7 Şubat 2021 Pazar

Bir Vekilin Bir Günü *

Zamanın behrinde, bir vekil hafta içi seçim bölgesine gelir. Kendiliğinden mi yoksa partisi görev mi verdi bilinmez, bazı ilçeleri ziyaret etmek ister. Partisinin ilçe teşkilatları harekete geçer ve “Falan vekil şu gün ilçemizde olacak, size de uğrayabilir” notunu tüm kurumlara bildirir. Kurum amirleri söylenen günün öğle arasını bile kurumlarında geçirirler ve dört gözle vekili beklerler.

Vekil o gün gelmez. Ertesi gün “Sayın vekil, kurumunuza bugün saat 13.30’da gelecek” bilgisi verilir. Kurum amiri kendi çapında hazırlığını yapar. Makamından da bir yere ayrılmaz. Temiz olmasına rağmen kurumun içi, dışı ve yol güzergahı tekrar temizlenir.

Belirtilen saat gelir. Ha geldi gelecek beklentisi içine girilir. Saat 14.00, 15.00 olur. Beklenen misafir bir türlü gelmez. Acaba gelmeyecek mi denmez, hacıyolu bekler gibi beklenir. Nihayet vekil, öncesinde kaç ilçe kaç kurum gezdi bilinmez; yanında ilçe başkanı, belediye başkanı ve bir diğer kişi ile birlikte 15.30’da makama ayak basar.

Hoş geldin faslından sonra çaylar yudumlanırken vekil maskesi çenesinde olduğu halde havadan sudan konuşur, diğerleri de maskeli bir şekilde vekili dinlerler. Vekil konuştukça araya kimse girmez. Hepsi bir güzel vekili tasdikler. Hızını alamayan vekil, “Buraya gelmişken bir de eski başkanı arayayım” der. Diğerleri dinlerken eski başkana şiir bile okur. Okudukça gülmeyi de eksik etmez. Bu arada kapıyı açık gören biri, vekilim gelmiş, bir hoş geldin diyeyim düşüncesiyle açık kapıdan içeri girer. Tanışma faslından sonra vekil, geriye kalan muhabbetini bu yeni gelenle yapar.

Toplamda bir 25 dakika kurum amirinin odasında kalan vekil, bu ziyaretinden memnun bir şekilde ayrılır, ziyaretini başka açık bulduğu kurumlara girerek devam ettirir.

Vekil kurumdan ayrıldıktan sonra ziyaret edilen kurumun amirine kurumda çalışan biri, “Efendim! Sayın vekil, kurum işleriniz nasıl gidiyor, aşamadığınız ve benim Ankara’ya iletmemi istediğiniz bir sorununuz var mı” şeklinde bir soru sordu mu der. Amir, “Sormadı maalesef. Sorsaydı şu derdimizi söyleyecektim” cevabını verir. Kuruma bir vesileyle ziyarete gelen esnaf da “Sayın vekil, niçin kurumları ziyaret eder de biz esnafın kapısını çalmaz, niçin derdimizi sormaz” serzenişlerini dile getirir ama bu serzeniş havada kalır. Zira bu soruya cevap verebilecek vekil, esnafa görünmeden son kurumu da ayaküstü ziyaret ederek aşağıda kendisini bekleyen aracına bindiği gibi şehrin yolunu tutar.

Belli ki bu vekil kimse, tecrübeli mi tecrübeli. Nereye gideceğini, kimin çayını içeceğini iyi biliyor. Esnafın yanına gidip de niçin ağrımaz başını ağrıtsın, halkın arasına katılıp niye terlesin. Kendisi terleyeceğine kurumları terletir. Nasılsa kurumların dili yok. Gider orada muhabbetini yapar, herkes onu ağzı açık dinler. Sonrasında da “Falan gün şu şu ilçelere giderek seçmenlerimle buluştum. Onları iş üstü ziyaret ettim. Tarafımdan hiçbir sorun tespit edilmediği gibi herkes mutlu mu mutlu!” raporunu hazırlar ve gönül rahatlığı içerisinde Ankara’nın yolunu tutar.

Vekilin kurum ziyaretlerini izleyen birinden, vekilin bu bir gününü öğrenince insanımızın, 600 vekilden biri olmak için niçin çok çaba sarf ettiğini, seçilip mazbatasını aldıktan sonra ölünceye kadar vekillik yapmak için her seçim döneminde niçin tekrar tekrar adaylık başvurusu yaptığını şimdi daha iyi anlıyorum. Nasılsa “kimsin, necisin, bizim şu derdimiz var, bunu niye çözmüyorsunuz” diyen yok. Diyecek varsa da oralara uğramıyor. İlçeye gitti mi gitti, seçim bölgesindeki seçmenleriyle buluştu mu buluştu. Görev tamamlandı mı tamamlandı. Bu arada vekilin hoşsohbet biri olduğu bilgisi de tarafıma iletildi. Zaten önemli olan muhabbet değil mi? Zira “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane”. Ötesi ve fazlası boş ve angarya, ver elini Ankara!


*13/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

Şubat Yakıyor *

7 Şubat Pazar günü hem alışveriş yapayım hem de ayaklarım açılsın diye yürüyüş mesafesindeki bir markete gitmek için evden çıktım. Çıkarken de üşüten bir hava olursa giyerim diye montumu koluma attım. 

Yürürken güneşin vurduğu kaldırımı tercih ettim. Yürüdüm yürüdüm. Baktım, sıcağın da ötesinde güneş yakıyor. Böyle olmayacak, yolun gölge olan kısmına geçtim. Gölge üşütür mü tereddüdü yaşadım. Çünkü kışın gölgesi üşütür. Hayret ki hayret! Gölge üşütmediği gibi verdiği serinlikle oh be! Dünya varmış, dedirtti. 

Evime yaklaşırken sıcak havayı gören çoluk çocuğun, genç ve yaşlının, kendilerini parka attıklarını gördüm. Kimsenin de üzerinde ceket namına bir şey yoktu. Kimi gömlekle kimi de ince bir kazakla sere serpe parka oturmuş vaziyette.

Eve geldikten sonra hava durumuna baktım. Dereceler 17’yi gösteriyordu. Sadece pazar mı böyle, cumartesi de böyleydi. Önceki günler birkaç derece düşük olsa da dışarıda üşüten bir hava semtimize uğramıyor bugünlerde. Gerçi koca kış sezonu, birkaç gün eksilerde olsa da böyle geçti desek yanlış olmaz. Güneş bazı günlerde bulutların arkasına saklansa da yağışlı günlerin dışında aşağı yukarı gündüzleri hiç güneşimiz eksik olmadı.

Hasılı kış mevsimi olan aralık, ocak ve şubat ayında dondurucu bir soğuk görmedik. Baharı yaşıyoruz diyeceğim ama yaşadığımız iklim yaz günlerinden bir enstantane. Düpedüz yazı yaşıyoruz. Bu durum sadece bu yıla mahsus değil, önceki yıllar da bu kıştan pek farklı değildi.

Eski kışlarımız böyle miydi halbuki. Dört mevsim var dense de yaz ve kışı yaşardık sadece. Çünkü ilk ve son baharın gelmesiyle gitmesi bir olurdu. Yazları yakıcı sıcak, kışları da dondurucu olurdu. Kışa kara kış derdik. Bastırdı mı güneşe hasret kalırdık. Güneş bulutların arkasından kendisini hafifçe gösterdiği zaman yine üşüten bir hava olurdu. Güneş gören kuytu bir kenara geçip güneşlenirdik. Üzerimize de kışlık namına ne varsa alırdık. Güneşle beraber karlar eridikçe evin çelenlerinden şıp şıp sular akmaya başlardı. Üzerindeki kar eridikçe topraktan buram buram duman çıkardı. Toprağın örtüsü kara da kıştan bir parça olan soğuk ve ayaza da hasret kaldık maalesef. Bundan sonra biraz ılıman, gerisini sıcak geçireceğiz. Belki de hepten yazı yaşayacağız anlaşılan.

Havalar böyle giderse ağaçların çiçek açması ve meyveye durması için tomurcuklanması yakındır. Ardından havaların eksiye düşmesi demek, meyvelerin üşümesi demektir. Yağış olmayınca ve havalar eksiye düşmeyince topraktan ne derece sağlıklı ürün alınır, burası da muamma. Yine havaların böyle gitmesi demek barajların boşalması, yeraltındaki su kaynaklarının tüketilmesi demektir. Elimiz ayağımız ve hayatın kendisi olan suya da hasret kalacağız böyle giderse. Eski kışları ve günleri mumla arayacağız.

Hasılı, hayra alamet değil bu yaşadığımız iklim. Kendi ellerimizle yapıp ettiklerimizden dolayı dünya giderek iyice ısınacak. Bu ısınmayla beraber birçok nimete hasret kalacağız. Yağışlar zamanında ve kıvamında yağmayacak. Yağdı mı da meskenleri ve ekili arazileri basacak ve bir nimet olan yağışlar bir afete dönüşecek. Küresel ısınma dedikleri sanırım tam da bu. Maalesef böyle böyle dünyanın sonu gelecek. Yani dünyanın sonunu biz getireceğiz. Çünkü bu sonu hazırlamak için tüm insanlık uğraşıp didiniyoruz.

Bu dünyada ömrümüzü adam gibi geçirmek, bizden sonraki nesillere yaşanabilir bir dünya bırakmak ve dünyanın ömrünü uzatmak istiyorsak, tüm dünya, küresel ısınmayı birinci ve öncelikli problem olarak ele almalı ve gereği elbirliğiyle yapılmalı. Yoksa halimiz haraptır vesselam.


*10/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

6 Şubat 2021 Cumartesi

Sümsüklüğü Meslek Edinen Tipler *

Bugünlerde hafta içi her gün 8.30 sularında evimden çıkıp Evliya Çelebi Parkı-Lastik Durağı-Meram Sanayi-Meram Belediyesi-Çeçenistan Caddesi ve Ahmet Özcan Caddesi güzergahını kullanarak Ahmet Özcan Caddesine giriyor, Altı yol’a kadar gidiyorum.  Akşamleyin de 17.30 sularında aynı yolları takip ederek geri geliyorum.

İzlediğim yollar araç trafiği yönünden hem sabah hem de akşam yoğun olmasına rağmen sabah trafiği bir sıkışıklığa meydan vermeksizin akarken akşam trafiği neredeyse kilitleniyor. 

Sabah trafiğinde trafiği aksatan tek sorun, birbirine yakın kavşaklardaki düzensiz sinyalizasyon sistemidir. 

Evliya Çelebi Parkının köşesinden Meram Yeniyol’a çıkmak için kırmızı ışıkla güne başlıyorum. Sola dönüp Lastik Durağından sağa kontrollü geçeceğim. Çarşı yönüne giden araçlar, sağlı sollu durunca kırmızı ışığa yakalanmış gibi karşıya gidecek aracın sağa dönüşü açmasını bekliyorum. Bazen, yolun solu müsait olmasına rağmen bizim insanımız kontrollü geçişi kapatıyor. Sen onu beklerken ya da kaldırıma çıkıp geçmeye çalışırken onun seni dikiz aynasından dikizlemesi görülmeye değer. Çünkü bu seyrin ayrı bir zevki var. Böylesi durumlarda yani sağa kontrollü geçişlere insanımız izin vermeyecekse belediyelerimiz kontrollü geçiş için niçin kavşak düzenlemesi yapar ve masraf eder? Bunu da düşünmüyor değilim. Neyse güç bela sağa dönüyorum. Bir, bir buçuk km sonra Meram Sanayi ışıklarını beni bekler görürüm. Oradan kurtulur kurtulmaz, belki yeşili yakalarım diye bir km ötedeki Meram Belediyesi ışıklarına sürüyorum. Burada da aynı muamele ile karşılaşıyorum. Toplamda 2-3 km.lik bir mesafede birbirine yakın bu kadar kavşağın hepsinde sürücüyü ışıkla durdurmanın trafik sinyalizasyon şube müdürlüğü nezdinde de zevki bir başka olsa gerek. Bu yol güzergahında seyrederken hasret kaldığım yeşili uzaktan görünce acaba bu sefer geçebilir miyim diye gaza yükleniyorum. Ben varıncaya kadar "Hop hemşerim! Biz neyiz burada, bizi es geçemezsin" dercesine yeşil önce sarıya ardından kırmızıya dönüyor. Ahir ömrümde bir sinyalizasyon şube müdürü olursam aynı zevki tatmak isterim. 

