22 Ocak 2021 Cuma

Aklını Kiraya Verenler Sadece FETÖ'cüler mi? *

Akşam sabah kızdığımız FETÖ'cüleri gözümüzün önüne bir getirelim. Bunların özelliklerine bir bakalım: Aklını kiraya veren, beyni yıkanmış, kendilerini birine adamış; adandığı kimsenin yanlışını sorgulamayan, sorgusuz sualsiz itaat eden, efendisinin her tasarrufuna vardır bir hikmeti diyen  kişiler akla gelir. Herhangi bir FETÖ'cüye siz böylesiniz deseniz, hayır biz öyle değiliz, der. Gerçi, hangi insan aklını kiraya verdiğini kabul eder ki…

Kabul etsek de etmesek de çoğumuzda FETÖ’cüler için söylenen özelliklerin olduğunu söyleyebilirim. Bu özelliklerin olması için illa bu örgüte mensup olmamız gerekmiyor. Doğu toplumlarının genel karakteristik özelliklerinden biridir bu yönümüz. Örnekler üzerinden giderek bunu biraz açalım:

-Bir tarikat veya cemaate mensubuz diyelim. Şeyhimiz bir konuda bir tasarrufta bulunduğunda ve bir şey söylediğinde içimize sinse de sinmese de "Vardır bir hikmeti" diyor muyuz? 

Şeyhimiz, "Seçimde falan partiye destek vereceğiz" dediğinde "Olur mu öyle şey?" deyip karşı çıkıyor muyuz veya "niçin efendim" deyip hikmetini sorgulayabiliyor muyuz? Bu durumda farklı bir partiye oy verebiliyor muyuz? Farklı bir partiye oy versek bile bunu deklare edebiliyor muyuz yoksa oy vermediğimiz halde vermiş gibi mi görünüyoruz?

-Bir siyasi lideri seviyoruz, ona oy veriyoruz. Sevdiğimiz bu liderin serdettiği görüşleri akıl süzgecinden geçirip "Olmaz, ben bunu kabul edemem. Bu görüşüne katılmıyorum. Bunun doğrusu şudur." diyebiliyor muyuz? Liderimiz dünkü savunduğunu bugün değiştirdiğinde hem dünkü görüşünü hem de bugünkü görüşünü savunmaya devam ediyor ve alkışlıyor muyuz?

-Siyasi liderimizin kötülediğini kötülüyor, övdüğünü övüyor muyuz?

-Parti, tarikat, cemaat, bir oluşum vs'yi savunmada fanatik miyiz? Farklı görüşlere açık mıyız?

-Başkasını eleştirdiğimiz gibi ölümüne bağlı olduğumuz kişileri de eleştirebiliyor muyuz?

-Başkalarının gözündeki çöpü görürken sevdiklerimizin ve savunduklarımızın gözündeki merteği görebiliyor muyuz?

-Savunduğumuz fikir ve görüşlerin yanlış, başka görüşlerin doğru olabileceği hususunda kendimize acaba sorusunu sorabiliyor muyuz?

-Eleştiriye kendimiz, ailemiz, çevremiz, bulunduğumuz mahalle, siyasi lider ve bağlı bulunduğumuz şeyhten başlayabiliyor muyuz?

-Bağlı olduğumuz ve kendimizi ait hissettiğimiz mahallemize aykırı bir görüşte bulunabiliyor muyuz?

-İki dostun arası bozulduğunda onların arasını bulmaya çalışma yerine, iki taraftan birinin yanında yer alıp öbürüne veryansın ediyor muyuz? Falan haindir diyor muyuz?

-Savunduğumuz değer ve görüşlerimizin ve yaptıklarımızın tenkidi konusunda eleştiriye açık mıyız?

-Kendimize ait bir görüşümüz ve gündemimiz var mı? Hep başkasının servis ettiği görüşleri savunuyor, onların gündeme getirdiği konular üzerine mi konuşuyoruz? Bir şey -hiç alakası yok iken- gündeme getirildiğinde, bunun perde gerisinde ne var diye düşünebiliyor muyuz? Akşam-sabah tüm konuşma ve paylaşımlarımızda birilerini övmek ve birilerini yermek zorunda mıyız? Sevdiklerimizin kötü ve eksik, yerdiklerimizin iyi yönü olamaz mı? Bir insan hep mi iyi olur ya da hepten kötü mü olur? Bugün kötü olarak gördüklerimizi yarın iyi görmeyeceğimize ya da iyi olarak gördüklerimizi kötü olarak görmeyeceğimize bir garantimiz var mı?

-Tüm sözleri dinleyip sözlerin en güzeline uyabiliyor muyuz ya da insanlara durdukları yer itibariyle önyargılı mı yaklaşıyoruz?

-Kutuplaşma ve tarafgirliğin doruğunu yaşadığımız bugünlerde her şeyiyle bir tarafın gönüllü amigosu muyuz? Eğer böyle ise takım tutmaktan ne farkı var bunun?

Gördüğünüz gibi örnekleri bu şekil çoğaltabiliriz. Özetlersek; ömrünü kişi, kurum, kuruluş, camianın yılmaz savunucu olarak geçiriyor, kendine ait bir şey söylemiyor, kendini geliştirmiyor,  başka görüşlere karşı sabit fikirli, kişilere karşı önyargılı isek çok aklımızı kullanmıyoruz demektir. Tüm bunların FETÖ'cülükten ne farkı var? İsterseniz olaylara bir de bu taraftan bakalım ya da başkasının bize baktığı pencereden bakalım, eğer değerlendirecek ve ölçecek bir birikiminiz kaldı ise...

*25/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Pierluigi Collina ve Hz Muhammed *

Bir zamanlar, İtalyanların Pierluigi Collina adında efsane bir futbol hakemi vardı. Yeni nesil pek bilmese de dünyaca meşhurdu hakemliği.

Yönettiği maçlar yanında, nevi şahsına münhasır bir tipi vardı: Geçirdiği alopesi hastalığı yüzünden, saçları kalıcı olarak dökülmüş; kel, iri ve masmavi gözleri onun alâmetifarikası idi. Önemli ve kritik maçları yönetmede üstüne yoktu. Tereyağından kıl çeker gibi yönetirdi maçları.

Maçlarını yönetecek hakemin Collina olduğunu duyan kulüpler, futbolcular ve seyirciler derin bir oh çekerdi. Kimseyi korumaz, kimseyi de karşısına almazdı. Ondan ancak futbol oynama yerine başta faul olmak üzere futbolu çirkinleştirmeye çalışanlar ve maçta çirkefleşenler korkardı.  Şu futbolcu çok klas, şunu koruyayım, falan takım kaybederse tepki çekerim gibi bir derdi olmazdı. Kimse de böyle bir beklenti içerisine girmezdi. Çünkü gördüğünü çalar ve affı yoktu. Bu görüntüsüyle “Siz yeter ki futbol oynayın. Oyunu güzelleştirme adına her şeyi yapar, ter dökerim. Oynadığı futbolla ter dökenlerin hakkını kimseye yedirmem” mesajı verirdi. Babacan tavrıyla en kritik maçları yönetir, aleyhine düdük çalınan futbolcu da kolay kolay itiraz etmezdi. Bilir ki Collina, gördüğünü çalar. Durduk yere çalmadığına göre var bir şey.

Yönettiği maçlarda hata yapmış olamaz mı? Yapmıştır mutlaka. Ama kimse onu istenmeyen hakem ilan etmezdi. Çünkü cümle âlem bilir ki Collina kasten hata yapmaz. Bundandır ki 1998-2003 yılları arasında 6 yıl üst üste dünyanın en iyi futbol hakemi ödülüne layık görülmüştür.

