26 Aralık 2020 Cumartesi

Allah'ın Boyası *

Yüz, boy, ten ve saç rengi gibi özelliklerimiz, fiziki yönden bizi bir başkasından ayırt eden yönlerimizdir. Bunlar insanın tanınırlığına dair alametifarikasıdır. Bazen tanıdığımız bir kişiyi, onun tanımadığı birine tanıtırken “Uzun/kısa boylu, sarışın-kumral-esmer, beyaz tenli…” gibi tanıtırız. Beni de birileri başkasına tanıtırken “kırmızı saçlı, kızıl saç, turuncu kafa, havuç rengi, sarışın” şeklinde tanıtıyor.  Zira benim saç rengim, kahir ekseriyete göre havuç renginde. Şimdi saçlarım ağarıp havuçluktan pek eser kalmasa da beni tanıyanlar böyle tanır. Bu yönümle, kalabalıklar içerisine girince hemen dikkat çekerim. İsterdim ki benim de saç rengim çoğunluğun saç rengi gibi olsun. Ama her şey benim istediğime göre olmuyor. Allah böyle takdir etmiş. Allah’ın boyası benim bu taşıdığım. Nitekim herkesinki de öyle. Bu farklı saç rengim, askerde içtima ve talim sırasını bulmakta zorlananlara çok hizmet etti. Beni gören, “Ha, ben bu arkadaştan iki öndeyim, üç arkadayım” deyip yerini şaşırmaz ve nerede duracağını bilirdi.

Bizi tanınır kılan bu fiziki yönlerimiz -beğensek de beğenmesek de- bizden bir parça. Hastalık ve psikolojiyi bozacak çok özel bir durum olmadığı müddetçe bize has kılınan bu yönlerimizi değiştirmemek gerektiğini düşünüyorum. Topuklu ayakkabı giymek suretiyle boylu olduğumuzu göstermeye çalışsak da boyumuz değişmez, aynı şekilde tenimiz de. Sağlık ve psikolojik durum nedeni hariç vücutta, ameliyat ve diğer yollarla bir değişikliğe gidilmesine de sıcak bakmıyorum. Bu yazımda, yüz ve saçta yapılan değişikliklere değinmek istiyorum. Çünkü yüze uygulanan makyajla veya saçın boyanmasıyla kişi bambaşka bir görünüme bürünüyor. Hem yüz hem de saçtaki bu değişime ben, yüze ve saça takılan bir maske olarak görüyorum. Bu durumda olan kimseleri tasvip etmesem de onları kınamıyorum. Zira kendi tercihleridir. Yüz de onların, saç da onların, hayatta onların.

Yüz hattının makyajla, saçın da boyanmak suretiyle fiziki özelliğin değişmesine niçin sıcak bakmadığımı biraz açmak istiyorum. Yüze uygulanan normal makyajdan geçtim. Öyle makyaj yapılıyor ki iyi tanıdığım bir kişi, bir başkası olup çıkıyor. Gözüm, makyajlı haline aşina olmuşsa; makyajsız hali, makyajsız haline aşina olmuşsa; makyajlı hali, kişiyi tanınmaz kılıyor. Başıma geldi böylesi. Üç yıldır beraber çalıştığım bir meslektaşıma, mesai sonrası bir evrak imzalatmaya gittiğimde, buluşma yerinde, gelip kendini tanıtmasa, onu tanımam mümkün değildi. Bir makyajın, insanın yüz hattını bu kadar değiştirebileceğini o zaman anladım. Demek ki ben, daha önce hep makyajlı halini görmüşüm. Yüze uygulanan bu makyajın kullanımı kolay mı zor mu, insanın ne kadar vaktini alıyor, kullanılan bu makyaj pahalı mı, ucuz mu, yüzü tahriş ediyor mu? İnanın bilmiyorum. Bildiğim, bu farklılık için bu emeğe, bu zamana ve masrafa değer mi? Öyle zannediyorum, yapılan bu makyajın akşama kadar korunması, bunun için belki de yemeden, içmeden kesilmesi ve eve varınca da silinmesi gerekecek. Ömür dediğin hep böyle makyajlı geçer mi?  

Saçlara gelince, saç rengi olarak siyah, beyaz, kumral, sarışın, kızıl gibi renkler gözümün önüne geliyor. Öyle saçlar görüyorum ki gökkuşağındaki bütün renklerden daha fazla rengi, rengarenk görüyorum. Bazı saçlarda desen gibi birden fazla renk göze çarpıyor. Saçını boyatan aynı renge devam etse, buna da eh diyeceğim. Üç beş güne bir saç rengi değişir mi? Alın size bir örnek: Yürüyüş parkurunda herkes, Mersin istikametine doğru yürüyüş yaparken tersine yürüyüş yapan ve zaman zaman karşılaştığım sarışın biri var. Bir gün yine yürürken siyah saçlı tersinden gelen birini gördüm uzakta iken. Al sana bir ters kişi daha dedim. Yaklaştığım zaman gördüm ki daha önce gördüğüm sarışın kişi. Olabilir, demek ki bundan sonra sarışın saçlar yerine siyah saç kullanacak dedim. Aynı kişiyi birkaç gün sonra gördüm ki saçlar yine eski haline getirilmiş. Merak ettiğim boyanan bu saçlar, bu kadar kısa zamanda tekrar niye değişir? Çok mu ucuz bu saç boyama, çok mu kolay? Sanırım saç boyama yüze makyaj yapmak gibi değildir. Bunun için illaki kuaföre veya güzellik salonuna gidilmesi gerek. Öyle zannediyorum bu saç boyama, çok da ucuz değildir ve kişinin epey bir zamanını alıyordur. Her neyse de bu pandemi döneminde, salgın riskine rağmen bir kişi, bu kadar sık saç boyamayı nasıl göze alır? Pes doğrusu!

*29/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

25 Aralık 2020 Cuma

Esnek Çalışma mı Dediniz? *

Malumunuz bugünlerde kamu kurum ve kuruluşları, detaylarını valiliklerin belirlediği “Esnek çalışma”ya göre mesai yapıyorlar. Yasal dayanağı, yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Genelgesi olan bu çalışma şekliyle, “Kovid-19 salgınının yayılmasının en az indirilmesi, bu salgınla mücadeleyi ve salgının etkilerinin azaltılmasına yönelik faaliyetleri zafiyete uğratmama amaçlanmaktadır.

Bu Genelgeye göre kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanlar, 10.00-16.00 saatleri arasında bir mesaiye tabiler. Genelge ayrıca çalıştırılma biçimlerine bakılmaksızın çalışanlara uzaktan çalışma ve dönüşümlü çalışma gibi imkanlar sunulmaktadır.

Çalışanlar bu esnek çalışmadan yararlanırken özlük hakları aynen korunduğu gibi kuruma gitmedikleri günlerde de idari izinli sayılmaktadırlar.

Kamu kurum ve kuruluşları esnek çalışmaya geçerken Genelgenin onlardan istediği tek şey, kamu hizmetlerinin aksatılmamasıdır.

Özel sektöre de önerilen bu esnek çalışmayı kaç özel sektör dikkate alıyor? Araştırmaya değer. Ki kamuda sekiz kişinin yaptığı işi bir kişiye yaptıran özel sektörün tavsiye edilen bu çalışma şekline geçmesi mümkün değildir. Kamu ve özel sektörde çalışma hem ücret hem mesai hem de iş garantisi yönüyle değerlendirildiğinde “Sırtını devlete dayayacaksın” sözünün gerçekliği bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Bu, hemen hemen her siyasi partinin personel rejimi adı altında özel sektör ile kamu sektörü arasındaki uçurumu giderme sözlerinin havada kaldığına bir örnektir. Neyse kamu-özel sektör konusu ayrı bir yazı konusudur. Biz gelelim yeniden kamudaki esnek çalışmaya.

Burada değinmek istediğim, kamuda uygulamaya konan esnek çalışma ile kamu hizmetlerinin aksatılıp aksatılmadığıdır. Tüm kamu kurum ve kuruluşlarını test etme imkanım yoktur. Belki vatandaşın beklediği hizmetler, bazılarında aksatılmadan yerine getirilmektedir. Gelmeyen personelin uhdesinde olan işi, kurumda nöbete kalan personel yapmaktadır.  Ki öyle de olmalıdır. Vatandaş, bir iş için o kuruma iki defa gelmemelidir. Çünkü bu Genelge, salgın nedeniyle insan yoğunluğunu azaltmayı hedeflemektedir.

Genelge ile murat edilenin, bazı kurumlar için geçerli olmadığına bir örnek vermek istiyorum: Küçük ve basit ama zamanla sınırlı bir işim için bir kuruma, evden hazırlayıp gittiğim bir dilekçe götürdüm. Saklambaç oynamaya çok müsait olan kurumun ilgili birimini araya araya buldum. Üç kişinin ortaklaşa kullandığı birimde tek kişi beni karşıladı. Dilekçeme baktı. “Bu işe bakan arkadaş bugün gelmedi. Bilgisayarına şifre ile girmek gerekiyor. Biliyorsun Genelge gereği esnek çalışıyoruz. (esnek çalıştıklarını söylemesine gerek yoktu aslında. Bunu maske, mesafe ve temizlik gibi biliyoruz.) O arkadaş yarın gelecek. Siz en iyisi mi bu dilekçeyi, birkaç bina ötedeki bölüme götürün, o arkadaşlar da biliyor bunu. Ama acele edin. Çünkü saat 16.00’ya geliyor. Kapatıp gidebilirler” dedi. Kendisine, sizin odayı bile araya araya zor buldum. Zira doğru dürüst yönlendirme bile yok. Yönlendirdiğin yere gitmem için ben, epey yol kat etmem gerekir. Madem öyle, dilekçem burada kalsın. Ben yarın öğleden önce uğrarım, dedim. İyi olur. Zaten yarın ben de buradayım, dedi. 

Ertesi günü öğle mesaisinin bitimine 1 saat kala dilekçeyi verdiğim yere tekrar geldim. Odada dün görmediğim gençten biri vardı. Durumu izah ederek dilekçemin akıbetini sordum. "Ben dün yoktum. Bu işe ben bakmıyorum” dedi. Delikanlı, dilekçeme cevap verilmiş olmalı. Şu boş iki masanın üzerine bakarsanız, belki masaüstünde bana verilecek çıktıyı bulabilirsiniz dedim. Masaların üzeri evrak dolu, bulamam. Dünkü dilekçe verdiğiniz kişi burada. Dışarı çıktı. Az sonra gelir dedi. Koridora çıkıp geri geldim. İlgili kişi bir yerlerde oyalanıp gecikebilir. Telefonla arar mısınız dedim. Bu sefer bir gerekçe öne sürmeden aradı. Aradığı kişinin telefonu masasında çalmaya başladı. “Telefonunu yanına almamış” dedi. 

Koridora çıkıp ilgili kişiyi beklemeye koyuldum. Beklerken de upuzun koridoru arşınlıyorum. Tek tük gelip geçen oluyor. Aradığım kimse acaba bu mu diyorum. İşimin görüleceği kapıya girmeyince bu değil diyorum. Beklediğim, nihayet koridorda belirdi. Beni görünce de tanıdı. Dilekçene cevap yazıldı. Verelim dedi. İçeri girdi, ben de arkasından. Az önceki gencin kurban ettiği bir koltuğa buyur etti. Ardından telefonla şefim dediği birini aradı. Şef geldi. Bugün olması gereken ve benim dilekçeme cevap verecek kişinin bilgisayarına geçti. Şifreyi yazarak bilgisayarı açtı. Daha önce hazırlanmış cevabi yazımı yazıcıya gönderdi. Benimle ilgilenen kişi, masaya bir göz attı. "İki adet çıktı alınmış zaten. Bak, masanın üstüne konmuş. Yeni çıktı alma" dedi ama yazım yazıcıdan çıktı.

Bana çıktı vermeden, evrakı aldığıma dair tebellüğ belgesi imzalayarak istediğim yazıyı verdiler. Ardından "Yazıya bir bak. Yanlışlık varsa düzeltelim" dedi biri. Bu yazının bilgisi sizde. Ben yanlışlık olup olmadığını bilemem. Bu yazı bana şimdilik yeter deyip teşekkür ederek ayrıldım.

Tüm kurumlar esnek çalışmayı ümit ediyorum ki benim başıma gelen kurum gibi yerine getirmiyordur. Olmayan bir personelin eksikliğini diğeri gideriyordur. Ki öyle de olmalıdır. İlgili personel bugün yok deyip ertesi gün gelmen isteniyorsa veya alakası olmayan uzaktaki bir bölüme gönderiyorsa o zaman bu kurum esnek değil, gevşek çalışıyordur. Mesai arkadaşının evrakı hazırlayıp masasının üzerine koymuş olabileceğini hatırlatmama rağmen koltuğundan kalkma lütfünde bile bulunmayan bir personel, tüm gün mesai yapsa ne olur, esnek çalışsa ne olur. Kurum bu işleyişiyle, personeldeki bu hizmet anlayışıyla bu çalışma şeklinin adı esnek değil, olsa olsa gevşek çalışma olur. 

*28/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

Mina *

Bilir misiniz, kimdir Mina? Nereden bileceksiniz. Bilseniz bilseniz şeytan taşlanan yer gelir aklınıza. Hakkınız var. O zaman aklınıza gelen Mina'dan bahsedeyim önce. Sonra bizim Mina’ya geleyim.

2000 öncesi bir genel seçim arifesiydi. Güneydoğu’nun bir ilinde çalışıyorum. Siyasi partiler adaylarını belirlemiş, seçim kazanmak için tüm kozlarını ortaya koymuşlardı. Kutuplaşma ve gerilim had safhada. Rakibi nasıl alt ederiz düşüncesiyle her şey mubahtı.

Birlikte görev yaptığımız bir Kürt arkadaş yanıma geldi. "Bundan sonra sizinle kardeş değiliz, tamam mı?" dedi. Hayırdır demeye kalmadan önüme bir gazete koydu. "Şurayı oku" dedi. Ömrünü tetikçiliğe adamış bir gazete, milliyetçi bir partiden Gaziantep listesinde vekil adayı olan birini, sekiz sütuna manşet olacak şekilde gazetenin ilk sayfasına taşımıştı. Yazar ve akademisyen olan bu aday, fi tarihinde bir kitap yazmış. Kitabında "Kürtlerin şeytan soyundan" geldiğine dair bir mitolojiye de yer vermiş.

Yazıyı okudum. Hiç tepki vermedim. Zira benim için üzerinde durmayı gerektiren bir haber ve iddia değildi. Aday üzerinden o partinin oy kaybetmesi murat edilen bir haberdi.

"Ne diyorsun" dedi. Ne diyeyim. Allah bana hac nasip eder, gidebilirsem, üzerime vacip olan şeytan taşlama eylemini gerçekleştirmek için Mina’ya çıkmayacağım. Malum, bu yıllarda şeytan taşlamaya gidiş gelişlerde oluşan izdiham* sonucu ezilip ölen yüzlerce hacı var. Böyle bir riski göze alamam. Bunun yerine, hac dönüşü Güneydoğu’ya gelirim. Gördüğüm Kürt’ü taşlarım. Böylece postu deldirmemiş olurum, dedim. Abonesi olduğu gazetenin haberine üzülüp benimle kardeşliği bozmayı göze alan meslektaşım, yaptığım bu izaha dişlerini gösterircesine katıla katıla güldü ve morali yerine geldi. Kardeşlik hukukumuz bozulmadığı gibi aynen devam etti. Her karşılaştığımızda da “ah seni” diyerek gülümsemesini eksik etmedi.

