28 Ekim 2021 Perşembe

Hangi Partiyi Tutuyorum?

Bir okuyucum, bir yazımın altına “Merhabalar, yazılarınızı uzun zamandır takip ediyorum ama siyasi görüşünüzü merak ediyorum. Hangi partilisiniz?” şeklinde bir yorum yazmış. Zaman zaman başka platformlarda böyle sorularla muhatap olduğum için bu konuda bir yazı yazmak vacip oldu artık. Okuyucum haklı. Çünkü bizde hangi partili olduğumuz merak edilir. Bu yazımda bu merakı gidermeye çalışacağım inşallah.

Sadece hangi partili olduğumuz mu merak edilir? Bunun dışında aynı zamanda hangi takımı tuttuğumuz, din ve dünya görüşümüz, sünni-alevi olup olmadığımız, dindar-mütedeyyin-İslamcılığımız veya laik sekulerliğimiz, Türk-Kürk-Afgan-Suriyeli olup olmadığımız, Atatürk’ü sevip sevmediğimiz merak edilir. Niye merak ederiz? Bir kişinin görüşünü öğreneceğiz ki aynı görüşte isek konuşurken muhabbetin dibine vuracağız. Farklı görüşte isek tartışma için kolları sıvayacağız. Bazen de kişiyi mimlemek, kara listeye almak ve mesafe koymak için tanımadığımız muhatabımıza yem bile atarız. Daha olmadı, kişi sosyal medya kullanıyorsa sayfasına girip paylaşımlarına bakarız ki kim olduğunu bilelim.

Neyse gelelim konumuza. Partili değilim, partici ise hiç. Bu demek değildir ki parti, siyasetle hiç işim yok. Türk milletinden olup da siyasete ilgi duymayan ve siyaset konuşmayan olmaz. Yediden yetmişe her birimiz siyasetin tam göbeğindeyiz. Çünkü bizde siyaset her şeydir. Seçmen, ülkenin kurtuluşunu siyasetten bekler. O yüzden bu ülkede sadece seçim zamanı değil, her gün her saat her yıl siyaset konuşulur. Toplum olarak çok politize olduk vesselam. Doğru mu bu yaptığımız? Profesyonel politika yapanlar her gün siyaset konuşabilir ama vatandaşın Allah’ın günü siyaset konuşmasını doğru bulmuyorum. İşimize ve gücümüze bakmamız lazım. Hoş, siyaset yoluyla bu ülke meselelerinin çözüleceği inancımı da her geçen yıl kaybediyorum.

İlk oyumu Özal zamanında “Eski siyasi yasaklıların yasaklılığı kalksın mı, kalkmasın mı” referandumunda kullandım. O günden 2019 mahalli seçimlerine gelinceye kadar dindar, mütedeyyin ve İslamcıların ağırlıklı olarak oy verdiği partilere oyumu verdim. 2011 yılından itibaren mütemadiyen oy verdiğim partimin yaptığı yanlışları içeriden biri olarak eleştirmekle beraber kötünün iyisi ve başka alternatifi yok diye oy vermeye devam ettim. 2019 mahalli seçimlerine gelince, kimsenin yanlışını düzelteceği yok, bunların emellerine alet olmayayım diyerek sandık görevlisi olmama rağmen sandık görevimi de iptal ettirerek görev almadım, oy vermeye de gitmedim. Sandığa gitmemekle pişmanlık duydum mu? Hayır. Aslında oy vermeme işini 3-5 yıl öncesinden başlatmam daha iyiydi ama bir umut devam ettim. Bundan sonra da şu anki halimle sandığa gitmeyi düşünmüyorum. Çünkü mevcut, umutları tüketiyor ve yok ediyor, iktidar adayları da umut vermiyor. Maalesef bu durumumuz 2000 öncesi siyasi tükenmişliği andırıyor. Bu umutsuzluk ve hayal kırıklığı sadece ben de değil, toplumun belli bir kesiminde var ve her geçen gün artıyor. Yapılan saha araştırmalarında, kararsızların oy oranının yüksekliği de bunu gösteriyor. Çünkü seçmenin kafası karışık. Bu kafası karışık olanların belli bir yüzdesi belki de sandığa gitmeyecek. Çünkü her gelenin bize hizmet diye sunduğu ve övündüğü, yalancı bahardan ve pansuman tedbirlerle günü kurtarmaktan, belli bir kesimi ihya ederken diğer kesimleri mağdur etmekten başka bir şey değil.

Özetle, halihazırda bir partim yok, partisizim. Türkiye’nin dertlerine çözüm bulacak bir siyasi parti göremiyorum. Sandığa gitmemek çözüm mü? Değil elbet. Çünkü oy versek de vermesek de bu ülkeyi birileri yönetecek ve biz bundan şu ya da bu şekilde etkileneceğiz. Ama birilerinin değirmenine de su taşımak istemiyorum. Şayet içime, şu siyasi parti sorunlara çözüm getirir şeklinde bir umut doğarsa gidip ona oyumu verebilirim. Oy vereceğim partinin de dinine, imanına, Allah-din-peygamber dediğine, namazına, niyazına ve dini söylemine bakmayacağım. Oy vereceğim parti, toplumsal barışı sağlayacak, kutuplaştırmayı en aza indirgeyecek, milleti mali yönden rahatlatacak, hizmetten başka ajandasında gizli planı olmayacak, cebini doldurmaya gelmeyecek, ideolojik davranmayacak, kadrolaşmayacak, adalet ve ehliyeti merkezine alacak, ülkeyi kendi emellerine alet etmeyecek, ülkeyi namerde muhtaç etmeyecek, ülkenin kaynaklarını ve geleceğini yok etmeyeceği gibi üzerine koyacak, çevresiyle kavgalı olmayacak, partide lider değil, ekibi ön planda olacak vs. şeklinde olmalıdır. 

Yöneticilerimiz Nezaket Kurallarının Neresinde? *

Protokol ve nezaket kuralları, resmi kurum ve kuruluşlarda olmazsa olmazdır. Riayet edilmediği takdirde affı yoktur. Çoğu zaman krizlere sebebiyet verir. En hafifiyle ayıp edilmiş ve pot kırılmış olur. Bu yüzden başta amir ve yöneticiler olmak üzere kurum çalışanları, bu konuda kurs ve seminerlerden geçirilir. Burada niyetim bu kurallardan bahsetmek değil. Sadece bir tanesinin üzerinde duracağım: "Olağanüstü durumlar hariç, sabah saat 9.00'dan önce akşam saat 21.00'dan sonra telefon edilmez" . Bu kuralı bilmeyen yönetici, amir ve memur yoktur. Ama ne kadar riayet ettiğimiz tartışılır. Çünkü bizde tüm kurallar çiğnenmek ya da bizim dışımızdakilerin uyması için vardır.

Telefonla ilintili olarak son yıllarda bir de WhatsApp, Bip gibi mesajlaşma hayatımıza girdi. Bugün telefonla konuşma yerine genellikle bu mesajlaşma yolları kullanılıyor. Her türlü bilgi, belge, video, resim, yönetmelik, talimat, duyuru, resmi yazı vs bu yol ile hızlı bir şekilde ulaştırılabiliyor. Mesajın birden fazla kişiye ulaşması istendiğinde, kişiler seçilerek veya grup kurularak tek tuşla grubumuza dahil ettiğimiz kişilere saniyeler içerisinde gönderebiliyoruz. Aynı zamanda gönderdiğimiz mesajın muhataplarımız tarafından okunup okumadığını da takip edebiliyoruz. Bu mesaj sistemini, telefonu olan herkes kullandığı gibi resmi kurumlar da kullanıyor. Hatta mesajlaşma resmi kurumlarda çok yaygın. Çalışanların eli, ayağı dense yeridir.

Bugün her kurum ve  her birim yöneticisinin alt birimleriyle iletişim kurmak, bilgi ve belge paylaşmak ve gereğinin yapılmasını istemek amacıyla ayrı ayrı Whatsapp/Bip grupları var. Grup kurma işi Ankara'dan illere, illerden ilçelere, belde ve köylere kadar uzanıyor. Olsun olmaya. Ki ihtiyaç. Bu teknoloji ve iletişim çağında bu imkandan faydalanmak lazım. 

Peki, WhatsApp ve Bip kuran ve bu grupları yöneten üst yöneticiler, yazımın başında değindiğim protokol ve nezaket kurallarına yani sabah 9.00'dan önce ve akşam 21.00'den sonra telefon edip başkasını rahatsız etmeme kuralına, Whatsapp ve Bip mesajlaşmalarında ne derece riayet ediyorlar? Gördüğüm kadarıyla riayet eden yok. Çünkü ne mesai biliyorlar ne tatil ne akşam biliyorlar ne sabah. Neredeyse 24 saat yağmur gibi mesaj gönderiyorlar. Ankara'daki illere, illerdekiler ilçelere, ilçelerdekiler köy ve beldelere gönderiyor durmadan. Kişilerin bir tane grubu olsa yine gam yemeyeceğim. Çünkü her bir çalışan ve yöneticinin dahil olduğu onlarca grubu var. Bu mesajları görünce gece 10-11 saatlerinde telefon açmak bana daha masum geldi. Telefonla en azından bir kişi rahatsız oluyor. Mesajla ise o kurumu ilgilendiren herkes rahatsız oluyor.

Mübarekler, mesainin suyu mu çıktı? Sizin ev hayatınız yok mu? Ailenize zaman ayırmaz mısınız? Uyku sorunu mu yaşıyorsunuz da ben uyuyamıyorum, bunları da uyutmayayım mı diyorsunuz ya da iş yapar gibi mi görüneceksiniz? Geceleri bu mesajların gereğini yapın diye gönderdikten sonra sahi gündüz ne iş yapacaksınız siz? Sonra gece gece bu mesajın gereğini kim, nasıl yerine getirecek? Çalışan mecbur mu telefonu yanında tutmaya ve bu mesajlara bakmaya?

Ah gönderilenler de çok önemli bir şey olsa… Çünkü aynı bilgi ve istek sabahında kurumun yazışma adresinden de geliyor. Tüm bu mesajlaşmalar hem bilgi kirliliğinden hem özel hayatı yok saymaktan hem de mesai mefhumunu yok etmekten başka bir şey değildir. Bunu yapan yani haberleşmenin, mesajlaşmanın cılkını çıkaran yöneticilerimiz, bu aşamadan sonra hiç protokol ve nezaket kurallarından ve mesai mefhumundan bahsetmesinler. Unutmayın ki gece çalışan, ha bire mesaj gönderen yönetici plansız bir yöneticidir. İş bitirmezler. Bal yapmaz arı gibidirler. Bunlar çalışanlarına sadece külfet verirler. Böyle plansızların altında çalışanlara da Allah ecir ve sabır versin. Yatıp zıbarın be! Tek kelimeyle insaf insaf insaf... 

*08/11/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Ekim 2021 Salı

Ben Kimi mi Tutuyorum? *

Babamlar, 5 erkek 2 kız olmak üzere 7 kardeşler. Dedemin vefatından nice sonra dedemden kalan miras paylaşıldı. Yanlış hatırlamıyorsam kız-erkek ayırmadan her birine yedişer dönüm tarla düştü. Hangisine hangi dönümler düşeceği de kura ile belirlendi. Farklı mevkilerde iki de bağ vardı paylaşılacak. Yine kura ile bağın biri üç amcama, diğeri de amcamla babama düştü.

Kendilerine bağdan pay verilmeyen halalarım, amcama “Ağa, bize bağdan niye pay vermediniz yoksa kız diye bizi hesaba katmadınız mı” derler. Amcam bu durumu babamla paylaşır, ne yapalım diye sorar. Amcam ile babam, bizim de kardeşlerimize bir hayrımız olsun. Kendi hissemize düşen bağı iki kıza verelim derler.

Amcamla bu kararı birlikte alan babam, bu durumu bize anlattı. “Bağı kızlara verdik” dedi.

Bize düştükten sonra bu bağın üzümünü yemek bize nasip oldu mu, bu bağ bizde ne kadar kaldı hatırlamıyorum. 

Bildiğim, öğrenci idim o zamanlar. Gurbette okurdum. Ya yaz dönemi ya da hafta sonu tatili idi. Ziyaret için ailemin yanına geldim. 

Eve girdiğimde odanın ortasında babamı oturur gördüm. Sağ ayağını sıyırmış, baldırındaki çıban* adını verdiği yaraya merhem sürüyordu. Nasılsın diyerek eğilip elini öptüm. Bana hoş geldin dedi ama morali bozuktu. Ne oldu, hayırdır dedim. Halangille bozuştuk dedi. Ne hayır dedim. Şu bizim bağ vardı ya dedi. Evet dedim, halamgile vermiştiniz. İşte o bağın kenarında kayısı ağaçları vardı. Amcanla beraber o ağaçların kuruyan dallarını odun** yapalım, kışın sobada yakarız diye kesip geldik. Amcanla paylaştık. Halangil de bağın ağaçlarını niye kestiğimizi sorguladı. Buna kızdım dedi. Ben de bağı vermeden ve ağaçları kesmeden önce halamgile, biz bağın ağaçlarını keseceğiz dediniz mi dedim. Demedik dedi. Niye demediniz dedim. İyi de bağ bizimdi zaten. Tamam, bizimdi ama siz halamgile verdiniz. Artık o bağda hakkınız kalmadı. Bu durumda iyi yapmamışsınız, keşke böyle olmasaydı dedim. Benim bu konuşmam üzerine babamın morali iyice bozuldu. Sinirlenince kafasını sağa sola sallardı. İşte o sallamalardan bir tanesinden de ben nasiplendim ve bana şunu söyledi: “Sen kimi tutuyorsun?” Elbette seni tutacağım ama doğruya doğru diyeceksek, siz haksızsınız dedim ve baltayı taşa vurdum. 

Sahi, ben kimi tutuyorum***? Baba varken hala tutulur mu? İyi valla. Üstelik o bağ hala babam ve amcamın üzerinde olsaydı, o bağın üzümünü yer, bağını sormazdım. Bırakana rahmet derdim. Belki de paylaşınca bana da düşebilirdi. Bugün o bağın olduğu yerler parsel oldu ve değerlendi. Oraya bir güzel ev de yapılabilirdi. Aman, dünya malı değil mi? Hiç gözüm olmadı. Geldim gidiyorum. Babama böyle dediğim için de pişman değilim. Bugün olsa yine derim. 

*Avuç içi büyüklüğündeki yara, egzamaya benzeyen, kabuk bağlayan, durmadan kaşındıran, kaşıdıkça kanayan bir yara idi. Bildim bileli babamın baldırında yumru gibi duran bu yaraya, Meram Tıp Fakültesi o günün imkanlarıyla teşhis koyamamıştı. İbni Sina Hastanesine gitmiştik birlikte iki defa. İlkinde muayene oldu ve biyopsi yapıldı. Sonucu almak için ikinci gidişimizde hastalığının bir kanser çeşidi olan Bowen olduğunu öğrenmiştik. Muayene eden doktor, yatış verdi. Arkadaşlarla konuşup ameliyat kararı vereceğiz dedi. Doktorun, bu hastalığın şakası yok demesine rağmen hastalığı duyan bir akrabadan, aman bıçak vurdurma telefonunu alan babam, ameliyat olmaktan vazgeçti. Başka da tedavisi olmadığı için hastaneden çıkardık. İkna edelim, bu ameliyatı Konya'da yaptırırız dedik. Bir yıl sonra biraderim, Meram Tıp Fakültesine ameliyat için götürdüğünde, kalbinin ameliyata uygun olmadığı söylendi. Hasılı ameliyat olmadı. Rahmetlinin başka da bir hastalığı yoktu. Yalnız ayağındaki bu hastalığından çok çekti. Sonraları bu yara büyüdüğü gibi ayağı da kütük gibi şişti. 07.02.2007 tarihinde vefat ettiğinde defin raporu veren doktor, çoklu organ yetmezliği dese de vefatı Bowen'den oldu. Allah gani gani rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. Ayağından dolayı çektiği sıkıntılar inşallah günahlarına kefaret olur.

**Rahmetli babam, gariban, fakir ve sosyal güvencesi olmayan biri idi. Sobada odun yapmak için kuruyan dalları kesmesi de bunu gösteriyor. Amcam, maaşlı biriydi. Babamın durumunu halalarım iyi biliyorlardı. Kurumuş dallar için ağalarını üzmeseler iyiymiş. Ağalarım, haklarından feragat ederek bize bağı verdi, varsın dallarını da kessinler deyip seslerini çıkarmasalar iyiymiş. Ama oluyor işte. 

*** Rahmetli babamla aramda geçen bu anekdot bana özeldi. Olayın üzerinden belki de otuz yıldan fazla zaman geçti. Zaman zaman amma muhalifsin diyen eşe dosta, kısaca bu anekdotu anlattım ama bugüne kadar yazı konusu edinmedim. Tarafgirliğin iyice arttığı, muhalif değilim, benim ki dostane bir eleştiri desem de küçücük bir eleştirinin dahi muhaliflik kabul edildiği günümüzde, bunu yazı konusu edinerek bilinsin istedim ki benim felsefem, dünya görüşüm doğruya doğru, yanlışa yanlıştır. Gördüğünüz gibi bu konuda babamı bile karşıma almışım. Beni bilen, bilmek isteyen böyle tanısın. Yeter bu kadar değil mi? Zira sözün fazlası ahmağa söylenir. Anlamak istemeyene davul zurna az zira. 

*12/01/2022 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.