28 Ocak 2021 Perşembe

Yoksa Ayakta İşeyenlerden misiniz? *

Kamu kurum ve kuruluşlarda, herkesin gelip geçtiği ve insan yoğunluğunun olduğu yerlerde, büyük iş merkezlerinde, insanların WC ihtiyacını gidermesi için yapılan kadın ve erkek tuvaletleri olmazsa olmazımızdır. Zira önemli bir işlevi yerine getirmektedir.

Eski WC’lerde alaturka tuvaletler vardı. Son yıllarda engelli, çömelme sorunu yaşayanlar ve tercih edenler için alaturka tuvaletlerin yanında klozet dediğimiz alafranga tuvaletlere de yer verilmeye başlandı. Tercihim, alaturka tuvaletlerden yana olsa da alafranga tuvalet alternatifi de güzel bir uygulama.

Umum tuvaletlerindeki alternatif bununla sınırlı değil. Bir de erkeklerin kullandığı, duvar kenarına yerleştirilmiş sidiklikler var. Buna pisuar deniyor.

Bir umum tuvalete giren, ihtiyacını ister alaturka ister alafranga ister pisuar yoluyla giderebilir. Gördüğünüz gibi hizmette sınır yok anlayacağınız.

Bu üç alternatiften, alaturka usulünü anlıyorum. Zira geçmişten günümüze değişik mimaride evlerimiz yapılsa da Türk usulü tuvaletler halen geçerliliğini koruyor ve kullanılıyor. Bu usulün yanında klozetler de bir ihtiyaç olarak evlerimizin banyolarında yerini almaya başladı. Buna da eyvallah. 

Umum tuvaletlerde yer verilen ayakta işeme yerlerine siz nasıl bakarsınız bilmiyorum ama ben sıcak bakmıyorum. Umum tuvaletlerde pisuara ihtiyacını gideren birini görsem, tövbe ya Rabbi! Ne günlere kaldık derim. Hayretim, ayakta işemesine değil, tuvalet ihtiyacını kapalı kapının ardında gideren biri, lavabonun önüne gelerek elini yıkarken arka tarafta birilerinin ihtiyacını ayakta giderdiğini aynadan görebiliyor. Bu görüntüden sen mahcubiyet duyarken ayakta işeyen kişilerin rahatlığına derman yetmiyor. Demek ki alışmışlar herkesin gözünün önünde böyle ayakta işemeye.

Büyük konuşmayayım ama iyice sıkıştığımdan dolayı üzerime çişimi yaparım, herkesin gözünün önünde yanımda birileri varken kolay kolay pisuara giderek ihtiyacımı gidermem. İyice naçar kalırsam, başka da alternatifim yoksa WC’de kimsenin olmamasına özen gösteririm.  

Ayakta işemeye sıcak bakmasam da birileri bu işi ayakta yapacaksa, pisuarların herkesin gözünün önünde değil de kapalı kapıların ardında olmasında fayda var. Tuvaletlere kabin yapılırken klozet seçeneği gibi pisuar seçeneğine de yer verilebilir.

Pisuar ve ayakta işeme işini abarttığımı düşünebilirsiniz. Ben abarttığımı düşünmüyorum. Ne ara bu duruma geldik, anlamakta zorlanıyorum. Ki bu toplum, tuvalete giderken bile utana sıkıla“Lavabonuzu kullanabilir miyim? Lavabonuz müsait mi? Ayakyoluna gidiyorum. Ayakyolundan geldim. Hacet giderdim. Küçük abdestimi bozdum…” derdi. Böyle bir üsluptan alenen ihtiyaç gidermeye geldik.

Gözle görülür yerlerde ayakta ihtiyaç gidermeyi eleştirdim ama en az bunlar kadar hatta bunlardan daha fazla eleştiriyi, umum tuvaletlere pisuar yaptıranlar hak ediyor. Pisuar olmasa pisuar severler, “pisuar yoksa ben ihtiyacımı gidermem” demez. Gider, paşa paşa kapalı kapılar ardına, işini bitirir ve kimse de görmez.

Bilmeyenler için söyleyeyim: Kuytu yerlerde ayakta idrar yapma varsa da herkesin gözü önünde ihtiyaç gidermek kültürümüzde yoktur. Dinimiz de ayakta işemeye sıcak bakmaz. Üstelik ayakta işemelerde idrarın bir kısmının mesanede kalma durumu söz konusudur. Yine de tercih insanımızın.

Tercih onların ise de bizim de ayakta işeyenlerden istediğimiz, bu işi kuytu yerlerde yapmaları. En azından Victor Hugo’nun gösterdiği hassasiyeti onların da taşımalarıdır: “Yıl, 1887... Gazetecinin biri, Victor Hugo’ya soruyor: “Eserleriniz ve siz bugüne kadar çok olumlu eleştiriler aldınız, çok övüldünüz. Bunlar arasında sizi en çok hangisi hoşnut etti?” Hugo anlatıyor: “Karlı bir kış gecesiydi. Eş dostla yiyip içmiştik. Mesafe kısa diye evime yaya olarak dönüyordum. Fena halde sıkışmıştım. Hızlı adımlarla, malikânemin bahçe kapısına vardım. Kapı kilitliydi. Var gücümle uşağıma seslendim: İgooooooor!..
Defalarca haykırmama karşın İgor’un beni duyduğu yoktu. İdrar torbam Atlas Okyanusu büyüklüğüne ulaşmıştı. Altıma kaçırmak üzereydim. Yaşlılık işte... Çaresiz, bahçe duvarına yanaştım, etrafa bakındım, görünürde kimse yoktu, fermuarımı indirdim ve su dökmeye başladım. Tam o sırada arkamda bir at arabası durdu. Hiç kıpırdamadan, sessizce işimi görüyordum. Arabacı nefret dolu bir sesle ‘Seni haddini bilmez, buruşuk o... çocuğu! O kirlettiğin, Sefiller’in yazarı Victor Hugo’nun duvarıdır!‘ dedi.
İşte, hayatımda duyduğum en iltifat dolu söz buydu.” (Durmuş Odabaşı, Habertürk)

*30/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

24 Ocak 2021 Pazar

Kalıbı Kabalık Olanlar *

Birbirine benzese de beş parmağın beşi de bir değil. İnsanoğlu da böyledir. Nazik olanları olduğu kadar kaba olanları da var. Kaba olanların bir kısmı okudukça, insan içerisine girdikçe zamanla kibarlaşabiliyorken, bazıları vardır ki bunlara ne aile ne okul ne çevre ne makam ne şöhret fayda eder.

Bunlar nereye girdiklerini, kiminle konuştuklarını, içeride kimler olduğunu asla hesaba katmazlar.

Girerken ahıra girer gibi girerler.

Neyi, nerede, nasıl konuşacağını düşünmezler.

Bulundukları ortamda pot üzerine pot kırdıklarını akıllarına bile getirmezler. Üçüncü şahsın yanında sana saygı göstermedikleri gibi üçüncü şahsı da takmazlar. Biraz konuşmasına dikkat eder mi diye yanımızda falan amir var desen bile kendilerine yine çekidüzen vermezler. Hatta “Olsun, hiç mi amir görmedik” derler.

Ayıp mı ettik şeklinde asla kendilerini sorgulamazlar. Lügatlerinde nezakete yer olmadığı gibi empatiye de yer yok.

Kaba ve sabalıkta sınır tanımayan bu tipler, hitap ederken lan-ulan ile başlarlar. Ara konuşmalarını saymazsan yine lan-ulan ile bitirirler. Lan-ulan, bunlar için “şey” gibidir. Bilirsiniz, dağarcığımız yeterli gelmediğinde “şey” bizim imdadımıza hep yetişir. Hayretini ifade etmek için bile “Lan nâran (ne aran) sen burda?” derler.

Hayat bunlara hep bir şey vermiştir. Bunlar ise hayattan hiçbir şey almadan yollarına devam ederler.

Dağdan inmiş, insan içine karışmamış kişilerden bahsetmiyorum. Ki nice dağdan inenleri bilirim, bunların yanında yunmuş yıkanmıştır. Bunlar; okumuş, mektep-medrese görmüş; içlerinde lise ve üniversite bitirmiş, belli makamlara gelmiş olanları bile var. Dünyaya sanırsın ki odun gelmişler, odun olarak gidiyorlar.

Bunlar eğitilemez mi? Çok zor diyeceğim ama imkansız bunların eğitilmesi. Deveye hendek atlatırsın. Bunları eğitmede bir arpa boy yol alamazsın. Çünkü kendilerinin ben niye kabayım, niçin başkaları gibi usulüne uygun konuşmuyor ve davranmıyorum gibi bir dertleri yok. Derdi olmayınca buna ihtiyaç da hissetmiyorlar. Hoş, ihtiyaç hissetseler bile nazik konuşmayı kişiliklerinden ödün verme gibi görürler. Bu yüzden alabildiğine kaba sabadırlar. Kabalıkları kişilikleridir artık. Zamanında yontulmamışlarsa belli bir yaştan sonra eğitilmeleri mümkün değil. Böyle gelmişler, böyle ömürlerini tamamlarlar kah kırarak kah dökerek kah ufalayarak. Çünkü görgü görenek bugünden yarına kazanılan bir şey değil.

Bu tipleri görünce “Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar.” (İsra, 84) ayeti aklıma geliyor. Ayette “mizaç ve karakter” diye çevrilen şâkile kelimesi, “tabiat, âdet, din, ahlâk, niyet, seciye” gibi manalara gelir. (Elmalılı, V, 3197) “Buna göre ayet, önemli bir psikolojik gerçeğe işaret etmektedir. Zira insan davranışlarının temeli, onun ruhsal yapısındaki psikolojik eğilimlerdir.” (Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 516)

Ben bu ayete kısaca “Herkes kalıbına göre iş yapar” anlamı veriyorum. Bu tipler de kalıplarına göre iş yapıyorlar. Kalıpları kişilikleri, kişilikleri de kalıpları olmuştur artık.

Bunlar çok mu kötü niyetliler? Değil. Belki de çok iyi niyetliler ve içten konuşuyorlar ama kabalıklarının farkında değiller. Yaptıklarının farkında olmayan böyle tipler için maalesef yapabilecek bir şey yok. Zira onlar kaba gelmişler, kaba gidecekler.

*27/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

22 Ocak 2021 Cuma

Aklını Kiraya Verenler Sadece FETÖ'cüler mi? *

Akşam sabah kızdığımız FETÖ'cüleri gözümüzün önüne bir getirelim. Bunların özelliklerine bir bakalım: Aklını kiraya veren, beyni yıkanmış, kendilerini birine adamış; adandığı kimsenin yanlışını sorgulamayan, sorgusuz sualsiz itaat eden, efendisinin her tasarrufuna vardır bir hikmeti diyen  kişiler akla gelir. Herhangi bir FETÖ'cüye siz böylesiniz deseniz, hayır biz öyle değiliz, der. Gerçi, hangi insan aklını kiraya verdiğini kabul eder ki…

Kabul etsek de etmesek de çoğumuzda FETÖ’cüler için söylenen özelliklerin olduğunu söyleyebilirim. Bu özelliklerin olması için illa bu örgüte mensup olmamız gerekmiyor. Doğu toplumlarının genel karakteristik özelliklerinden biridir bu yönümüz. Örnekler üzerinden giderek bunu biraz açalım:

-Bir tarikat veya cemaate mensubuz diyelim. Şeyhimiz bir konuda bir tasarrufta bulunduğunda ve bir şey söylediğinde içimize sinse de sinmese de "Vardır bir hikmeti" diyor muyuz? 

Şeyhimiz, "Seçimde falan partiye destek vereceğiz" dediğinde "Olur mu öyle şey?" deyip karşı çıkıyor muyuz veya "niçin efendim" deyip hikmetini sorgulayabiliyor muyuz? Bu durumda farklı bir partiye oy verebiliyor muyuz? Farklı bir partiye oy versek bile bunu deklare edebiliyor muyuz yoksa oy vermediğimiz halde vermiş gibi mi görünüyoruz?

-Bir siyasi lideri seviyoruz, ona oy veriyoruz. Sevdiğimiz bu liderin serdettiği görüşleri akıl süzgecinden geçirip "Olmaz, ben bunu kabul edemem. Bu görüşüne katılmıyorum. Bunun doğrusu şudur." diyebiliyor muyuz? Liderimiz dünkü savunduğunu bugün değiştirdiğinde hem dünkü görüşünü hem de bugünkü görüşünü savunmaya devam ediyor ve alkışlıyor muyuz?

-Siyasi liderimizin kötülediğini kötülüyor, övdüğünü övüyor muyuz?

-Parti, tarikat, cemaat, bir oluşum vs'yi savunmada fanatik miyiz? Farklı görüşlere açık mıyız?

-Başkasını eleştirdiğimiz gibi ölümüne bağlı olduğumuz kişileri de eleştirebiliyor muyuz?

-Başkalarının gözündeki çöpü görürken sevdiklerimizin ve savunduklarımızın gözündeki merteği görebiliyor muyuz?

-Savunduğumuz fikir ve görüşlerin yanlış, başka görüşlerin doğru olabileceği hususunda kendimize acaba sorusunu sorabiliyor muyuz?

-Eleştiriye kendimiz, ailemiz, çevremiz, bulunduğumuz mahalle, siyasi lider ve bağlı bulunduğumuz şeyhten başlayabiliyor muyuz?

-Bağlı olduğumuz ve kendimizi ait hissettiğimiz mahallemize aykırı bir görüşte bulunabiliyor muyuz?

-İki dostun arası bozulduğunda onların arasını bulmaya çalışma yerine, iki taraftan birinin yanında yer alıp öbürüne veryansın ediyor muyuz? Falan haindir diyor muyuz?

-Savunduğumuz değer ve görüşlerimizin ve yaptıklarımızın tenkidi konusunda eleştiriye açık mıyız?

-Kendimize ait bir görüşümüz ve gündemimiz var mı? Hep başkasının servis ettiği görüşleri savunuyor, onların gündeme getirdiği konular üzerine mi konuşuyoruz? Bir şey -hiç alakası yok iken- gündeme getirildiğinde, bunun perde gerisinde ne var diye düşünebiliyor muyuz? Akşam-sabah tüm konuşma ve paylaşımlarımızda birilerini övmek ve birilerini yermek zorunda mıyız? Sevdiklerimizin kötü ve eksik, yerdiklerimizin iyi yönü olamaz mı? Bir insan hep mi iyi olur ya da hepten kötü mü olur? Bugün kötü olarak gördüklerimizi yarın iyi görmeyeceğimize ya da iyi olarak gördüklerimizi kötü olarak görmeyeceğimize bir garantimiz var mı?

-Tüm sözleri dinleyip sözlerin en güzeline uyabiliyor muyuz ya da insanlara durdukları yer itibariyle önyargılı mı yaklaşıyoruz?

-Kutuplaşma ve tarafgirliğin doruğunu yaşadığımız bugünlerde her şeyiyle bir tarafın gönüllü amigosu muyuz? Eğer böyle ise takım tutmaktan ne farkı var bunun?

Gördüğünüz gibi örnekleri bu şekil çoğaltabiliriz. Özetlersek; ömrünü kişi, kurum, kuruluş, camianın yılmaz savunucu olarak geçiriyor, kendine ait bir şey söylemiyor, kendini geliştirmiyor,  başka görüşlere karşı sabit fikirli, kişilere karşı önyargılı isek çok aklımızı kullanmıyoruz demektir. Tüm bunların FETÖ'cülükten ne farkı var? İsterseniz olaylara bir de bu taraftan bakalım ya da başkasının bize baktığı pencereden bakalım, eğer değerlendirecek ve ölçecek bir birikiminiz kaldı ise...

*25/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.