12 Mart 2021 Cuma

Ahbap-Çavuş İlişkisi Sona Erecek mi? *

12/6/2018 tarihli ve 30449 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliğinin 3. maddesine, 09/03/2021 tarih ve 31418 sayılı Resmi Gazete’de aşağıdaki fıkra eklenmiştir:

“(3) İlana başvuru koşulu olarak adayların lisansüstü tez veya uzmanlık tezi adlarının bir kısmı veya tamamı yazılamayacağı gibi ilanda sadece belirli bir adayı tanımlayan özel şartlara da yer verilemez.”

Eklenen bu madde, bugüne kadar öğretim görevlilerinin üniversitelere ne şekil yerleştiğini ortaya koyması bakımından manidardır. Çünkü suçüstü yakalanma halidir. Demek ki bugüne kadar -istisnalar hariç- adrese teslim ilanlara çıkılmış, alımlar da bu şekil olmuş. Zaten adrese teslim ilana çıkılınca bir başkasının, öğretim görevlisi olmak için müracaat edebilmesi bile mümkün değil. Bu gösteriyor ki üniversitelerde tepeden tırnağa aynı zihniyet/cemaat/grup vs. akademisyenin atanması tesadüf değil. Bu şekil atama yoluyla öğretim görevlisi olanlar da derslere girdiğinde haktan, adaletten, dürüstlükten, ehliyet ve liyakatten bahsetsin dursunlar. Öğrenciler de ne dürüst hoca desinler. Aslında bu yapılan, "Hamili kart yakınımdır"ın kritere dönüştürülmüş ve resmi kılıfa uydurulmuş halidir. Ahbap çavuş ilişkisinden başkası değildir. Sağır sultanın bile bildiği bu durum ayyuka çıkmış olmalı ki eklenen bu madde ile bu tür alımların önüne geçme murat edilmektedir.

Eklenen bu 3.madde dolayısıyla şu sorulara cevap almak isterim. Tabi, muhatap bulabilirsem...

1.Öğretim görevlisi alımında bu şartın/maddenin eklenmesi için niçin bu zamana kadar beklenmiştir? YÖK bu durumdan yeni mi haberdar olmuştur yoksa adrese teslim alımlar bitti, bundan sonra böyle alıma ihtiyaç kalmadı diye mi bu madde eklendi?

2.Bugüne kadar kaç öğretim görevlisi bu şekil atanmıştır? Aynı üniversitede kaç öğretim görevlisi birbirine akrabadır? YÖK'ün elinde böyle bir istatistik var mı? Varsa bu şekil alınanların, öğretim görevliliğinden düşürülme yoluna gidilecek mi? Ki hakkaniyet bunu gerektirir. İlan şartlarını, adrese teslim şeklinde hazırlayan üniversite sorumluları için YÖK bir işlem ve tasarruf yapmayı düşünüyor mu? Üniversitesini birilerine peşkeş çeken sorumlular, kötüye kullandıkları görevlerine devam edecekler mi? Ki en azından görevlerini kötüye kullanmaktan el çektirilmeleri gerek. Zira yapanın yanına kar kalmamalıdır. Burada geçmişe dönük işlem yapmak zor iş. Üstelik bugüne kadar bu ülkede bunun emsali yok. Çünkü bu ülkede yapanın yanına kar kalmıştır hep. Bunun için geçmişe bir sünger çekelim. Bundan sonra önümüze bakalım, en azından bundan sonra düzgün alım yapalım mı denecek?

3.Adrese teslim öğretim görevlisi alımında kaç siyasi "Bunu üniversitenize alacaksınız" dedi? Bir siyasi böyle dediği zaman kaç rektör olmaz deyip “affını” istedi ve siyasilere rağmen bir başkasını aldı? Bu maddeye rağmen siyasiler bir üniversite rektörünü arayıp “Şunu üniversitenize alın” demekten vazgeçecek mi?

4.Eklenen bu madde ile her türlü torpil ve kayırmacılığın, kişiye özel alımların önüne geçilebilecek mi?

Sonuç olarak, bu ülkede bırakın bir üniversiteye öğretim görevlisi alımını, her türlü alımda şu ya da bu şekil maalesef torpil işliyor. Eğer bu tür alımlardan şikayetçi isek, her şeyden önce başta siyasiler olmak üzere torpil yapanlar ve torpil yaptıranlar samimi olmalıdırlar. Her türlü alımlar, ölçülebilir objektif kriterlere göre ve şeffaf olmalıdır. Unutmayalım ki torpilin olmadığı ve işlemediği yerde herkes hakkına razı olur ve torpil arayışına girmez.

Şunu da söyleyerek yazıma son vereyim: Bu ülkenin sorunu yeni anayasa ya da bir konuda mevzuatın olmaması değil. Esas sorunumuz kafa yapısını değiştirmektir. Bu değişmediği müddetçe ister öğretim görevlisi alımında ister başka alımlarda en uygun kanun ve anayasa bize fayda etmez. Çünkü mevzuata rağmen biz işimizi çıkarmaya devam ederiz. Hasılı, taşıdığımız kafa yapısını değiştirmeden eklenen 3.madde de işe yaramayacaktır. Zira biz başka yolunu bulur, istediğimizi alırız, vesselam…

*15.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

 

 

 


11 Mart 2021 Perşembe

Olmaz Olsun Böyle Babalar! *

Bir yıldır devam eden, daha ne zaman çekip gideceğine dair bir öngörüde dahi bulunulamayan, hayatımızı zindan eden salgından iyice bunalmıştık ki biri Zonguldak’tan, diğeri de Konya’dan gelen iki haber “Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz yoksa bir cinnet haline doğru sürükleniyor muyuz” dedirtti bize. Zira okuduklarımız salgına rahmet okutan cinsten.

Bir baba, ormanlık alana götürdüğü 16 yaşındaki çocuğunu, boynundan bıçakla yaralayarak gidip polise teslim oluyor. Verdiği ifadede “Bir gün öncesinde rüyasında çocuğunu Allah yolunda kurban etmesi istendiğini, bu yüzden onu Allah yolunda kurban ettiğini, bu yaptığından dolayı pişman olmadığını, intihara kalkıştığını fakat kravatın kopmasıyla başarılı olamadığını ” söylüyor. Kravat kravat değil ki sanki pamuk ipliği. Niye koptu da babanın son isteğine mani oldu. İlginç gerçekten. Üzüldüm babanın bu son isteğinin yerine gelmemesine. Maazallah, ben intihara kalkışsam bilin ki benim kravatlarım kopmaz, direk götürür. Keşke baba benden emanet kravat isteseydi, gardırobumdaki tüm kravatlarımı bu hayır işi için meccanen verirdim. Keşke geri dönüşü olmayan intihar eylemini çocuğunu kurban etmeden önce deneseydi…Kendisini İbrahim peygamber yerine koyan babanın “Seni kurban edeceğim” (babanın ifadesine göre) sözüne karşılık, bu masum (!) isteği kabul eden 16 yaşındaki çocuk da kendisini İsmail peygamber yerine koymuş olmalı. Pes doğrusu. Bu patolojik vaka, bana baştan sona manidar gelse de olayın en manidar yönü, çocuğunu Allah yoluna adayan babanın, olaydan sonra karakola gidip “Ben çocuğumu öldürdüm” diyerek teslim olmasıdır. Bu son yaptığı, olacak şey değil. Madem bir hayır işledin, çocuğunu Allah yoluna adadın.  Ne diye gidip teslim oluyorsun. Karakola kim gider? Suçlular. Halbuki sana göre sen, suçlu değil, bu işi Allah için yaptın. Söyler misin, suç nerede burada? Bu son yaptığınla, bil ki çoğu kimsede bulunmayan o nadide aklınla çelişmişsin.

Diğer olaya geçelim şimdi. Çünkü ikinci bir baba da pusuda bekliyormuş.

Bu baba da “Çocuğunu öldürdüğünü” telefonla polise bildiriyor. Verdiği ifadede, “Kendisinin geçmişte çok günah işlediğini, çocuğunun büyüyerek günah işlemesine ve cehenneme gitmesine gönlünün razı olmadığını, bu yüzden ayaklarının arasına alarak 10 yaşındaki çocuğunu boğduğunu, boğmadan önce de çocuğuyla helalleştiğini, yaptığından dolayı pişman olduğunu” belirtiyor. Bu baba da önceki baba gibi yaptığıyla çelişiyor. Hem böyle yaparak çocuğunu cennete gönderdiğini söylüyor hem de pişmanlık duyuyor. Olacak şey değil. Demek ki özrü kabahatinden büyük, evlat katili babalar da pişmanlık duyabiliyormuş. Kendisinin geçmişte yediği herzeleri, çocuğunun da yiyeceği gayb bilgisine sahip, kendisini Hızır (As) yerine koyan bu babaya da yazık olacak. Çünkü geri kalan ömrü cezaevinde geçecek. Bari, devlet, bu iki babaya da özel bir statü verse de cezaevinde bunlar krallar gibi yaşatılsa. Çünkü bir haftada ardı ardına meydana gelen bu olaylar sanmayın ki sürekli oluyor. Devlet, diğer suçluları içeride beslediği gibi bunları da beslesin. Sofralarında mümkünse kuş sütü bulundursun. Bunları kısa bir süre içeride besledikten onlar da içeride heveslerini aldıktan sonra şartlı salıverme ya da infaz yasasında yapacağı bir değişiklikle dışarı salıverse de çocuğuna kıyamayan diğer babaların çocuklarını da aynı yol ve yöntemle temizleseler. Aslında tüm babalar bu iki baba gibi (kimi çocuğunu kurban etse kimi de suç işlemesin diye yok etse) olsa kısa zamanda dünya nüfusu yok olmaya doğru gider ve çocuklar büyümeyeceği için dünyada suç oranları sıfıra iner. Alın size güllük gülistan bir dünya.

Acınacak halimize, sen ne diyorsun, kendinde misin yoksa bu da bir başka cinnet hali mi, böyle olaylar karşısında biraz ciddiyet dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, ağlanacak halimize böyle yaklaştım. Maalesef sözün bittiği yerdeyiz. Bundan sonra sadede geleyim. Hepimizin ürpererek dinlediğimiz ya da okuduğumuz bu iki olay, gerçekten ürpertici. Allah böyle olayla bizi bir daha sınamasın. Allah böyle babaları düşmanımıza bile nasip etmesin. Geride kalan acılı annelere sabırlar diliyorum. Teknolojide çok ilerleyen insanlıktan son isteğim de bu şekil cinnet hali yaşayan, etrafına ve ailesine özellikle masum çocuklara kıyacak bu psikolojideki kişileri, etrafına zarar vermeden tespit edecek, bu tiplerin beynini okuyacak bir icada imza atsın. Atsın ki bir daha çocuklarımız hasta babaların keyfine kurban gitmesin.

*13.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Gazeteciliğin ve Gazetecilerin İtibarı *

İtibar: “Saygı görme, değerli bulunma ve güvenilir olma” anlamlarına gelir ve önemli bir kavramdır. Zira her insan bu dünyada itibar kazanmak için çalışır ve çabalar. Herkesin en büyük endişesi itibar kaybına uğramaktır. İtibar kazanma ve kaybetmede dış etkenlerin katkısı olsa da esas etken, kişinin kendi itibarını kendisinin kazanması ve kendisinin kaybetmesidir. Yani kendi kazanır ve kendi kaybeder. Çünkü kimse kimseye itibar elbisesi giydirmez. Kimse de itibarlı bir kimsenin itibarını yüzde yüz sıfırlayamaz.

Kişilerin itibarı olduğu gibi mesleklerin de itibarı vardır. Meslekler de itibar kazanır ve kaybeder. Bunda meslek çalışanlarının kişiliği ve iş ahlakı önemlidir.

Son yıllarda her meslek grubunun itibar kaybına uğradığı bir gerçektir. Gazetecilik de bu mesleklerden biridir. Hatta gazetecilik her geçen yıl,  en hızlı itibar kaybına uğrayan meslek gruplarının başında gelmektedir. Yasama, yürütme ve yargı erkinin ardından bir zamanlar, dördüncü kuvvet olarak kabul edilen gazeteciliğin, bu derece önemsizleşeceğini, etkisiz eleman olacağını ve itibarını kaybedeceğini hiç düşünmemiştim. Gerçekten bir zamanlar sekiz sütuna verdikleri haberlerle, verdikleri haberler ve yaptıkları programlarla gündem oluşturan yazılı ve görsel medya, onca çeşitliliğe rağmen şimdi niçin bu durumda? Bir zamanların araştırmacı gazetecileri şimdi nerede? Yolsuzlukları ve haksızlıkları ortaya çıkaran, haber izi süren, rakiplerine haber atlatan, siyasilerin yaptıklarına eleştirel yaklaşan, kurum ve kuruluşların korkulu rüyası gazeteciler yetişmiyor mu, kayıp mı oldular yoksa onlar da araziye mi uydular ya da gazetecilik önemsizleşti mi?

Her meslek grubunda olduğu gibi gazetecilik mesleğini icra edenler arasında da mesleğinin gereklerini yerine getiren gazeteciler vardır. Bunları istisna tutuyorum. İzninizle mesleğinin gereklerini yerine getirmeyen ve meslek etiğine uymayan gazetecileri burada eleştirmek istiyorum. Eleştiriye geçmeden önce gazeteci kimdir, gazetecinin meslek etiği nedir? Önce bu sorulara cevap arayacağım. Sonra eleştirimi getireceğim.

“Haber ve bilgi kaynağına çabuk ulaşmak ve bu kaynaklardan edindiği bilgi ve haberleri okurlara sunma işini üstlenen kişiye” (Wikipedia) gazeteci deniyor. Gazeteci, “Dünyada olup bitenlere ilişkin olabildiğince fazla ve doğru bilgi vermek amacındadır. Gazetecilik, haberi doğru kaynaktan almakla yükümlüdür. Gazetecilik kulaktan dolma bilgilerle yapılmaz. Şantaj, karalama, kirletme, yalan haber, yıpratma gibi unsurları içermez. Gazeteci kanunlara saygılı, ahlaklı, namuslu, dürüst, çalışkan kişilerdir.” (Wikipedia). Meslek etikleri arasında gazetecinin “Herhangi bir menfaat grubuna bağlanmadan, açık fikirli, dürüst, ön yargılardan uzak ve kişilik haklarına saygılı olmak, gazeteciliğin olmazsa olmaz koşullarındandır. Gazetecilik mesleği ve gazetecilik sektörü (gazete, radyo, televizyon, İnternet gibi kitlesel yayın organları) demokratik toplumlarda, anayasanın öngördüğü üç devlet gücü yanında (yasayıcı-meclis, yürütücü-hükûmet, yargılayıcı-mahkemeler) dördüncü denetleyici devlet gücü olarak anılır”. (Wikipedia)

Gazeteci ve gazetecilikle ilgili bu kısa alıntıdan sonra gelelim günümüz gazetecilerinin durumuna. Yukarıda tanım ve etiklerine yer verdiğim bu mesleğin hakkını veren kaç gazeteci var bugün? Kaç gazete ve televizyonumuz  Türkiye'de olup bitenlere eleştiri yapabiliyor, "denetleyici devlet gücünü" yerine getirerek amme hizmeti yapıyor? Tamam, eskisi gibi hükümet yıkıp hükümet kurmasınlar, siyasileri eşofmanla karşılamasınlar, birilerinin tetikçiliğini ve darbe şakşakçılığı yapmasınlar, insanları ve kurumları gerçek dışı bilgi ve beyanlarla karalamasınlar, birilerinin hayatını karartmasınlar, ortamı germesinler, irtica avına çıkmasınlar, darbenin alt yapısının oluşmasına zemin hazırlamasınlar ama günümüzdeki gibi de silik ve etkisiz eleman olmasınlar. Halkı doğru bilgilendirsinler. Çünkü onların böyle bir görevi var. Böyle derken adına Kartel denilen geçmiş medyayı övdüğüm ve o tür gazeteciliği özlediğim anlamı çıkarılmasın.  Geçmiş medyanın bir itibarı olmasa da bir etkileme gücü vardı. Üzerine gittiği konularda, devletin kurumlarını harekete geçirme misyonu vardı. Hasılı geçmiş medya sektörü ve buralarda çalışan gazeteciler iyi bir sınav vermese de İSKİ yolsuzluğu, Civangate, Türkbank, Parsadan olayı, İlksan skandalı gibi olaylar, geçmiş gazetecilerin ortaya çıkardığı yolsuzluklara verebileceğim örneklerdendir.

Tekrar günümüz gazeteciliğine gelirsek, onca çeşitliliğine rağmen gazetelerinde, internet sitelerinde ve TV haberlerinde farklı haber görebiliyor musunuz? Ben göremiyorum. Bir tanesine bakınca diğerlerine bakmaya gerek kalmıyor. Çünkü haberler aynı yerden çıkmış gibi noktası, virgülüne aynı. Bir bakmışsınız TV kanallarının kahir ekseriyeti bir kişiyi dinlemek için aynı anda canlı yayına bağlanıyorlar. Görüntü, tüm medyanın tek elden yönetildiği, hangi haberin ne şekilde verileceğinin tek merkezden servis edildiği yönünde. Tüm bunlardan da geçtim. TV’lerin canlı yayın programlarına katılan çoğu gazeteciyi tanımakta zorlanıyorum. Onları dinleyince gazeteci mi yoksa bir partinin basın sözcüsü mü diye düşünmeden edemiyorum. Düpedüz bir parti lehine veya aleyhine çalışıyorlar. Savunduğu partiye gelen eleştirilere tahammül edemiyorlar, hemen açıklama yapma yoluna gidiyorlar. Sanırsın ki mesleği gazetecilik değil, parti tarafından gönderilmiş bir görevli ve maaşlarını da gazete patronundan değil, partiden alıyorlar. İnanın, savunduğu partinin genel başkanı kendisini ve partisini bu kadar savunamaz. Güya, gazeteci dediğimiz tarafsız olacaktı. Tamam, tarafsız olmasınlar. Zira hangi birimiz tarafsızız ki. En azından doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilsinler. Haydi bunu da yapmasınlar. Hiç olmazsa gülünç duruma düşecekleri yanlışları bari doğru bir şeymiş gibi savunmasınlar. Gazeteci görünümünde siyaset yapmasınlar. Şayet böyle yapacaklarsa sunucu kendilerini tanıtırken “X, aynı zamanda hem gazeteci hem de Y partisinin üyesi” şeklinde tanıtsın.

Sonuç olarak, günümüz gazeteciliği –istisnaları hariç tutuyorum- yerlerde sürünüyor ve etkisiz eleman durumundadırlar. Bu da bu meslekte ne itibar bırakır ne de halkı etkileme gücü verir.

Her meslek grubunda olduğu gibi gazetecilik mesleğini de hakkıyla yerine getiren gazetecileri buradan selamlıyorum.

*19.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.