16 Ocak 2021 Cumartesi

Cumamı Zehir Eden Cami *

15 Ocak Cuma günü günübirlik gidip gelebileceğim bir yolculuğa çıktım. İçeri Çumra’ya varınca namaz vakti geldi. Yolun kenarındaki görkemli görüntüsüyle; gel namazını burada kıl, rahat edersin diyen bir caminin önünde mola verdim. Cami hınca hınç doluydu. Ama bir anormallik vardı. Cami buz gibiydi. Dışarıdan fazla üşüdüm içeride. Dondum desem yeridir. O kadar kalabalık cemaatin nefesi bile ısıtamamıştı camiyi.

Bugüne kadar farklı birçok camide namaz kıldım. Hiç bu kadar üşümemiştim. Anlaşılan bu caminin ısıtma sistemi, kış girdi gireli hiç devreye sokulmamış. Termometrelerin 3-4 derece gösterdiği sıcaklık, cami içinde eksilerdeydi. Kılınan namaz, vakit namazı olsa üç beş cemaat için yakmaya gerek yok diyeceğim. Cuma namazında da bu caminin ısınma sistemi devreye sokulmayacaksa ne zaman devreye sokulacak?

Dişlerim takırdarcasına dinledim hutbeyi. Bu arada son yıllarda dinlediğim güzel hutbelerden biriydi hutbe konusu. Maalesef bu güzel hutbeyi, tam kendimi vererek dinleyemedim. (Bu konuya bir başka yazımda değineceğim inşallah.)

Cumanın son sünnetini kılmadan dışarı attım kendimi. Benimle beraber soluğu dışarıda alanların sayısı da az değildi. Adeta kaçıştılar. Neredeyse cami boşaldı. Belirtisini de akşam eve gelince hissetmeye başladım. Kah hapşırıyorum kah burnumu çekiyorum kah öksürüyorum. Boğazımda ise yanma var. Başımdaki ağrı da işin tuzu biberi. Hasılı gribin tüm belirtilerini taşıyorum ve ikide bir soluğu lavaboda alıyorum. Ne alt duruyor ne de üst. Bilirim bu, beni öldürmeyecek ama hafta sonumu zehir ettiği gibi etkisini birkaç gün sürdürecek. Bakalım kime satarım. Bu arada yok mu alan? Yok mu beni bu hastalıktan kurtaracak olan…

Böyle şifayı kapacağımı bilseydim, adıma çıkan grip aşısını vurdururdum. Nereden bilebilirdim, yolum bu camiye düşecek ve böyle bir havada bu cami yanmayacak. Ne bilirdim bu caminin, “Bir daha bana gelirsen görürsün gününü” diyeceğini.

Öyle zannediyorum, cemaatin önemli bir kısmı da benim gibi yolcu idi. Vakit gelince bu camiye girmişti. Bir daha bu camiye girerler mi bilmiyorum. Ben kendi adıma söyleyeyim: Bir daha yolum bu camiye düşerse herhalde namazımı bu camide kılmam. Hele kış günü, asla! Allah affetsin der, yoluma devam eder ve vebali imamın boynuna derim. Hatta bundan sonra yaz günü bile bu camiye girmem. Çünkü namaz kılarken bu yaşadığım, aklıma gelecek ve kendimi namaza veremeyeceğim. İyice naçar kalırsam yol üzerindeki diğer seçenekleri değerlendiririm.

Vaktim olsaydı, tüm cemaat dağıldıktan sonra görevliye, caminin ısınma sisteminin niçin devreye sokulmadığının hikmetini sormak isterdim:

-Caminin yakıtı karşılayacak imkanı mı yoktu? (Namaz kıldığım cami, kenar-köşe, fakir bir muhitin camisi değil. Aksine imkanı bol bir mahallin camisi. Şadırvanı, tuvaleti, minaresi ve büyüklüğüyle zaten kendini gösteriyor.)

-Caminin kalorifer sistemi arızaya mı geçti? (Caminin kalorifer sistemi, dünden bugüne arızaya geçmiş olamaz. Eğer öyle olsaydı yani daha önce bazen yanmış olsaydı, cami bu kadar soğuk olamazdı. Görünen, kış girdi gireli, bu cami, kışın bütün soğuğunu içine çekmiş.)

-Kaloriferi yakacak bir görevli yok muydu? (İmam, bu benim görevim değil düşüncesindeyse, bu durumu cemaatine söylese kaç tane gönüllü çıkacağından eminim.)

-Bu durum, imamın keyfi bir uygulaması mıydı? (Kim bilir? Bunu bilmek için görevlinin içine girmek lazım.)

-Nasılsa cemaat kalabalık olur. Cami, nefeslerle ısınır diye mi düşündü? (Eğer böyle düşündüyse kendisi de gördü ki o kadar kalabalık cemaate rağmen faydası olmadı.)

-İmam, tasarrufu mu düşündü? (Eğer böyle bir düşüncesi varsa, bu durumda şu soruları sormak isterim: Acaba odasında elektrikli soba var mı, yok mu? Kendisi, hutbe okumak ve namaz kıldırmak için cemaatin arasına karıştığında odasındaki elektrikli soba hala yanmaya devam ediyor muydu? Eğer böyleyse imamın bu hareketine ancak kendine Müslüman denir.)

-Bu soğukta kaç cemaat, hutbeyi bir güzel dinleyebildi ve namaza kendini verebildi? (Benimle beraber çoğunluk camiden çıktığına göre anormallik sadece bende değil.)

-İmam kaloriferlerin yakılmasını unutmuş olabilir mi? (Hutbenin sonunda yapımı devam etmekte olan camiler için yardım toplanmasını hatırlatmayı nasıl ki unutmuyorsa bunu da unutmamalıydı.)

-Sebebi her ne ise bu durumu hutbe bitiminde görevli bir güzel izah edebilir. Bu duruma kimse bir şey demezdi.ben de bu durumu yazı konusu edinmezdim.

Bu soğukta öğrenciler, kaloriferi yanmayan bir okulda ders işlemiş olsalardı, veliler isyan eder; okul yönetiminden şikayetçi olurlar ve okul yönetimi hakkında inceleme ve soruşturma başlatılmasına sebep olurlardı.

Burada Diyanet’e büyük görevler düşüyor. Bu iş sadece camiye görevli atamakla, haftada bir Cuma hutbesi hazırlayıp alın, bunu okuyun, demekle olmaz. Camilerin işleyişi sadece görevli kişilerin inisiyatifine bırakılmamalı. Camiler, insanımızın gönül huzuru içinde ibadetini yapabileceği yerler olmalı. Bunun için görevlilerin önce bilgilendirilmesi, takibi ve yerinde denetimi yapılmalı. Bu konuda il ve ilçe müftülüklerine büyük görevler düşüyor.


*18/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 


13 Ocak 2021 Çarşamba

Sordun, Olmaz! *

Bu ülkede kimi zaman doğal kimi zaman da suni krizler çıkar ya da çıkarılır. Bu krizler bir müddet gündemi işgal eder, çözülür veya çözülmez sonra gündemden düşer. Çünkü fazla devam etmesinin bir anlamı yoktur. Zira bu vesileyle ya gündemden bir şeyler saklanmıştır ya da istenen olgu oluşturulmuştur. Kimi krizler bir daha gündeme gelmezken kimisi de ısıtılıp ısıtılıp tekrar önümüze konur. Bir krizimiz var ki değişmeyen kaderimizdir bu. Bunun adı ekonomik krizdir. Bu kriz bizi belirli periyotlarla yoklar. Her gelişinde de bazılarını ve fırsatçıları ihya etse de orta ve dar gelirliyi bitirir. Elinde avucunda ne varsa alır götürür.

Böyle bir kriz öncesi, ayağımı yerden kesecek LPG'li bir arabanın sahibi oldum. Hükümet, krizi aşmak için LPG'li araçlara medet bağlamış. Benzin ve dizel araçların dört katı MTV düzenlemesine imza attı. Bu karar, Anayasa Mahkemesinden döner düşüncesiyle çoğu LPG'li araç sahibi bu vergiyi yatırmadı. Ne olur ne olmaz, sonrasında bu katmerli verginin bir de faizini ödemeyeyim endişesiyle gidip gününde yatırdım. 

Bir duydum ki MTV'yi katmerli yatıranlar, dilekçe verdikleri takdirde Anayasa Mahkemesi ilgili düzenlemeyi iptal ettikten sonra fazla ödemelerini geri alabileceklermiş. Anayasa Mahkemesinin iptal kararları geriye işlemez ama bir umut deyip dilekçe yazmaya karar verdim. 

Dilekçe yazacaktım ama dilekçeyi kimin adına verecektim. Çünkü arabanın kaydını üzerime alamamıştım. Ne var ne yok, tüm artırdığımı bu eski modele vermiştim. Dilekçeyi kendi adıma mı vereyim, onun adına mı? Kendi adıma versem, araç üzerime kayıtlı değil. Arabanın resmi sahibinin adına versem, o kişiyle aynı ilde yaşamıyoruz. İlgili resmi kurum müdürünün yanına girip bu durumu izah ettim. Müdür bana “Arkadaş, bize bu durumu izah etmeden gelip dilekçe verseydin, kimin adına versen kabulümdü. Siz dürüstçe açıkladınız. Bu durumda olmaz" dedi. 

Müdür nezdinde dürüst olmam, dilekçemin işleme konmamasına sebep oldu. Gerçi katmerli vergiyi Mahkeme iptal etti. Dilekçe verenler de fazla ödemeyi geri alamadı. Üzerine bir bardak soğuk su içip hayatlarına devam ettiler. Bu vergiyi yatırmayanlar ise haliyle karlı çıktı.

*

2000’li yıllarda Adana’dayım. Aracımın muayene zamanı geldi. Günü geçtiği zaman faiz işlemese de bir kontrolde polisin aracımı bağlama durumu vardı. Yol bilmem, yolak bilmem, nereye gideceğim bilmem. Tanıdığım bir polise durumu söyledim. “Boş ver, binmeye devam et. Muayene yaptırmana gerek yok. Polis yakalarsa benim adımı söyle, yeterli” dedi. Abi, sağ olasın ama ben kaçak köçek işleri sevmem. Şunun muayenesini yaptıralım, dedim. “O zaman ruhsatı ver, ben hallederim,” dedi. İstasyon görevlileri, “Aracı bari görelim” demişler. Tanıdığım arabayı götürüp getirdi. Ödediğim cüzi miktar parayla aracım muayene edilmiş oldu.

Bir sonraki muayene zamanı geldiğinde tanıdığım polise tekrar yük olmaktansa bu sefer kendim yaptırayım dedim. Araç muayene istasyonunun yerini öğrenip gittim. Arabama bakılmadan aracımın muayenesi yapıldı. Ödemeyi yaptıktan sonra memur şurayı imzala diye önüme bir evrak uzattı. İmzalayacağım yerde ismim yoktu. Arabanın önceki sahibinin adı vardı. Çünkü hala aracı üzerime almamıştım. Polise, isim benim değil ama dedim. Polis bana, “Sordum mu? İmzala şurayı” dedi. Haklıydı adam. Sormamıştı zira. Şom ağızlığım, neredeyse pişmiş aşa su katacaktı. Hiç sesimi çıkarmadan imzaladım. Arkama bakmadan oradan ayrıldım.

Bu anekdottan anladığım, kamuda memura ve amire bir konuda “Efendim, mesele şöyle. Ben böyle yapabilir miyim” demeyeceksin. Çünkü kazara sorarsan zaten cevap hazır: Olmaz. Hazretli, sorarsa ancak o zaman cevap vereceksin. Sormuyorsa, ağzını açmayacaksın ve işini çıkaracaksın. Böyle yapmazsan, maazallah, sonucuna katlanırsın.


*03/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

 


12 Ocak 2021 Salı

Bu Öğretmen Milletinin İşi İş! *

Nagehan Alçı’yı ne okurum ne de TV kanallarına çıktığı zaman takip ederim. Kanalları gezinirken konuşur görürsem, es geçerim. Sayın Alçı,“Okulları kapalı tutarak bir nesli mahvetmek üzereyiz” başlıklı bir yazı kaleme almış. Yazısının içinde geçen “Öğretmenler rahata alıştı sanki” kısmı başta öğretmenler olmak üzere çoğu kimsenin tepkisine neden oldu. Ne demiş diyerek yazısını bularak okudum.

Kadın, baştan sona “Okulların kapalı tutulmasından dert yanıyor. Başka ülkelere göre en uzun süreli okul kapatmanın bizde olduğundan dem vuruyor. Çocuklar markette, her yerde ama okullara alınmıyor. Böyle giderse bir nesli yok ederiz” diyor özetle. Yazının tümüne birden bakarsak haklı bir haykırış var ve tespitleri doğru. Açıkçası bu kadar tepkiyi anlamış değilim. Hele bir cümleye takılıp kalmayı hiç doğru bulmuyorum. Çünkü o cümle yani “Öğretmenler rahata kavuştu sanki” cümlesi, yazıdan çıkarılabilecek bir ana fikir bile değil. Diyelim ki burada öğretmenlere bir sataşma var. Tepki göstereceğiz. “Sayın Alçı, okulların kapalı olmasının müsebbibi biz değiliz. Sizin gibi biz de bekliyoruz. Bunu MEB’e iletin. Bilim Kurulunu aşarak bunu başarabilirseniz bundan biz de memnuniyet duyacağız. Uzaktan eğitim derslerinde verimin ve geri dönüşün olup olmadığını gözünüzle görmek isterseniz, sizi derslerimize misafir kabul etmek isteriz.” şeklinde bir tepki daha şık olmaz mıydı? Eğitimcilere de böyle bir üslubun çok güzel yakışacağını düşünüyorum.

Gelelim çok tepki gösterilen “rahatlık” meselesine…

Bu rahatlık bakış açısına göre değişir. Öğretmenler hem rahat hem değil diye düşünebiliriz. Rahattır. Çünkü soğuk ve sıcakta belli bir mesafe kat etmeden evinden veya bulunduğu yerden okulunca belirlenen ders programına göre dersini veriyor. Bu, rahatlık değil mi? Burada zaman kaybı, fiziken yorulma ve derse yetişeceğim, trafiğe takılacağım telaşesi yok.

Öğretmenler rahat değil. Bunu derken öğretmen tıpkı okuldaki görevini evinde yerine getiriyor. Neler yapıyor?  

1.      Okulunun verdiği haftalık ders programını, EBA’daki “Harici canlı ders ekle” butonunu açarak işleyeceği dersin konusunu, sınıfını, saatini, dersi işleyeceği platformun linkini, şifresini, şubesini, ünitesini ve dersine girecek öğrencileri belirliyor ve kaydediyor. Tüm bunları yaparken sistem arıza verdiği zaman sorunu çözmek için okulların öğretmen grupları geç vakte kadar yazışma yapıyor ve sorunu çözüyorlar.

2.      İşleyeceği dersi öğrencilerine duyurmak için tüm sınıfın veli/öğrenci telefonlarını kaydederek bir iletişim grubu kuruyor, link gönderiyor. Buradan öğrenci ve velileriyle haberleşiyor. Dersine kimin katılmadığını anında veliye bildiriyor. Ödevini buradan veriyor. Dersine sürekli katılamayan öğrencinin velisine ulaşıyor ve niçin katılamadığını araştırıyor. Hepsi olmasa da çoğu öğretmen, planlanan dersinin dışında akşam, zoom üzerinden ilave ders yapıyor.

3.      Dersini saatinde açan öğretmen, tüm öğrencilerinin derse katılımını “Günaydın, hoş geldin” diyerek tek tek karşılıyor.

4.      Öğrenci çözemediği soru için öğretmenine whatsapp aracılığıyla soru gönderiyor, ödevini soruyor. Öğretmenler anında cevap veriyor.

5.      Hafta sonu geldiğinde öğretmen, ben tatilim demiyor. Milli Eğitim Müdürlüklerinin her cumartesi ve pazar günleri, farklı sınıflara yaptığı kazanım değerlendirme sınavlarına öğrencilerinin katılımını sağlıyor. “Şu katılmadı, bu katılmadı, şöyle katılacaksınız, şifreleriniz bunlar…” yazışmalarını yaptığına inanmazsanız, her şeyimizi kaydeden Whatsappa sorabilirsiniz. Sınav bittikten sonra da sınav analizi hazırlamak zorunda öğretmen.

6.      Öğretmenin işlediği canlı dersine, öğrencinin dışında evde olan herkes katılıyor. Yani sınıf mevcudundan fazla kişi dersi dinliyor. Bir öğrenciye soru sorduğunda, öğrenciden cevap alamazsa aynı anda Whatsappına anne, “Öğretmenim, sorduğunuz soruyu çocuğum biliyor. Yalnız mikrofonu bozuk” cevabını alan öğretmen sayısı az değil. Yani ders herkese alabildiğine açık ve şeffaf. Sayın Alçı da bu derslere katılabilir.

7.      Dersini vermeden önce öğretmenin ilgili konusuna hazırlığını, oluşturacağı ders materyalini saymaya gerek yok sanırım.

8.      Evinde işlediği derslerin yanında haftada bir gün de okuluna gidip yapılan toplantıya katılmak zorunda öğretmenler.

9.      Dersi, bire bir öğrencinin okumasına bağlı olan uygulama derslerinde ise öyle öğrenciler var ki “Öğretmenim! Ben ders okumak istiyorum, dersime hazırım. Beni okutmak için müsait misiniz?” mesajı gönderdiğini gecenin 11’inde öğretmenin zoomu açıp öğrencisiyle bire bir ders yaptığını öyle zannediyorum, çoğunuz gibi Nagehan Alçı da bilmiyordur.

10.  Teknik vs nedenlerle dersini işleyemeyen öğretmen, çocukların uygun olduğu bir saatte dersini yapıyor…

Hasılı, yüz yüze öğretimde olduğu gibi dersini ayakta işleyemeyen öğretmen, canlı derslerde de zamanla yarışarak bir koşuşturma içine giriyor ve en az yüz yüze eğitimde olduğu gibi yoruluyor.

Buna rağmen bu aşamadan sonra okulların açılması, çoğu öğrencinin ve öğretmenin işine gelir mi? Doğrusu açılması. Mantık da bunu kabul eder. Ama vücut ve insanların psikolojisi buna hazır mı? Buna pek hazır diyemeyeceğim. Çünkü vücut işe gitmeden evde iş yapmaya alışmıştır. Bu da doğaldır. Malumunuz çoğu öğrenci ve çalışanda pazartesi sendromu olur. Pazar gününden başlar bu sendrom. Pazartesi okul veya işe ölümüne gider ama akşamına alışır. Marttan bu yana bazı sınıf kademelerinin kısa süreli yüz yüze eğitim yapmasının dışında bu ülkede 10 aydır okullar kapalı. Dile kolay. Uzun süre işinden uzak olan öğrenci ve öğretmen elbette ilk etapta zorlanacaktır. Keşke açılsın da varsın tüm zorluk bu olsun.

Bu arada öğretmenlerim! Siz de pek alıngan olmayın. Bugüne kadar Nagehan Hanım’a gelinceye kadar yüz yüze eğitim yaparken bile az mı eleştiriye tabi tutuldunuz? Her şeyin müsebbibi olarak sizler gösterilmediniz mi? Maalesef toplumun bir kesiminde böyle bir algı var. Ağzınızla kuş tutsanız dahi bu kesime yaranamazsınız ve bu algıyı değiştiremezsiniz. Bırakın balık bilmezse Hâlık bilsin.

*13/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.