÖ'cülüğü araştırılsın denmesi, FETÖ ağzı ile konuşuyor. O mu? O zaten FETÖ'cü damgalamaları, toplumun her katmanında gırla gidiyor. Her farklı düşünenle ilgili maalesef aynı terane. Hoş mu bu? Değil elbet. İşin garibi bu ithamlara dair herhangi bir işlem yapılmıyor. Aslı astarı olmadığı halde kişilere yapılan isnatların dinen sakıncalı olduğunu dindar ve mütedeyyin insanlar iyi bilir. Bu konuda dini hassasiyeti olmayanların gösterdiği hassasiyete en fazla kendisini dindar ve mütedeyyin diye tanımlayan insanların hassasiyet göstermesi beklenir.