Yönettiği maçlar sonrasında aleyhine kritik yapıldığına pek şahit olmadım. Çünkü sonuca etki edecek bariz hatalar onun lügatinde yoktu, kasıt asla.

Collina öncesinde ve sonrasında nice hakemler gelip geçmiştir. Çoğunun adı ve sanı unutulmuştur. Çünkü hiçbiri bir Collina kadar futbolda ve belleklerde iz bırakmamıştır. Anılan varsa da verdiği yanlış kararlarla anılmaktadır.

Collina'yı emsallerine göre bu derece meşhur yapanın, sahasında efsaneleşmesinin ve herkesçe sevilmesinin temelinde verdiği güven ve sahada uyguladığı adalet duygusudur. Bu da güven ve adalet çizgisinin ne derece önemli olduğunu ve milletin bu iki ögeye susadığını göstermektedir. Çünkü güven ile adalet birbiriyle yakın ilişkilidir hatta ayrılmaz ikilidir. Zira biri olmadan diğeri olmaz. Güven yoksa adalet olmaz, adalet olmazsa güven olmaz.

Güven ve adalet bu derece önemli ve herkes buna susamış ise çok mu zor bunları her alanda uygulamak? Aslında çok kolaydır. Bunun için fanatik ve tarafgir olmamak, olması gerekeni yapmak ve hakemlerin/hakimlerin vicdanlarının sesine kulak vermesidir.

İtalyan hakem üzerinden bugün en fazla ihtiyaç hissettiğimiz güven ve adalet duygusuna dikkat çekmeye çalıştım. Aslında bu iki kavrama örnek vermek için ta İtalya’ya gitmeye gerek yok. Bizim önümüzde bizim için numuneyi imtisal olan Hz Muhammed’in Kabe Hakemliği örneği var. Daha peygamber olmadan önce 35 yaşlarında iken Kabe’nin yeniden inşasında, Hacerül esved’in konması esnasında, Arap aşiretleri arasında “sen koyacaksın, ben koyacağım tartışması sonucu; çıkması ve kan akması muhtemel ve kan davasına dönüşecek bir problemi Hz Muhammed sorunsuz çözmüştür. Peygamberin hakemliğine hiç itiraz gelmediği gibi herkes derin bir oh çekmiştir. Çünkü o, emin biridir. Bunu da daha sonra kendisine düşman olacak düşmanları tescillemiştir.

Sonuç olarak hukuk, siyaset, maç vs hayatın her alanında güven ve adalet tesis edilmeden toplumlar ve devletler hiçbir sorunlarını çözemezler. Sorunlar ancak kartopu gibi büyümeye devam eder. Bugün istediğim, topluma güven vermeyen, işinde ve aşında adil olmayan kişilerin özellikle toplumlara yön verenlerin güven ve adalet kavramlarını ağızlarına almamalarıdır. Çünkü çok gülünç oluyorlar. Zira yaptıklarıyla söyledikleri örtüşmüyor.

*12/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

21 Ocak 2021 Perşembe

Bir Tabakhane Yolcusu *

Akşam 5 sularında Ahmet Özcan-Çeçenistan-Gazze caddelerini izleyerek Lastik Durağına doğru gidiyorum. Meram Belediyesinin önünden Meram Sanayi ışıklarında durdum. Akşam vakti olsa da öyle yoğun bir trafik yok. Trafik kendiliğinden akıyor. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Akan trafiği durduran tek şey, birbirine yakın ışıklarda yeşil dalganın olmaması. Birinde kırmızıya yakalananın diğerinde de kırmızıya yakalanmasının değişmez kural olduğu ve değişmesinin teklif dahi edilemeyeceği.

Işıkları geçip biraz gittikten sonra daha önce sözleştiğimiz üzere beni yolun kenarında bekleyen ahbabıma emanetini evrakını vermek için öncesinde sola sinyalimi vererek usulüne uygun olarak yolun sağında durdum. Emanetin sahibi emanetini almak için arabanın sağ kapısını açar açmaz bir korna sesiyle dikiz aynasından geriye baktım. Benim baktığımı ve kapının biri tarafından açıldığını görmesine rağmen bir korna sesi daha. Çekil önümden diyor artık. Dedim, ağabey! Kapıyı kapat, kaldırıma çıkayım. Kapıyı kapatır kapatmaz arkamdaki beyefendiye yol açmak için aracımın iki tekerini kaldırımın üzerine çıkardım. Diğer iki teker de yola paralel çizgiyi çiğnemeyecek şekilde yolun kenarında kaldı.

Dostum kapıyı açtı. Daha önce hazır ettiğim evrakı uzattım. O kapıyı kapatırken ardımdaki insan azmanı ise kendisine yolu açmama rağmen uzun uzun kornaya çalarak yanımdan geçip gitti. Onun yaptığı bu tavra karşılık; ne oluyor, derdin ne, acelen ne demedim, yüzüne de bakmadım. Nasıl terbiye aldıysam…Tepki vermediğimi ve kendisini muhatap almadığımı görünce daha da sinirlenmiş ve hızını alamamış olmalı ki yanımdan geçip gittikten sonra da kornaya basmaya devam etti. İnanın, arkadan vurduğu için suçlu olmayacağını bilse arabamı çiğneyip geçecek.

Durakladığım yerde durmak ve duraklamak yasak levhası olsaydı, bu hanım evladının bana tepki göstermeyeceğine adım gibi eminim. Çünkü trafik kuralları çiğnenmek için vardır bizde. Ardından ben de hareket ettim. Lastik Durağında yakaladım onu. Birbiri ardı sıra sıralanmış araçlardan birinin ardına durmuş gördüm.

Kendisine yakışanı yapan bu insan evladını akşam akşam takdir ettim doğrusu. Bana kızıp sinirlenmekte de haklıydı. Öyle ya, ne hakkım vardı onun hızını kesmeye. Adam mecbur muydu frene basıp arkamda durmaya. O arabanın freni öyle vırt zırt basılmak için mi yapıldı sanki. Birbirine yakın ışıklarda fazlasıyla durmuştur zaten. Bari ışıklar sonrası adamı rahat bırakmak lazım. Sonra o yollar durulmak için değil, trafiğin akması için yapılmıştır. Dur bakalım, otuz saniyelik duraklamayla neler kaçırdı, kim bilir? Otuz saniye deyip de zamanı küçümsemeyelim. Bunu benim gibi zamanı bol biri anlamaz, ona sormak lazım aslında. Adamı engellemeyip Lastik Durağında onu bekleyen kırmızı ışıklara herkesten önce varsaydı fena mı olurdu? Işıklara ilk varacağı yere niçin ikinci, üçüncü varsındı sonra… Zaman hırsızlığı bu benim yaptığım.

Sizce iyi aile terbiyesi almış bu insan evladı nereye gidiyordu, acelesi neydi akşam akşam? Aklıma gelen, kendine Müslüman olduğu, dokuz aylık olmadığı ve anne karnında iken de annesine çok çektirdiğidir. Bu hızla ecele ne zaman gider bilmiyorum ama şimdilik tabakhaneye gittiği malum. Belki de tabakhaneye şu dakika ve saniyede varması gerektiğine dair kendisine söz verdi. Sayemde varamadı maalesef ve çok şeyler kaybetti. Neler kaybettiğini ve oraya neler götürdüğünü sizin takdirlerinize bırakıyorum.

Hasılı, üzüldüm akşam akşam böyle bir duruma sebebiyet verdiğime.

Siz siz olun, yolların bu tip efendilerinin hızını -benim gibi- kesmeyin. Benim yaptığım ayıbı siz yapmayın. Onlara yol açmak ve hızlarını kesmemek için gerekirse yasak olan kaldırımlara çıkın. Zira bu tip -hasta ruhlu- insanımızı mağdur etmeye hakkımız yoktur.

*23/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.