Birkaç gün sonra namaz kılmak için okulun mescidine gittim. Bir grup, cemaatle namaza kalkmış. İmamlığa geçene baktım. Bizim Mahmut Hoca imamlığa geçmiş. Fırsatı kaçırır mıyım hiç. Hemen yanına vardım. Kulağına, “Hocam, mitoloji de olsa bir bilim adamının yazdığı kitaba göre şeytan soyundansın. Buna rağmen namaz kılman güzel ama ardında namaz kılamam” dedim. O da bana “O zaman sen geç, ben sana uyayım” dedi gülerek. Kıldırır mıyım hiç. Ben söyleyeceğimi söylemiştim. Sonra arkaya geçtim. Onun imamlığında namazımı eda ettim. (Bu arada başta Kürtler olmak üzere herhangi bir milliyete mensup olan kimseleri şeytan soyundan gelme gibi bir iddiayı -mitoloji bile olsa- kabul etmem mümkün değildir. Bizimki zırva haber üzerine muhabbetten ibaretti.)

Sizin ilk etapta aklınıza gelen Mina’dan bahsettim. Şimdi sıra benim Mina’da. Bahsedeceğim Mina bir isim. Bakalım kimmiş bu Mina?

5’lerden bir sınıfa, harici ders atamamı yaptım. Belirlediğim ders saati gelince hazırlığımı yapıp online dersimi başlattım. Öğrencilerimin derse giriş yapmasını beklemeye koyuldum. Her giriş yapan öğrencinin de ismini listeden kontrol ediyorum. Çünkü dersimize ders linkini bulan başkaları da geliyor zaman zaman. Öğrencilerin çoğunluğu geldikten sonra dersimi işlemeye başladım. Dersin bitimine doğru öğrenciler, “Öğretmenim, Mina diye biri derse giriş yaptı. Böyle biri yok bizim sınıfta” dediler. Mina! Kendini tanıtır mısın, dedim. Cevap yok. Mina kimsin, dedim. Tık yok. Mina! Bir başkasının ismiyle mi giriyorsun? Ses yok. Mina! Görüntünü açar mısın, dedim. Açmadı. Öğrenciler, “Öğretmenim, bu Mina, Matematik dersine de girdi. Cevap vermeyince öğretmen dersten attı. Siz de atın dediler. İyi fikir dedim. Son kez, Mina! Bak dersten atacağım, dedim. Ne dediysem, Nuh dedi peygamber demedi Mina. Atıp derse geçtim. O da ne? Mina tekrar geldi. Ben attım, o geldi. O geldi, ben attım. Artık dersi bıraktık. Öğrenciler, Mina geldi diyor, ben atıyorum. 7-8 defa tekrarladık bunu. Bulmuştum belayı. Ne yapacağımı da şaşırdım. Sistemde engelleme butonu var mıydı bilmiyorum. Varsa da bulamadım. Son gelişinde nihayet kamerasını açtı. Ben kız öğrenci beklerken ekranda, Mina ismi altında bir erkek belirdi. Mehmet, sen misin mübarek! Niye cevap vermedin? Sen ses vermeyince sistemden atmak zorunda kaldım. Kim bu Mina? Niye isminle giriş yapmadın dedim. “Öğretmenim! Mina benim kuzenim. Dün bize geldi. Bizde iken dersine bağlandı. İsmini de Mina diye değiştirmiş. Benim bundan haberim yoktu. Siz Mina dedikçe hiç üzerime almadım. Ben de öğretmen beni niye atıp atıp duruyor dedim durdum. Mehmet! Senin bu azmini tebrik ediyorum, dedim. Gülüştük.

Hasılı, gördüğünüz gibi Mina’nın kim olduğunu ben de bilmiyorum. Tek bildiğim, bizim öğrencinin kuzeniymiş. Kendisi olmasa da dersimi epey bir kaynattı. Bu Mina’dan bir yazı çıkar, dedim. Elan bunu da gerçekleştirmiş bulunuyorum.


*26/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

*1990’da 1426, 1994’de 270, 1998’de 118, 2001’de 35, 2003’de 14, 2004’de 251, 2006’da 364, 2015’de 753 kişi Mina’ya şeytan taşlamaya giderken veya Mina’dan gelirken tünelde veya Mina’da şeytan taşlarken oluşan izdiham sonucu vefat etmişti.