Ana içeriğe atla

Cumamı Zehir Eden Cami *

15 Ocak Cuma günü günübirlik gidip gelebileceğim bir yolculuğa çıktım. İçeri Çumra’ya varınca namaz vakti geldi. Yolun kenarındaki görkemli görüntüsüyle; gel namazını burada kıl, rahat edersin diyen bir caminin önünde mola verdim. Cami hınca hınç doluydu. Ama bir anormallik vardı. Cami buz gibiydi. Dışarıdan fazla üşüdüm içeride. Dondum desem yeridir. O kadar kalabalık cemaatin nefesi bile ısıtamamıştı camiyi.

Bugüne kadar farklı birçok camide namaz kıldım. Hiç bu kadar üşümemiştim. Anlaşılan bu caminin ısıtma sistemi, kış girdi gireli hiç devreye sokulmamış. Termometrelerin 3-4 derece gösterdiği sıcaklık, cami içinde eksilerdeydi. Kılınan namaz, vakit namazı olsa üç beş cemaat için yakmaya gerek yok diyeceğim. Cuma namazında da bu caminin ısınma sistemi devreye sokulmayacaksa ne zaman devreye sokulacak?

Dişlerim takırdarcasına dinledim hutbeyi. Bu arada son yıllarda dinlediğim güzel hutbelerden biriydi hutbe konusu. Maalesef bu güzel hutbeyi, tam kendimi vererek dinleyemedim. (Bu konuya bir başka yazımda değineceğim inşallah.)

Cumanın son sünnetini kılmadan dışarı attım kendimi. Benimle beraber soluğu dışarıda alanların sayısı da az değildi. Adeta kaçıştılar. Neredeyse cami boşaldı. Belirtisini de akşam eve gelince hissetmeye başladım. Kah hapşırıyorum kah burnumu çekiyorum kah öksürüyorum. Boğazımda ise yanma var. Başımdaki ağrı da işin tuzu biberi. Hasılı gribin tüm belirtilerini taşıyorum ve ikide bir soluğu lavaboda alıyorum. Ne alt duruyor ne de üst. Bilirim bu, beni öldürmeyecek ama hafta sonumu zehir ettiği gibi etkisini birkaç gün sürdürecek. Bakalım kime satarım. Bu arada yok mu alan? Yok mu beni bu hastalıktan kurtaracak olan…

Böyle şifayı kapacağımı bilseydim, adıma çıkan grip aşısını vurdururdum. Nereden bilebilirdim, yolum bu camiye düşecek ve böyle bir havada bu cami yanmayacak. Ne bilirdim bu caminin, “Bir daha bana gelirsen görürsün gününü” diyeceğini.

Öyle zannediyorum, cemaatin önemli bir kısmı da benim gibi yolcu idi. Vakit gelince bu camiye girmişti. Bir daha bu camiye girerler mi bilmiyorum. Ben kendi adıma söyleyeyim: Bir daha yolum bu camiye düşerse herhalde namazımı bu camide kılmam. Hele kış günü, asla! Allah affetsin der, yoluma devam eder ve vebali imamın boynuna derim. Hatta bundan sonra yaz günü bile bu camiye girmem. Çünkü namaz kılarken bu yaşadığım, aklıma gelecek ve kendimi namaza veremeyeceğim. İyice naçar kalırsam yol üzerindeki diğer seçenekleri değerlendiririm.

Vaktim olsaydı, tüm cemaat dağıldıktan sonra görevliye, caminin ısınma sisteminin niçin devreye sokulmadığının hikmetini sormak isterdim:

-Caminin yakıtı karşılayacak imkanı mı yoktu? (Namaz kıldığım cami, kenar-köşe, fakir bir muhitin camisi değil. Aksine imkanı bol bir mahallin camisi. Şadırvanı, tuvaleti, minaresi ve büyüklüğüyle zaten kendini gösteriyor.)

-Caminin kalorifer sistemi arızaya mı geçti? (Caminin kalorifer sistemi, dünden bugüne arızaya geçmiş olamaz. Eğer öyle olsaydı yani daha önce bazen yanmış olsaydı, cami bu kadar soğuk olamazdı. Görünen, kış girdi gireli, bu cami, kışın bütün soğuğunu içine çekmiş.)

-Kaloriferi yakacak bir görevli yok muydu? (İmam, bu benim görevim değil düşüncesindeyse, bu durumu cemaatine söylese kaç tane gönüllü çıkacağından eminim.)

-Bu durum, imamın keyfi bir uygulaması mıydı? (Kim bilir? Bunu bilmek için görevlinin içine girmek lazım.)

-Nasılsa cemaat kalabalık olur. Cami, nefeslerle ısınır diye mi düşündü? (Eğer böyle düşündüyse kendisi de gördü ki o kadar kalabalık cemaate rağmen faydası olmadı.)

-İmam, tasarrufu mu düşündü? (Eğer böyle bir düşüncesi varsa, bu durumda şu soruları sormak isterim: Acaba odasında elektrikli soba var mı, yok mu? Kendisi, hutbe okumak ve namaz kıldırmak için cemaatin arasına karıştığında odasındaki elektrikli soba hala yanmaya devam ediyor muydu? Eğer böyleyse imamın bu hareketine ancak kendine Müslüman denir.)

-Bu soğukta kaç cemaat, hutbeyi bir güzel dinleyebildi ve namaza kendini verebildi? (Benimle beraber çoğunluk camiden çıktığına göre anormallik sadece bende değil.)

-İmam kaloriferlerin yakılmasını unutmuş olabilir mi? (Hutbenin sonunda yapımı devam etmekte olan camiler için yardım toplanmasını hatırlatmayı nasıl ki unutmuyorsa bunu da unutmamalıydı.)

-Sebebi her ne ise bu durumu hutbe bitiminde görevli bir güzel izah edebilir. Bu duruma kimse bir şey demezdi.ben de bu durumu yazı konusu edinmezdim.

Bu soğukta öğrenciler, kaloriferi yanmayan bir okulda ders işlemiş olsalardı, veliler isyan eder; okul yönetiminden şikayetçi olurlar ve okul yönetimi hakkında inceleme ve soruşturma başlatılmasına sebep olurlardı.

Burada Diyanet’e büyük görevler düşüyor. Bu iş sadece camiye görevli atamakla, haftada bir Cuma hutbesi hazırlayıp alın, bunu okuyun, demekle olmaz. Camilerin işleyişi sadece görevli kişilerin inisiyatifine bırakılmamalı. Camiler, insanımızın gönül huzuru içinde ibadetini yapabileceği yerler olmalı. Bunun için görevlilerin önce bilgilendirilmesi, takibi ve yerinde denetimi yapılmalı. Bu konuda il ve ilçe müftülüklerine büyük görevler düşüyor.


*18/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde