Çarşıya en son ne zaman çıktığımı
hatırlamıyorum. En azından üç aydır gitmiyorum. Hafta içi gitme imkânım olmadı
ancak hafta sonu gidebilirdim. Hafta sonlarım ise kısıtlılıklara takıldı. Hafta
sonu yasağının kalktığı ilk cumartesi, saatimin pilinin bitmesi dışında önemli
bir işim olmamasına rağmen yine de çıkasım geldi. Görüp geleyim, bakalım
çarşıda ne vardı ne yoktu. Balkondan dışarıya baktım. Hava kapalı olsa da
üşüten bir hava yoktu.
Çarşıya gitmek için yürümeyi tercih ettim.
Hangi güzergahı izleyeceğimi de kafamda belirledim. Kayalıpark’a kadar
gidecektim.
Öğle ezanları okunduktan sonra düştüm
yola. Fatih Caddesi, Meram Yeniyol ve Yeni Orduevi’nin yanından geçerken 14.00
sularında o bölgedeki sokak lambalarının güpegündüz yandığını gördüm. Ardından araç
trafiğine kapalı olan Zafer’de buldum kendimi. Zafer her zamanki gibi kalabalık
günlerinden birini yaşıyordu. Esnaf ise dükkanını açmıştı. Karşıma gelen, sağım
ve solumdan geçen herkes maskeliydi. Yan yana yürüyenlerde, belirlenen sosyal
mesafe olmasa da dikkat çekecek bir yakın temasa şahit olmadım. Birkaç tane
genç gördüm yüzünde maskesi olmayan. Onlar da bir eline içecek, diğer eline de
atıştırmalık almışlar. Yiyerek yürüyorlar. Ayakta ve yürürken yemelerini
garipsemedim. Zira aldıkları yerde yeme imkanları yoktu. Ya bir kenara çömelip
yiyecekler ya da yürüyerek yiyecekler. Gençler ikincisini tercih etmişler.
Camlıköşk’ün etrafı, aylar öncesinde
gördüğüm gibi yine kapalıydı. Işıklara varmadan, Camlıköşk’ün güneyinde,
görüntüsü derme çatma, iğreti ve basitçe yapılmış yaya üst geçidine benzer bir
üst geçit dikkatimi çekti. Böyle bir yerde, böyle bir üst geçit nasıl olur, ne
diye yapmışlar derken Camlıköşk’ün güneyinde bir bina gözüme ilişti. Sanırım
tadilat yapılıyor binada. Binadan çıkan molozları Camlıköşk’e dökmek ve binaya
gerekli malzemeleri buradan taşımak için bu üst geçide ihtiyaç duyulmuş olmalı.
Böyle kalabalık bir yerde bu tadilat başka türlü de yapılamazdı zaten.
Kalabalığın içerisine girmeden tramvay
yolunu atladım. Alaeddin Tepesi’ni soluma alarak tenha yerden yürümeye
başladım. Nihayet Kayalıpark’ı geçerek Fatih Çarşısında bir esnafı ziyaret
ettim. Kısa süreli bir muhabbetin ardından Kadınlar Pazarı’na vararak birkaç
ihtiyacımı aldım.
Eski Larende Caddesine girip eve doğru
adımlamaya başlamışken Vakıflar Çarşısının yanına gelince bir başka dostum
aradı. Onunla da görüşmek için Tevfikiye Caddesine saptım. Kapı Camiini
geçmiştim ki bir zabıta arabası yolun ortasındaydı. İçinden birkaç tane zabıta
indi. Zabıtalar, kadın ayakkabısı satan bir seyyar satıcının arabasını,
üzerindeki ayakkabılarıyla birlikte arkası açık bir zabıta arabasına koydular.
Satıcıya da “Sen de tablanın yanına bin” dediler ve gözden uzaklaştılar. Bu
durumu gören genç bir kadının “Yazık! Yapmayın, dayanamıyorum bu duruma”
serzenişini duydum.
Burada kısaca seyyar satıcılığa değinmek
isterim. Seyyar satıcılık, Türkiye’nin bir gerçeği. Zabıtalar seyyar
satıcıların, seyyar satıcılar da zabıtaların başının belası. Fi tarihinde bir
zabıta dairesi başkanı dostumla görüştüğümde, seyyar satıcı-zabıta konusunu
açtığımda başkan şöyle dert yanmıştı: “Ağabey, durum göründüğü gibi değil. Çoğu
esnaf, seyyar satıcılar konusunda ikili oynuyor. Dükkanımın önünde seyyar
satıcı var, bunu buradan kaldırın”, telefonu açıyor. Bizim görevliler, şikayet
üzere seyyar satıcının yanına varıp satıcının sattığı ürüne ve aracına el
koymaya kalktığı zaman az önce şikayet eden esnafın dışarıya çıkarak “Yazık ya,
ne istersiniz Allah’ın garibinden. Sizin başka işiniz yok mu?” dediğine şahit
oluyoruz. Biz de ne yapacağımızı şaşırdık.” demişti. Neyse bu konu ayrı bir
konu.
Dostumla bir yarım saat oturduktan sonra dönüşüm
gecikeceği için Adalhan’dan dolmuşa bindim. Ödemeyi yaptıktan sonra boş tek
koltuğa oturdum. Ardımdan biri “Öğretmenim, merhaba” dedi. Geriye dönüp baktım.
Eski bir öğrencimdi bana seslenen. Yanında babası ve ilkokul üçe gittiğini
öğrendiğim kardeşi vardı. Hal-hatırdan sonra III. Organizede bir şirkette mali
müşavir olarak çalıştığını söyleyen babaya, masraftasın, dedim. “Poşetlerden
belli olmuyor mu hocam” dedi. İlkokul üçe giden çocuğun sevincine diyecek
yoktu. Yol boyunca döndü döndü babanın 200 lira vererek aldığı ayakkabıya
teşekkür etti durdu. Çocuğa hangi okula gidiyorsun dedim, “Bilmiyorum, unuttum”
dedi. Okulunu baba söyledi. Müdürünün adı ne dedim. “Onu da bilmiyorum” dedi. Bereket
öğretmenini biliyordu. Benim sormam sonucunda çocuk, döndü döndü bana ablamın
öğretmenliğini niye bıraktın hocam, dedi. Öyle icap etti desem de inmeden önce “Hocam,
diyorum. Çünkü adını bilmiyorum” dedi. Bu tip yerlerde hitap için hocam hitabı
çoğumuzun imdadına yetişiyor. Çocuk bile bu yaşında öğrenmiş bunu. Bu arada çocuk iyi ki bilmiyor. Bilse, belki
de adımla hitap edecekti bana.
Öğrencim ve ailesi benden önce indiler.
Okulunun adını dahi unutan konuşkan ve her halinden zeki olduğu anlaşılan
ilkokul üçüncü sınıf öğrencinin durumuna üzüldüm doğrusu. Çocuk unutmayıp da ne
yapacaktı. Çünkü birinci sınıfı okuyup ikinci sınıfın ilk dönemini okulunda yüz
yüze okuduktan sonra bu çocuk, martın ortasından itibaren, bu sene üçüncü
sınıfı okumasına rağmen okulunun yüzünü bir daha görmedi. Uzaktan ders
yapıyorlar hala. Belki okumayı da unutmuştur. İlk, orta, lise ve üniversite
hangi aşamada olursa olsun, öyle zannediyorum, bu nesle pandemi nesli diyeceğiz
ve bu nesil, sosyalleşmeden ve çoğu bilgiyi öğrenmeden ya bir üst sınıfa geçiyor
ya da mezun oluyor.
*08.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder