Ana içeriğe atla

Sünnetullah ve Rahmet *

11 Aralık tarihli cuma hutbesinin konusu; suyun önemi, su kullanımında israftan kaçınılması gerektiği, kuraklık nedeniyle su kaynaklarının azaldığı, üzerineydi. Cuma namazının farzının ardından topluca yağmur duası yapıldı.

Bu yazımda suyun önemi üzerinde durmayacağım. Zira su, hayattır. Olmazsa olmaz birkaç ihtiyacımızdan biridir. Suyun israf edilmesine gelince su konusunda savurgan olduğumuz doğrudur. Bu savurganlığı kim yapıyor? Suyu kaçak kullanmayan ve kullandığı suyun bedelini ödeyen vatandaşın suyu israf ettiğini sanmıyorum. Zira suyu fazlaca kullanmak yürek ister. Kim suyu boşa akıtırsa gelecek su faturası cebini yakar. O yüzden suyu israf eden vatandaş olamaz. O zaman kim? Bana göre bizim su ihtiyacımızı karşılamakla yükümlü olan belediyeler, su israfında başı çekiyor. Belediyelerdeki çim ekme sevdası, mevcut su kaynaklarının daha hızlı tüketilmesine neden olmaktadır. Birileri, bu çim hizmetinden belediyeleri mahrum etmesi lazım. Meclis, “Her türlü çim ekme, yetiştirme, bakım ve sulama yasaktır” şeklinde tek maddelik bir yasa çıkarmalıdır. Ben, park ve bahçelerde çimden mahrum olmaya dünden razıyım. Yeter ki belediyeler bu sevdadan vazgeçsin. Burada yanlış anlaşılmasın, yeşil ve çim düşmanı değilim. Kuraklık kapıda iken göze ve gönle hitap eden, ne kadar sularsan sula, yeter demeyen çim büyütmenin zamanı değil.

Diyelim ki iş inada bindi. Çim ekilmeye devam edecek. Bari, çimleri yerinde, zamanında ve kıvamında sulayalım. Çoğunuzun gördüğü birkaç örnek vermek istiyorum. Meteorolojiye göre bugün yağmur yağacak veya az önce yağmur yağmış. Belediye görevlisi, “Bugün sulama yapmayayım” demiyor. Açıyor suyu. Bahtına artık çimin. Suyun ne kadarı çime geliyor bilmem. Gördüğüm, yoldan geçenler, yol kenarına park edilmiş araçlar, kaldırım ve yollar sudan nasibini alıyor. Bir Allah’ın kulu da  bu su, niçin buraları suluyor demiyoruz. İşçinin amiri de gelip "Bu ne" deyip denetlemiyor. "Buradaki sıkıntıyı nasıl çözeriz" demiyor. 

Gördüğüm bir örneği daha anlatayım. Parkın parkurunda yürüyorum. Üşüten bir soğuk var. Ağaçlardan dökülen yaprakları toplayan bir görevli gözüme ilişti. Elinde fıskiyeye benzer bir alet var. Aletin gözlerinden fışkıran sıvı bir şeyi gazellerin üzerine tutuyor. Yapraklar bir yerde toplanıyor. Süpürgeye gerek kalmadan yaprakların bir yere toplanması dikkatimi çekti. Merak edip bu akan nedir, dedim. "Su" dedi. Akıllı adam, doğrusu görevli. Niye süpürgeyi çalıp kolunu yorsun. Nasılsa yapraklar toplanıyor. Ha boşa akan suyla ha süpürgeyle. İsrafmış, su boşa gidiyormuş, önemli değil onun için. Nasılsa çimin, çim sularken kaldırım ve yolların yıkanması ve yaprak toplamak için akan suyun bedeli eşit bir şekilde fatura sahiplerine çıkacak. Bu, görevlinin ve görevlinin bağlı bulunduğu kurumun sorunu değil, vatandaşın sorunudur. 

Su israfı konusunda bir de genel bir şey söyleyeyim. Suyu tasarruflu kullanmak ve bunu hutbe konusu yapmak için kuraklık baş gösterip su kaynakları alarm vermeye başlayınca tasarruf aklımıza gelmemeli. Her daim su tasarrufu yapılmalı. Özellikle barajların dolu olduğu anlarda. Çünkü bir şeyden varken tasarruf edilir, sular bitmeye yüz tuttuğu zaman tasarruf ne işe yarar... 

Gelelim yağmur duasına. Cumanın farzından sonra tüm Türkiye'de yapılan dualara amin dedik. İnşallah dualarımız kabul olur da bol bol rahmet görürüz. Ama yağmurun yağması için dua, tek başına yeterli mi? Yağmurun yağması için sebepleri yerine getirdik mi? Sebepleri yerine getirmemişiz ki yağmur yağmıyor. Unutmayalım ki yağmur ve kar, dua ile yağmaz. Çünkü yağmur ve karın yağması, sebep-sonuç ilişkisine bağlı olan, Allah'ın koyduğu evrensel yasalardan fiziksel yasaların bir gereğidir. Biz buna sünnetullah veya âdetullah diyoruz ve bu yasalar asla değişmez. Hasılı, Allah kulunu susuz bırakmaz. Yeter ki rahmetin sebepleri oluşsun ya da sebepleri oluşturalım. Tüm sebepleri yerine getirdikten sonra üzerine bir dua, aliyyülala olur. 

*14/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde