7 Kasım 2020 Cumartesi

Prof. Dr. Yaşar Hacısalihoğlu

                                          -Bulunmaz Hint Kumaşı Mübarek!-


Sizin derdiniz var mı, varsa çözebildiniz mi, çözemedi iseniz nasıl çözersiniz bilmiyorum. Zira o, sizin meselenizdir. Ümit ediyorum ki derdinize en kısa zamanda çare bulursunuz. Bana senin derdin var mı derseniz, var elbet. Dertsiz insan olur mu? Benim derdimin maalesef çözümü yok. Sizin derdiniz benim derdimin yanında dert bile sayılmaz. Allah kimseye böyle bir dert vermesin. 

Benim derdim, Yeni Yüzyıl Üniversitesi Rektörü Yaşar Hacısalihoğlu.

Kimdir?

Necidir?

Hangi alanda Prof olmuş, uzmanlık alanı nedir, entelektüel birikimi var mı?

Bugüne kadar bilimsel hangi çalışmaya imza atmış? 

Üniversitesini nasıl yönetiyor?

Üniversitenin öğrencileri, öğretim görevlileri ve mütevelli heyeti kendisinden memnun mu?

Evi-barkı var mı? Evli mi?

Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, her akşam Habertürk TV'de farklı sunucuların yönettiği  tartışma programlarının vazgeçilmez tek konuğunun Hacısalihoğlu olması.

Her akşam 20'00'de başlayan, 00.00 sularına kadar devam eden canlı yayının, sunucuları değişiyor, konular değişiyor, konusuna göre konuklar değişiyor. Hacısalihoğlu değişmiyor. Bazı konuklar yayına geç katılıyor, bazıları erken ayrılıyor, bazı konuklar uzaktan veya evinden bağlanıyor. Programın başından sonuna kadar stüdyoda kalan tek kişi Hacısalihoğlu’dur. 

Bazen konuşmalarda sessiz ve pasif kalsa da bazı konularda çoğu zaman aslan kesilir. Bazen bilge, bilirkişi ve beyefendi gibi davransa da bazen rakipleriyle kıyasıya atışır. Konuştukları ceviz kabuğunu doldurmasa da her konuda sözü var. Sunucu ve diğer misafirler de onu dinler.

Programın sunucuları her akşam katılan konukları seyircilere tanıtırken her akşamın gediklisi Hacısalihoğlunu da tanıtır, hem de bıkmadan ve usanmadan.

Hacısalihoğlu’nun öğrencisi olmadım ama kaç yıllar önünde okumuş gibi hissediyorum kendimi. O yüzden hocam sayılır. Kendisi konuşurken ne dediğini hiç merak etmiyorum. O ne zaman konuşmaya başlasa reklam geldi bilir, diğer yapacağım işleri yaparım. Zira ne diyeceğini, bir konudaki fikri nedir biliyorum.

Merak ettiğim, bu adam programa katılmadan en az bir saat önce televizyonun stüdyosuna gelip 00.00’a kadar stüdyoda durduğuna göre ne zaman evine gidip uyuyup dinleniyor, sabah işine nasıl gidiyor, deruhte ettiği rektörlük işlerini nasıl yürütüyor? Çünkü ben onu üniversiteden fazla ekranda görüyorum. Acaba kanalın binasında yatıyor olmasın?

Çıktığı program başına kanal, kendisine ücret veriyor mu? Ki vermeli bence. Zira devlet memuru gibi mesaisini Habertürk’te yapıyor. Acaba hizmet olsun diye ücret almıyor mu?

Kanal kendisini kalabalık etsin diye mi çağırıyor yoksa sahasında bilgisine başvurulacak bir Hint kumaşı mı? Acaba bu kanalın sahibi olabilir mi ya da kanalın yayın yaptığı bina kendisine ait de kendisi “Sizden kira almıyorum. Tek şartım var: Programlarınızın değişmez konuğu olacağım“ mı dedi?

Acaba Yeni Yüzyıl diye bir üniversite yok da “Ben oranın rektörüyüm” diye unvanını mı kullanıyor?

Sayın rektörün programa katılmasını ısrarla birileri mi istiyor? O birileri her programınıza Hacısalihoğlu katılacak ve bizi destekleyecek mi diyor?

Şimdi bu soruların içinden çıkın da göreyim? Öyle zannediyorum, derdimi çok iyi anladınız ve bana hak verdiniz.

 


4 Kasım 2020 Çarşamba

ABD Başkan Adayları ile Bizim Parti Liderlerimiz *

ABD seçimleri nasıl sonuçlanır, hangi aday kazanır, seçimin dünyaya etkileri ne olur, hiç merak etmem. Zira hangisinin kazanması benim için çok önemli değil. Al birini, vur ötekine. Nasılsa hangisi gelirse gelsin yeni bir süper güç ortaya çıkıncaya kadar kazanan başkan, daha doğrusu ABD, dünyaya yön vermeye devam edecek, ülkeleri birbirine kırdıracak.

ABD seçimlerinin benim dikkatimi çeken yönleri var: İki partili, iki adaylı bir seçim olması, adayların ekranlarda boy göstermesi, rakiplerin birbiriyle canlı yayında tartışması, birbirlerine sorular sormaları, ithamlarda bulunmaları… Tüm bunları yaparlarken konuşma boyunca bir kürsü arkasında ayakta durmaları.

Bir de bizdeki seçimleri gözümün önüne getiriyorum: Çok partili, çok adaylı seçim bizimkisi. Oy pusulasının uzunluğu bile bir garip geliyor. Tercihte bulunduktan sonra oy pusulasını katlamak ve zarfa koymak bile bir mesele. Bizde seçimde iddialı olan parti liderlerini ekranlarda birlikte görmek mümkün değil. Muhalefetteki parti liderleri, ekranda tartışalım dese de seçimi önde göğüsleyecek parti lideri bu teklifleri kabul etmez. Parti lideri ekranlara tek başına çıkar. Soru soracak gazeteciler, hatta sorular bile önceden parti liderinin görüşü alınarak belirlenir. Ekrana çıkacak parti lideri için oturacağı koltuk hazırlanır. Parti lideri koltuğa oturur, bacak bacak üstüne de atar. Program boyunca da ayak, ayaküstünden kolay kolay inmez.

Açık konuşayım. Bizim parti liderlerinin ekranlarda koltuğa kurularak verdikleri görüntü bana itici geliyor. İçlerini bilmem ama görüntüleri bir kibir abidesi gibi görünüyor. Gören de dünyaya ben yön veriyorum ya da vereceğim sanır. Bacak bacak üstüne verdikleri görüntü bile “Önce benim konfor ve rahatım. İlkin yerimi bir sağlamlaştırayım. Ben iktidara oturmak için geliyorum. Oturduktan sonra da beni ne iktidardan ne de parti liderliğinden indirebilirler” demektir bu. Dünyaya yön veren ABD başkan adaylarının verdikleri görüntü bana daha sıcak geliyor. Rakibiyle konuşurken saatlerce ayakta durmaları bile bence mesaj içeriyor: “Ben seçilirsem başkanlığım boyunca kendi rahatımı düşünmeyeceğim. ABD’nin menfaatleri için çalışacağım ve oturmayacağım. Zira bu makama oturmak için gelmiyorum” mesajı çıkarıyorum.  

ABD başkan adaylarının rakibiyle ekrana çıkması, kendilerine duydukları bir özgüvendir aynı zamanda. Seçmenlerine duydukları saygının da bir göstergesidir. Bizimkilerin rakiplerini muhatap almamalarının ve ekranlara birlikte çıkmamalarının izahını ben yapamıyorum. Ya kibirleri tavan yapmıştır ya kendilerine olduğundan çok güveniyorlar ya da özgüven eksiklikleri var.  Bir ekranda bile bir araya gelip birbirine tahammül edemeyen bizim siyasilerin bu tavrı ister istemez uzlaşmaz ve paylaşmaz tavrıdır. Bu tavır tabana da yansıyor ve seçimler bittikten sonra da tabanda gerilim devam ediyor.

Hasılı ABD başkanlarının ekranda verdikleri görüntü “Dersime çalıştım, ülkeyi yönetmeye talibim ve huzurunuza çıktım. Şu anda da rakibimle kıyasıya mücadele ediyorum. Onunla meseleleri tartışıyor, iddialarına cevaplar veriyorum. Rakibimi alt edebilirsem, Beyaz Saray’dan dünyayı yönetmek benim için çocuk oyuncağı” görüntüsüdür. Bizimkilerin görüntüsü ise “Hele bir seçileyim, seçim yorgunluğunu giderinceye kadar şöyle koltuğuma bir kurulayım” görüntüsüdür. Bu görüntü; küçük olsun, benim olsun görüntüsüdür. Mesaj dünyaya değil, içe yani seçmene dönüktür.  İster kabul edin, ister etmeyin. Ben ABD başkan adaylarının görüntüsüyle bizimkilerin görüntüsünü böyle okuyorum.

*06/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

3 Kasım 2020 Salı

Cinayetin Büyük Ortakları *

Türkiye bir deprem ülkesi: Ülke sınırı gibi fay hatları bizi çepeçevre kuşatmış. Hafif, orta ve ağır olmak üzere depremler bizi zaman zaman yokluyor. Dün yokladı, bugün yokladı, yarın da yoklayacak. Bu bilimsel gerçeğe ve geçmiş acı tecrübelere rağmen depremle yaşamayı öğreneceğimiz yerde hala öğrenemediğimiz anlaşılıyor. Zira yine her depremde enkaz yığınına dönen binalar ve altında kalan insanımız oluyor. Geçmişten bugüne depremle ilgili geliştirdiğimiz tek yönümüz, deprem sonrası depremzedelerin imdadına koşmak, onların barınma ve iaşesini temin etmek ve enkaz altından sağ, ölü veya yaralı bedenler çıkarmak. Umutların tükenmeye başladığı anlarda enkazın altından sağ çıkardığımız mucize kurtarışlara sevinmek ve buna sevinç gözyaşları dökmek…

Deprem esnasında ve akabinde devletin organize olması, tüm kurum ve kuruluşlarıyla depremzedelerin yaralarını sarmak için koşması takdire şayan. Ama keşke bu tecrübemizi bir deprem olduğu zaman deprem yerine gitmeye gerek kalmayacak şekilde geliştirebilseydik. Maalesef bunu bir türlü beceremedik. Her depremden sonra bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak dense de bildik acı sahneler bir önceki depremin kopyası şeklinde aynı şekilde cereyan etmeye devam ediyor.

Hepimiz biliyoruz ki 2000’lerden sonra yapılan binalar depreme dayanıklı. Ama ülke tüm bu binalardan ibaret değil ki. Ülkedeki binaların çoğu, 1975 yönetmeliğine göre yapılmış. Tüm suç, deprem yönetmeliklerinden ziyade binaların yönetmeliklere uygun olup olmadığının denetimlerini belediyelerin yeterince yapmamasındadır. Maalesef denetimler geçmişte belediyelerimiz tarafından ciddi bir şekilde yapılmamış. Vatandaş ve binalar müteahhitlerin insafına terk edilmiş.

Her deprem sonrası “Kusuru bulunanlardan hesap sorulacak” açıklaması yapılarak başta müteahhitler olmak üzere belirli kişiler gözaltına alınır. Bugüne kadar binanın yapımından, denetimine varıncaya kadar sorumlulardan doğru dürüst hesap sorulduğuna şahit olmadım.

İzmir depremiyle ilgili çöken bazı binalarla ilgili, belediyenin daha önce çürük raporu verdiği, buna rağmen vatandaşın bu binalarda oturmaya devam ettiği televizyonlara haber olarak geçti. Eğer böyleyse yazık gerçekten. Belediye, verdiği çürük raporun ardından bu binaları niçin boşalttırıp yıkma yoluna gitmedi? Üzerinde düşünmemiz lazım.

Vatandaşından devlete herkes, depremde binaların yıkılmaması ve binaların canlara mezar olmaması için ne yapılması gerektiğini biliyor ama bir türlü bildiğimizi fiiliyata dönüştüremedik ve nice canları mezara gömerek bilerek veya bilmeyerek cinayet işlemeye devam ediyoruz. Bizim bu cinayetimiz bireysel değil, kolektif bir hal aldı. Çünkü depremlerde ortaya çıkan bilindik sahnelerin failleri, vatandaş-müteahhit-belediyeler, Meclis ve hükümetlerdir. Vatandaş, başını sokacak bir eve sahip olmak için maliyetten kaçınıyor. Müteahhit, ucuza mal etmek ve daha fazla kazanmak için malzemeden çalıyor. Belediyeler, denetimlerini adam gibi yapmıyor ve toprak zeminini göz önünde bulundurmadan yüksek katlı binalara izin veriyor. Hükümetler de kaçak bina, eklenti ve ilavelerden üç kuruş kazanmak için imar barışı adı altında kendi vatandaşının idam fermanını imzalıyor. Bu idam fermanını da Meclis, el kaldırarak onaylıyor. Gördüğünüz gibi cinayetin ortakları çok. Bu cinayet ortaklarının en masumu belki de vatandaş ve müteahhitlerdir. Vatandaş yokluktan kendi ölüm fermanını imzalayabilir. Ha öyle öleceğime böyle öleyim diyebilir. Denetim olmayınca müteahhit de paraya para demeyebilir. Bunun için her yolu mubah görebilir. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Kim, nereyi boş bulursa orayı bir şekilde doldurur. Yeterince ve gereğince denetimini yapmayan belediyelerin, imar barışı adı altında çıkarılan kanunlara onay veren yasamanın ve bu yasayı uygulayan yürütmenin hiç masum bir tarafı yoktur.  İster kabul etsinler veya kabul etmesinler, mahalli idareler, yasama ve yürütme işlenen bu cinayetlerin en büyük suç ortaklarıdır. 

*04/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.