Ana içeriğe atla

Ne Ummuştum Ne Buldum

Altı yıldır koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denir misali, amatör köşe yazarlığı yapıyorum. Bu işe başlarken neyi dert edinirsem onu yazacağım demiştim. Hala aynı yerdeyim. Siyasi, ekonomi, sosyal, kültürel, güncel, ahlaki, dini vs hemen hemen her konuda yüzlerce yazı yazdım. Bazı zamanlarda iki, üç, dört gazetede birden, haftanın yedi günü yazılarım yayımlandı. Nicedir teke indirdim. Şimdi haftada dört gün yazıyorum. Bugüne kadar bugün de yazmayayım demedim. Profesyonel bir yazar gibi yazılarımı, gününde göndererek sayfamı boş bırakmadım.

İlk yazmaya nazla şifayla başladımsa da zaman zaman keyifle yazdım zaman zaman da zoraki. Yazmaya devam ediyorum ama niye yazdığımı da sorgulamıyor değilim. Çünkü neler ummuştum neler buldum. Bilinçaltımda, yazmaya bir başlarsam kör talihim döner, birçok yazar, çizer gibi bahtım açılır diyordum. Maalesef başladığım yerdeyim.

Ne mi bekliyordum? Bir yazarsam;

Gündem olurum; televizyonlara konuşmacı olarak çağırılırım. Her gün bir kanalda ekranların gediklisi olurum dedim. Bu da dar çevrem genişleyecek demekti. Siyaset, medya, iş, emniyet, yargı, yeraltı ve yerüstü dünyasında tanınır olacaktım. İş ağım genişleyecekti. Derin bağlantılar içine girecektim. Çünkü ya ben onları ya da onlar beni bulacaktı. Ekranların yüz akı olacaktım ama geri planda gazetecilik dışında bilumum iş takibi yapacaktım. Arabulucu bile olabilirdim. Çünkü gazeteci görünümünde her işi yapardım. Arkamı dayadığım zinde güçleri ekranlarda ölümüne savunurdum. Tek felsefem kazan kazan politikasının gereğini yerine getirmek olacaktı. Ekranların korkusuz rüyası, kötülerin belalısı olurdum. Bu şöhret cazibesinde, belki göz önünde olacaktım ama kim tutardı beni. Bu arada dürüstlüğü ve erdemi de kimseye bırakmazdım.

Yıllık tatilimi şimdiki gibi tevazu otellerde değil, lüks yerlerde yapacaktım. Kendimi satsam ödeyemeyeceğim otel masraflarını hazar birileri çekerdi. Böylece felekten günler çalacaktım. Öyle ya, bu dünyaya bir daha mı gelecektim. Çoluk çocuğum da sayemde bayram edecek, “yine mi et” deyip yediklerinden bezecekti.

Para dersen gani olacaktı. Evimin, arabamın sayısını bilemeyecektim. Çünkü kimsenin eli benim cebimde olmasa da benim ellerim hep birilerinin cebinde olacaktı. Paraya para demeyecektim. Hiç vermeden hep alacaktım. Keyiften nargile bile içecektim. Entel takılacaktım.

Deniz bitinceye kadar her kapıyı zorlayacaktım.

Bir gün iş yaptıklarımdan çiğ süt emmiş biri geçmişiyle yüzleşmeye kalkar, beni ve derin iş bağlantılarımı ele verirse hayatım sönermiş, el içine çıkamazmışım. Hiç umurumda olmazdı. Yediğim, içtiğim, gezdiğim, tozduğum, kazandıklarım yeterdi benim için. Buna da hazırlıklıydım. Çünkü düşmez kalkmaz bir Allah. Zira buna inancım var.

Hasılı, ne para gördüm ne şöhret ne derin bağlantılar içerisine girebildim. Hala başladığım yerdeyim. Çünkü yazarlığın bana hiçbir artısı olmadı. İşte bundandır ki niye yazıyorum diye kendimi sorgulayıp duruyor ve niye Allah bana yürü ya kulum demez deyip hayıflanıyorum.

Ne dersiniz? Haklı değil miyim yoksa?

Barbaros ULU

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde