4 Kasım 2020 Çarşamba

ABD Başkan Adayları ile Bizim Parti Liderlerimiz *

ABD seçimleri nasıl sonuçlanır, hangi aday kazanır, seçimin dünyaya etkileri ne olur, hiç merak etmem. Zira hangisinin kazanması benim için çok önemli değil. Al birini, vur ötekine. Nasılsa hangisi gelirse gelsin yeni bir süper güç ortaya çıkıncaya kadar kazanan başkan, daha doğrusu ABD, dünyaya yön vermeye devam edecek, ülkeleri birbirine kırdıracak.

ABD seçimlerinin benim dikkatimi çeken yönleri var: İki partili, iki adaylı bir seçim olması, adayların ekranlarda boy göstermesi, rakiplerin birbiriyle canlı yayında tartışması, birbirlerine sorular sormaları, ithamlarda bulunmaları… Tüm bunları yaparlarken konuşma boyunca bir kürsü arkasında ayakta durmaları.

Bir de bizdeki seçimleri gözümün önüne getiriyorum: Çok partili, çok adaylı seçim bizimkisi. Oy pusulasının uzunluğu bile bir garip geliyor. Tercihte bulunduktan sonra oy pusulasını katlamak ve zarfa koymak bile bir mesele. Bizde seçimde iddialı olan parti liderlerini ekranlarda birlikte görmek mümkün değil. Muhalefetteki parti liderleri, ekranda tartışalım dese de seçimi önde göğüsleyecek parti lideri bu teklifleri kabul etmez. Parti lideri ekranlara tek başına çıkar. Soru soracak gazeteciler, hatta sorular bile önceden parti liderinin görüşü alınarak belirlenir. Ekrana çıkacak parti lideri için oturacağı koltuk hazırlanır. Parti lideri koltuğa oturur, bacak bacak üstüne de atar. Program boyunca da ayak, ayaküstünden kolay kolay inmez.

Açık konuşayım. Bizim parti liderlerinin ekranlarda koltuğa kurularak verdikleri görüntü bana itici geliyor. İçlerini bilmem ama görüntüleri bir kibir abidesi gibi görünüyor. Gören de dünyaya ben yön veriyorum ya da vereceğim sanır. Bacak bacak üstüne verdikleri görüntü bile “Önce benim konfor ve rahatım. İlkin yerimi bir sağlamlaştırayım. Ben iktidara oturmak için geliyorum. Oturduktan sonra da beni ne iktidardan ne de parti liderliğinden indirebilirler” demektir bu. Dünyaya yön veren ABD başkan adaylarının verdikleri görüntü bana daha sıcak geliyor. Rakibiyle konuşurken saatlerce ayakta durmaları bile bence mesaj içeriyor: “Ben seçilirsem başkanlığım boyunca kendi rahatımı düşünmeyeceğim. ABD’nin menfaatleri için çalışacağım ve oturmayacağım. Zira bu makama oturmak için gelmiyorum” mesajı çıkarıyorum.  

ABD başkan adaylarının rakibiyle ekrana çıkması, kendilerine duydukları bir özgüvendir aynı zamanda. Seçmenlerine duydukları saygının da bir göstergesidir. Bizimkilerin rakiplerini muhatap almamalarının ve ekranlara birlikte çıkmamalarının izahını ben yapamıyorum. Ya kibirleri tavan yapmıştır ya kendilerine olduğundan çok güveniyorlar ya da özgüven eksiklikleri var.  Bir ekranda bile bir araya gelip birbirine tahammül edemeyen bizim siyasilerin bu tavrı ister istemez uzlaşmaz ve paylaşmaz tavrıdır. Bu tavır tabana da yansıyor ve seçimler bittikten sonra da tabanda gerilim devam ediyor.

Hasılı ABD başkanlarının ekranda verdikleri görüntü “Dersime çalıştım, ülkeyi yönetmeye talibim ve huzurunuza çıktım. Şu anda da rakibimle kıyasıya mücadele ediyorum. Onunla meseleleri tartışıyor, iddialarına cevaplar veriyorum. Rakibimi alt edebilirsem, Beyaz Saray’dan dünyayı yönetmek benim için çocuk oyuncağı” görüntüsüdür. Bizimkilerin görüntüsü ise “Hele bir seçileyim, seçim yorgunluğunu giderinceye kadar şöyle koltuğuma bir kurulayım” görüntüsüdür. Bu görüntü; küçük olsun, benim olsun görüntüsüdür. Mesaj dünyaya değil, içe yani seçmene dönüktür.  İster kabul edin, ister etmeyin. Ben ABD başkan adaylarının görüntüsüyle bizimkilerin görüntüsünü böyle okuyorum.

*06/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

3 Kasım 2020 Salı

Cinayetin Büyük Ortakları *

Türkiye bir deprem ülkesi: Ülke sınırı gibi fay hatları bizi çepeçevre kuşatmış. Hafif, orta ve ağır olmak üzere depremler bizi zaman zaman yokluyor. Dün yokladı, bugün yokladı, yarın da yoklayacak. Bu bilimsel gerçeğe ve geçmiş acı tecrübelere rağmen depremle yaşamayı öğreneceğimiz yerde hala öğrenemediğimiz anlaşılıyor. Zira yine her depremde enkaz yığınına dönen binalar ve altında kalan insanımız oluyor. Geçmişten bugüne depremle ilgili geliştirdiğimiz tek yönümüz, deprem sonrası depremzedelerin imdadına koşmak, onların barınma ve iaşesini temin etmek ve enkaz altından sağ, ölü veya yaralı bedenler çıkarmak. Umutların tükenmeye başladığı anlarda enkazın altından sağ çıkardığımız mucize kurtarışlara sevinmek ve buna sevinç gözyaşları dökmek…

Deprem esnasında ve akabinde devletin organize olması, tüm kurum ve kuruluşlarıyla depremzedelerin yaralarını sarmak için koşması takdire şayan. Ama keşke bu tecrübemizi bir deprem olduğu zaman deprem yerine gitmeye gerek kalmayacak şekilde geliştirebilseydik. Maalesef bunu bir türlü beceremedik. Her depremden sonra bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak dense de bildik acı sahneler bir önceki depremin kopyası şeklinde aynı şekilde cereyan etmeye devam ediyor.

Hepimiz biliyoruz ki 2000’lerden sonra yapılan binalar depreme dayanıklı. Ama ülke tüm bu binalardan ibaret değil ki. Ülkedeki binaların çoğu, 1975 yönetmeliğine göre yapılmış. Tüm suç, deprem yönetmeliklerinden ziyade binaların yönetmeliklere uygun olup olmadığının denetimlerini belediyelerin yeterince yapmamasındadır. Maalesef denetimler geçmişte belediyelerimiz tarafından ciddi bir şekilde yapılmamış. Vatandaş ve binalar müteahhitlerin insafına terk edilmiş.

Her deprem sonrası “Kusuru bulunanlardan hesap sorulacak” açıklaması yapılarak başta müteahhitler olmak üzere belirli kişiler gözaltına alınır. Bugüne kadar binanın yapımından, denetimine varıncaya kadar sorumlulardan doğru dürüst hesap sorulduğuna şahit olmadım.

İzmir depremiyle ilgili çöken bazı binalarla ilgili, belediyenin daha önce çürük raporu verdiği, buna rağmen vatandaşın bu binalarda oturmaya devam ettiği televizyonlara haber olarak geçti. Eğer böyleyse yazık gerçekten. Belediye, verdiği çürük raporun ardından bu binaları niçin boşalttırıp yıkma yoluna gitmedi? Üzerinde düşünmemiz lazım.

Vatandaşından devlete herkes, depremde binaların yıkılmaması ve binaların canlara mezar olmaması için ne yapılması gerektiğini biliyor ama bir türlü bildiğimizi fiiliyata dönüştüremedik ve nice canları mezara gömerek bilerek veya bilmeyerek cinayet işlemeye devam ediyoruz. Bizim bu cinayetimiz bireysel değil, kolektif bir hal aldı. Çünkü depremlerde ortaya çıkan bilindik sahnelerin failleri, vatandaş-müteahhit-belediyeler, Meclis ve hükümetlerdir. Vatandaş, başını sokacak bir eve sahip olmak için maliyetten kaçınıyor. Müteahhit, ucuza mal etmek ve daha fazla kazanmak için malzemeden çalıyor. Belediyeler, denetimlerini adam gibi yapmıyor ve toprak zeminini göz önünde bulundurmadan yüksek katlı binalara izin veriyor. Hükümetler de kaçak bina, eklenti ve ilavelerden üç kuruş kazanmak için imar barışı adı altında kendi vatandaşının idam fermanını imzalıyor. Bu idam fermanını da Meclis, el kaldırarak onaylıyor. Gördüğünüz gibi cinayetin ortakları çok. Bu cinayet ortaklarının en masumu belki de vatandaş ve müteahhitlerdir. Vatandaş yokluktan kendi ölüm fermanını imzalayabilir. Ha öyle öleceğime böyle öleyim diyebilir. Denetim olmayınca müteahhit de paraya para demeyebilir. Bunun için her yolu mubah görebilir. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Kim, nereyi boş bulursa orayı bir şekilde doldurur. Yeterince ve gereğince denetimini yapmayan belediyelerin, imar barışı adı altında çıkarılan kanunlara onay veren yasamanın ve bu yasayı uygulayan yürütmenin hiç masum bir tarafı yoktur.  İster kabul etsinler veya kabul etmesinler, mahalli idareler, yasama ve yürütme işlenen bu cinayetlerin en büyük suç ortaklarıdır. 

*04/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

2 Kasım 2020 Pazartesi

Kriz Yönetimi *

Katılımın zorunlu olduğu bir konferansa dinleyici olarak katıldım. Konferansçı, etkili ve yetkili bir makam sahibi idi. Katılım zorunlu olmasaydı bu konuşmayı dinler miydim? Dinlemezdim. Katılmadığım için kendimde de bir eksiklik hissetmezdim. Zira konuşmacı, yeni ve orijinal bir şeyler söylemedi. Bir meslek grubuna yönelik yapılan bu konuşma, katılımcıların hepsinin bildiği basmakalıp bilgilerin tekrarından ibaretti. Dostlar alışverişte görsün türünden ve yapılmış olmak için yapılan bir konferanstı. 

Konusu inanç olan bu konferans, isterdim ki sadra şifa olsun, dinleyicilere meslekleriyle ilgili gündelik hayatta bir yol göstersin. Konuşmacının, inanç ve değerlerimizi günümüz insanına bugünün metotlarıyla anlatma gibi bir derdinin olmadığını gördüm. Böyle bir derdi olmadığı gibi bir konferans nasıl idare edilir, böyle bir derdi de yoktu. Zira bir saatin sonunda konuşmasına son verirken dinleyiciler arasından biri, soru sormak için elini kaldırdı. Hatip, soru almıyorum dese de dinleyici, soru sormada ısrarcı davrandı. Sorardın, soramazdın atışması arasında dinleyici sorusunu sordu. Sorulan soru karşısında iyice gerilen konuşmacı, “Bu soruyu ne amaçla sorduğunu biliyorum. Bu soruya cevap vermeyeceğim” diyerek kestirip attı. Böyle yapmakla sorun bitse, bitmedi. İkili diyalog birbirini zedeleyecek şekilde devam etti. Bu atışma, salonda farklı bir atmosferin oluşmasına sebep oldu. Ardından hatibi destekleyen protesto alkışlarıyla salon boşaldı. 

Oluşan bu ortama üzüldüm doğrusu. Malum olduğu üzere günümüz gençliğinin çoğu inanç sorunu yaşıyor. İçlerinde deist olanı olduğu gibi ateist olanları bile var. İnancını belli etmeyen nice kişi, inançla ilgili ikilemler yaşıyor ya da gerçek düşüncesini söyleyemiyor. Çoğunluk zaten deist gibi yaşıyor. Ülkede kurulan ateist derneğin üye sayısı da dudak uçuklatır cinsten.

Günümüz gençliği, bizim yetiştiğimiz gençlik gibi değil. Büyüklerimiz bize ne telkin etmişse içimize sinse de sinmese de eyvallah demiştik. Günümüz gençliği ise ister görüş ister inanç olsun içine atmıyor; bu niçin böyle, olur mu böyle şey deyip sorguluyor. Sorgulasın elbet. Zira doğrular sorgulanarak bulunur. Sorun, gençliğin sorgulamasından ziyade bizde. Çünkü ne gençliği okuyabiliyoruz ne onların dilini anlayabiliyoruz ne de onların sordukları soruları izale edecek ve onları ikna edecek donanıma sahibiz. Yaptığımız tek şey, eskiden yazılanları nakilden ibaret. Tamam, inanç, zamana göre değişen bir şey değil. Fakat usul, yöntem ve örneklerin değişmesi lazım. Bizim din ve inanç anlatımımız, gelişen teknolojiye uygun çiftçilik yapmak yerine hala kara sabanla çift sürmeye benziyor. Bu anlatımın da maalesef alıcısı olmuyor, almak isteyen de ikna olmuyor. İkna olmayana da “Canın isterse. Zira din budur. Kabul etmek zorundasın yoksa kafir olursun” deyip kestirip atıyoruz.

Yeniden konuşmacıya dönersek, aynı zamanda önemli bir mevkide yönetici olan konuşmacı, konuşmasının bitiminde oluşan krizi de yönetemedi. Ben olsaydım, dinleyicinin soru sormasına imkan verirdim. Bunu da ya kağıda yazarak ya da konferansın bitiminde sözlü sorulmasını izah ederek konuşmanın başında söylerdim. Zira bir konunun, uzmanı tarafından enine-boyuna işlendiği bu tür konferanslarda soru sormak ve soru almak konferansın özelliklerindendir. Soru almıyorum demek sorunu çözmedi. Haydi soru alınmadı. Buna rağmen biri sizi dinlemeyip kalkıp soru sordu. Burada yapılması gereken ya soruya kısaca cevap verilirdi ya da "Soru almayacağımı söylemiştim ama siz sordunuz. Bu sorunun cevabı uzun. Dinleyicilerin fazla vaktini almayalım. Benim yerimi biliyorsunuz. Sorduğunuz soruyu birlikte çay içerken değerlendirelim" deyip konuyu kapatabilirdi. Soru sordurmuyorum demek, hele ne niyetle sorduğunu biliyorum diyerekten niyet okumak hoş olmadı. Ki soruyu soran art niyetli biri, soru da art niyetli bir soru olabilir. Böylesi durumlarda duruma göre pozisyon almak ve ortamın gerilmesine izin vermemek, konferans verenin maharetine ve tecrübesine bağlıdır. Hasılı gerçek idareci ve yöneticiler aniden oluşan bir krizi de çözmekle yükümlüdürler. Çünkü idareci olmak bunu gerektirir.

*07/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.