9 Mart 2021 Salı

MEB'in Prens ve Prensesleri *

Size MEB’in prens ve prensesleri kimdir desem, bilir misiniz? Sanmam bileceğinizi. Bunu bilmek için ya prens ya prenses olmanız ya da işleyişi biraz bilen biri olmanız gerekir. Siz, kim bunlar diye biraz merak ededurun. Ben, önce MEB’de kaç öğretmen var, MEB’de öğretmen atamaları nasıl olmaktadır, bunlar hakkında kısaca bilgi vereyim.

Resmi ve özel eğitim kurumlarında, MEB’e bağlı olarak görev yapan öğretmen sayısı, 23 Kasım 2020 itibariyle 1 milyon 148 bin 514’tür. Bu sayının pek azı özelde, bir milyondan fazlası ise MEB’de kadrolu veya sözleşmeli olarak görev yapmaktadır. Bu sayı, öyle zannediyorum, orduda görev yapan er ve erbaş toplamından daha fazladır. Tek farkı, ordudakilerin silahı, eğitimcilerin kaleminin olması.

MEB’de adına ilk atama, özür, aile birliği, zorunlu hizmet, isteğe bağlı il içi ve il dışı atamalarda öğretmen adayı ve öğretmen, MEB’in daha önceden ihtiyaca göre belirlediği ve norm adı verdiği yerlere tercihte bulunur. Öğretmen, tercih yaparken puanını göz önünde bulundurur. Çünkü her türlü atama, puan üstünlüğüne göre yapılır. Öğretmen “Tercih dışına atanmak istiyorum” seçeneğini işaretlemişse, sistem, öğretmeni tercihleri dışında uygun bir yere atar. Şayet “Tercih dışına atanmak istemiyorum” seçeneğini işaretlemiş ve puanı da yeterli değilse tercihlerine atanamaz, mevcut yerinde kalır. Öğretmen, tercih dışına niçin atanmak istemez? Çünkü tercihine açılan yerlerin bir kısmı köy, belde ve uzak ilçelerdir.

Öğretmen, tercih veya tercih dışına atandıktan sonra gönüllü veya gönülsüz atandığı yere süresi içinde göreve başlar. Kimi, gidiş geliş imkanı varsa göreve başladığı yerde ikamet etmez, şehir merkezinden gidiş geliş yapar, kimi ev tutarak eşyasını taşır ve görev yaptığı mahalde ikamet eder. Kimi de tercih ve puanına göre atandıktan sonra süresi içinde göreve başlasa da atandığı yerde görev yapmaz. Çünkü burası ulaşımı zor bir yerdir ve burada çalışmayı gözü kesmez. Bu durumda olanlar ne yapıyor? Bunların anne-babası, kayınpeder ve kayınvalidesi, amca ve dayısı vs. devreye girer. Bunlar; kızının, oğlunun, gelininin ve yeğeninin bu kahrolası (!) yerde çalışmaması için güç, imkan ve çevresini harekete geçirir. Bunun için siyasilerle veya üst düzey bürokratlarla dirsek temasına geçerler: “Efendim, bugüne kadar sizden bir talepte bulunmadım. Kendim için de bir şey istemiyorum. Bizim kız/oğlan, gelin/damat, yeğen vs. falan köye atandı. Bunu merkeze alamaz mıyız? Çocuğumuz öğretmenliği de pek seviyor.” gibi.  Siyasi/bürokrat, hemen ilin milli eğitim müdürünü veya vali veya vali yardımcısını arar. “Size bir yakınımı gönderiyorum, bunun işini halledin” der. Bu aramayı siyasi yapıyorsa bu bir emirdir, bürokrat arıyorsa bu bir ricadır. Merkeze alacağımız torpilli öğretmenin branşında, o ilde norm veya ihtiyaç olması önemli değildir. Bir yolu bulunacaktır artık. Çünkü emir ve rica demiri keser. Üstelik araya giren, telefon açan da pek hatırı sayılır kişidir. Bunun işini yapmayacak da kimin işi yapılacaktı.

Uzatmayayım, taşrada görev yapmak istemeyen ve arkası olan öğretmenler, bir yolunu bulup merkezdeki bir okula görevlendirilir. Buna geçici görevlendirme diyoruz. Bu kişinin görevlendirildiği okulda, branşında okutabileceği ders veya sınıf olsun veya olmasın, fark etmez. Okul ona branş dışı dersler verebildiği gibi girmesi gereken sınıfının dışında da bir görev verebilir. Bu da önemli değil. Köyden ve ücra yerden kurtuldu ya, bu yeter ona. Üstelik sevincine diyecek yoktur.

Merkezde görevlendirilen kişinin kadrosu, eski okulunda kalır. Maaş, ek ders ve diğer özlük hakları, görev yapmadığı eski okulu tarafından yapılır. Kendisi de ulaşımı kolay merkezde görev yapar. Bu görevlendirme, eğitim ve öğretim boyunca geçerli olduğu gibi çocuğumuzun merkeze gelecek puanı yetinceye kadar aynı yöntemle her yıl geçici olarak tekrarlanır. Kadrosunun bulunduğu okulda görev yapmayarak bir yolunu bulup merkezde görev yapan bu kadın ve erkek öğretmenlere MEB’in prens ve prensesleri diyorum ben. Çoğunluğun içinde bu şekil görevlendirilen öğretmen sayısı az olsa da var böyleleri. Bu arada MEB’de veya devletin diğer kurumlarında arkası olan diğer prens ve prensesler de var. Onlar şimdilik konumuz değil.

Atandığı yerde görev yapmayıp her yıl görevlendirme ile merkezde çalışan bu kimselerin kadrosunun bulunduğu yerde o okulun öğrencileri ne yapar? Bunları kim okutur? Buraya bir atama yapılır mı? Buraya yeni bir atama yapılmaz, nakil yoluyla da kimse gelmez. Çünkü MEB, geçici görevlendirme ile merkeze gidenin yerine yeni öğretmen vermediği gibi norm kadro yönetmeliğine göre de burayı açık göstermez. Açık gösterilmediği için burası dolu görünür. Yani buranın kadrolu öğretmeni var ama öğretmen yok orta yerde. Buradaki öğrencileri okutsun diye o okulun bağlı bulunduğu ilçe, buraya ücretli öğretmen görevlendirir. Ücret karşılığı görevlendirilen bu öğretmenlerin önemli bir kısmı da girdiği dersin ve sınıfın öğretmeni değil. Devlet, torpilli öğretmeni ihtiyaç olmayan yere çekerek hem ona maaş ve ücret ödüyor hem de yerine görevlendirdiği ücretli öğretmene ücret ödüyor ve sigortasını yapıyor. Devlet zarar ediyormuş, ücretli kişi ehil değilmiş, bunlar çok önemli değil. Önemli olan prens ve prenseslerimizi memnun etmektir. Onların memnuniyetinin ve huzurunun yanında, devletin zarar görmesinin, bu paranın vatandaştan çıkmasının lügatimizde yeri yoktur. Bu tür görevlendirmeler, bazı kişilere özel olarak yıllar yılı yapılmaya devam ediyor, buna kimse dur demiyor. Bu şekil görevlendirilen kişiler, “Emsallerim köyde görev yapıyor, benim geçici görevlendirme ile merkezde görev yapmam doğru değil” demiyorsa, torpil yaptıran, “Bu yaptığım hakkaniyete sığmaz,” demiyorsa,  torpile alet olan MEB yetkilisi ve atamaya yetkili valisi, buna boyun eğiyorsa ve tarafların hepsinin vicdanı bu durumdan rahatsız olmuyor ise demek ki bu işin normali bu olsa gerek.

Bu geçici görevlendirmeler maalesef bu ülkenin bir gerçeği. MEB veya devletin diğer kurumları, arkası olan bazı kişileri hoş etmek için bulundukları makamı kötüye kullanmaya devam edeceklerse, bari, geçici görevlendirme ile aldıkları prens ve prensesleri, kadrolarıyla birlikte merkeze çeksinler. Çeksinler ki boşalttıkları yere, orada görev yapacak birileri gelsin de o muhitin çocukları mağdur olmasın. Onlardan istediğim bir şey daha var: Geçici görevlendirme taraflarının hiçbiri asla dürüstlükten bahsetmesinler.

Yazım uzadı, biliyorum. Burada bir cümle ile de proje okullarına görevlendirilen öğretmenlere değinmek istiyorum. Zira proje okul adı altında bir okuldan alınan öğretmenin yerine de yenisi verilmiyor. Bu okullara seçilen öğretmenlerin kadrosu da boşaltılırsa çok iyi olur kanaatindeyim. Çünkü aynı mağduriyet, öğretmeni proje okuluna alınan okullarda da yaşanıyor.

Son bir cümle de ülkenin en ücra yerinde çalışan öğretmenlere olsun. Merkezde çalışmak varken hala uçsuz bucaksız, kuş uçmaz ve kervan geçmez yerlerde çalışıyorsanız, bu demektir ki siz asla prens veya prenses olamazsınız. Talihinize yanın.

*12.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

7 Mart 2021 Pazar

Yardımın Cılkını Çıkarmamak Lazım *

Yardım denince İslam, İslam denince de yardım akla gelir. Çünkü İslam dini bir yardım dinidir. İhtiyaç sahiplerini görüp gözetmek bu dinin bir emri ve tavsiyesidir. Zekat, sadaka, infak, fıtır, fitye gibi çeşitleri vardır. Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde bu tür yardımlara sık sık değinilir. Din, zor durumdaki birine borç vermeyi (karzı hasen) bile Allah’a borç verme olarak görür. Din, yardıma muhtaç insanların elinden tutmayı emir ve tavsiye ettiği gibi aynı zamanda insanların faydasına olan yol, çeşme, hamam, cami, okul, cami, hastane gibi yerler yapmayı da ölmez eser olarak kabul eder ve buna sadakayı cariye adını verir. Hadisi şerifte bu hayrı yapanların, buna sebep olanların öldükten sonra dahi amel defterlerinin kapanmayacağı bilgisi verilir.

Bundandır ki bu millet, yakınlarından başlayarak ihtiyaç sahiplerini görür gözetir. Aynı zamanda herkesin faydalanacağı binaların yapımına öncülük eder. Bu tür yerlerin yapımı için çoğu zaman cuma ve bayramlarda sergi açılır. İçine gidip ibadet ettiğimiz camiler ve Kur’an öğrenmek için gittiğimiz Kur’an kursları da bu şekilde yapılmıştır ve hala yapılmaktadır. Şimdilerde bir kısmının yapımını devlet üstlense de İmam Hatip Okullarının kahir ekseriyeti geçmişte aynı yol ile yani toplanan yardımlarla yapılmıştır.

Bu yardım şekil ve çeşitlerine şimdilik bir virgül koyalım. Şimdi gelelim günümüze… Malumunuz son bir yıldır salgınla boğuşuyoruz. Salgın riskinden dolayı birçok esnafın işyerini açmasına izin verilmiyor. Bazı sektörler kapalı olduğu için buralarda çalışan niceleri işini kaybetti. Dükkanı açık nice esnaf da hafta yasakları ve diğer kısıtlılıklardan dolayı doğru dürüst iş yapamıyor. Yani dün zekatıyla, sadakasıyla ihtiyaç sahiplerinin elinden tutan; cami, kurs, okul yapımında kesenin ağzını açan, her daim kapısına müracaat edilen ve daima veren el olan esnafımızın çoğu, bu salgından dolayı kan ağlıyor. Kafe, kahvehane, kantin, lokanta esnafı, yurt işletenler…bu sektörlerde çalışan niceleri, evine ekmek götüremiyor ve yiyecek ekmeğe muhtaçlar. Bunlara belediyeler, defaten yardım ediyor ama taşıma suyla değirmen döner mi? Elden gelenle öğün olur mu? Olursa da zamanında gelir mi? Hasılı, ismine yer verdiğim ve vermediğim nice esnaf, veren el iken halihazırda alan el durumuna düştü. Geçen ay işyeri kapalı birçok esnafa -Konya için söylüyorum- üç yardım kuruluşu gıda yardımı yapmak zorunda kaldı. Aldığım bilgiye göre önümüzdeki ay da bir başka üç yardım kuruluşu yine gıda yardımı yapacakmış.

Dün cami, kurs ve İHO/İHL yapımında kapısını çaldığımız ve az veya çok yardımını aldığımız esnaf bu durumda iken bugün yardım işleri ne âlemde? Devlet geçen yıl bir yardım seferberliği başlatmış, toplanan yardımları ihtiyaç sahiplerine defaten ulaştırmışsa da bunun arkası gelmedi ve salgın hala etkisini sürdürüyor. Durum bu iken mesela cami ve kurs yapımı için her cuma hutbesinde “Yapımı devam etmekte olan muhtelif cami ve Kur’an kurslarına yardım” talebinde bulunan Diyanet, bu zor durumdaki esnafımız için ne yapıyor? Bildiğim kadarıyla böyle bir inisiyatif almadığı gibi sanki ülke normal bir zamandan geçiyormuş gibi cuma hutbelerinde hala cami ve Kur’an kursları için yardım talep ediliyor. Vatandaş aç iken Diyanet’in cami ve kurs yardım talebine tek kelimeyle pes diyorum.

İsterdim ki bu süreçte Diyanet İşleri Başkanlığı, cami ve kurs yardım taleplerine bir virgül koysun ve müftülükleri harekete geçirsin. Her müftülük, kaymakamlıklardan mahalli yardım onayı alsın ve her cami imamı, muhitindeki ihtiyaç sahipleri yani cemaatinden muhtaç olanlar (işyeri kapalı ve işini kaybetmiş kişiler) için bir yardım talebinde bulunsun. Hutbede “Aziz cemaatimiz, malumunuz salgın dolayısıyla birçok esnaf siftah yapamıyor ver bazı esnafın işyerleri kapalı. Bunlar ne yer ne içer? Hiç düşündük mü? Biz düşündük, taşındık. Cemaatimizden bir komisyon oluşturduk. Bu komisyon, cami cemaatimizi ve muhitimizde ikamet eden insanımızı araştırdı ve mahallemizde ikamet eden zor durumda olan şu kadar esnaf ve bu kadar işini kaybetmiş kişi tespit etti. Namazdan sonra bu kardeşlerimiz için sergi açıyoruz. Ne verirseniz elinizle, o gider sizinle” dese, daha iyi olmaz mı? Toplanan yardım bu kişilere pay edilse nasıl olur? Bence çok güzel olur. Müslüman kardeşimizin derdiyle dertlenmiş oluruz. Bu insanlar da der ki “Cemaatimiz bize zor zamanda kucak açtı. Allah onlardan razı olsun.” der mi der. Bu yardım toplamayı salgın devam ettikçe ve bu esnafa kısıtlılık hali devam ettikçe ara ara tekrarlasak çok iyi olur.

Yardımsever yönü olan milletimizin, bu yardıma canı gönülden destek olacağına inanıyorum. Yeterince yardım toplanmasa da en azından yiyeceğe muhtaç bu insanların yanında olduğumuzu, onların derdiyle dertlendiğimizi ortaya koymuş oluruz. Hasılı, Diyanetimizin böyle bir inisiyatif almasını bekliyorum.

*10.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Çarşı İzlenimlerim *

Çarşıya en son ne zaman çıktığımı hatırlamıyorum. En azından üç aydır gitmiyorum. Hafta içi gitme imkânım olmadı ancak hafta sonu gidebilirdim. Hafta sonlarım ise kısıtlılıklara takıldı. Hafta sonu yasağının kalktığı ilk cumartesi, saatimin pilinin bitmesi dışında önemli bir işim olmamasına rağmen yine de çıkasım geldi. Görüp geleyim, bakalım çarşıda ne vardı ne yoktu. Balkondan dışarıya baktım. Hava kapalı olsa da üşüten bir hava yoktu.

Çarşıya gitmek için yürümeyi tercih ettim. Hangi güzergahı izleyeceğimi de kafamda belirledim. Kayalıpark’a kadar gidecektim.

Öğle ezanları okunduktan sonra düştüm yola. Fatih Caddesi, Meram Yeniyol ve Yeni Orduevi’nin yanından geçerken 14.00 sularında o bölgedeki sokak lambalarının güpegündüz yandığını gördüm. Ardından araç trafiğine kapalı olan Zafer’de buldum kendimi. Zafer her zamanki gibi kalabalık günlerinden birini yaşıyordu. Esnaf ise dükkanını açmıştı. Karşıma gelen, sağım ve solumdan geçen herkes maskeliydi. Yan yana yürüyenlerde, belirlenen sosyal mesafe olmasa da dikkat çekecek bir yakın temasa şahit olmadım. Birkaç tane genç gördüm yüzünde maskesi olmayan. Onlar da bir eline içecek, diğer eline de atıştırmalık almışlar. Yiyerek yürüyorlar. Ayakta ve yürürken yemelerini garipsemedim. Zira aldıkları yerde yeme imkanları yoktu. Ya bir kenara çömelip yiyecekler ya da yürüyerek yiyecekler. Gençler ikincisini tercih etmişler.

Camlıköşk’ün etrafı, aylar öncesinde gördüğüm gibi yine kapalıydı. Işıklara varmadan, Camlıköşk’ün güneyinde, görüntüsü derme çatma, iğreti ve basitçe yapılmış yaya üst geçidine benzer bir üst geçit dikkatimi çekti. Böyle bir yerde, böyle bir üst geçit nasıl olur, ne diye yapmışlar derken Camlıköşk’ün güneyinde bir bina gözüme ilişti. Sanırım tadilat yapılıyor binada. Binadan çıkan molozları Camlıköşk’e dökmek ve binaya gerekli malzemeleri buradan taşımak için bu üst geçide ihtiyaç duyulmuş olmalı. Böyle kalabalık bir yerde bu tadilat başka türlü de yapılamazdı zaten.

Kalabalığın içerisine girmeden tramvay yolunu atladım. Alaeddin Tepesi’ni soluma alarak tenha yerden yürümeye başladım. Nihayet Kayalıpark’ı geçerek Fatih Çarşısında bir esnafı ziyaret ettim. Kısa süreli bir muhabbetin ardından Kadınlar Pazarı’na vararak birkaç ihtiyacımı aldım.

Eski Larende Caddesine girip eve doğru adımlamaya başlamışken Vakıflar Çarşısının yanına gelince bir başka dostum aradı. Onunla da görüşmek için Tevfikiye Caddesine saptım. Kapı Camiini geçmiştim ki bir zabıta arabası yolun ortasındaydı. İçinden birkaç tane zabıta indi. Zabıtalar, kadın ayakkabısı satan bir seyyar satıcının arabasını, üzerindeki ayakkabılarıyla birlikte arkası açık bir zabıta arabasına koydular. Satıcıya da “Sen de tablanın yanına bin” dediler ve gözden uzaklaştılar. Bu durumu gören genç bir kadının “Yazık! Yapmayın, dayanamıyorum bu duruma” serzenişini duydum.

Burada kısaca seyyar satıcılığa değinmek isterim. Seyyar satıcılık, Türkiye’nin bir gerçeği. Zabıtalar seyyar satıcıların, seyyar satıcılar da zabıtaların başının belası. Fi tarihinde bir zabıta dairesi başkanı dostumla görüştüğümde, seyyar satıcı-zabıta konusunu açtığımda başkan şöyle dert yanmıştı: “Ağabey, durum göründüğü gibi değil. Çoğu esnaf, seyyar satıcılar konusunda ikili oynuyor. Dükkanımın önünde seyyar satıcı var, bunu buradan kaldırın”, telefonu açıyor. Bizim görevliler, şikayet üzere seyyar satıcının yanına varıp satıcının sattığı ürüne ve aracına el koymaya kalktığı zaman az önce şikayet eden esnafın dışarıya çıkarak “Yazık ya, ne istersiniz Allah’ın garibinden. Sizin başka işiniz yok mu?” dediğine şahit oluyoruz. Biz de ne yapacağımızı şaşırdık.” demişti. Neyse bu konu ayrı bir konu.

Dostumla bir yarım saat oturduktan sonra dönüşüm gecikeceği için Adalhan’dan dolmuşa bindim. Ödemeyi yaptıktan sonra boş tek koltuğa oturdum. Ardımdan biri “Öğretmenim, merhaba” dedi. Geriye dönüp baktım. Eski bir öğrencimdi bana seslenen. Yanında babası ve ilkokul üçe gittiğini öğrendiğim kardeşi vardı. Hal-hatırdan sonra III. Organizede bir şirkette mali müşavir olarak çalıştığını söyleyen babaya, masraftasın, dedim. “Poşetlerden belli olmuyor mu hocam” dedi. İlkokul üçe giden çocuğun sevincine diyecek yoktu. Yol boyunca döndü döndü babanın 200 lira vererek aldığı ayakkabıya teşekkür etti durdu. Çocuğa hangi okula gidiyorsun dedim, “Bilmiyorum, unuttum” dedi. Okulunu baba söyledi. Müdürünün adı ne dedim. “Onu da bilmiyorum” dedi. Bereket öğretmenini biliyordu. Benim sormam sonucunda çocuk, döndü döndü bana ablamın öğretmenliğini niye bıraktın hocam, dedi. Öyle icap etti desem de inmeden önce “Hocam, diyorum. Çünkü adını bilmiyorum” dedi. Bu tip yerlerde hitap için hocam hitabı çoğumuzun imdadına yetişiyor. Çocuk bile bu yaşında öğrenmiş bunu.  Bu arada çocuk iyi ki bilmiyor. Bilse, belki de adımla hitap edecekti bana.

Öğrencim ve ailesi benden önce indiler. Okulunun adını dahi unutan konuşkan ve her halinden zeki olduğu anlaşılan ilkokul üçüncü sınıf öğrencinin durumuna üzüldüm doğrusu. Çocuk unutmayıp da ne yapacaktı. Çünkü birinci sınıfı okuyup ikinci sınıfın ilk dönemini okulunda yüz yüze okuduktan sonra bu çocuk, martın ortasından itibaren, bu sene üçüncü sınıfı okumasına rağmen okulunun yüzünü bir daha görmedi. Uzaktan ders yapıyorlar hala. Belki okumayı da unutmuştur. İlk, orta, lise ve üniversite hangi aşamada olursa olsun, öyle zannediyorum, bu nesle pandemi nesli diyeceğiz ve bu nesil, sosyalleşmeden ve çoğu bilgiyi öğrenmeden ya bir üst sınıfa geçiyor ya da mezun oluyor. Yazık olacak bu nesle…

*08.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.