Ana içeriğe atla

Kriz Yönetimi *

Katılımın zorunlu olduğu bir konferansa dinleyici olarak katıldım. Konferansçı, etkili ve yetkili bir makam sahibi idi. Katılım zorunlu olmasaydı bu konuşmayı dinler miydim? Dinlemezdim. Katılmadığım için kendimde de bir eksiklik hissetmezdim. Zira konuşmacı, yeni ve orijinal bir şeyler söylemedi. Bir meslek grubuna yönelik yapılan bu konuşma, katılımcıların hepsinin bildiği basmakalıp bilgilerin tekrarından ibaretti. Dostlar alışverişte görsün türünden ve yapılmış olmak için yapılan bir konferanstı. 

Konusu inanç olan bu konferans, isterdim ki sadra şifa olsun, dinleyicilere meslekleriyle ilgili gündelik hayatta bir yol göstersin. Konuşmacının, inanç ve değerlerimizi günümüz insanına bugünün metotlarıyla anlatma gibi bir derdinin olmadığını gördüm. Böyle bir derdi olmadığı gibi bir konferans nasıl idare edilir, böyle bir derdi de yoktu. Zira bir saatin sonunda konuşmasına son verirken dinleyiciler arasından biri, soru sormak için elini kaldırdı. Hatip, soru almıyorum dese de dinleyici, soru sormada ısrarcı davrandı. Sorardın, soramazdın atışması arasında dinleyici sorusunu sordu. Sorulan soru karşısında iyice gerilen konuşmacı, “Bu soruyu ne amaçla sorduğunu biliyorum. Bu soruya cevap vermeyeceğim” diyerek kestirip attı. Böyle yapmakla sorun bitse, bitmedi. İkili diyalog birbirini zedeleyecek şekilde devam etti. Bu atışma, salonda farklı bir atmosferin oluşmasına sebep oldu. Ardından hatibi destekleyen protesto alkışlarıyla salon boşaldı. 

Oluşan bu ortama üzüldüm doğrusu. Malum olduğu üzere günümüz gençliğinin çoğu inanç sorunu yaşıyor. İçlerinde deist olanı olduğu gibi ateist olanları bile var. İnancını belli etmeyen nice kişi, inançla ilgili ikilemler yaşıyor ya da gerçek düşüncesini söyleyemiyor. Çoğunluk zaten deist gibi yaşıyor. Ülkede kurulan ateist derneğin üye sayısı da dudak uçuklatır cinsten.

Günümüz gençliği, bizim yetiştiğimiz gençlik gibi değil. Büyüklerimiz bize ne telkin etmişse içimize sinse de sinmese de eyvallah demiştik. Günümüz gençliği ise ister görüş ister inanç olsun içine atmıyor; bu niçin böyle, olur mu böyle şey deyip sorguluyor. Sorgulasın elbet. Zira doğrular sorgulanarak bulunur. Sorun, gençliğin sorgulamasından ziyade bizde. Çünkü ne gençliği okuyabiliyoruz ne onların dilini anlayabiliyoruz ne de onların sordukları soruları izale edecek ve onları ikna edecek donanıma sahibiz. Yaptığımız tek şey, eskiden yazılanları nakilden ibaret. Tamam, inanç, zamana göre değişen bir şey değil. Fakat usul, yöntem ve örneklerin değişmesi lazım. Bizim din ve inanç anlatımımız, gelişen teknolojiye uygun çiftçilik yapmak yerine hala kara sabanla çift sürmeye benziyor. Bu anlatımın da maalesef alıcısı olmuyor, almak isteyen de ikna olmuyor. İkna olmayana da “Canın isterse. Zira din budur. Kabul etmek zorundasın yoksa kafir olursun” deyip kestirip atıyoruz.

Yeniden konuşmacıya dönersek, aynı zamanda önemli bir mevkide yönetici olan konuşmacı, konuşmasının bitiminde oluşan krizi de yönetemedi. Ben olsaydım, dinleyicinin soru sormasına imkan verirdim. Bunu da ya kağıda yazarak ya da konferansın bitiminde sözlü sorulmasını izah ederek konuşmanın başında söylerdim. Zira bir konunun, uzmanı tarafından enine-boyuna işlendiği bu tür konferanslarda soru sormak ve soru almak konferansın özelliklerindendir. Soru almıyorum demek sorunu çözmedi. Haydi soru alınmadı. Buna rağmen biri sizi dinlemeyip kalkıp soru sordu. Burada yapılması gereken ya soruya kısaca cevap verilirdi ya da "Soru almayacağımı söylemiştim ama siz sordunuz. Bu sorunun cevabı uzun. Dinleyicilerin fazla vaktini almayalım. Benim yerimi biliyorsunuz. Sorduğunuz soruyu birlikte çay içerken değerlendirelim" deyip konuyu kapatabilirdi. Soru sordurmuyorum demek, hele ne niyetle sorduğunu biliyorum diyerekten niyet okumak hoş olmadı. Ki soruyu soran art niyetli biri, soru da art niyetli bir soru olabilir. Böylesi durumlarda duruma göre pozisyon almak ve ortamın gerilmesine izin vermemek, konferans verenin maharetine ve tecrübesine bağlıdır. Hasılı gerçek idareci ve yöneticiler aniden oluşan bir krizi de çözmekle yükümlüdürler. Çünkü idareci olmak bunu gerektirir.

*07/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde