16 Haziran 2021 Çarşamba

Siyasetimize Dair *

Siyasetin içerisinde olmasam da ülke siyasetini, ülkede olup bitenleri izler, ortamını bulduğum platformlarda da bu konuları mevzubahis ederim.  Sizi bilmem ama bu konuda iyi bir izleyici olduğumu söyleyebilirim. Ülke siyasetini takip ediyorum. Çünkü siyaset hem ülke hem yerele yön verme gücüne sahip. Belki de bundandır, ister siyasetin içinde olalım ister dışında kalalım toplumun kahir ekseriyeti siyasetle yatar, siyasetle kalkar.

90’lı yılların siyaseten bölünmüşlüğü, bizde pek iyi bir iz bırakmasa da ülke konularının gündeme geldiği ve adayların yapacaklarını anlattığı, hakkındaki iddialara cevap verdiği çok sesli televizyon programlarını özlediğimi söylemek isterim. Hangi kanalı açarsak açalım farklı adayların, farklı gazetecilerin ve siyasi parti temsilcilerinin olduğu programlar çok renkli geçerdi.

94 mahalli seçimlere giderken aşağı yukarı her kanalda İstanbul ve Ankara’nın adayları ekranlarda görünür, ne yapacaklarını anlatırlardı. İstanbul ve Ankara gibi şehirler CHP’nin kalesi olduğu için CHP adaylarının ve CHP’yi savunan gazetecilerin sesi daha bir gür çıkardı. Tartışma programlarına davet edilmiş Recep Tayyip Erdoğan’a ve Melih Gökçek’e CHP adayları, siyasi parti temsilcileri ve CHP adına çıkan gazeteciler tepeden bakarlardı. Rakiplerini küçümserlerdi daha doğrusu. Sözlerinin arasına girerlerdi. Bunlara karşın RP adına çıkan adaylar, parti temsilcileri ve bunlara yakın gazeteciler ise kendilerini ezdirmeden, efendiliklerini bozmadan, kendilerine tepeden bakanlara aldırmadan yapacaklarını anlatırlardı. Bu duruşları kendilerine artı puan getirdi ve hem İstanbul hem Ankara siyasi görüş yönünden el değiştirdi.

Ekranlardaki günümüz siyasi tartışmalarına gelince durumun tersine döndüğüne dair bir izlenime sahibim. (Hoş, iktidar partilerinden doğru dürüst ekrana çıkan da yok ya neyse.) Zihniyetler el değiştirmemiş ama rakipler değişmiş sanki. İktidar adına konuşan siyasetçi, gazeteci ve akademisyenlerin çoğunda bir kibir, bir tepeden bakma, savunma ve itham etme, araya girme durumu, içi dolu olmayan konuşmalar hakim. Muhalefet adına çıkan siyasi, gazeteci ve akademisyenlerde ise bir birikim, bir nezaket söz konusu. Kendilerine tanınan süreyi düzgün bir şekilde kullanıyorlar.  

Bu durum niye böyle bilemiyorum. Öyle zannediyorum, muhalefet uzun süre kendilerine oy vermeyen halkı kötülemenin, onlara bidon kafalı demenin yanlış olduğunu geç de olsa anladı ve halkı suçlamadan bir politika izlemeye çalışıyor. Daha bir özgüvenle konuşuyorlar. Yani sürekli yenilgi kendilerini geliştirmişe benziyor. İktidar adına konuşanlar ise sanki ülkeyi yöneten muhalefetmiş gibi muhalefeti eleştirmeye, ülke sorunlarının üzerine gitmemeye çalışıyorlar. Yaptıkları tespitlerin ve konuşmalarının da halkta pek karşılığı olmuyor. Nedense ülkedeki bazı sorunları yok kabul ederek yok olacağına kendilerini inandırmış görünüyorlar. Eskiden muhalif siyasetçiler halkın arasına, çarşı pazara çıkmaz iken şimdilerde iktidar olanları halkın arasında görmek pek mümkün değil. Bu da gösteriyor ki geçmişte hep kaybedenler kendilerini sorgulamışlar ve ev ödevlerine iyi çalışmışlar. İktidar adına konuşanlar ise kaçak güreşerek rakiplerini küçümseyerek günü kurtarmaya çalışıyorlar.

Sanırım meramımı anlatabildim. Siyasi değilim ama eskiye oranla siyasete, siyasilere pek güvenim kalmadı. Hatta ülkede izlenen gelmiş geçmiş siyasetin ülkeyi geri götürdüğüne, ülkenin kronik sorunlarına çözüm getirmediğine hatta sorunları daha da büyüttüğüne, izlenen bu siyasetin ülkeye ayak bağı olduğuna inanmaya doğru gidiyorum. Çünkü bizim ülkemizde siyaset sorun çözmüyor ancak sorun üretiyor. Bir sorunu çözerken başka sorunları beraberinde getiriyor. Olanı olmamış, olmamışı olmuş gibi göstermede mahir. Bu durum ülkem adına beni üzüyor doğrusu. Çünkü izlenen siyaset bir rövanş siyasetidir. Ezen eziliyor, ezilen eziyor. Bundan da siyasiler pek etkilenmiyor. Olan ülkeye ve halka oluyor. Bu da bir nevi kayıkçı kavgasıdır.

Siyasetimizin bu hali pürmelaline rağmen ülke yönetimi olan siyaset bizim olmazsa olmazımızdır. Bugünden yarına bu ülke siyasetinde kim etkili ve kalıcı olmak istiyorsa, ekrana çıktığında suni gündemlerle halkı oyalamasın, ekranlarda halkın sorunlarını dile getirsin, çözüm yolları önersin. Dışarıda nerede bir kalabalık varsa halkın arasına karışsın, dert dinlesin. Derdiniz derdimiz desin. Bunu yapmaktan imtina edenler önce küçülürler sonra yok olur giderler.

*19/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

15 Haziran 2021 Salı

Beşik Ulemalığı *

Baba rektör. Bir kızı, üniversitesinde öğretim görevlisi. Damadı ise aynı üniversitede daire başkanlığında çalışıyor. Diğer bir kızı daha var ki bu da babasının üniversitesinde -kendisi için- açılan doktora sınavına giriyor. Sınavda başarılı olduktan sonra babasının üniversitesinde diğer aile bireyleriyle birlikte öğretim görevlisi olarak görev yapmak istiyor.

Buraya kadar her şey normal. Baba için de normal. Çünkü Anayasamızda yeri olan aile birliği önemli. Aynı zamanda tüm aile fertlerinin huzur ve mutluluğu da bir baba için önemli. Zira baba, ailenin direğidir. Sonra kendisi gibi ailenin tüm fertleri de başarılı ise bu başarıya ancak şapka çıkarılır. Allah yürüyün kullarım, sizi kim tutar demiş. Bu aile de gereğini yapacak. Öyle ya, kim tutar onları. Zira imkan, yetki ve tüm şerait ailenin yanında. Rektör baba için de biricik kızının yanında çalışması kadar doğal bir şey olamaz. Ayrıca sadece kendi kızları ve damadı mı üniversitesinde çalışıyor olacak? Nice rektörün damadı, kızı, hanımı, yeğeni, oğlu ve gelini yanında çalışıyor. Çoğu üniversite aile şirketi gibi olmuş. Bir de kendisi yaparsa kim ne diyebilir. Üstelik yetkisi de var. Çünkü üniversitesinde kiminle çalışacağına rektör karar verir. Kızı ile de çalışmayacak da hırlı-hırsızla mı çalışsın. Bu devirde güvenilir, kendisine sadakatle bağlı olanlarla çalışmak ihmal edilmeyecek kadar önemli. Ailesine katkısı olmayan bir rektörün ülkeye, eğitim ve öğretime katkısı söz konusu olamaz.

Buraya kadar her şey bir makinenin çalışan dişlileri gibi giderken yani kızımız doktora sınavını kazanacak ve öğretim görevliliğine adım atacak iken biri çıkıyor, pişmiş aşa su katıyor. Bölüm başkanı aynı zamanda sınav komisyon başkanı olan bir işgüzar doçent, başarıyı sekteye uğratıyor ve kızımız doktora sınavında başarılı olamıyor. Olacak şey değil. Bir rektörün kızı, babasının rektörü olduğu bir yerde nasıl başarısız olur? Bir baba için zor bir durum bu ama kızının bu başarısızlığında rektörün de payı var tabi. Keşke rektör bir başkasını bölüm ve sınav komisyonu başkanı yapsaydı. Çünkü başarı tesadüflerle açıklanamaz.

Hakkı yenmesine rağmen kızımız başarısız kılınmasına itiraz etmiyor. Tüm mesele bundan ibaret. Ama mesele burada kalmıyor. Gazetelerin yazdığına göre rektör bölüm başkanına baskı yapıyor, baskılara dayanamayan bölüm başkanı da görevinden istifa ediyor ve asli görevi öğretim görevliliğine dönüyor.

Durum bu minvalde ilerlerken bölüm başkanlığından istifa eden komisyon başkanı rahat durmuyor ve bölümündeki bir meslektaşıyla kavga ediyor. Üniversitesinin huzur ve mutluluğu için çalışan bir rektör bu durumda ne yapabilirdi? İlgili öğretim görevlisini açığa alarak dosyasını bağlı bulunduğu YÖK’e gönderiyor. Bu da normal. Çünkü rektör, üniversitesinin huzurunu bozan bir bozguncunun yaptıklarına bigane kalamazdı.

Şimdi herkes, eski bölüm bakanının açığa alınmasını, rektörün kızını başarısız kılmasına bağlıyor ve kavga bahane diyor. Buna katılmıyorum. Çünkü bu, ancak bir niyet okuma olur.

Şimdi top YÖK’te. Açığa alınan öğretim görevlisi geri görevine döner mi yoksa kamu görevinden ihraç mı edilir ya da YÖK, doktora sınav sürecini mercek altına alır da rektör hakkında da bir inceleme başlatır mı? Tüm bunları bekleyip göreceğiz. İnşallah rektör babanın başı bu tür iddialarla ağrımaz. Çünkü Türkiye burası. Her zaman hak yerini bulmuyor.

Bana sorarsanız rektör yerinde kalmalı ve görevine devam etmeli. Olayın sıcaklığı geçtikten sonra yeni bir doktora sınavı açarak bir başka komisyonla, kızının yenen hakkının geri verilmesini sağlamalı. Aile boyu üniversitede birlikte çalışmalılar. Bu önerilerim benim için önemli. Çünkü ecdadımız Osmanlı’dan bize tevarüs eden beşik ulemalığı devam etmeli. Birkaç haddini bilmez bölüm başkanı yüzünden bu gelenek bozulmamalı ve gelecek nesillerimize de bu miras aktarılmalı.

*18/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Haziran 2021 Cuma

Ne Ummuştum Ne Buldum

Altı yıldır koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denir misali, amatör köşe yazarlığı yapıyorum. Bu işe başlarken neyi dert edinirsem onu yazacağım demiştim. Hala aynı yerdeyim. Siyasi, ekonomi, sosyal, kültürel, güncel, ahlaki, dini vs hemen hemen her konuda yüzlerce yazı yazdım. Bazı zamanlarda iki, üç, dört gazetede birden, haftanın yedi günü yazılarım yayımlandı. Nicedir teke indirdim. Şimdi haftada dört gün yazıyorum. Bugüne kadar bugün de yazmayayım demedim. Profesyonel bir yazar gibi yazılarımı, gününde göndererek sayfamı boş bırakmadım.

İlk yazmaya nazla şifayla başladımsa da zaman zaman keyifle yazdım zaman zaman da zoraki. Yazmaya devam ediyorum ama niye yazdığımı da sorgulamıyor değilim. Çünkü neler ummuştum neler buldum. Bilinçaltımda, yazmaya bir başlarsam kör talihim döner, birçok yazar, çizer gibi bahtım açılır diyordum. Maalesef başladığım yerdeyim.

Ne mi bekliyordum? Bir yazarsam;

Gündem olurum; televizyonlara konuşmacı olarak çağırılırım. Her gün bir kanalda ekranların gediklisi olurum dedim. Bu da dar çevrem genişleyecek demekti. Siyaset, medya, iş, emniyet, yargı, yeraltı ve yerüstü dünyasında tanınır olacaktım. İş ağım genişleyecekti. Derin bağlantılar içine girecektim. Çünkü ya ben onları ya da onlar beni bulacaktı. Ekranların yüz akı olacaktım ama geri planda gazetecilik dışında bilumum iş takibi yapacaktım. Arabulucu bile olabilirdim. Çünkü gazeteci görünümünde her işi yapardım. Arkamı dayadığım zinde güçleri ekranlarda ölümüne savunurdum. Tek felsefem kazan kazan politikasının gereğini yerine getirmek olacaktı. Ekranların korkusuz rüyası, kötülerin belalısı olurdum. Bu şöhret cazibesinde, belki göz önünde olacaktım ama kim tutardı beni. Bu arada dürüstlüğü ve erdemi de kimseye bırakmazdım.

Yıllık tatilimi şimdiki gibi tevazu otellerde değil, lüks yerlerde yapacaktım. Kendimi satsam ödeyemeyeceğim otel masraflarını hazar birileri çekerdi. Böylece felekten günler çalacaktım. Öyle ya, bu dünyaya bir daha mı gelecektim. Çoluk çocuğum da sayemde bayram edecek, “yine mi et” deyip yediklerinden bezecekti.

Para dersen gani olacaktı. Evimin, arabamın sayısını bilemeyecektim. Çünkü kimsenin eli benim cebimde olmasa da benim ellerim hep birilerinin cebinde olacaktı. Paraya para demeyecektim. Hiç vermeden hep alacaktım. Keyiften nargile bile içecektim. Entel takılacaktım.

Deniz bitinceye kadar her kapıyı zorlayacaktım.

Bir gün iş yaptıklarımdan çiğ süt emmiş biri geçmişiyle yüzleşmeye kalkar, beni ve derin iş bağlantılarımı ele verirse hayatım sönermiş, el içine çıkamazmışım. Hiç umurumda olmazdı. Yediğim, içtiğim, gezdiğim, tozduğum, kazandıklarım yeterdi benim için. Buna da hazırlıklıydım. Çünkü düşmez kalkmaz bir Allah. Zira buna inancım var.

Hasılı, ne para gördüm ne şöhret ne derin bağlantılar içerisine girebildim. Hala başladığım yerdeyim. Çünkü yazarlığın bana hiçbir artısı olmadı. İşte bundandır ki niye yazıyorum diye kendimi sorgulayıp duruyor ve niye Allah bana yürü ya kulum demez deyip hayıflanıyorum.

Ne dersiniz? Haklı değil miyim yoksa?

Barbaros ULU