12 Aralık 2020 Cumartesi

Sünnetullah ve Rahmet *

11 Aralık tarihli cuma hutbesinin konusu; suyun önemi, su kullanımında israftan kaçınılması gerektiği, kuraklık nedeniyle su kaynaklarının azaldığı, üzerineydi. Cuma namazının farzının ardından topluca yağmur duası yapıldı.

Bu yazımda suyun önemi üzerinde durmayacağım. Zira su, hayattır. Olmazsa olmaz birkaç ihtiyacımızdan biridir. Suyun israf edilmesine gelince su konusunda savurgan olduğumuz doğrudur. Bu savurganlığı kim yapıyor? Suyu kaçak kullanmayan ve kullandığı suyun bedelini ödeyen vatandaşın suyu israf ettiğini sanmıyorum. Zira suyu fazlaca kullanmak yürek ister. Kim suyu boşa akıtırsa gelecek su faturası cebini yakar. O yüzden suyu israf eden vatandaş olamaz. O zaman kim? Bana göre bizim su ihtiyacımızı karşılamakla yükümlü olan belediyeler, su israfında başı çekiyor. Belediyelerdeki çim ekme sevdası, mevcut su kaynaklarının daha hızlı tüketilmesine neden olmaktadır. Birileri, bu çim hizmetinden belediyeleri mahrum etmesi lazım. Meclis, “Her türlü çim ekme, yetiştirme, bakım ve sulama yasaktır” şeklinde tek maddelik bir yasa çıkarmalıdır. Ben, park ve bahçelerde çimden mahrum olmaya dünden razıyım. Yeter ki belediyeler bu sevdadan vazgeçsin. Burada yanlış anlaşılmasın, yeşil ve çim düşmanı değilim. Kuraklık kapıda iken göze ve gönle hitap eden, ne kadar sularsan sula, yeter demeyen çim büyütmenin zamanı değil.

Diyelim ki iş inada bindi. Çim ekilmeye devam edecek. Bari, çimleri yerinde, zamanında ve kıvamında sulayalım. Çoğunuzun gördüğü birkaç örnek vermek istiyorum. Meteorolojiye göre bugün yağmur yağacak veya az önce yağmur yağmış. Belediye görevlisi, “Bugün sulama yapmayayım” demiyor. Açıyor suyu. Bahtına artık çimin. Suyun ne kadarı çime geliyor bilmem. Gördüğüm, yoldan geçenler, yol kenarına park edilmiş araçlar, kaldırım ve yollar sudan nasibini alıyor. Bir Allah’ın kulu da  bu su, niçin buraları suluyor demiyoruz. İşçinin amiri de gelip "Bu ne" deyip denetlemiyor. "Buradaki sıkıntıyı nasıl çözeriz" demiyor. 

Gördüğüm bir örneği daha anlatayım. Parkın parkurunda yürüyorum. Üşüten bir soğuk var. Ağaçlardan dökülen yaprakları toplayan bir görevli gözüme ilişti. Elinde fıskiyeye benzer bir alet var. Aletin gözlerinden fışkıran sıvı bir şeyi gazellerin üzerine tutuyor. Yapraklar bir yerde toplanıyor. Süpürgeye gerek kalmadan yaprakların bir yere toplanması dikkatimi çekti. Merak edip bu akan nedir, dedim. "Su" dedi. Akıllı adam, doğrusu görevli. Niye süpürgeyi çalıp kolunu yorsun. Nasılsa yapraklar toplanıyor. Ha boşa akan suyla ha süpürgeyle. İsrafmış, su boşa gidiyormuş, önemli değil onun için. Nasılsa çimin, çim sularken kaldırım ve yolların yıkanması ve yaprak toplamak için akan suyun bedeli eşit bir şekilde fatura sahiplerine çıkacak. Bu, görevlinin ve görevlinin bağlı bulunduğu kurumun sorunu değil, vatandaşın sorunudur. 

Su israfı konusunda bir de genel bir şey söyleyeyim. Suyu tasarruflu kullanmak ve bunu hutbe konusu yapmak için kuraklık baş gösterip su kaynakları alarm vermeye başlayınca tasarruf aklımıza gelmemeli. Her daim su tasarrufu yapılmalı. Özellikle barajların dolu olduğu anlarda. Çünkü bir şeyden varken tasarruf edilir, sular bitmeye yüz tuttuğu zaman tasarruf ne işe yarar... 

Gelelim yağmur duasına. Cumanın farzından sonra tüm Türkiye'de yapılan dualara amin dedik. İnşallah dualarımız kabul olur da bol bol rahmet görürüz. Ama yağmurun yağması için dua, tek başına yeterli mi? Yağmurun yağması için sebepleri yerine getirdik mi? Sebepleri yerine getirmemişiz ki yağmur yağmıyor. Unutmayalım ki yağmur ve kar, dua ile yağmaz. Çünkü yağmur ve karın yağması, sebep-sonuç ilişkisine bağlı olan, Allah'ın koyduğu evrensel yasalardan fiziksel yasaların bir gereğidir. Biz buna sünnetullah veya âdetullah diyoruz ve bu yasalar asla değişmez. Hasılı, Allah kulunu susuz bırakmaz. Yeter ki rahmetin sebepleri oluşsun ya da sebepleri oluşturalım. Tüm sebepleri yerine getirdikten sonra üzerine bir dua, aliyyülala olur. 

*14/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 

11 Aralık 2020 Cuma

Ereğli Gofreti *

Herhalde içinizde gofret yemeyeniniz yoktur. En azından tatmışsınızdır. Öyle zannediyorum seviyorsunuzdur da. Kim sevmez ki... Küçüklüğümden beri ben de çok severim. Yeter ki gofret alabilecek param olsun. Giderdim bakkala. Uzatırdım şimdilerde pul olmuş bozuk paramızı. Gofret istiyorum derdim. Bir gazetenin içine koyar, uzatırdı bakkal. Çekilirdim bir kenara kütür kütür yerdim bir çırpıda. Ağzımın tadı gelir, karnımı doyurur, bayram ederdim. Olsa daha da yerdim. 

Sonraları bu sade gofretlerin değişik markalara ait güzel ambalajlar içerinde vanilyalısı, muzlusu, çileklisi, kakaolusu çıktı. Yine gofretler, çikolata kaplı olarak tezgahlarda yerini aldı.

İster aroma katkılı ister çikolata kaplamalı ister sade ister kakaolu olsun, içine konan katkı maddelerinden midir, çocukluğumda aldığım hazzı yediğim gofretlerden alamaz oldum. Sadece kokusu geliyor. Ağzıma gelen tat, doğal şeker olsa yine gam yemeyeceğim. Şeker mi yiyorum yoksa glikoz şurubu mu içiyorum belli değil. İçinde katkı maddesi olarak daha neler var  neler… Üstelik çok da ucuz değil eskisi gibi. Hasılı görüntüsü on numara ama alacağın lezzeti ara ki bulasın.

Gofretlerden aldığım eski tadı alamaz olunca çocukluk aşkım gofretlere mesafe koydum. Kolay kolay almaz oldum. Alırsam da tadımlık. Çünkü hepsi fabrikasyon üretim.

*

Uzun bir aradan sonra çocukluk aşkım gofretle yeniden buluştum. Yüzde yüz pancar şekerinden yapma, glikoz şurubu içermeyen, doğal el yapımı gofret buldum. Meğersem bu gofret, burnumun dibindeki Ereğli’de yapılıyor ve Ereğli, doğal el yapımı gofretiyle ünlü imiş. Bunu da bir öğretmenin  “Size Ereğli gofreti getirdim. Buyurun yiyin” diye önümüze koymasıyla öğrendim. Görüntüsü, tereklerdeki fabrikasyon gofretler gibi olmayan bu gofreti yedikçe yedim. Tadı damağımda kalmış ve çocukluğumdaki gofret tadını yeniden almış olmalıyım ki soluğu Ereğli gofretinin satıldığı yerlerde aldım. Değişik markalara ait Ereğli gofretini kah pazarlarda buluyorum kah bazı marketlerde. Buldukça fazla fazla alıyorum. Kah acıkınca kah atıştırmalık kah çayın yanında kah zevkine yiyorum. Oh be! Dünya varmış diyorum. Yedikçe gofretsiz geçen yıllarıma üzülüyorum. Gecikmiş bu yaşımda da bu gofreti tatmasaydım herhalde gözüm açık giderdi.

Sanmayın ki abartıyorum. Ha fabrikasyon ha el yapımı demeyin. Fabrikasyon olanlarını tatmışsınızdır. Bir de doğal el yapımı Ereğli gofretini tadın. Damak zevkiniz varsa abartmadığım gibi aralarındaki farkı da görürsünüz. Eğer bugüne kadar Ereğli gofretini biliyor, alıyor ve yiyor da bunu bana söylemedi iseniz, Allah sizin hayrınızı versin derim. Şayet bu gofreti hala tatmadı iseniz, hangi markası olursa olsun, yapacağınız, bu gofretten almaktır. Gofret alırken tek yapacağınız, bu gofretin Ereğli’de yapılmış olmasına dikkat etmenizdir. Göreceksiniz ki ağzınızın tadı gelecektir ve giderken gözünüz açık gitmeyeceksiniz.

Aklınıza, “Ereğliler buna, hakkımızda yazı yazsın, gofretimizin reklamını yapsın diye koli koli bedava gofret göndermiş. Bu da Ereğli gofretinin reklamını yapıyor” gelmesin. Böyle bir şey yok. Üstelik ün yapmış, Ereğli gofretinin de bu reklama ihtiyacı yok. Yukarıda anlattığım gibi aldığım ve yediğim her gofreti, kuruşu kuruşuna parasını vererek aldım ve almaya devam edeceğim. Ama Ereğlili hemşerilerim, “Bu da bizden sana hediye” derlerse de almam demem. Afiyetle yerim. Yeter ki gelen gofret, Ereğli gofreti olsun.

Ağzımızın tadını getiren gofretlerinden dolayı Ereğli’yi tebrik ediyorum. İnşallah el emeği ve göz nuru emeklerinin karşılığını fazlasıyla alıyorlardır.

Bahsettiğim bu gofretle ilgili bir eksikliği de burada dile getirmek istiyorum: Ereğli gofreti her markette bulunmuyor. Bunun sebebi, yeterince üretim yapılmayışından mı yoksa çoğu marketler Ereğli gofretini satmak mı istemiyor?

*22.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

10 Aralık 2020 Perşembe

Tekfircilik Hastalığımız *

Dini bir konuda genel kabul görmüş ve toplumun çoğunluğu tarafından benimsenmiş konularda yeni bir fikir ve görüş serdetmek; geçmişte söylenmiş ve tozlu raflarda yerini almış şaz görüşleri dile getirmek, ben bu konuda şöyle düşünüyor ve bu görüşü tercih ediyorum demek, ateşle oynamak gibidir. Zira bu yol, akıllı ve zeki birinin takip edebileceği bir yol değildir. Başa gelebilecek tehlikeleri sezememek demektir. Kim ki bu yola girerse huzurunu, vücut ve akıl sağlığını kaybetmeyi, dışlanmayı ve linçe tabi tutulmayı göze alması gerekir.

Örnek, geçmiş ve tecrübelere dayanarak böyle birinin başına neler gelebilir, gözünüzün önüne bir getirin. Siz bunu yaparken ben, gözümün önünden geçenleri bir sıralayayım. Bu kişiye ne denir veya başına ne gelir?

 “Hadis ve sünnet düşmanı”, “sünnet ve hadisleri inkar ediyor”, “oryantalist ve şarkiyatçı”, “oryantalistlerin yerli olanı ve onların işbirlikçisi”, “bunun verdiği zararı İslam düşmanları vermemiştir”, “yaptığı, misyonerlikten başka bir şey değil”,

“Dini bozuyor”, “eski köye yeni âdet getiriyor”, “bunun dediğini niye daha önce bir başkası söylememiş? Reklamını yapmaya çalışıyor ve meşhur olmak istiyor”, “söylediğinin kime, ne faydası var?”,

 “Bu kişi, bu görüşüyle nasıl devlette görev yapabiliyor?”, “nasıl üniversitede çalışabiliyor? Çünkü gençlerin kafasını zehirliyor”, “Görevinden ihraç edilmesi gerekir”, “İstifası yeterli değil, unvanları da alınmalıdır”, “Türkiye gibi bir ülkede böyle bir şeyi nasıl söyler?”, “hakim ve savcılar, bu kişi hakkında harekete geçerek işlem yapmalıdırlar”, “Bu kişi, Müslüman mahallesinde salyangoz satıyor”, “Cami duvarına işiyor”, “zira yaptığı fikir ve inanç özgürlüğü değildir”,

“Bu sözüyle bu kişi, “sapık”, “sapıtmış”, “tırlatmış”, “birilerine yaranmaya çalışıyor. Dinde bunun yaptığı belamlıktır”, “kafir/mürtet olmuştur”, “şu sözü elfazı küfürdür”, “İslam dairesinden çıkmıştır”, “tövbe etmesi gerekir. Böyle yapmadan giderse kafir olarak gider”, vs gibi.

