22 Ekim 2020 Perşembe

Ağırcanlıysanız Yaşadınız *

Kaderle ilgili kavramlardan bir tanesi de ömür ve eceldir. Biyolojik yasalar gereği doğduğumuz andan itibaren ölünceye kadar yaşadığımız bu hayata ömür derken yaşanan bu hayatın sona ermesine de ecel diyoruz.  Her ne kadar ölmeyecekmişiz gibi yaşasak da er veya geç ölüm, hepimizin kapısını bir gün çalacaktır. Zira her canlı bu ölümü tadacaktır. Ölümün yüzü soğuk olsa da ne edersiniz ki yasa böyle. Kimi uzun yaşar, kimi de kısa. Bir bakıyoruz, sapasağlam biri vefat ederken öldü ölecek dediğimiz, yatağa bağlı biri uzun yıllar yaşayabiliyor. Yediği, içtiği, yaşantısı, yaşadığı bölge, vücut yapısı gibi etkenler kişinin ömründe etkili olsa da kimin ne kadar yaşayacağı bilgisi Allah katındadır.

Bu girizgahtan sonra işin bilimsel yönünü bilmediğim bir gözlemimi sizinle paylaşmak istiyorum. Bu hayatın içinde envaiçeşit insan olduğu gibi tez canlı ve ağırcanlı olanlar da var. Acaba tez canlılar mı hayata daha erken veda ediyor yoksa ağırcanlılar mı? Gözlemlerime göre sanki tez canlılar daha tez giderken ağırcanlılar daha uzun yaşıyorlar. Siz bu tezime katılır veya katılmazsınız, doğrusunu Rabbim bilir. Eğer bu tezim doğru ise bunun sebebi ne olabilir?

Önce tez canlı ve ağırcanlı kime denir, sözlüğe bir bakalım. Tez canlı, “Beklemeye dayanmayan, sabırsız” kimseye denirken ağırcanlı da “Davranışları ağır olan, işini çok ağır yapan, uyuşuk; tembel, vurdumduymaz” kimse demekmiş. Tanımlardan anlaşıldığına göre tez canlılar aceleci ve işlerini çabuk yaparlarken ağırcanlılar ise hiç acele etmeden, işlerini ağır ağır yapıyorlar. Bir işte çalışanların veya bir yerde olanların hepsi tez canlı ise oradaki işlemler, bir saat gibi dakik işler. İşte bir aksama söz konusu olmaz. Bir makinenin dişlileri gibi hep birlikte hareket ederler. Yani hepsi birbirine uyum sağlarlar. Aynı şekilde bir yerde olanların veya çalışanların hepsi ağırcanlı ise işin bitmesi uzun sürse de burada da bir aksama söz konusu olmaz ve bir ahenk vardır. Çünkü karşınızda birbirini bulmuş muhteşem bir ekip var. Hayatta birlikte iş yapanlar hep tez canlı veya ağırcanlı ise sorun yok. Ya bir iş veya başka nedenle bir arada olanların bir kısmı tez canlı, bir kısmı da ağırcanlı ise işte asıl sorun burada başlıyor. Ağırcanlılar aheste aheste hareket ederken veya iş yaparken bunları gören tez canlıların ömrü, sabrın ya en güzel örneğini göstermekle ya da saç-baş yolmakla geçecektir. Ya geride kalan ağırcanlının işini bitirmesine yardım edecek, iş yükünü artıracak ya da bekleyecektir. Bu bekleme esnasında dişleri boğazına gitmezse verilmiş sadakaları var demektir. Ağırcanlılar böyle yapmakla belki de dünyanın düzenini sağlıyorlar ve dünyayı dengede tutuyorlardır. Maazallah, dünya sadece tez canlılara emanet olsa acele işe şeytan karışır misali tez canlılar, dünyayı toz duman ederler ve dünyanın altını üstüne getirirler.

Şimdi bu söylediklerimi etrafınıza bakın, bir test edin. Test için çok uzağa gitmenize gerek yok. Burnunuzun dibinde hem tez canlısını hem de ağırcanlısını görürsünüz. Hangisi daha erken dünyaya veda ediyor? Eğer testinizin sonucu ağırcanlılar daha geç ölüyor ise aklın yolu bir. Ben de aynı düşünüyorum. Yok böyle değilse problem değil. Zira ben tek başına kalmaya alışkınım. Eğer bu konuda yeterince test yapmamış ve benim tezimle de ikna olmadı iseniz, bizim gibi canlı olan hayvanlar alemine bir bakalım. Zira hayvanlar arasında da hızlı ve yavaş hareket edenleri vardır. Bu hayvanların ortalama ömürlerine de parantez içerisinde yer verdim. Tavşan(9), devekuşu(60-70), at(20-30), tilki(2-5), kanguru(15), Afrika yaban köpeği(11), tazı(10-14) ve aslan(10-14) hızlı hareket eden kara hayvanlarıdır. Bazı ağır hareket eden hayvanların ortalama ömrü çok fazla olmasa da ağır hayvan denince hepimizin aklına kaplumbağa gelir. Kaplumbağaların ortalama ömrü 190 yıl imiş.

Bana öyle geliyor ki ister insan ister hayvan olsun her canlının, bu dünyada yerine getirmekle yükümlü olduğu bir vazifesi ve işi var. Herkes bu işini tamamlayacak ve yarım bırakmayacak. Vazifesini ve işini bitiren gidiyor. Tez canlılar işlerini tez bitirdikleri için tez gidiyorlar, ağırcanlılar ise işlerini geç bitirdikleri için geç gidiyorlar. Azrail de onların işlerini bitirmelerini bekliyor. Bu tezim doğru ve siz, ağırcanlı iseniz bilin ki yaşadınız. Dünyaya kazık çakmasanız da epey bir yaşarsınız.

*24/10/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 

19 Ekim 2020 Pazartesi

Üniversite Serencamımız *

1986 yılında üniversite sınavına girdiğimde, yanlış hatırlamıyorsam 26 devlet, bir tane de vakıf üniversitesi vardı. Hangi bölüm olursa olsun üniversitede okumayı hak kazanan bir öğrenci, mezun olur olmaz boşta kalmaz; mezunların çoğunluğu kamuda görev almak suretiyle bir istihdam sorunu yaşanmazdı. Sonraki yıllarda yeni üniversiteler açmak, hükümetlerin öncelikleri arasında yer aldı. Bu bir devlet politikası haline geldi. Bugün her ilimizde bir üniversite, çoğu ilimizde birden fazla üniversite, ilçelerin çoğunda meslek yüksek okulları, bazı ilçelerde fakülte bile var.

2020 yılı itibarıyla 130'u devlet, 76'sı vakıf olmak üzere 206 üniversitemiz mevcut. Üniversite sayımıza oranla üniversite mezunu sayımız artmış olmasına rağmen istihdam alanı ise yeterince artmadı. Haliyle birkaç bölüm dışında üniversitelerimiz piyasaya bol bol işsiz insan üretip servis etmeye devam ediyor. Çok sayıda üniversite açarak gençlerin üniversite mezunu olmasına imkan sağlayan devletin mezunlara bakış açısı, “Ben üniversite seçeneği sunar, gençlerin okumasına imkan sunarım ama iş vermek ya da iş bulmak zorunda değilim” şeklindedir. Bu, “Ben çocuk doğururum ama bu çocuğa bakmak zorunda değilim” demek gibi bir şey. Kim ne derse desin, bizim ülkemizde okuma maratonu, kamu veya özel sektörde iyi bir işe girmek içindir. Bir planlama yapılmaksızın bölümlerden çok sayıda mezun vermek; müşterisi olmadığı halde ürettiği malın elinde kalacağını bile bile bir fabrikatörün normalinden fazla seri üretim yapmasına benzer. Nice bölümler vardır ki istihdam alanı olmamasına rağmen hem birinci hem de ikinci öğretime öğrenci almaya devam ediyor. Maalesef bu bakış açısı, üniversite mezunları arasında işsizlerin sayısını artırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Herkesi gerekli-gereksiz, ihtiyaç veya değil, üniversite mezunu yapmak zorunda mıyız? Yazık değil mi bu çocuklara? Önünü göremeyen ve yarını olmayan bu gençler, nasıl bir psikoloji ile üniversite bitirip sağlıklı bir şekilde hayata atılabilirler? Sonu çıkmaz sokak olmasına rağmen bu üniversite macerasını bu şekil devam ettirmek, geleceğimiz olan gençlerimize devlet eliyle yaptığımız en büyük kötülüktür.

***

Bir ilimizde daha önce açılan bir üniversiteye hemen hemen her bölümü açıyoruz. Tüm bölümleri bir yerleşke içinde topluyoruz. Öğrenci kontenjanını azami derecede artırıyoruz. Açılan bölüm, öğretim görevlisi sayısı ve okumakta olan öğrenci mevcuduyla bir müddet övünüyoruz. Bir müddet sonra bu üniversite çok büyüdü. Biz bunu ikiye hatta üçe bölelim diyoruz. Bir rektörün yönettiği bir üniversiteden üç üniversite ihdas ediyoruz. Bölünen üniversitelere bir kurucu rektör atayarak bazı bölümleri yeni üniversiteye bağlıyoruz. Yeni üniversitelere yerleşke arayışı içine giriyoruz. Yeri bulur bulmaz fakülte binalarını yapmak için hızlı bir inşaat işine kalkışıyoruz. Binalar tamamlanıncaya kadar sanki acil ihtiyaç varmış gibi bulduğumuz yeri kiralayarak hemen öğretime geçiyoruz. Bu şekil bölünmüş ve tam yerleşememiş nice üniversitelerimiz vardır ki rektörlük binaları bir yerde üniversiteleri bir yerde, bazı bölümler başka başka yerlerde.

İsim yapmış, köklü üniversitelerin niçin bölündüğünü çok anlamış değilim. Haydi ihtiyaç vardı, bölündü diyelim. Bölünen üniversitelerin ayrıldığı üniversitelerden, farklı yönlerle kendisini göstermesini beklerim. Gördüğüm, ayrıldığı üniversitenin kötü bir kopyası şeklinde. Eski üniversitesinde profesörlüğü geldiği halde kadro olmadığı için doçent kalan bir akademisyeni kadromuza alıyoruz. Ona kadrosunu veriyoruz. Anabilim dalı başkanı yapıp bölümü kurduruyoruz. Aynı ilde aynı bölümleri açıyoruz. Tabiri uygun görürseniz anası da aynı, danası da aynı. O zaman bu kadar masraf niye? Çünkü üniversite bölmek yeni üniversite açmak gibidir ve masraflıdır. Halbuki, ayrılan üniversitelerin o ilde olmayan bölümleri açmak birinci öncelikleri olmalıydı diye düşünüyorum. Böyle olmayacak ve ayrıldığı üniversitenin kötü bir kopyası olacaksa üniversiteleri niçin böldüğümüzü de sorgulamak lazım.

***

İki örnekle anlatmak istediğim, her alandaki plansızlığımız üniversite planlamasında da plansızlık olarak kendisini gösteriyor. Belki de bu plansızlığımız yüzünden bu ülkenin kaynakları heba edildiği gibi istihdam imkanı olmayan bölümlerden bir fabrikanın seri üretimi gibi mezunlar vermeye devam ederek insan kaynağımızı da heba ediyoruz.

En kötü plan, plansızlıktan iyi olsa gerek.


*21/10/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 

 

 

17 Ekim 2020 Cumartesi

Diyanet Denince *

Diyanet deyince din hizmetlerini yerine getiren ve halkı din konusunda aydınlatmaya çalışan bir kurum aklınıza gelebilir. Benim aklıma ise plansızlık, sürekli yardım toplayan bir kurum geliyor. Plansızlığına örnek vermek istersek çok öteye gitmeye gerek yok. Bildiğiniz gibi 1-7 Ekim günleri, camiler ve din görevlileri haftasıydı. Diyanet, hutbe konusunu belirlerken          -genelde- belirli gün ve haftaları takip ettiğine göre zannedersiniz ki bu haftada camiler haftasıyla ilgili bir hutbe okutur ve ardından bir yardım toplar. Siz öyle sanın. Camiler haftasıyla ilgili hutbeyi "Cami ve ilim" başlığıyla 25.09.2020 tarihinde yani camiler haftasından bir hafta önce okuttu. Camiler haftasına denk gelen cuma hutbesinde de "Murakabe ve muhasebe bilinci" konusunu işledi. 16 Ekim tarihli cuma hutbesinde de cami inşaatlarının önemine işaret eden "Cami Allah'ın evi, Müslümanların eseri" başlıklı bir hutbe okunmaya başlayınca hutbeyi dinlerken bir an için acaba bizim caminin imamı, hutbe konusunu mu şaşırdı diye içimden geçirdim. Hutbe, baştan sona cami yapmanın önemi üzerine idi. Hutbenin bitimine doğru da “Türkiye ve yurtdışında yapımı devam etmekte olan camilerin inşaatı için namaz bitimi sergi açılacağı” duyurusu yapıldı.

İnşaatı devam etmekte olan camiler için yardım toplanmasına şaşırmadım. Çünkü Erbaş döneminin birinci ve öncelikli konusu, hutbe bitiminde hatibin yardım duyurusudur. Bu hutbenin öncekilerden tek farkı, okunan hutbenin öncekilere göre daha kısa, hutbe içeriğinin tamamen yardım üzerine işlenmesi ve yardıma hutbe içerisinde değinilmesi, bir de önceki yardım kampanyalarında “Yapımı devam etmekte olan muhtelif cami ve Kur’an Kursları için yardım toplanacaktır” yerine “Yurt içinde ve yurt dışında inşaatı devam eden camiler” denmesidir.

Burada aklınıza “Kardeşim, sen bugünlerde camilere, toplanan yardımlara, hutbelere, din ve diyanete kafayı taktın. Camiler ve Kur’an Kurslarının yapımı için başka seçenek yok” diyebilirsiniz. Hiçbir şeye taktığım yok. Yardıma ihtiyaç varsa da toplanacak. Yalnız bu yardım kampanyaları ve yardım şekli kabak tadı vermeye başladı, aynı şekilde hutbe konuları da. Hutbe dediğin, Müslümanların haftalık dertlerini dert edinen, gönüllere dokunan, onlara bakış açıcı getiren, ufuk açan, bir konuda nasıl tavır alınması ve takınılması gerektiğine dair yol gösteren bir içeriğe sahip olmalı. Birbirinin tekrarı diyebileceğimiz hutbe konularından gına geldi iyice. Diyanet, sanırım hutbe konularını belirlerken ne etliye dokunayım ne sütlüye, ne şiş yansın ne kebap düşüncesinde. İnsanları hutbede nasıl uyutabilirim, uyuttuktan sonra çıkışta nasıl para toplarım hesabını yapıyor. Aklına da başka bir hesap ya da bu yardımları başka türlü nasıl toplarım gelmiyor. Tilki de böyle değil mi? Yüz hesabı olurmuş. 99’u horozu haklamak üzerine olurmuş. Türkiye nüfusu artmadığı halde mevcut cami ve Kur’an Kursları yüzde yüz doluluk oranına ulaşmış, mevcutlar ihtiyaca cevap vermiyor ve yenilerine ihtiyaç var, bundan dolayı da her hafta olmasa da belirli aralıklarla sürekli para toplanacaksa oldu olacak kilise vergisine benzer bize de bir vergi konsun. Verginin adı da Müslümanlık vergisi olsun. Bu vergi, ilk başlarda gönüllülük esasına dayalı olsun. Sonrasında, gerekirse Müslüman’ım diyen herkesten bu vergi alınsın. Yeni bir vergi çıkartma demeyin. Bu millet, suyunun suyu diyebileceğimiz değişik isimler adı altında dolaylı ya da dolaysız vergi vermeye o kadar alışkın ki üzerine bir de Müslümanlık vergisi verse ne olur, kaç yazar. Toplanan bu vergiler, yılsonunda Diyanetin hesabına aktarılır. Diyanet de toplanan bu vergi ile cami mi yapar, Kur’an Kursu mu, müftülük sitesi mi? Bunun hesap, kitap ve planlamasını yapar. Ayağını yorganına uzatarak hareket eder. Dört kişi bir araya gelerek bir dernek kuracak. Bir arsa bağışı bulacak. Ardından kazmayı bir vuralım, gerisi Allah kerim. Nasılsa il il camilerden yardım toplarız düşüncesini bir tarafa bırakmak lazım.

Burada şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Diyanet asli görevi ne ise ona ağırlık vermeli. Asıl mesleğini, görev ve misyonunu üstlenmeli. İnşaat sektöründen elini çekmeli. Mevcut cami ve Kur’an Kurslarına nasıl işlerlik kazandırabilirim üzerine kafa yormalı. Çağın ruhuna uygun bir dil ve vizyon geliştirmeli. Birkaç kişinin ön ayak olduğu cami ve Kur’an Kursları inşaatlarına da bir dur demeli. İnşaata değil, insana yatırım yapılmalı. Bugün serbest çalışan eczacılar bile istediği yere eczane açamıyorlar. Eczane açılması nüfusa endekslendi. Eczane açacak olan bir eczacı, Türkiye Eczacılar Birliğinin ihtiyaç belirttiği yerlerden birinde ancak eczane açabiliyor. Bu aşamadan sonra Diyanet, mevcut cami ve Kur’an Kurslarının doluluk oranlarına ve mesafeye göre bir ihtiyaç analizi yapmalı. Bir vatandaş cami veya Kur’an Kursu mu yaptırmak istiyor. Diyanetin belirlediği ihtiyaç yerlerinden birine yaparsa ne ala. Evine aynı mesafede cami ve Kur’an Kurslarının arasına bir başkasını yapmaya kalkarsa buna geçit verilmemeli.

Yazımı uzattım, farkındayım. Özetle şunu söylemek istiyorum. Diyanet bir hayra sebep olmak için cami ve Kur’an Kursları yapmaya kalkan hayırseverleri kırmayayım düşüncesini bir tarafa bırakmalı. Nüfusa ve mesafeye uygun cami ve Kur’an Kursu yeri planlamalı. Yeni cami ve Kur’an Kursu yapımında veya diğer ihtiyaçlarda kullanmak veya mevcut binaların yapım-onarım vb ihtiyaçlarını karşılamak için bağlı bulunduğu makama “Müslümanlık vergisi” adı altında bir vergi konsun önerisi götürebilir. Makam uygun görürse böyle bir vergi için Meclise birileri kanun teklifi verir. Yok, sergime dokundurmam, ben sergiden vazgeçmem, altın yumurtlayan tavuğumu kestirmem denirse o zaman cami, Kur’an Kursu vb inşaatlar için her yıl “Camiler Haftası” olan 1-7 Ekim tarihleri arasında yılda bir kez camilerde sergi açılsın. Bir daha ki camiler haftasına kadar “muhtelif cami ve Kur’an Kursları” için sergi açılmasın ve toplanan paraya göre planlama yapılsın. Böylece cami ve Kur’an Kursu yapımı da tek elden planlanmış olur.

*19/10/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.