21 Ağustos 2020 Cuma

Mânâsız Mahlaslı Şair Mustafa Varel *


İnsanın unutamadığı kişiler vardır hayatta. Hiç içinden çıkmaz. Hep içinde bir özlem duyar: Ah bir görsem, bir araya gelsem, der durur. Her daim onu hayırla yâd eder. Çünkü gözünü ilk onda açmıştır; ilk okumayı, ilk yazmayı ondan öğrenmiştir. Küçük yaşta kendisine bir ufuk çizmiştir. Her şeyden öte sevmiş ve sevdirmiştir.
Kendisini ilk defa 1970-1971 öğretim yılında öğretmenim olarak tanımıştım. Dünyamız ondan ibaretti. Hem anamızdı, hem de babamız. İlkokul 1-3'ü onda, 4.ve 5.sınıfları ise başka öğretmenlerde okumuştum.  4 ve 5'te beni okutan öğretmenler bende bir iz bırakmadı. İlk öğretmenim ise bende  olumlu ve derin izler bıraktı. İlk sazı onda gördüm. Saz eşliğinde bize "Çırpınırdı Karadeniz/ Bakıp Türk'ün bayrağına…" marşını ilk ondan dinledim. O çalar biz sınıf olarak ona eşlik ederdik.
Adını unuttuğum bir hikaye kitabından zaman zaman bize bölümler okurdu. Kitaptan tek aklımda kalan hikayenin kahramanı Hayri Dede idi. O, koşa koşa cuma namazına gider, arkasına takılır ben de namaza giderdim. Namaz çıkışı hızlı adımlarla okula gider, ben de ardından ona eşlik ederdim.  
Evimize gelir biz de ona giderdik. Büyükle büyük, küçükle küçüktü. Ne kibir vardı, ne de enaniyet. Akşamleyin mahallelinin bir araya geldiği baranalara katılır, onlarla hemhal olurdu.
Karasınır'la ilgili “Destanı Karasınır” başlıklı, "Karasınır'ı dolan da gör bey/Ondaki her şey boldur ha boldur" dizeleriyle başlayan şiiri, herkesin dilindeydi.  Öğrencisi olarak bu şiiri ezberlemiştim. Gittiğim her yerde haydi bir oku derler, ben de seve seve okurdum.
Bir bayram dolayısıyla okumamı istediği Arif Nihat Asya'nın, "Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek" şiirini kürsüye çıkarak ezberden okumuş, dünyalar benim olmuştu.
1973 yılından beri görüşmediğim öğretmenimin 2017 yılında numarasını bularak önce telefonla görüşmüş, ardından üç arkadaşla Karaman’a giderek evinde ziyaret etmiştim. Telefonla haberleşip buluşmasaydık onun beni, benim de onu tanımam mümkün değildi. Çünkü ne bendeki sarı saçlar kalmıştı, ne de onun küçüklüğümdeki siması. Yaşını sordum 69 yaşındayım demişti. Çocukluğumda gördüğüm sinekkaydı tıraşının yerini bembeyaz sakallar almıştı. Öğrencisi iken kendisinin okuyup bizim dinlediğimiz hikayenin kahramanı 'Hayri Dede' gibi göründü bana. Zira o da tıpkı hocamız gibi nur yüzlü, piri fani birisi idi. "Size şiir okuyayım mı" dedi bize. Elbette dedik. Biri 80 öncesi anarşi ortamını anlatan şiir olmak üzere kendi yazdığı iki şiirini kendi sesinden dinledik.
Ziyaretten sonra irtibatımız telefonla devam etti. Ben aramasam o beni arardı. Bazen müsait olup olmadığımı sorar. Hocam, müsaidim deyince “O zaman sana bir şiir okuyayım” der, bana telefonda şiir ziyafeti verirdi.
Öğretmenim bir şairdi zira. Nerede bir müsvedde kağıt bulmuşsa onun arkasını değerlendirip şiir yazmaya devam etmiş. Mânâsız mahlasıyla 600’den fazla şiire imzasını atmıştı. En büyük hayali üç bölüm halinde şiir kitaplarının yayımlanması, okumaları için eşe-dosta hediye etmesi idi. Maalesef kitabını bastıramadı. Zira dövizin dalgalanmasıyla birlikte baskı fiyatları artınca maddi imkansızlıktan dolayı kitabın yayımlanması askıya alındı.
4 Şubat 2020 günü Meram Tıp Fakültesine kontrole geldiği gün beni aradı. “Şiirlerimi fotokopi ederek kitap haline getirdim. Hastaneye uğrarsan bir tanesini sana hediye edeyim” dedi. 360 sayfadan ibaret şiir kitabını ve bilgisayar ortamına aktarılmamış çok sayıda el yazması şiirini “okursun” diye hediye etmişti bana.
En son bayramını kutlamak için Kurban Bayramının birinci günü aramıştım. Daha önceki görüşmelerimizden farklı olarak konuyu babam rahmetliye getirdi.  Babamın samimi bir Müslüman olduğundan ve kendisini çok sevdiğinden bahsetmişti.
Bu görüşmemizin ardından görüşmediğim öğretmenimiz, 12 Ağustos günü covid 19’a yakalanarak yoğun bakıma alınmış ve 20 Ağustos günü de bu hastalığa yenik düşerek 72 yaşında iken maalesef vefat etmiştir. Üzüntüm büyüktür gerçekten. Unutamayacağım insanlardan biri olarak hayatımda yer almaya devam edecektir. Aynı şekilde yazdığım bu yazı da benim için zor yazılardan biri olarak aklımda kalacaktır.  
Erken yaşta kaybettiğim muhterem hocama bu vesileyle Allah’tan rahmet diliyorum. Hastalığında ve kontrollerde her daim yanında olan eşi Hatice Teyze’ye, oğlu Ali Haydar’a ve ailesine başsağlığı diliyorum. Allah onlara sabır versin inşallah. Öğretmen camiasının, tüm şiir severlerin ve Karamanlıların da başı sağ olsun.
Hocam! Biz senden razıydık. İnşallah Allah da razı olur. Mekanın cennet olsun inşallah.
Not (Oğlu Ali Haydar’ın 14 Ağustos tarihli paylaşımından alıntıdır): “Belki de bazılarınıza maske takmak zor geldiği için babam, yoğun bakımda yatıyor şu an. Emin olun bunun vebalini ödeyemezsiniz. Bu duruma vesile olan ve acı çekmemize sebep olan kim varsa üzerinde, zerre hakkım varsa hiçbirine hakkımı helal etmiyorum. (Bu sözler kural tanımayan ve kul hakkına riayet etmeyenlere efendim! Duyurulur.)

*22/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

20 Ağustos 2020 Perşembe

Siz Olsaydınız Bu İhaleyi Kime Verirdiniz?

Bir tanıdığım, fi tarihinde resmi bir kurumda satın alma işlerinden sorumlu iken kurumuna yüklü miktarda araç lastiği alınması gerekir. 

Tanıdığım, ihale için gerekli evrak ve şartnameyi hazırladıktan sonra hazırladığı teklif mektuplarını, teklif vermeleri için firmalara verir. 

Verdiği teklif mektuplarını geri alırken daha önceki lastik ihaleleri hep kendisinde kalan bir firma sahibi tanıdığıma "Sen ne dolaşıp duruyorsun, başkasından teklifler alıyorsun? Nasılsa ihtiyacınız olan lastikleri benden alacaksınız" diyor.

Tanıdığım, "Olur mu öyle şey? En uygun teklifi kim verirse ihale onda kalır” der. Firma sahibi "Sen görürsün" cevabını verir.

Gelen teklif mektupları açıldığı zaman görülür ki en uygun teklifi bir başkası vermiştir.

Lastikler ihalenin kaldığı kimseden alınacağı zaman kurumun amiri, satın alma işlerini tevdi ettiği tanıdığımı çağırır: "Lastikleri daha önceki aldığımız falan firmadan niçin almıyoruz" sorusunu sorar. Tanıdığım, "Efendim, dediğiniz firmanın teklifi yüksek. Şartname gereği en uygun teklifi veren firmadan almamız gerekiyor" der.

Kurum amiri, "Verdiği teklif uygun olmasa da biz lastikleri bizim adamımıza vereceğiz. İhale onda kalacak" deyince tanıdığım, "Efendim, bu durumda kurum zarara uğrar. Çünkü lastikleri pahalıya almış oluruz" şeklinde itiraz eder. Kurum amiri "Pahalı olursa olsun. Dediğim yerden alınacak. İhaleyi ona göre düzenleyelim" talimatı verince buna ortak olmak istemeyen tanıdığım, bu talimatı hazırlama yerine, hazırladığı emeklilik dilekçesini kurum amirine sunar ve o gün emekli olur. 

Tanıdığım genç yaşında emekli olduktan sonra lastik ihalesi kimde mi kalmış? Herhalde kitabına uydurularak kurum amirinin dediği yerden alınmıştır. Gördüğünüz gibi ihaleye fesat karıştırma durumu yok. Yani işlem temiz... Bu temiz işe fesat karıştırsa karıştırsa tanıdığım karıştırmış olur.