Çeçenistan Caddesinden Ahmet Özcan’a doğru yaklaşırken son kez kırmızıya yakalanıyorum. Sonrasında yeşil dalga beni bekliyor. 60 hızla üç tane kavşağı durmadan geçerken mutluluğuma diyecek yok. Bunun zevki de benim için bir başka.

Akşam 5,5 sularında geri dönerken sabahında yeşil dalga marifetiyle bir çırpıda geçtiğim Ahmet Özcan Caddesinden yeşil dalgaya rağmen transit geçmem mümkün değil. Yolu tanıyamıyorum. Bir an için başka bir yola mı girdim diye düşünmeden edemiyorum. Zira tıkanıp kalıyor yol. Çünkü sinyalizasyon müdürünün, burada bari ışığa yakalanmadan geçip gitsinler dediği bu yolda bu sefer bazı sürücüler bayrağı devralmış görünüyor. Zira ne kadar sümsük varsa bu yolda toplanmış oluyorlar bu saatte. Üç ışıktan ikisine yakalatıyor seni. Çünkü çoğu 60 hızla gitmediği için senin de bu hızla gitmen mümkün değil. Sola dönecek kimi sinyal vererek sağdan sola geçmeye çalışıyor kimi de sağdan sola doğru yanaşıyor. Işıkta duran da kalkıvermiyor. Kalkayım mı kalmayayım mı diye düşünüp duruyor. Kalkarken de iki işi birden yapıyor: Kendisi geçecek seni de ikinci kırmızıya yakalatacak. Haklarını yemeyeyim, bunda da başarılı oluyorlar. Belli ki aceleleri yok, evlerine gitmek istemiyorlar ve eve ne kadar geç gidersem kar diye düşünüyorlar. Bun yaparken de Ahmet Özcan’da trafiği felç etme gibi bir misyon üstlenmişler kendi kendilerine. Bunların zevkleri de kendileri ağır ağır kavşaktan geçerken ikinci kez ışığa yakalanan araçları dikizlemek.

Burnumdan soluyarak Ahmet Özcan’dan güç bela çıkıyorum. Önümden giden sümsükler ise sinyalizasyon müdürüne “Müdürüm! Biz buradaki vazifemizi yerine getirdik. Bundan sonra top sende” dercesine, sabahki yakalandığım ışıkları, sanki hiç yeşile dönmemiş gibi beni bekler görürüm.

Evliya Çelebi Parkının köşesinden sağa kontrollü geçiş yaparak geçiyorum. Şükür ki tüm ışıklar bitti. Bundan sonra yolların kralı benim diyorum. Bu sefer de “O kadar da sevinme! Beni yok kabul edemezsin. Ben neyim burada” diyen 30’la giden bir sürücü düşüyor önüme. Gideceğim yolu da biliyor. Çünkü sağ, sol ve düz giden o kadar yol olmasına rağmen evime dönen yola kadar önümde bana eşlik ediyor. Allah hayrını versin bunların. Sahi bu yollarda, belirlenen hızın üstünde gidene ceza var da kaplumbağa hızıyla giderek trafiği felç edenlere ceza yok mu bu ülkede?

*08/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.