18 Temmuz 2021 Pazar

Koltuk Bana Pahalıya Patladı

Bir vadi dolusu altını olsa ikinci vadiyi isteyen insanoğluna ilaveten bir koltuk sevdam olduğunu sağır sultan bile bilir. İlgi alanıma girsin veya girmesin boşalan her koltuğa karşın içim kıpır kıpır olur, üzerine bir de gelin güvey olurum. 

Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Bendeki bu sevda bitmedi. Ben bir yüzümü karartarak yoluma devam ettim. Vermeyenler de iki yüzünü karartarak. Benim için işin sevindirici yanı da bu. 

Tam olmayacak, demek ki bahtım kapalı demeye başladığım ahir ömrümde, önüme bir koltuk tercihi kondu. İstiyorsan buyur dendi. Uzaktı. Buna değer miydi, madem isteyecektim altı yıl önce bunu niye istemedim? İstemesem, ileride keşke istesem iyi olurmuş da diyebilirdim. Aman neyse ne? Zaten yıllardır böyle bir koltuk beklemiyor muydum. Bir şansımı deneyeyim. Hem böylece cebimi doldurmuş olurum. Olmadı, döner gelirim dedim ve istedim. 

Göreve başladım, işime gidip geliyorum. Bir koltuğun sahibi oldum ama bu koltuğun maliyeti bana pahalıya patlayacak görünüyor. Nimete mi kondum yoksa külfete mi? Buyurun, birlikte bakalım: 

Öğretmen iken belediye toplu taşıma araçlarına öğrenci fiyatından indirimli biniyordum. Koltuk sonrası ise bindirimli yani tam bilet kullanmaya başladım. Yani otobüslere daha fazla ödüyorum. 

Öğretmen iken maaşıma uzman öğretmenlik adı altında uzman öğretmen olmayanlara oranla ilave para yatırılıyordu. Koltuğa oturur oturmaz, uzmanlıktan kaynaklanan fazla ödeme ilk maaşımdan kesildi. Yani yine uzmanım ama getirisi olmayan bir uzmanlık benimkisi. Üstelik götürüsü oldu. 

İLKSAN'a bir kesinti yapılmıyordu benden. Koltuğa oturur oturmaz zamlı temmuz maaşlarına gelinceye kadar her ay 96 lira İLKSAN'a benden kesinti yapılmış. Bu neyin nesi dediğimde öğrendim ki ben İLKSAN'ın tabii üyesi oluyormuşum. Yani benden her ay bu kuruluşa kesinti yapılıyor. 

Daha önceki işim, yürüyüş mesafesiyle 8-9 dakika iken koltukla beraber arabayla her gün 160 km yol yapıyorum. Yol masrafı, yol yorgunluğu, zaman kaybı, aracımın yıpranması vs. 

Okul müdürlüğü yapanların ve haftasonu DYK'ye giren öğretmenlerin maaş ve ek derslerini ben imza altına alıyorum. Her imza atışımda ilgili kişilere tahakkuk eden ücrete bakıyorum. Hepsinin maaş ve ek ders geliri benimkinden yüksek. 

Sendika üyesi iken devlet üç ayda bir hesabıma sendika aidatı yatırır. Bu yatırılan aidat her ay üyesi bulunduğum sendikaya yatırıldıktan sonra geriye çay parası kalıyordu. Sendika üyeliğinden ayrıldıktan sonra hesabıma aidat yatmadığı için geriye çay parası da kalmaz oldu. 

Öğretmenken kar ve salgın gibi olağanüstü durumlarda okullar tatil edilince okula gitmez, bir güzel uyku çekerken koltukla beraber bana hava muhalefeti işlemiyor, kar-kış, virüs demeden yola düşüyorum. 

ÖSYM'nin yaptığı merkezi sınavlarda salon başkanı veya gözetmen olmak için başvuruda bulunabiliyorken görev çıktığında hesabıma ücret yatıyordu. Şimdi böyle bir görev bile isteyemiyorum. 

Öğretmenken bayram ve tören günlerinde bir güzel tatil yaparken koltukla beraber soluğu görev yerinde alıyorum. 

Gördüğünüz gibi para gelmiyor hatta çıkıyor hep benden. Halbuki ben de sanmıştım ki bir koltuk sahibi olursam koltukla beraber maaş ve diğer gelirlerim de artacak. Üzerine bir de meşakkat ve sorumluluk bindi. Heyhat ki heyhat... 

Bu demek değildir ki bu koltuğun bana hiç getirisi yok. Bir cumartesi herkes evinde mışıl mışıl uyurken ben, sabah sekize gelmeden evden çıktım. 75-80 km yol gittim. Akşam altıya kadar İLKSAN seçimlerinde komisyon başkanlığı yaptım. Sonra geldiğim yolları bir kez daha teptim. Karşılığında İLKSAN Genel Müdürlüğü hesabıma 47,65 kuruş yatıracak. Halihazırda bir ay geçti. Daha alın terimin karşılığı hesabıma geçmedi. Bu hakkı da teslim etmek isterim. Bunu da antrparantez belirtmek isterim. 

Sahi siz olsanız, getirisi olmayan, götürüldü olan böyle bir koltuğa koşar mıydınız? 

16 Temmuz 2021 Cuma

Maden Suyunu Nereden İçmek İstersiniz?

Akşam serinliğinde yürüyüşe çıkmak geldi içimden. Ne tarafa gideyim derken bize yol, elektrik ve su olarak dönen belediye yürüyüş parkurunda yürüyeyim dedim. Eşofman ve tişörtümü giydim. Başka da bir şey almadım. Telefonu saymıyorum. Zira o benden bir parça.

Dışarı çıkacağımı gören eşim, (her ne kadar kendisi bir birey olsa da ben affınıza sığınarak eşim diyeceğim bazen de içişleri bakanı) ben de geleyim dedi. Ben tempolu ve fazla yürüyeceğim. Bana ayak uyduramazsın. Geleceksen de arkadan gel. Ben yürürken sen bankta oturursun dedim.

Tam çıkacağım vakit oğlan ben de çıkacağım, seni parkura bırakayım dedi. Yok evlat, ben yürüyüşe giderken asansörle inenlerden ve yürüyüş yerine arabayla gidenlerden değilim. Sen en iyisi beni değil, anneni bırakıver dedim, evden çıktım.

Hızlı hızlı parka geldim. Park tıklım tıklımdı. İnsanımız serin havayı görünce atmış kendini parka. Çay bahçesinde boş sandalye yok. Çimlere varıncaya kadar sere serpe oturulmuş. Tek tük parkurda yürüyenler var. Köpek gezdirenler de eksik değil. Hiç oyalanmadan parkura girerek yürüyüşümü devam ettirdim. Yürüdükçe yürüdüm, hızlandıkça hızlandım, döndükçe döndüm. Bir ara önümde yürüyen bir hanımefendi gördüm. Olsa olsa bizim hanımdır bu dedim. Çünkü hem yürüyüşü eşimin yürüyüşü idi hem de elindeki para çantası tanıdık geldi. Şunun çantasını alıp kaçayım. Hem böylece kapkaççılık nasıl yapılırmış, tecrübe edinirim dedim içimden. Yaklaştım, tam elimi çantaya götürecekken ya hanım değilse ya benzeyen biriyse, işte o zaman başa gelecekleri sen düşün dedim. Çünkü can havliyle “Yetişin Müslümanlar! Hırsız çantamı aldı” şeklinde bir çığlık atsa imdada gelecek etraftaki kalabalığın linçine maruz kalmak da vardı işin ucunda. Ben bunun eşiyim deyinceye kadar postu çoktan deldirirdim. Vurdukça vururlardı. Tekmeleri sayamıyorum… Baktım pabuç pahalı, vazgeçtim.

Tam yanından geçerken yan gözle baktım. Pandeminin tüm kurallarına uyarak yavaş yavaş yürüyen kişi bizimkinin ta kendisi. Selâm verip geçtim hızımı kesmeden.

Kaç tur attım bilmiyorum. Hanımı da bir daha güzergahım üstünde görmedim. Bir ara bir mesaj geldi telefonuma. Baktım içişleri bakanından. Yürüyüş bittikten sonra maden suyu alıp gelmemi istiyordu. Elimi cebime götürdüm. Cep meteliğe kurşun atıyordu. Bir maden suyu da alamayacaksam ne işe yarardım. Öyle ya, bir maden suyu kaç para ederdi. Moralim bozuldu. Yürüyüşümü tamamlayarak oturduğu banka vardım. Selam kelamdan sonra hanım, Dücane Cündioğlu yeni evlenmiş. Babası ile birlikte aynı evde kalıyorlar. Maddi durumları da pek iyi değilmiş. Kıt kanaat geçinip gidiyorlarmış. Bir gün evden çıkarken hanımı ondan bir şey alıp gelmesini istemiş. “Valla hanım, bende para yok. Alamam” demiş. Bunu duyan babaannesi yanına çağırmış. “Oğlum, hanımın bir şey istediği zaman para yok deme. Bakarız de” demiş. Anlayacağın bende para yok. Çünkü para almadan evden çıktım. İstediğin maden suyunu alamayacağım dedim. “Bende var mı bir bakayım dedi. Az önce alıp kaçıracağım çantasını açtı. 5, 10, 50 kuruş şeklinde epey bir bozuk para çıktı çantadan. Üşenmeden saydık. Bir o saydı, bir ben. 3,20 lira çıktı. Buna iki maden suyu eder mi etmez mi? Aman, niye etmesin. At ile deve değil ya. Şunun şurasında iki maden suyu alacağız. Ama yine de endişeliyim. Bu arada iyi ki kapkaççılığa soyunmamışım. 3,20 lira para için değmezmiş. Bu kadar düştün mü derlerdi bir de.

Avucumun içine bozuk paraları aldım. Kafenin kasasına vardım. Bakar mısın, maden suyu kaç para? Baktı. 3,50 lira dedi. Tanesi mi dedim. Evet dedi. Teşekkür edip ayrıldım ama şaşırdım. Vay anasına vay dedim. Çünkü eldeki mevcut tüm param iki maden suyu etmediği gibi bir tane bile etmiyor.

Eşimin yanına döndüm. Haydi gidiyoruz. Maalesef maden suyu alamadım dedim, eve döndük.

İçinizden, kafeden alışveriş yapıyorsun. Olsun o kadar. Bunun vergisi var, kirası vs var diyebilirsiniz. Bu kafe özel sektör tarafından işletilen lüks bir yer olsa eh derim. Çünkü böyle yerlere, herkes gelip de oturamaz ve bir şey yiyip içemez. Gittiğim kafe belediye tarafından işletilen bir yer. Yani ne vergisi var ne algısı ne de kirası. Çalışanlar da belediyenin maaşlı elemanları.

Ertesi akşam yine yürüyüş sonrası dönerken kafenin hemen köşesinde yıllardır Maraş Dondurması satanın standına vardım. Bu sefer hazırlıklıyım. Cebimde para var. Baktım adam, buzdolabına meyve suyu, maden suyu koyuyor. İstediğim çeşit dondurmaları verdikten sonra ücretini uzattım. Dolaba koyduğun maden suları kaç para dedim. “1,5 liraya veriyorum, dedi. Şu karşındaki kafede bu maden suyu kaç paradır, bir tahmin yürüt dedim. Bilmiyorum dercesine yüzüme baktı. 3,5 lira dedim. “Bazen o parkta oturanlar benim buraya maden suyu almaya geliyorlar. Bundan demek ki” dedi.

İki gün sonra market alışverişine gittim. Belki ben maden suyu almayalı fiyatlar değişmiş olabilir dedim. Markette 24’lük aynı maden suyu, 19,20 lira. Beheri 80 kuruşa geliyor. İki 24’lük birden aldım. Bu vesileyle eve ilk defa 48 maden suyu birden girmiş oldu. Hanım maden suyu istedikçe dolaptan çıkarıp içsin bir tane. Parka giderken de yanında götürsün bir tane. 

Anlayacağınız, birbirine 3 dakikalık mesafede, özel sektörde aynı marka maden suyunu 1,5’a, belediyenin çalıştırdığı yerde 3,5’aa, buralara yürüyüş mesafesiyle 10 dakika olan markette ise beheri 80 kuruşa geliyor. Öyle zannediyorum, biri kamu, diğerleri özel sektör olan üç firma da bu maden suyundan para kazanıyor. Diyelim ki marketin 24’lük maden suyu toptan fiyatına, iki katına yakın bir fiyata satan dondurmacınınki de perakende satışa giriyor. Belediyenin kafesindeki 3,5 liralık maden suyunun içinden çıkamadım. Çünkü belediyenin kazancı katlamalı ve vatandaş için fahişin fahişi… İnsaf yahu!

Hasılı size üç ayrı yerdeki maden suyunun reklamını yaptım. Marketten alıp 80 kuruşa mı içersiniz? Dondurmacıdan 1,5 liraya alıp hemen karşısındaki parka giderek bankta mı içersiniz? Kafeye gidip 3,5 liraya mı içersiniz? Karar sizin. Yalnız öyle yerden alın ve için ki bayramda içeceğiniz maden suyu moralinizi bozmasın, bayram tadında olsun. Şimdiden afiyet olsun. Bu arada bayramınız da mübarek olsun.

15 Temmuz 2021 Perşembe

Boğaziçi, Niçin Olmasın!

Atanmasının üzerinden bir 6 ay geçtikten sonra Boğaziçi Rektörü görevinden alınmış. Olabilir. Ne atanırken hikmetinden sual ettim ne de alınırken. Zira bu kısımlar beni ilgilendirmez. Beni esas ilgilendiren, rektörlük makamının boş bırakılması. Yani yeni bir atama yapılmaması. Nasıl ki devlet boşluk kabul etmezse bu makam da boşluk kabul etmez.

Bu boşluk beni endişelendirmekle beraber umutlandırıyor aynı zamanda. Acaba benim atamamla ilgili bir istişare yapılıyor olabilir mi umudunu hiç olmadığı kadar taşıyorum. Çünkü önceki kararlarda "Falan alındı. Yerine falan atandı" denir, konu kapanırdı. Bu durumda nasıl umutlanmam ben.

Diyebilirsiniz ki rektör olarak atanmak için şartların tutmuyor, akademisyen değilsin, Prof. unvanın yok. Şart dediğiniz nedir ki sizin? Bakarsınız bir üniversite bana fahri profesörlük unvanı verir. Alın size bir unvan. Olmaz olmaz demeyin. Bakarsınız şartlar ve ortam bu şekil oluşturulur ve ben Boğaziçi Rektörü olurum. Yeter ki istensin, yeter ki benim midem kabul etsin. Bunu nezaket ve tevazu yönünden söylüyorum. Böyle şeyler için midem bayram eder. Üzerine de boğaza nazır bir boş mezar verilirse şu fani dünyada daha ne isterim.

Haydi oldun. Koskoca üniversite ve bu üniversitenin teamülleri var. Nasıl yöneteceksiniz diyebilirsiniz. Dersiniz. Zira amacınız moral bozmak ve pişmiş aşa su katmak değil mi? Olsun. Kusura bakmayın ama böyle mide bulandırıcı ve çekememezliğin zirve yaptığı sorularınıza pabuç bırakmam. Bir gece atamasının akabinde, daha mesai bitmeden görevime başlarım. Oradaki akademisyenler bana sırtını dönermiş, öğrencileri eylem yaparmış... hiç umurumda olmaz. Protestolar arasında işimi yaparım.

Ne mi yaparım? Atamadan söylemek istemem ama madem sordunuz. Biraz kopya vereyim:

Bir defa yeni ve radikal karara imza atmam. Kurum kültürü adına ve alınacağımı bile bile selefimin yaptıklarının üzerine koya koya onun yolundan giderim. Çünkü devlette devamlılık esastır:

Önce kendime yardımcılar seçmeye çalışırım. Yardımcılarımı mülakatla seçerim. Bu benim kırmızıçizgimdir. 

Ardından benim gelmemi protesto eden eylemcilerin arasına katılırım. Ne istediklerini sorarım. Daha sekreterimi atamadığım için isteklerini bir daha okunmaz yazımla tek tek not ederim. Onlara, yerden göğe haklısınız. Zaten ben bunları yapmaya geldim. Sizinle beraberim. Bana zaman verin. Zira zaman her şeyin ilacıdır.  Düşün peşime derim. Ben önde, protestocularım arkamda, Sultan Ahmet Meydanına doğru yürüyüşe geçerim. Eylemciler bakarlar ki bu da bizden derler ve ilk gün eylemlerine son verirler. Uzun bir yorgunluğun ardından gider evlerine. Mışıl mışıl uyurlar. 

Onları bu şekil ikna ettikten sonra daha oturamadığım koltuğuma gider, otururum. Ardından selefi neler yapmış. Onlara bir bir göz atarım. O, hukuk ve uluslararası ilişkiler bölümlerini mi açmış. Ben üzerine ilahiyat pardon İslami İlimler Fakültesi açarım. Buradan lütfen başka anlam çıkarmayın. Ben ilahiyatçıyım. Atandığım yerde elbette derse girebileceğim maaş karşılığı bir dersim olacak, değil mi? 

Bu icraatımı gören ve daha önce bana ve benden öncekine sırtını dönen akademisyenler bu sefer sırt dönmeyi bırakacak, bana doğru dönecek ve üzerime çullanmak için hamle yapacaklar. Yapsınlar. Hiç problem değil. Önemli olan, onların yüzünü bana dönmeleri değil miydi? Ha öyle ha böyle döndüler işte. Bana zarar verirlermiş. Çok da umurumdaydı sanki. Bilsinler ki ben oraya gelirken kefenimi giydim de geldim. Bakmayın üzerimde takım elbise olduğuna. Gazi veya şehit olursam devlete öncelikli olarak atanmaları yönüyle çocuklarım yaşar. Beni de devlet erkanı her Şehitler Haftasında ve 15 Temmuzda ziyarete gelirler. 

Yaşarsam, kefeni yırttım derim. Kendim ihya olurum. 

Diyelim yaşadım ve rektörlüğe devam ediyorum. Başarım sorgulanacaksa benim başarım, selefimden bir gün daha fazla görevimde kalma kriteridir. Bunu da beni atayan iradenin gözeteceğini düşünüyorum. 

Unutmayın ki bu yazı benim CV'imdir. Haydi hayırlısı.