Bu yazdıklarım ve daha fazlası bu ülkede hatta sosyal medya aracılığıyla organize bir linçe tabi tutulması, hepimizin gördüğü sistematik ve olağan bir hal aldı. Tüm bu olup bitenlerden benim anladığım, “Bak, bu yoldan gidenlerin başına neler geliyor. Bunu gör ki aynı yoldan gitmeye kalkma. Bu durum senin de başına gelir. Aklın varsa görüşün sende kalsın. Yoksa…” anlamında aba altından başkasına sopa göstermektir.

Bu toplumun din anlayışını ve kafasını karıştıran yeni, farklı ve aykırı görüşlere hiç tepki vermeyelim mi? Tepki verilmeli elbet. Önce muhatabın ne dediğini, konuşmasının siyak ve sibakını da dikkate alarak tümden dinlemeli ve anlamaya çalışılmalı. Ardından, bu görüşe katılmadığımızı belirtebilir, hatta bu kişiyi bu görüşünden dolayı eleştirebilir, kınayabiliriz. Kendisine reddiye yazabilir, bu işin aslı ve doğrusu şöyledir ya da ben bu konuda şöyle düşünüyorum diyebiliriz. Tüm bunları yaparken yangına körükle gitmemek, belden aşağı vurmamak, o kişiyi hedef göstermemek ve bir linçe tabi tutmamak gerek. Bunu, bu konuda algı oluşturmadan ve oluşturulmak istenen algılara teslim olmadan, sıcağı sıcağına yapmalı. Konuşmanın ne zaman, hangi platformda yapıldığına dikkat etmeli. Eğer gündeme düşen ve bomba etkisi yaratan bir konuşma, eski bir konuşma ve bu konuşma bütün olarak değil de kesip kırpılarak servis edilmişse söz ve görüşten önce bu konuşmayı bu şekilde servis edenler, ne amaçlıyor diye düşünmek ve kafa yormak lazım. Çünkü birileri, bizi bize kırdırmak, gündem değiştirmek ve ardından tarafların oynayacağı tiyatroyu bir güzel seyretmek isteyebilir.

Tüm bunları yaparken kişiyi tekfir etmemeye özen göstermek gerek. Kişileri tekfir etmek, onları din dairesinden çıkarmak bu kadar kolay olmamalı. Kimsenin niyetini bilmediğimiz gibi kimin din dairesinde kalıp kalmadığı da bizim vazifemiz değil. Üstelik bu, tehlikeli suda balık avlamaya benzer ve bu yolun kimseye faydası olmaz. Allah kimseye tekfir mührünü vermiş değil. Unutmayalım ki bu din, Hıristiyan dünyasında uygulanan din gibi değildir. Kişi, İslam’a girerken kendisine ne belge verilir ne de İslam’dan çıkarken aforoz edilir. Bu yetki kimseye verilmemiştir. Ayrıca ne de çok seviyoruz insanları din dairesinden çıkarmayı. Halbuki asıl olan, insanları din dairesinde tutmaya çalışmak değil mi? Yoksa herkes cennete giderse bize yer kalmayacak diye mi endişe ediyoruz? Korkmayın, Allah’ın cennetinde herkese yer var. Yeter ki biz o cenneti hak edelim.

Hasılı bir konuda söyleyecek sözü olan bu işi kırmadan, dökmeden, hakaret etmeden, haddini bilerek ve kişi, aksini izhar etmediği müddetçe o kişiyi tekfir etmeden yapmalıdır. Unutmayalım ki kendi fikrine, inancına, düşüncesine güvenen, bu konuda söyleyecek sözü olan ve kendi gittiği yolun doğru olduğuna inanan kişi için başkalarının sapıklığı o kişiye zarar veremez. Yoksa kendi gittiğimiz yolun doğru olduğundan şüphemiz mi var?

Diyelim ki aykırı görüş serdedenler bir başkasını zehirliyorlar. O zaman bu tiplerin panzehiri sen ol. Ondan önce kitlelere sen ulaş. Bu konuda senin elini, kolunu, ağzını bağlayan mı var? Unutmayalım ki bu toplum, tezlere kulak verdiği kadar antitezlere de kulak verir. Yoksa hakaretten ve tekfircilikten başka elimizde malzememiz mi yok?

*18/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.