Bana göre bu ihale sürecinde tanıdığımın takındığı tavır yanlış. Bizim adam varken bizden olmayan birinden lastik almak da neyin nesi? Nerede görülmüş böyle bir şey. Bizimki aklı sıra eski köye yeni âdet getirecek... Bizimkinin hesaba katmadığı bir şey daha var: Emekliliği de gelse işinde acemi gayri, belli. Kurum amirinin bir bildiği var, değil mi? İşte bunu hesaba katmıyor. Ah bizim insanımız! Bunu akıl etse hazırladığı o kadar evrak boşa gitmezdi. Yazık değil mi o kağıtlara! Boşa giden her bir evrak milli bir servet. Maalesef cebimizden çıkıyor. Bir lastik için yorgan yakılır mı hiç? Sonra ne diye emekli oluyorsun? Sallasan başını, alsan maaşını olmaz mıydı? İhaleyi yabancıya vererek göğe mi erecektin? Hasılı kurum amirlerinin işi zor. Bu tür memurlarla bu işler nasıl yürüyecek? Sonra da millet iş yapmıyor diye kurum amirine kızıyor. Ah işin iç yüzünü bir bilseler...

Sanırım bu satışta siz de benim gibi düşünüyorsunuz? Biliyordum. Teşekkür ediyorum.

18 Ağustos 2020 Salı

Soyadı Gibi Adildi! *

Gazeteye göndereceğim yazıyı yazıp tam gönder tuşuna basmaya hazırlanırken sevip saydığım bir büyüğümün vefatını öğrenince göndereceğim yazıyı rafa kaldırdım. Büyüğüm hakkında yazmak istedim. Nedense elim klavyeye gitmedi. Yazdım yazdım, ardından sildim. Zira nereden başlayacağımı, ne yazacağımı bilemedim. Ölümün hak olduğuna ve sıra takip etmeden bir gün kapımızı çalacağına inanmış olsam da değer verdiğim biri hakkında kalem oynatmak zormuş meğer. Hüseyin Adil Abiden bahsedeceğim bugün size.

Kendisini ilk defa 1981 veya 1982 yılında Konya İHL’nin karşısına yeni açılmış küçük bir lokantada tanımıştım. Halen Konya Kahveciler, Çay Ocakları ve Büfeciler Esnaf Odası Başkanı olan oğlu Mehmet Adil’e “Arkadaşlarını okulun yakınındaki şu lokantaya getir, onlara bir yemek ikram edeyim, hem onları tanımış olurum” demiş. Bir öğle arası birkaç arkadaşla beraber lokantada bizi bekler bulduk. Kısa bir tanışma faslından sonra önümüze önce bir çorba, ardından halen adını bilmediğim üzeri yoğurtlu, altı etli bir yemek geldi. İlk defa içtiğim bu çorbanın adının Ezogelin Çorbası olduğunu sonradan öğrendim. Hem çorba hem de ana menü nefisti gerçekten. Sonraki yıllarda ne zaman bir lokantaya girsem uzun yıllar hep bu çorbadan içtim. İçtikçe de cebimde metelik yokken Hüseyin Abinin ikram ettiği bu çorba aklıma geldi hep.

1986 yılında üniversiteyi okumak için Kayseri’ye gideceğim zaman hem barınma hem iaşede yardımcı olmaları ve görüp kollamaları için oradaki tanıdıklarına bir mektup yazarak cebime sıkıştırmıştı.

Okulları bitirip başka yerlerde çalıştıktan sonra Konya’ya geldiğimizde iki sofralık kalabalık bir arkadaş grubuyla birlikte yılda en az bir defa evine yemekli misafir olduk. İzzet ve ikramın sınırı yoktu. Tüm çoluk çocuğu bize hizmet etmek için seferber olurdu. Kendisi pek yemeyi sevmese de sofrada bize eşlik ederdi. Zengin biri olmasa da yedirmeyi severdi. Zira sahavet ehli biriydi.

Yemekten önce veya sonra “Ramazan’ım, Osman’ım, Mustafa’m, Ahmet’im, Bekir’im, Ali Osman’ım, Ömer’im… diyerek her birimize ismimizle hitap eder, halimizi hatırımızı sorardı. Daha önceden görmediği bir arkadaşımız aramıza katıldığı zaman “Sizi ilk defa görüyorum. Tanışalım” derdi. Bizi unutmadığı gibi yeni tanıştığı kişinin de adını unutmazdı. Müthiş bir hafızası vardı ama hafızadan ziyade karşısındaki, çocuğunun yaşında da olsa herkese değer verirdi. Tanışma faslından ve hal hatırdan sonra konuyu Müslümanların dertlerine getirir. Bunun üzerine neler yapılabilir diyerekten kafa yorar, her birimizin görüşünü dikkatli bir şekilde dinlerdi. Ardından ”Evimizi şereflendirdiniz, hepinize çok teşekkür ediyorum. Allah sizden razı olsun. Siz oturmaya devam edin. İzninizle ben kalkacağım” der, biz de oturması için ısrar etmemize rağmen “Fazla gevezelik yaptım, kafanızı ağrıttım, hepinizden özür diliyorum” diyerek müsaade alır giderdi.
Ne mezunu, nereden mezun bilmem. Sorma gereksinimi de duymadım. Zira her yönüyle dopdolu bir insandı. Kendisini hem dinen hem ilmen hem görgü yönünden yetiştirmiş, hayatın her safhasında pişmiş,  ömrünü inandığı değerlere hizmet etmeye adamış birisi idi. Nerede bir hareket, bir miting, bir toplantı ve etkinlik varsa “Benden geçti” demez bir nefer olarak oradaydı. Tam bir aksiyon adamıydı. Onun aksiyonluğu; hamasete, vurmaya, kırmaya dayalı bir aksiyonluk değildi. Ayakları yere basan, düşünen, yanlışa yanlış, doğruya doğru diyen, inandığı değerler uğruna son ana kadar pes etmeden çorbada tuzum olsun diyerek çalışan birisi idi.

İnandığı değerleri aynı zamanda yaşayan birisi idi: Kimsenin aleyhinde konuşmaz, gıybet nedir bilmezdi. Mütevazılığı, beyefendi kişiliği ve nezaketi hiç elden bırakmadı. İbadetlerine devamlılığının yanında bir Müslüman’da olması gereken tüm ahlaki özelliklere sahipti. Kurumunda, fahri olarak çalıştığı vakıf ve derneklerde veya hayatın içinde gördüğü bir haksızlığa usulünce müdahale etmeye çalışır, gücü yetmez ise oradan uzaklaşır ve haksızlık yapanlara gönül koyardı. Gönül koyduklarına da Allah affetsin diye duasını eksik etmezdi. Bunlar böyle yaptı deyip köşesine çekilip oturmazdı. Soluğu, daha düzgün çalıştığına inandığı yerlerde alırdı. Düşünce olarak son ana kadar Milli Görüş çizgisini terk etmeyen, kavgalarda taraf tutmayan, tarafları anlamaya çalışan ve dinini dört dörtlük yaşayan nevi şahsına münhasır, samimi birisi idi. Kısaca her yönüyle örnek bir Müslüman, soyadı gibi adildi dense yeridir.

Tebliğ ve irşat görevini yaparken önce ailesinden başlayarak çevreye açılmayı yeğlerdi:

Oğlu Mehmet, Oda başkanı olduğunda hayırlı olsun ziyaretine gitmiştim. “Hüseyin Abi geldi mi ziyaretine” demiştim. “Geldi sağ olsun. Bu yaşında buraya kadar gelip ‘Oğlum, buralar insanın ayağını kaydırır, aman dikkatli ol, doğruluktan ayrılma…’ şeklinde bana bir saat nasihat etti gitti. Allah kendisinden razı olsun” demişti.

Bir yerde öğrenci yetiştiriliyorsa Hüseyin Ağabeyi orada bulabilirdiniz. Değişik vakıf ve derneklerde rol üstlenmişti. Dizlerinde bir ağrı olmasına rağmen son yıllarda hafızlık yapan bir derneğe kendini adamıştı. Bu salgın döneminde “Ben riskli gruptayım” demeden, buradaki öğrencilere katkı olsun diye bayramın ilk günü, kendisini deri ve kelle toplamaya adamış, akşama kadar tek başına hatırı sayılır bir deri toplamıştı. Akşamında yorgun, bitkin eve gelen Hüseyin Ağabeyin vücudu daha fazla dayanamadı ve kimseye yük olmadan 17 Ağustos günü 74 yaşında iken hayata veda etti. Dün de kendisini ebedi istirahatgahına defnettik.

Allah kendisinden razı olsun. Mekanı cennet olsun. Rabbim ona gani gani rahmet eylesin. Zira biz kendisinden razıyız. Kendisi gibi dürüst yetiştirdiği oğulları Mehmet ve Osman’a, diğer Adil ve Küçükbüğrü ailelerine baş sağlığı diliyorum. Tüm Konya’nın ve ihtiyaç sahibi öğrencilerin başı sağ olsun.

*19/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.